Seyyid Ahmed Çapakçurî
Aslen Bingöl'ün "Kür" köyündendir. 1827 yılında doğmuştur. Dedelerinin Bağdatlı olduğu söylenir. Bu zata halk arasında "Çapakçurlu Şeyh", "Çapakçurlu Efendi" de denir.
Çocukluğunda doğduğu köy olan "Kür" de koyun çobanlığı yapmış, daha sonra dini bilgilere duyduğu ilgi sebebi ile köyünü terk etmiştir. Onun köyünü terk etmesi şöyledir: Bir gün dağda koyun otlatırken bir yabancı yanına gelerek onunla sohbete dalar. Onun dini konulara olan ilgisini görünce, Çapakçuri Hazretleri'nin Palu'daki Ali Sebdi Hazretleri'ne giderek ondan ders almasını ister. Seyyid Ahmed Çapakçuri bu olayı akşam babasına anlatır. Babası onu yanına alarak Palu'ya gelir. Şeyh Ali Sebdi Hazretleri'nin huzuruna varırlar. Devrin büyük nakşi şeyhi Ali Sebdi Hazretleri bu genç çocuğu severek yanına alır. Ondaki bu istek ve arzuyu da görünce, Çapakçuri Hazretlerine gerekli ilgiyi göstermeye başlar. Kısa zamanda tarikatta yükselerek Ali Sebdi Hazretleri'nden gerekli icazeti alır. Ama O, bu icazeti almasına rağmen şeyhini terketmez. Şeyhi ölene kadar ona hizmet eder. Nitekim Ali Sebdi Hazretleri'nin dünyasını değişmesi üzerine 1892 yılında Palu'dan ayrılarak Harput'a gelir. Ulu Cami'ye çok yakın bir evde kalan Çapakçuri Hazretleri, yoksul bir hayat sürmeye başlar. Oturduğu ev tek katlı olup, içinde doğru dürüst sergisi de yoktur. Onu tanıyanlar boyunun uzuna yakın olduğunu, geniş omuzlu, el ve ayaklarının büyük ama kendisinin zayıf olduğunu söylerler.
On dört yıl Harput'ta kalan Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretleri geçimini Kur'an-ı Kerim yazarak sağlamıştır. 1906 yılında Urfa'nın Siverek ilçesine gider. Sekiz yıla yakın orada kalır. 1913 yılında Urfa'nın Viranşehri'ne geçerek iki yıl da Viranşehir'de kalmıştır. Bu süre içerisinde Siverek ve Viranşehir'de halkı irşat etmekle meşgul olmuş, yerine Harput'ta Hacı Tevfik Efendi'yi vekil bırakmıştır. Tarihte 93 Harbi diye anılan Osmanlı-Rus Harbi çıkınca, Ruslar'ın Bingöl'e kadar gelmesi üzerine, Harput halkında büyük bir telaş başlamış, ulema ve tasavvuf ehli kişiler camilere kapanarak hatimler indirip, günlerce dua etmişlerdir, işte tam bu sırada Hacı Tevfik Efendi, Şeyhi Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretlerine bir mektup yazarak Harput halkının durumunu bildirmiş, yolladığı bu mektubunda: "Efendim, Rus askeri Bingöl'ü geçti. Buradaki ahalinin bir kısmı göç etti, bir kısmı cepheye gitti. Bir kısmı da bize gelip ne yapmaları gerektiğini soruyor. Biz de bazı kararsızlarla birlikte Harput'tan çıkalım mı?" diye ona sual soruyordu. Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretleri Urfa'dan yolladığı cevabi mektubunda: "Mektubunuzu aldık. Allah-u Tealâ cepheye gidenden de, göç edenden de etmeyenden de razı olsun. Fakat, Ruslar artık ilerlemeyeceklerdir. iki gün sonra çekilip gidecekler. Harput'u terk etmeyin kardeşlerim." diyerek önemli bir keramette bulunmuştur. Gerçekten mektubun Harput'a gelmesinden iki gün sonra top sesleri duyulmaz olmuş. Ruslar çıkan Bolşevik ihtilali nedeniyle çekip gitmişlerdirO). O büyük keramet sahibi, devrin kutbu, 1915 yılında tekrar Harput'a dönerek ölene kadar burada kalmıştır.
Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretleri'nin hayatı, dünya yaşantısı yönünden yoksulluk ve perişanlık içerisinde geçmiştir. Ama onun üstün ahlâk ve fazileti, mütevaziliği ve dürstlüğü yüzünden Harput halkı tarafından sevilip sayılmış, ona büyük hürmet gösterilmiştir. O, Kur'an-ı Kerim'i çok iyi okur ve açıklar; yazısı ise hattat derecesindedir. Çapakçuri Hazretleri esasında yoksulluk içerisinde yaşamayı tasavvufla bir yol olarak seçer. Yüce Peygamberin hayat tarzını kendisine örnek almış, hayatı boyunca dünya malına rağbet etmeyerek paradan, puldan kaçmıştır. Halk onu fukara olarak tanımıştır. Evinde bir tencere, birkaç toprak kaptan başka mutfak eşyası olmamış, kendi üzerinde de bir tek iç çamaşırı dışında başka bir iç çamaşırı bulundurmamıştır. Çapakçuri Hazretleri yıkanacağı zaman yatağa girer, çamaşırları kuruyana kadar yataktan çıkmazmış. Yine çamaşırlarının yıkandığı bir gün, bir komşusu ona birkaç parça iç çamaşırı hediye getirir. Hediyeyi getiren komşuları bunları kızına verirken, o büyük zat birden yanlarında bitiverir. Gelen çamaşırları münasip bir şekilde geri çevirir. Onun bir anda yataktan çıkıp, çamaşırını giyerek, dışarı çıkmasına kızı bile şaşırmıştır. Çapakçuri Hazretleri'ni fukaralık yaşamı ile ilgili çeşitli hikayeler anlatılır.
Rivayete göre bir gün Harput'ta bir zat ona bir mecidiye vererek kendisine dua okumasını ister. O sıralar bir mecidiye 20 kuruş değerindedir. Çapakçuri Hazretleri verilen bu 20 kuruşun iki kuruşunu alır, gerisini veren zata: "Bunu götür çocuklarına bir şey alırsın." diyerek iade eder. Çocukları babalarının bu parayı iade etmesine kızarlar. O kızlarına dönerek: "Yavrum siz olmasaydınız ben bu iki kuruşu da almazdım." diye cevap verir. Çapakçuri Hazretleri, gönlüne Allah sevgisinden başka hiç bir şey sokmamıştır. Geceleri az uyur, zamanın büyük bir çoğunluğunu hu/urda geçirerek tefekkür edip, teşbih çekerdi. Onun bîr gün sırt üstü yatarak uyuduğunu gören olmamıştır. Çok az uyuduğu zaman bile önüne birkaç yastığı üst üste koyarak, başını yaslayıp öyle uyurdu. Onu yakinen tanıyanlar sadece öldüğü zaman sırtının yere geldiğini söylemişlerdir. O sık sık Ulu Caminin minareye yakın bölümünde kendisinin seçtiği hücreye çekilir, orada yalnızlığı tercih ederdi. Kendisine birşey sorulmadığı zaman konuşmaz, sorulduğu zaman da ulema derecesinde bilgili olduğunu gösterirdi. Onun en sadık halifelerinden birisi Hacı Tevfik Efendi idi. Bu büyük veli, yaşadığı süre içerisinde manevi yönünü hep gizlemişti. Harputlular, onu fukara biri olarak tanımışlardır.
Halbuki onda "Kutbiyet", "Gavsiyet" ve "Ferdiyet" makamlarının tamamı vardı. O, nefes aldığı her anında nefsiylc cihadı birinci plâna çıkarmış, bu konuda kemâl derecesine ermişti. Kendisi Şafii mezhebinden olmasına rağmen bütün mezheplerin sırlarına vakıftı, iç çamaşırı ve elbisesi tek olduğu halde oldukça temiz giyinir, etrafına misk gibi kokular saçardı. Çevresine alimlik ve şeyhlik görüntüsü de vermezdi. Halk bazen ona gelir dua isterlerdi. Çünkü onu tanıyanlar yaptığı duaların gerçekleştiğini gördükleri için sıkıntılı anlarında ona koşarak birkaç kuruş verir, kendileri için dua etmesini isterlerdi. O, verilen zekat ve dua paralarının tamamını almaz, geri çevirirdi. Aldığı birkaç kuruşu da sırf çocuklarının nafakası için alırdı. Kim ki onun sohbetine katılmışsa, büyük bir velinin huzurunda olduğunu hissetmişti. O hep dizlerinin üstünde oturduğu için dizleri nasır bağlamıştır.
Seyyid Ahmed Çapakçuri HazreÜcri'nin son hastalığında sevdiği bir müridi olan Dabak Ahmed, bir tabak dolusu bal alarak ziyaretine gelir. Balı önce avluda bir yere bırakarak İçeri girer. Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretleri Dabak Ahmed'i görür görmez: "Gel Ahmed, canım da bal işlemişti, sağolasın." deyince, Ahmed Efendi bir yandan şaşırır, bir yandan da getirdiği balın makbule geçmesinden dolayı sevinir. Hemen dışarı çıkarak avluda bıraktığı balı alıp yanına gelir. Çapakçuri Hazretleri baldan bir parmak aldıktan sonra tabağı Dabak Ahmed'e uzatarak: "Bunu götür evde çocukların yesin." der. Son günlerini yaşadığını kendisi de biliyordu. Sevgili müridi Dabak Ahmed yanından ayrılırken: "Bir kaç günlük misafirliğimiz kaldı. Hayırlısı yolcuyuz Ahmed." diyerek müritlerini ölüm anına hazırlamış.
Halifesi Hacı Tevfik Efendi onun ölüm halini şöyle naklediyor: "Efendi kırk gündür midesinden ağır hasta olarak yatıyordu. Hicri 1340 (Miladi 1921) Rebiü'l Evvel ayının 24. Cuma günü akşamı saat bir buçuk sıralarında bu fakiri istemişler. Birkaç kardeş ile birlikte yanlarına vardık. Hastalığını artmış bulduk ve çok üzüldük. Fakire hitaben: "Biraz Kur'an oku dinleyelim." buyurdular. Ben de büyük bir üzüntü ile Kur'an-ı Azimüşan okudum. Sonunda "Allah senden razı olsun." dedi. Daha sonra "Artık siz gidini?," diyerek ayrılmamızı istedi. Bunun üzerine ben gitmeyeceğimi belirttim. Bana: "Şimdilik bir alâmet yoktur, gerekirse seni isterim." diyerek beni uğurladı. Eve geldim. Büyük bir üzüntü içerisinde yatağa girdim. Uyur uyanık bir haldeyken kapı çalındı. Hemen koştum, kapıyı çalan Şefik Efendiydi: "Şeyh Efendi seni istiyor." dedi. Birlikte huzuruna koştuk. Beni görünce: "Kur'an-ı Kerim oku" diye emir buyurdular. Hafız Şefik Efendi ile birlikte iki tarafına geçerek Kur'an okumağa başladık. Bu sırada kızları Fatma Hanım getirmiş olduğu zemzem suyundan bir iki damla ağzına koydu. Artık kavuşma vakti yakın olduğu için: "Kızım artık bunları verme, ihtiyaç kalmadı." buyurdular. Tam bu sırada yorgan altındaki ellerini göğsüne bağlayıp şaşılacak bir tazimde bulundular. Mübarek dilleri sessizce bir şey ile meşguldü, işte bu dakikada Peygamber S.A.V. Efendimiz Hazretleri'nden kendilerine kadar gelen Nakşibendiye silsilesi büyüklerinin hepsinin orada hazır olduklarını hissettim. Odası insanı mest eden nurlu bir hâl ile doldu. O anda sayılı olan nefesi tamamlanarak ruhu yüceler yücesi bir aleme uçtu.
Devrin kutbu, bu büyük insan 94 yıllık ömrünü böylece tamamlayarak her daim huzurunda bulunduğu yüce Rabbine kavuştu.
O, Bingöl'ün "Kür" köyünde doğduğu için ona Seyyid Ahmed Kürî'de denmiştir. Hiçbir tekke ve dergâhı olmayan Çapakçuri Hazretleri, müritlerine derslerini çeşitli yerlerde verirdi. Onun mezarı şeriflerini Ulu Caminin batı duvarının kuzeye yakın bir yerine kazdılar. Etrafı güllerle çevrili idi. Daha sonra buraya yapılan türbe sırasında mezarını düzeltmek İçin yeniden kazdıkları vakit mübarek naaşları yeni gömülmüş gibi taptaze duruyordu. Aradan yıllar geçti. Elazığm yetiştirdiği büyük kültür adamı, Türkiye Cumhuriyetinin ilk Turizm Bakanı Nurettin Ardıçoğlu bu türbeyi buradan kaldırarak aynı duvarın güney köşesine yakın bir yerine nakletti. Bu nakil işleminden hemen sonra yeni bir türbe yapılmamıştır.
Bugün bu büyük tasavvuf alimi, büyük veli, Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretleri'nin kabri Harput'ta Ulu Cami'nin bahçesinde fazla gösterişli olmayan bir şekilde durmaktadır.
Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretleri'nin ölümünden yıllar sonra, Kastamonu'da alim ve mutasavvıf Muhammed ihsan Oğuz isminde bir zat, "Manevi Cihad" isimli bir eser yazar. Bu eserde çok ilginç şeyler anlatmaktadır. Gelin bunları hep birlikte bu eserin yazan Muhammed ihsan Oğuz'dan dinleyelim:
"Çocukluğumdan beri gönlümde Allah dostlarına karşı daima artan bir sevgi ve manevi ilgi hüküm sürer. Onların hayatlarını okumaktan pek ziyade zevk alırdım. Bir gün bir nakşi şeyhine bağlandım. Daha sonra bu zatın şeyhlik taslayan biri olduğunu öğrenince, yeni bir mürşid aramaya başladım. Bulduğum ikinci şeyhte kısa bir süre sonra ahirete intikal edince tekrar mürşidi kâmil aramaya koyulduk. Kendime büyük bir âlim ve mürşid bulamamanın üzüntüsü içindeyken sonunda Hakk'ın yardımı ve izni olmadan iyi bir mürşid bulamayacağıma kanaat getirdim. Ve Allah-u Tealâ'ya yalvarıp yakarmaya başladım. 1917 yılı Rebiü'l Evvel ayının Peygamber Efendimizin doğum gününe rastlayan Pazartesi gecesi, boy abdesti alarak Hak Teala'ya göz yaşlarıyla yalvarıp yakarmaya başladım. Cenab-ı Hak o gece lütuf ve keremiyle mürşid-i kamilin ismini ve cismini belirledi. O gece manâ aleminde havada ve boşlukta beyaz bir zemin üzerine kalın ve siyah bir yazı ile "Seyyid Ahmed Kürdi" yazılı bir levha gösterdi. Yukarıdan görünmeyen bir kimse tarafından: "Bu isim mürşid ve insan-ı kâmil ismidir." diye seslendi. Sonra karşıda içerisi namaz seccadesi ile döşenmiş bir hücre belirdi ve derhal içine girildi, içerde hücre derinliğinde gayet nurani bir zat görünerek biraz sonra daşırayı çıktı, önceki sesin sahibi yeniden seslenerek zamanın kutbu-l Aktabı'nın bu zat olduğunu bildirdi. Büyük bir sevinçle "Kutbu-l Aktab"a tabi olmak için hücreden dışan çıktım.
Evet , Kastamonulu bu değerli insan Muhammed ihsan Oğuz bundan sonrasını söyle izah ediyor: "Bu zatın nerede olduğunu bana bildirmemişlerdi. Irak taraflarında duyduğum bir mürşid hakkında bilgi edinmeye çalışıyordum. Harput'ta önceden tanıdığım Ulu Cami imamı Hacı Tevfik Efendi'ye mektup yazarak bu mürşid hakkında bilgi istemiştim. Bu arada gördüğüm rüyayı da mektubumda anlattım. Bu mektubumda oralarda: "Seyyid Ahmed Kürdi" diye birinin olup olmadığım sordum. Hacı Tevfik Efendi'den bana gelen cevapta: "Manâ aleminde görmüş olduğunuz zat bu gün burada ve hayattadır. Hakkında şu kadar bilgi verebilirim ki, kendisi seyyiddir. Soyu sağlam bir silsile ile Peygamber Efendimize ulaşır. Yaşı 90'ı geçmiş olup, mezhebi Şafiidir. ismi Seyyid Ahmed Kürdi, hali fakir, ailesi kalabalıktır, ihtiyacını ve zaruretini kimseye demez. Uçsuz bucaksız olan ilmini kimseye bildirmez. Fukara şeklinde dolanır bir adamdır. Memleket bu zatın binlerce olağanüstü halini görmüştür. 3u fakir de bazı hallerine rastlamıştır."
Muhammed ihsan Oğuz bu cevap üzerine oldukça sevinir. Ve Hacı Tevfik Efendi'ye Çapakçuri Hazretlerine verilmek üzere bir mektup yazar. Bu mektup Hacı Tevfik Efendi tarafından Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretleri'ne iletilir. Bu büyük veli, kendisine bir emir gelmedikçe cevap vermeyeceğini söyler. Uzun bir müddet bekleyişten sonra Çapakçuri Hazretleri Muhammed ihsan Oğuz'a hitaben yazdığı mektupta kendisine intisabını kabul eder. Böylece aralarında* mektuplaşma başlar. O, Muhammed îhsan Oğuz'a dersleri mektupla verir. Böylece Çapakçuri Hazretleri'nden gelen nakşilik kolu Kastamonu'da Muhammed ihsan Oğuz vasıtasıyla yayılır.
Bir gün Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretleri Harput'ta bir dükkâna girer. Bir süre sonra ağlamaya başlar. Dükkân sahibi onun bu haline oldukça üzülür: "Nedir Efendi, bir derdin mi var?" der.
Çapakçuri Hazretleri göz yaşlarını silerek: "Yahu îmanı Efendi gibi bir zat konuşurken, ben büyüklük duygusuyla onu dinlemeyip buraya geldim. Ben nasıl bir insanım? Bunu nasıl yaptım!, işte ona ağlıyorum." der.
Hacı Tevfik Efendi'den nakil:
"Bir gün Fetih Ahmed Baba'nın türbedan Ahmed Efendi bana şöyle bir olay anlattı: "Türbeyi bir gün açmak için giderken hatırıma Seyyid Ahmed Çapakçuri geldi. Kendi kendime şöyle dedim: "Bu Şeyh Efendi'yi herkes övüyor, halbuki bir gün olsun gelip de bu zatı ziyaret etmedi. Bu düşünce ile anahtarı çıkarıp Fatih Ahmed Baba'nın türbesini açtım, içeri girdiğimde bir de baktım ki Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretleri diz üzre oturmuş, başını şeyhül kainatın sandukasının baş tarafına dayamışlar. O anda şaşırdım, korku ve ürperme ile hemen kapıyı kapatıp, kendimi daşıra attım. Anahtarı bende olan ve kapısından başka bir yerden içeri girilmeyen bu türbeye Seyyid Hazretlerinin nasıl ve ne şekilde girdiklerine akıl erdiremeyerek hayrette kaldım.
Müridlerinden Hasan Efendi'den nakil: Ahirete gitmelerine yakın idi. Ziyaretleri şerefine ermek için huzurlarına vardım. Biraz sohbetten sonra bana: "Hasan Efendi, manevi alemde idim, yeni geliyorum. Bir an içinde olan şeyleri yıllarca söylesem tükenmez. Bîr an bin yıl gibi... Hasan Efendi ben bir ihtiyarım, zerre oldum, onu da üfürdüler, yok ettiler." deyip bir çok sırlardan ve gerçeklerden bahsettiler. Ondan sonra "Hasan Efendi, bunları sıkılmasın diye söylüyorum." buyurdular.
Harput merkezinde tarihi Ulu Cami'nin bahçesinde medfundur. Daha önce türbesi Ulu Cami'nin batı duvarının kuzey köşesine bitişik bir yerde iken. Rahmetli Nurettin Ardıçoglu tarafından caminin etrafını açmak amacı ile çıkarılarak yine Ulu Cami'nin batıya dönük duvarının güney köşesine yakın bir yerine kaldırılmıştır. Türbesi bulunmayan Ahmed Çapakçuri Hazretleri'nin mezarı, yerden 75 cm yüksekliğinde kesme taşlardan oluşan düzgün bir kaide üzerine oturtulmuştur. Mezar bölümü bu kaidenin tam orta yerinde olup, normal taş sanduka şeklindedir. Bu mezarın çevresi kaide üzerinden itibaren demir kafesle çevrilmiştir. Ayak ve baş kısmında taştan yapılmış şahideler vardır.
Baş kısmına yazılan kitabede: "Şeyh Çapakçuri demekle müştehir Seyyid Ahmed Kadesallahü'l âlâ Hecegan-i nakşibendin rehberi zülcenaheyn serfirazı evliya sinnî doksandörde varmış pir idi. Fakri fahri vadisinde dilrüba tarih oldu. İş bu kavli ol pirin özle gözle feyz-i hakkı kıl dua."
İshak Sunguroğlu "Harput Yollarında" adlı eserinde Seyyid Ahmed Çapakçuri'nin daha önceki türbesini "Yareni yaptırmıştır." diye ifade eder.