YAKUB-İ ÇERHÎ’NİN TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
Çalışmamızın bundan önceki bölümlerinde IX/XV. asırda Orta Asya’da tasavvufî hayatı, Yakub-ı Çerhî’nin içinde bulunduğu ortamı, yaşantısını, dînî ilmî yönlerini ortaya koymaya çalıştık. Çerhî’nin bu ilim dalları içerisinde en yetkili olduğu saha şüphesiz ki tasavvuftur. Bu meyanda, Çerhî’nin tasavvufî kavramlara yaklaşımını, bizzat yaşadığı tecrübeler ve getirdiği tanımlardan hareketle ortaya koymaya çalışacağız. Yakub-ı Çerhî’nin tasavvufî görüşlerine geçmeden önce, bizzat tasavvuf ve gayesi hakkında neler söylediğine kısaca değinelim.
A. TASAVVUF İnsan hayatını konu edinen tüm prensipler, varlığı anlamlandırma çabasının ve hakikat arayışının insanla birlikte doğduğu hususunda birleşmektedir. Bu köklü eğilim, insan varoluşunun ayrılmaz bir yönünü teşkil ederken, insanı diğer canlılardan ayıran temel özellik durumundadır. İnsanoğlu, anlamlandırma arayışıyla kimi zaman felsefeye, kimi zaman sanata, kimi zaman metafiziğe, dine hattâ ateizme yönelmiştir.506 Tasavvuf da insanın varlığı anlamlandırmasında ona çözüm önerileri sunan bir sistemdir.507
Çerhî, insanın anlam arayışının bir tezahürü olarak değerlendirdiği tasavvufu mukaddes âleme erişmek, insanlığın fânî makamından kurtulmak, yüce şühûda, bekâ makamına erip ezelî devleti bulmak suretiyle iki cihanda saadete nail olmak şeklinde tanımlarken508 tasavvuf kelimesinin etimolojik yapısına temas etmez.509
Tasavvufun gayesi, ayrılıktan sonra Gerçek Sevgiliye ulaşmak, Hakk’ı bulmak ve kişinin dünya-ahiret mutluluğunu sağlamaktır. Belirtilen hedeflere ulaşmada en etkili yol seyr ü sulûktur.510 Ney’in, kamışlıktan ayrılmanın verdiği hüzünle inlediği düşüncesinden hareketle yapılan bu yaklaşıma göre ruh da geldiği yerin özlemini duymaktadır.511
Çerhî, genel anlamda tasavvufu ve gayesini izah ederken, onun felsefî ekollerden ayrılan yönüne, başka bir ifadeyle tasavvufun kurumları konumundaki tarikatlara da işaret etmektedir. Zira seyr ü sülûkta uygulanan kaide ve kurallar, sadece düşünce boyutuyla sınırlı kalmayıp yaşama da geçirilmektedir ki, tarikatların bünyesinde uzun bir zaman sürecinde şekillenmiştir.512
Tasavvufun konusuna gelince, kişide yerilen sıfatların giderilmesi ve övgüye değer vasıfların kazanılması, başka bir ifadeyle zînetlenme ve tecellîdir. Zira her iki mânâ, esas gâye olan kemâle ermeyi ve itminânı sağlayacaktır.513 Sonuç olarak tasavvuf, kişinin kendini gerçekleştirme514 sürecinde, belirli bir metot çerçevesinde bireye yol gösteren sistemdir. Bu şekilde insan-ı kâmil mertebesine ulaşan birey, gerçek mânâda Allah’ın halifesi olma vasfına erecektir. Böylesi bir seviyeye ulaşmak ise kötü sıfatların giderilip güzel vasıfların kazanılmasıyla mümkündür.
B. SEYR Ü SÜLÛKLA İLGİLİ KAVRAMLAR
Çalışmamızın bu kısmında Çerhî’nin, tasavvufun belli metot ve uygulamalarla hayata geçirilmesi olan seyr ü sülûk ve sülûkun unsurları konumundaki mürşit, mürit ve ilişkileri gibi hususlara yaklaşımını ele alacağız.
1. Seyr ü Sülûk İnsanın kişisel ilgi ve ümitleri, yaşantısını değerli kılmaya yönelik fıtrî bir olgudur. Nefsini adamanın, sadakatin ve manevî teslimiyetin her çeşidi, aslında hayata bir mânâ verebilecek amaçlara can havliyle sarılmaktır.515 Din, bu ihtiyacın giderilmesinde önemli bir yere sahiptir. Ancak dindar insanların da hayatı anlamlandırma, varoluşa katılma noktasında kendilerini bir boşluk içerisinde hissettikleri görülebilmektedir.516 İnsan gerek zahiri gerekse bâtinî açıdan sorunların üzerine yoğunlaşmasını ve yeniden yapılanmasını sağlayıcı nitelikteki uyarıcıları dikkate almadığında ya da problemin çözümüne yöneleceğine onu görmezlikten gelerek kaçmayı seçtiğinde anlamsızlığa düşer ki, buna psikolojide “varoluşsal boşluk” adı verilmektedir. Bu noktada birey, mensup olduğu dinde daha da derinleşme gibi bir çözüm yoluna da gidebilmektedir.517 Bu durum aslında bütün dinlerin bünyelerinde barındırdıkları mistizmi, İslamiyet özelinde ise belli kuralları, metotları olan seyr ü sülûku açıklar mahiyettedir.
Seyr kelime olarak gezmek anlamındadır.518 Sülûk ise yol, mekan vb. şeylere girmek, kapıdan girmek, yürümek ve gitmek gibi manaları ihtiva eder.519 Tasavvuf ıstılahında seyr ve sülûk, sâliklerin vusûle ermede cehaletten ilme, nefislerindeki kötü ve çirkin huylardan güzel ahlâka, kendi vücudundan Hakk’a doğru hareket etmeleridir.520 Terkip olarak müridin bir şeyhin nezaretinde kendi irade ve azmiyle Hakk’a vuslata engel olan alâkalardan kurtulması için çıktığı manevi yolculuğudur.521
İnsan kendini dünya nesneleri ile özdeşleştirme alışkanlığına sahiptir. Bu durumunu devam ettirdikçe içsel durumunun bilincine varamaz. Ancak sistemli bir disiplinle içe döner. Mutlak bir sessizlik ve dinginliğe ulaşıldığında zihin özünü fark eder.522 Bu noktada seyr ü sülûk, Çerhî’nin ifadesiyle ayrılıktan sonra gerçek sevgiliye ulaşma çabasıdır.523 Böylece yerilmiş sıfatlar giderilip yerine övgüye değer vasıflar kazanılabilecek, neticede dünya ve ahiret saadetine ulaşılacaktır.524 Bununla birlikte arzulanan hedefe ulaşmaya yönelik irade ile arzu ve isteğin şiddeti de amacın gerçekleşebilirliğini doğrudan etkilemektedir. İstenen kemâlâtın sağlanabilmesi, değişmeyi sağlayacak güç ve çabanın yeterli olmasına bağlıdır.525
İnsanın yaratılış gayesine uygun hareket etmesi, kendisindeki kötü sıfatları giderip iyi vasıflarla muttasıf hale gelmesiyle mümkündür. Bu konumuyla seyr ü sülûk, kişideki var olan güç ve çabayı kanalize etmektedir. Kul, kendini Gerçekleştirme yolunda küçük bir adım attığında, Yaratıcısı ona daha da yakınlaşacaktır.526
Seyr ü sülûk esnasında karşılaşılan haller, günlük yaşama da etki etmektedir. Maslow, “doruk deneyimler” tabiriyle bu gibi tecrübelerin, insanlar arası ilişkilerdeki kutuplaşma ve karmaşaların aşılıp çözülmesine yardımcı olduğunu belirtir. Zira dünya, birlik ve bütünlük içinde algılanmaktadır. Böylece birey, bütünlük içinde erimekte, çatışmalardan, karşıtlıklardan ve ayrışmalardan uzaklaşmaktadır.527
Çerhî, seyr ü sülûktaki üslûbunu seyr ilallah ve seyr fillah kavramları çerçevesinde açıklar. Kelime olarak Allah’a seyr anlamına gelen ve kişinin Allah’ı tanıması şeklinde tanımlanan seyr ilallah kavramına528 Çerhî, “ayrılıktan sonra vuku bulan Sevgiliye ulaşma özlemi ve bunu giderme yolundaki çaba” anlamını yükler.529
Buna göre seyr ilallah, sülûkta ilk merhale olup kişinin, özünden ayrı olduğunun farkına varmasıdır. Sâlikin bu özlemi giderme yolundaki çabasının tezahürlerinden biri, Çerhî’nin Ahrâr’a telkin ettiği seyr ü sülûktaki zikir usûlüdür. “Ancak siz isterseniz talebelerinizi cezbe ile de yetiştirebilirsiniz.”530 İfadesini kullanması, Çerhî’nin, müritlerin eğitiminde seyr i enfüsîden ziyade, seyr-i âfâkîyi531 tercih ettiğini göstermektedir.
Onun bu yaklaşımı psikolojideki güdülenme kavramını anımsatmaktadır. Ancak bu yeme, içme, açlık, susuzluk, cinsellik gibi fizyolojik güdülenmelerden farklı tarzdadır. Birey, özüne ulaşma gibi bir güdüyle harekete geçmekte, başka bir ifadeyle oluşa katılmaktadır.532 Seyr ilallahtan sonraki aşama, Allah’ta seyr anlamına gelen ve her iki cihanda da nihayeti olmayan seyr fillahtır.533 Bu yolda ulaşılabilecek en yüce makam Hz. Peygamber (s.)’e ait olan Makâm-ı Mahmûd’dur. Allah’ın dostluğuna erebilen kişinin makamı da kendi liyakatine göredir. Bu noktada Hz. Ebu Bekr’in özel bir konumu vardır. Allah (c.) ona özel bir tecellide bulunmuştur.534
Çerhî bir yandan seyr fillahın, her iki cihanda da nihayetinin olmadığını belirtirken, diğer yandan da varılabilecek en uç nokta olduğunu belirtmektedir. İfadeler tezat teşkil ediyor gibi görünmekle birlikte böylesi bir tenâkuz, kanaatimizce seyr ü sülûk doğrusal bir çizgi şeklinde algılandığında söz konusudur. Halbuki seyr ü sülûk, Kur’an’ın hayata aktarılmasına yönelik bir ameliyedir. Bu noktada Hz. Aişe’nin de belirttiği üzere Kur’an’ı en iyi şekilde yaşayan kişi Hz. Peygamber (s.)’dir.535
Seyr ü sülûku bir yaşam tarzı olarak kabul eden Çerhî, kişinin bu yoldaki azmi kadar, zahirî yönüne de önem verir. Buna göre sâlik, helal lokma yemedikçe maksadı hasıl olmayacaktır. “Ey insanlar! Mallarınızı aranızda bâtılla (haksızlıkla) yemeyin!”536 Âyetini nakleden Çerhî, Hz. Peygamber’in; “İbadet on kısımdır. Bunun dokuzu susmak, biri helal lokma talebidir.”537 Hadisini de bu çerçevede değerlendirir. Bu, Allah’ın nehyettiği bir şeye azamî ölçüde riâyetin yanında, zahir bâtın dengesinin de bir gereğidir. Zira haram lokma ile beslenen vücudun neticeye ulaşması mümkün değildir. Çerhî’nin işaret ettiği gıda ve maneviyat arasındaki ilişkinin doğu düşüncesinde de önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir.538
Seyr ü sülûk, sebatı ve sistemli bir çabayı zorunlu kılmaktadır. Bu yolda sâlik, öncelikle geceleri kalkıp kendisiyle baş başa kalmalıdır. Ardından Kur’an tilaveti ve zikirle meşgul olmalı, O’na tevekkülle, mâsivâullahı kalpten nefyetmeli ve kâinâtın yaratılış sebepleri üzerinde düşünmelidir. Bunların neticesinde yüce bir makam olan sabra ulaşacaktır.539 Teheccüde kalkıştaki bu ilk uygulamalar, vird için de bir hazırlıktır. Bu şekilde sâlik, gece karanlığında kabirdeki yalnızlığı hissedecek, kainatın yaratılışını ve bütünlüğünü düşünüp kainata nispetle kendi acizliğini fark edecektir. Mahviyet içerisinde Hakk’ın yüceliğini kavradığında tevekkül ve sabır kabiliyeti gelişecektir.540 Böylesi bir bâtinî hazırlık sonrası, sıra tevbeye gelmektedir. Kötü sıfatların terki, güzel vasıfların kazanılması yani tezkiye-i nefs onu takip etmektedir. İkinci aşama sırasıyla zikr-i lisânî, zikr-i kalbî, zikr-i rûhî, zikr-i sırrîye müdavemettir. Bunların neticesinde de müşahedeye ulaşılmaktadır.541 Çerhî’nin tarif ettiği zahirî ve bâtinî hazırlık, şeyhin sâlike telkin ettiği zikri îfâ için bir hazırlık aşamasıdır. Ancak zikir de bir amaç değil, kişiyi Hakk’a ulaştıracak bir araçtır.
Çerhî’nin seyr ü sülûk anlayışında dikkat çeken bir diğer yön Melâmetîliktir.542 Ona göre seyr ü sülûkta melâmet yükünü yüklenen neticede afiyet bulur.543 Melâmet sahibi kişi, başkalarının kınamasından korkmayıp544 yalnızca Allah’ı esas alması dolayısıyla zor bir işe kalkışmaktadır. Zira sadece O’nun rızasını düşünmekte ve tavırlarında insanların alışkanlıklarına zıt düşen bir takım uygulamalara girişebilmektedir. Bu durumda halkın tepkisiyle karşılaşılabilir. Sâlikin, halkın muhabbet ve düşmanlığını Hakk’tan bilmesi de sülûkun bir öğesidir.545 Ayrıca halkın itiraz ve özrüne kulak asmamak Allah’ın el-Mu’min isminin bir tezahürüdür.546
Netice itibariyle Çerhî’nin düşünce sisteminde seyr ü sülûk, kişinin kullukta derinleşmesi ya da kendini gerçekleştirmesi serüveninde ona yol gösterici mahiyettedir. Bunun belli kural ve kaideleri olup sonuca ulaşmada söz konusu kurallara uymak önem arz eder. Çerhî, seyr ü sülûkun mahiyeti konusunda seyr ilallah ve nihayeti olmayan seyr fillah kavramlarına değinir. Seyr-i âfâkîyi sisteminin temeline oturtmakla birlikte seyr-i enfüsîye de cevaz verir. Seyr ü sülûk, sadece bâtını ilgilendiren bir husus olmayıp zahiri yönü, gündelik yaşamı başka bir ifadeyle kişinin her ânını kapsamaktadır. Sâlik, bir mürşidin rehberliğinde hareket etmek durumundadır. Nefse ağır gelen teheccüde kalkmakta, Hz. Peygamber’in uyguladığı gibi Kur’an tilâvetiyle meşgul olmaktadır. Teheccüdün en önemli faydalarından birisi de kişin kendisini dinleyebileceği, dikkatini nefsi üzerine toplayabileceği bir an olmasıdır.547 Sâlik, Hakk’a nispetle bir hiç olduğu şuuruna erdikten sonra yapılan hatalardan ötürü tevbeye, ardından bu arınmışlık duygusu ile letâifin548 zikrine geçmektedir. Her gün tekrarlanan bu ameliye, masivayı kalpten çıkarmakta ve böylece Allah’a yönelerek nihayetinde müşahedeye ermektedir.549 Kur’an-ı Kerim’de geçen “…temizlenen kurtuluşa ermiştir”550 ayeti de sülûkun öncelikle tevbe ile tezkiye-i nefse, ardından dil, kalp, ruh, sır letâifinin zikrine işaret etmektedir.551 Müceddidiyye öncesi diğer Nakşbendî kaynaklarında pek önemli bir yeri olmayan letâif bahsine değinen Çerhî’nin, letâif ayrıntılı olarak ele alan İmam¬ı Rabbânî’nin552 öncüsü olduğu söylenebilir.
2. Mürşid ve Özellikleri Tasavvufta üzerinde önemle durulan hususlardan biri de mürşid ve özellikleridir. Mürşid, Arapça irşad kelimesinin ism-i fâilidir. Rüşd ise insanlara maslahatlarını gösterip çıkarlarını anlatmaktır.553 Buna göre mürşid, doğru yolu gösteren kişi demek olup tasavvuf ıstılahında yolun tehlikeli ve korkulacak yerlerini bilen, uyaran, din ve şeriatı müridin kalbine yerleştiren, kullara Allah’ı, Allah’a kulları sevdirmeye vesile olan kişi şeklinde tarif edilmiştir.554 Dolayısıyla mürşid seyr ü sülûkun temel taşlarından olup en büyük mürşid Hz. Peygamber (s.)’dir.555
Çerhî, mürşidleri ve vasıflarını genişçe ele aldığı eserlerinde, onları kategorize ederken Bahâeddin Nakşbend’in şu ifadelerine yer verir: “Önder, şu üç çeşitten biridir. Ya kâmildir, ya mukalliddir, ya da mükemmildir. Kâmil ve mükemmil olan iş bitirir.”556
Kâmil ve mükemmil kavramlarını sistematik tarzda ele alan Çerhî öncelikle bunları açıklar. Mürşid, bu yolun zorluklarını aşarak kemal mertebesine ulaşmıştır. Böylece Allah’ın sıfatlarını yansıtır hale gelmiştir. Ancak bunun kadar önemli bir diğer husus, mükemmillik, yani diğer insanların da kemalât yolunda ilerlemesinde onlara rehberlik edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, kâmil ve mükemmil bir şeyhin zikir telkini daha tesirli olacaktır. Bahâeddin Nakşbend’in ifadesiyle böyle bir insan, “Eğer isterse, tek bir cezbeyle şehrin halkını hakîkat âlemine ulaştırır.”557
Çerhî’nin mürşid tanımlamasıyla hümanist psikolojinin önde gelen isimlerinden Victor Frankl’ın kendini aşma kavramı benzerlik arz etmektedir. Kendini aşma, hiçbir zaman insanın kendi sınırları içerisinde kapalı kalmamasıdır. Kâmil ü mükemmil kişi, insan olmanın yüklediği sorumluluğun bilincindedir. Kendi benliğini aşarak onu ikinci planda tutmuş ve insanların kemâlât arayışında rehber olmuştur. Bu tarz bir insan aynı zamanda kendi arzu ve isteklerine mesafe koyduğu için Frankl bunu, kendine mesafe koyma şeklinde kavramlaştırmıştır. Zira insan, benliğinden sıyrılmaksızın kendi ötesine aşamaz.558 Çerhî’nin kâmil ve mükemmil için farklı tabirler de kullandığı görülmektedir. Buna göre kâmil ü mükemmil mürşid, nûrânî559 ve nurbahş560tır. Yani kendisi doğru yolu bulup ulaştığı bu hakikate başkaları için rehberlik edebilen kişidir.
Diğer insanları da yetiştirebilme kabiliyeti şeklinde tanımlanan mükemmillik ya da nurbahşlık, gelişim psikolojisi açısından bakıldığında da olgunluğun işaretleri arasında sayılmaktadır. Bu tür insanlar kişisel güçlerinin ne olduğunun bilincindedirler. Durağan olmayıp sürekli değişim ve yeniden uyum gösterir, kendilerini sürekli yenilerler.561 Ancak mürşid, kemal vasfını taşımakla birlikte mükemmil olmayabilir. Çerhî, bunun için mukallid ifadesini kullanır. Kâmil ü mukallid şeyh, nûrânî olan ama nurbahşlık vasfı bulunmayan kişidir. Kâmil ve mukallid tarafından telkin edilen zikrin daha öncekine göre pek tesiri olmamakla birlikte böylesi bir mürşidden terbiye gören müridde de ümit vardır. Dolayısıyla seyr ü sülûkta mürşid açısından tam anlamıyla fayda, biraz önce de belirtildiği üzere, kâmil ü mükemmil şeyhten sağlanır ki bunların da sayısı azdır.562
Çerhî’nin, bir kimseye icazet verilmesi için, o kimsede mükemmilliğin zorunlu olmamasının bir örneği kendisidir.563 Mükemmillik vasfına haiz olmadan önce Bahâeddin Nakşbend ona icazet vermiş, vefatından sonra da Alâeddin Attâr’ın sohbetlerine devam etmesini kendisine işaret etmişti.564 Buna göre mükemmillik vasfı, icâzet sonrası kazanılabilmekte olup şeyh, müridlerini yetiştirirken mürid de bir anlamda şeyhi yetiştirmektedir. Bu durum, tasavvufta şeyh olmanın temel taşlarından olup karşılıklı etkileşimin de bir tezahürüdür. Mürşidde bulunması gereken özellikler arasında, bir kuş terbiyecisi gibi müridin istidat ve kabiliyetini bilmek de vardır. Zira o, kuşa ne kadar ve neyi yedireceğini iyi bilmektedir.565 Müride verilecek vird ve diğer uygulamalar, müridin kabiliyeti göz önünde bulundurulmadan telkin edilirse bunun müride zararı da olabilir. Kuş terbiyecisi gibi mürşid de, müridini mânen beslemeli, uçamayacağı mesafelere göndermemelidir. Çerhî, nübüvvet ile irşada salâhiyet arasında benzerlik olduğunu ileri sürer. Allah’ın celâl ve cemâl sıfatları nebîlerde tezahür etmiş olup söz konusu durum mürşidde de bulunması gereken vasıflar arasındadır. Mürşid, müridi terbiye edebilmek için her iki sıfata da muhtaçtır. Böylece müriddeki cemâli celâle, celâli cemâle dönüştürebilecektir. İnsanoğlu yaratılışı gereği celâl ve cemâl vasıflarını taşımaktadır. Ancak, bu vasıflar insanlarda genelde dengeli bir tarzda değildir. Ya cemâl ağır basmaktadır ya da celâl… Mürşid, kendinde sağladığı bu dengeyi, seyr ü sülûktaki usûller çerçevesinde müridinde de gerçekleştirebilecektir. Konuyla ilgili Alâeddin Attâr; “Şayet cemâli olmasaydı, celâli cihanı yakardı. Celâli olmasaydı bu sefer cihanı cemâl nuruyla yakardı” demektedir.566
Mürşidde bulunması gereken bir diğer vasıf ise ilhâm-ı ilâhî’dir. Hakîkî şeyh, Musa (a.) ve Hızır (a.) da olduğu gibi ilhâm-ı ilâhî ile konuşmaktadır.567 Zirâ mürşid, manevî miracı568 gerçekleştirmiş, ulaştığı hakikatleri insanlara aktarma, kalbi kötü sıfatlardan temizleyip, övgüye değer sıfatlarla süslenme, zahiri ve bâtinî temizliği ortaya çıkarma hususunda vazifelendirilmiştir.569
Bahâeddin Nakşbend’in Çerhî’yi müridliğe kabulü esnasındaki sözleri,570 şeyh ile mürid arasındaki ilişkinin Hz. Peygamber ile Zeyd b. Harise arasındaki manevi evlat ilişkisine benzetilmesi,571 ayrıca Çerhî’nin Hâcegân’ın vasıfları hususunda Ahrâr’a söylediği şu sözler mürşiddeki ilâhî yön anlayışının bir tezahürüdür: “Hâcegân ailesinin halifeleri, aslen tayin edilmiştir; Ama resmiyette muhakkıktır. Murat ve maksatlardan her ne isterlerse ona sahip olurlar. Kendilerine yapılan iyiliği unutmazlar. Gayret ve çabaları olgunluk içerisindedir. Her kime himmet ederlerse hatırlatmayı hoş görmemeleri sebebiyle ondan bir karşılık beklemezler”.572
Mürşidin bu konumuyla sosyal hayatta da etkin olması doğaldır. Zira kendini gerçekleştiren insanların her dönemde toplumun geliştiricileri, ıslahatçıları ve zulme karşı çıkanları olmaları tarihi bir vakıadır.573 Mürşid, kemalât yolunda ilerlemeye, hayatta olduğu müddetçe kendisine tevdî edilen irşad ve ıslah vazifesine devam etmelidir. Çerhî’nin yaşantısında bunun tezahürleri eser te’lifi, sohbet halkası oluşturulması, yetiştirilen şahsiyetlerin başkalarını irşadla görevlendirilmesi, yüz yüze görüşülemeyenlere ise en azından mektuplarla ulaşılmaya çalışılması şeklindeki uygulamalarla görülmektedir.574 Mürşidin özellikleri hususunda, üzerinde durulması gereken bir diğer nokta ise irşada ehliyet ile ricalu’l-gayb arasındaki ilişkidir. Çerhî, bu iki hususu birbirinden ayırmaktadır.
Kâmil ü mükemmil ya da en azından kâmil insana da icazet verilebilir. İrşada ehliyet için, muhakkak ricâlden olmak gerekmediği gibi ricalden olup da irşada izin verilmeyenler de vardır.575 Bununla birlikte kutupluk gibi bir vasıf, kâmil ve mükemmil bir mürşidde bulunursa, irşâda salâhiyette en efdal kişi demektir. Çerhî, bu vasıftaki kimse için kutbu’l-irşâd576 tabirini kullanır.
Kutbu’l-irşâd, sâlike yol gösterir. Beşerî bağları ilâhî nazarla uzaklaştırır. Zira “Mü’minin ferasetinden sakınınız. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar”577 hadisinde de belirtildiği üzere, Allah’ın nuruyla bakmaktadır. Mâsivâyı müridin kalbinden nefyeder. Neticede sâlik, ağyarla dostluktan temizlenir.578
Sonuç olarak Çerhî’ye göre mürşidin farklı kategorilere ayrıldığı görülmektedir. Kâmil ü mükemmil mürşid gibi kâmil ü mukallid mürşid de olabilir. Ancak efdal olanı ilkidir. Allah’ın sıfatlarını yansıtan mürşidde ilâhî bir yön bulunmaktadır. Şeyhin irşad faaliyeti, onun bu vazifeye tayiniyledir. Bu konumdaki bir mürşid, müridin istidat ve kabiliyetini bilmekte, sâliki ona göre eğitmektedir.
Böylesi bir eğitimi bireyin rehber olmadan gerçekleştirmeye çalışması pek mümkün olmadığı gibi bir takım mahzurları da bulunmaktadır. Dolayısıyla mürşid, sülûk yolunda sistemin temel taşlarından biridir.
3. Mürşide Olan İhtiyaç Tasavvuf, insana özgü diğer alanlardan daha özel ve aşkın bir tecrübedir. Bu yolda bir rehbere başvurulması, bu konuda başarıya ulaşma bakımından önem arz etmektedir.579
Seyr ü sülûka yönelen müridin, bir rehber gözetiminde yol alması tasavvufta önem verilen hususlardandır. Kuşeyrî, Ebû Ali Dekkâk’ın “Kendi kendine yetişen ağaçlar yaprak açarlar, ama meyve vermedikleri için onlardan istifade edilmez.” Sözünü naklettikten sonra bir üstattan terbiye görmeyen müridden bir şey elde edilmeyeceğini belirtir.580 Hemedânî, müridin tek başına on senede alamayacağı yolu pîr ile bir senede alabileceğini söylerken581 tasavvufî anlamdaki mücahede için mürşidin zorunluluğuna vurgu yapar.582 Çerhî, mürşidin lüzumunu aşağıdaki beyte yaptığı şerh çerçevesinde değerlendirir.
Beyit şöyledir:
Tebrizî’yi görüp de tek bir nazarıyla müşerref olan Çilede harcadığı zamana ta’n eder. Her ne zaman ki pîr bulur, kibrît-i ahmer583 bulmuştur (Gassal elindeki meyyit gibi) kendini ona emanet eder.584
Mürid, herhangi bir rehber olmaksızın maneviyat yolunda ilerlemek için çile ve riyazâta, zahirî ibadete yönelse bunun elde edeceği kemalât, bir mürşidin rehberliğiyle seyr ü sülûka devam edenle kıyas bile edilemez.585 Hakk dostu, meczûb-ı mutlak olan kâmil ü mükemmil şeyh, tek bir nazarıyla müridini eğitebilir.586
Tasavvufî eğitim, ibadetin kalitesini artırmaya, kullukta derinleşmeye yönelik bir çalışma olup bu konudaki uygulamalara bir rehberin kontrolünde gidilmemesi, kişi açısından bir takım problemlere de sebep olabilecektir. Bütünselliğe ulaşma hedefindeki Yoga çalışmalarında bile, belli teknikler kitaplardan öğrenildikten sonra ileri teknikler için uzman gözetimi önerilir. Zira öğrenci, kapasitesi ve denetleyebileceğinden fazla prana enerjisini harekete geçirebileceği için, geçerli koşullar yerine getirilmeden ileri tekniklere geçmek ruhsal açıdan kişiye zarar verebilmektedir.587 Söz konusu durum, tıp kitaplarından bilgiler edinerek tedavi yoluna gitmeyi andırmaktadır. Hastalığın teşhisindeki usûlleri bilen bir doktorun önereceği tedavi ile tıbba dair kaynaklardan elde edilen yüzeysel bilgilerden hareketle çözüm yoluna gitmeye çalışmak kıyas bile edilemez. Çerhî’nin burada, riyazet ve mücahedeyi ret veya inkârdan ziyade mürşid gözetiminde yapılan seyr ü sülûkla kıyaslar. Zira hakikat yolunda ilerlemede çile ve riyazet de birer vasıtadır.
Çerhî konuyla ilgili Mesnevî’den şu beyti nakleder; Ney, yârdan ayrılanın yoldaşıdır Onun perdeleri bizim perdelerimizi yırttı.588
Böylesi (ulu) kimselerin bir kişiye tesiri olduğunda, tesir olunan şahıs mâsivâdan bağını koparır ve hakiki sevgiliye ulaşarak onun sıfatlarını taşır hale gelir.589 Zira ney de kamışlıktan ayrılmıştır ve özünden ayrı kalan ruhun iniltisinden haberdardır. Halinden anlayan bir kimseyle karşılaşmak ise hicap perdelerini kaldıracaktır.
Burada, mürşidin “vesile olma”sı durumu söz konusudur. Zira esas gaye, sâlikin hakîkî sevgiliye ulaşmasıdır. Mürşid ise bu hususta rehber konumundadır. Bu sebeple mürşid, insanları Hakk’ın yoluna çağırmada farklı metotlar kullanır. “Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et!”590 âyetinde de belirtildiği üzere hikmet, va’z u nasihat ya da kat’î deliller sunmak da kullanılan yöntemler arasındadır.591
Sâlikin fenâ makamında cezbeye ulaşmasında mürşide bağlanması önemlidir. Ancak bu durum, sülûkun belli bir evresi için söz konusudur. Mürid, mürşidini taklitle tahkike erdikten sonra mürşidin vazifesi biter. Bundan sonraki tasavvufî serüveninde sâlik, kendi ayakları üzerinde durmalıdır. Ancak, şeyhi kalpten nefyetmeyip ona taalluka devam etmesi kendisini kemâlât yolundan alıkoyacaktır.592
Çerhî, konuyla ilgili Mesnevî’de geçen şu beyitlere yer verir: Bütün maşuklar aşığa perdedir Diri olan maşuktur, aşık ise mörde (ölü).593
Mürşid bir anlamda dirilticilik vasfına da sahiptir. Zira Allah’tan gafil haldeki kalp ölü demektir. Onu diriltecek olan kâmil ve mükemmil şeyhin ilâhî cezbelerle müridin kalbinde tasarrufudur.594 Her ne kadar şeyhin tasarrufta bulunduğu düşünülse de Allah’ın sıfatlarının mazharı olması hasebiyle gerçekte tasarrufta bulunan Allah’tır.595 Sâlik, dirilmekle ölmeyi aynı anda yaşamaktadır. Kalbi, maneviyatla dirilirken, nefsânî arzu ve istekleri Hakk’ın sevgisinde fenâ bulmakta, maşuk-ı mecâzî ölürken gerçek sevgili onun yerini almaktadır.
Seyr ü sülûkun başlangıcında mürşide taallukun nedenleri arasında, sâdıklarla birlikte olmanın kişiye kazandırdığı bir takım getiriler de vardır.
Çerhî, Mesnevî’de geçen; Her toplulukta ağladım İyi ve kötü hallerin eşi oldum596
Beytini de bu çerçevede şerh eder. Beyitte, enbiyâ, evliyâ gibi salihlerle yoldaş olanlarla kafir, facir ve isyankarlara hemhal olanların durumuna işaret edilmektedir. Zira insan ruhu, sürekli bir yükseliş ve alçalış içerisindedir. Bireyin ruh hali, içinde bulunduğu topluma göre farklılaşabilmekte, birlikte olduğu insanlara göre kişi iyilik ya da kötülüğe meyyal olmaktadır. Dolayısıyla, kesret aleminde isyankara dost olan kişi, hakîkî sevginin feyzinden mahrum kalacaktır.597 “Sâdıklarla beraber olunuz”598 âyeti Hz. Peygamber’in “Kişi sevdiğiyle beraberdir”599 hadisi bu çerçevede değerlendirilebilir.600 Birlikte olduğu kimselerden etkilenme, insanın yapısının gereği olup günümüz psikolojisi de bu hususa işaret etmektedir. Karakterin şekillenmesinde ergenlik önemli bir devre olmakla birlikte, insanoğlunun gelişiminde duygularının ve eğilimlerinin değişmesinde dış güçlerin tesiri, yaşamının her dönemi için geçerli bir husustur.601
Çerhî, mürşid ile mürid arasındaki bu ilişkiyi, bülbül ve gül ile sembolize eder. Nasıl gül olmadan bülbül ötemezse, hakîkati kendisine tarif edecek, bu yolun dehlizlerinden koruyacak bir mürşidi olmadan da kişinin kemâlatta ilerlemesi zordur.602 Mürşide bağlanmak, sınırlı bir ömre sahip olan insanın zamanı en iyi şekilde değerlendirmesi açısından da önemlidir. Allah’tan gafil halde bir an bile geçiren kişi, o ana ömrü boyunca ulaşamaz, artık onu kaybetmiştir. Bâtını uyanık tutmak zor bir iştir. Bu noktada, mürşidin önemli bir fonksiyonu bulunmaktadır. Zira vukûf-ı kalbî olarak da isimlendirilen bu hal, Allah’ın inayeti ve mürşidin terbiyesiyle kısa zamanda gerçekleşir. Çerhî’nin eserinde yer verdiği beyitler de bu gerçeğe ışık tutmaktadır: Hakk’ın ve havassın inayeti olmaksızın Melek de olsa kalbi siyahtır. 603
Çerhî, şeyhe önemli vasıflar yüklerken bir yandan onun sınırlılığına da vurgu yapar. Mürşid, Allah’ın sıfatlarının mazharı olması dolayısıyla kendisine tevdî edilen görevi yerine getirmektedir. Ancak kâdir-i mutlak Allah’tır. Allah istemeden değil şeyh, Hz. Peygamber bile insanları hidayete erdiremez. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de geçen “Sen sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir”604 âyeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Çerhî, Mesnevî’de geçen; Ney gibi hem bir zehir, hem de panzehir kim gördü? Ney gibi hem bir arkadaş, hem de müştâk kim gördü?605
Beytini, müridin mürşide bağlılık ve samimiyeti noktasında değerlendirirken mürşidin, hakikate ermede yegane unsur olmadığını da vurgular. Kur’an-ı Kerim’de geçen; “Allah’ın kitabı mü’minlere şifa ve rahatlık sebebi, kafirler üzerine de azap sebebidir. (Allah), onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu yola getirir”606 âyeti de bu çerçevede yorumlanabilir.607
Konuyla ilgili Ahrâr da “bu gün dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi tamama erdirdim ve din olarak size İslam’ı seçtim”608 âyetinden hareketle, manevî bir rehberin gözetimi olmadığında kemâlâtın sağlanamayacağı düşüncesini kabul etmez. Söz konusu âyet, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in rehberlik için yeterliliğinin bir göstergesidir. Dolayısıyla şeyh, hakikate ermede yegâne unsur değildir.609
Benzer ifadelere Köstendilli Süleyman Şeyhî de rastlamaktayız. Kendisi, saadet sermayesini kazanmak için müntesibi bulunduğu Nakşbendiyye’yi tavsiye etmekle birlikte, ona göre tek yol bu değildir.
Şeyhî konuyla ilgili şu mısraları dile getirir: Muhteliftir mesleki ashâb-ı seyrin sûretâ, Meşreb-i tevhîdde nefsü’l-emr güm-râh (kimse) yok.610
Sonuç olarak, Çerhî’nin tasavvuf anlayışında mürşid önemli bir yere sahiptir. Uzun süreli çile ve riyazetle elde edilebilecek bir noktaya, mürşidin nezaretinde çok kısa bir sürede ulaşılabilir. Zira mürşid daha önce bu yollardan geçmiş, tuzak ve engelleri görmüştür. Dolayısıyla onun yapacağı rehberlik, müridi yanlış yollara sürüklenmekten koruyacaktır. Nakşbendîlik’te ve Çerhî’nin düşünce yapısında mürşide taallukun belli bir dönem için geçerli olduğu görülmektedir. Mâsivânın yerini öncelikle mürşid almaktadır. Böylece mürid, somut sevgiden soyuta yani hakîkî sevgiye doğru ilerleme kaydedecektir. Kişide bu kabiliyet zuhur ettiğinde mürşid de mâsivâ konumuna gelip ve kalpten çıkarılmakta, sadece Allah’a yer verilmektedir.
Ancak belirtilen bu hususlar, hakikat yolunda ilerlemek üzere seyr ü sülûka yönelenler içindir. Allah’a ulaşan yollar insanların nefesleri adedincedir ve bu haliyle tasavvuf, kemalât yolunda ilerlemede bir alternatiftir.
4. Mürid Kelime olarak “isteyen” anlamına gelen mürid, tasavvuf ıstılahında hidayet nuruyla kendi kusurlarının farkına varıp kemale ulaşma arzusunda olan ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir mürşide bağlanan kişi için kullanılır. Mürid ismi taşıyan kişinin, her iki cihanda da Allah’tan başka arzusu yoktur.611
Kelâbâzî’ye göre mürid, aslında seyr ü sülûka istendiği için murâddır.612 Zira Allah istemedikçe kişi mürid olma arzusu duymaz. Çerhî’nin de konuya benzer tarzda muhabbet nokta-i nazarından yaklaştığı görülmektedir. Sülûk yoluna giren kişi, bunu kendi istediği için değil, Allah onu seçtiği için tasavvufa yönelmiştir. Zira Çerhî’ye göre sâlik, Hudâ’nın mahbûbudur.613
Gerek Çerhî’nin gerekse halifesi Ahrâr’ın tasavvufa intisap serüvenleri, onun “mürid, aslında muraddır” prensibinin bir tezahürü gibidir. Zira intisabı öncesi Nakşbend’e karşı duyduğu muhabbet, gördüğü rüyalar ve yaşadığı ruh hali bir anlamda kendisini bu yola sürüklemiştir. Benzer durum Ahrâr’ın Çerhî’ye intisabı için de geçerlidir. Çerhî, Mesnevî’deki padişah ve cariye kıssasından hareketle sülûka girişi de izah eder. “(O) onları sever, onlar da O’nu severler”614 ayetinde belirtildiği üzere, Allah’ın kullarını dost edinmesi gibi, mecazî padişah da kölesi olan cariyeyi dost edinmişti. Ancak cariyenin gönlü padişahtan başkasıyla, yani kuyumcuyla meşguldü. Bu sebeple velî, ilham-ı ilâhî ile bir tedbire başvurdu. Böylece cariyenin gönlü, padişahın aşkıyla süslenecek ve muhabbetinden nasiplenecekti. İşte mürşid-i kâmil ü mükemmil de kıssada geçen velî gibi ilhâm-ı ilâhî ile sadık müridin gönlünü bütün geçici bağlardan kurtarır. Böylece sâlikin gönlü, cemâlî ve celâlî müşahedenin nurlarıyla süslenir. Mürşid, sâdık müridi öncelikle mecazî aşktan, yani Allah’ın dışındakilerden temizler615 ve kalpte sadece Allah sevgisine yer kalır.
Sonuç olarak, Allah (c.) insanı kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır. İnsan ise bu dünyanın oyun ve eğlencesine dalarak geldiği yeri unutmuştur. Ancak kendindeki “ilâhî nefha”nın bir nebze şuurunda olanlar, O’nun yolunda ilerleyebilmek için çareler aramaktadır. İşte bu noktada Allah (c.) onları böyle bir yöne sevk etmektedir. Ancak murad olunan müridin seyr ü sülûktan fayda sağlaması için bir takım sorumlulukları vardır.
5. Mürşid-Mürid İlişkisi Çerhî’nin ehemmiyet verdiği mürşid-mürid ilişkisi, aslında insanın fıtrî bir yönünü de teşkil etmektedir. Zira insan, içinde yaşadığı çevrenin, karşı karşıya geldiği insanların etkilerini az çok taşımaktadır. Ailede, okulda ve işyerinde karşılıklı olarak cereyan eden etkileşim örnekleri, ferdin davranışına yön verici bir niteliğe sahiptir. İnsanoğlunun, güvendiği şahısların davranışlarının gerçeği yansıttığına inanıp onu kendine rehber edinmesi, çocukluğundan itibaren hayatının her evresi için geçerlidir.616 İnsanın kendi iradesiyle bir mürşidi kendine rehber edinmesi, onun rengine bürünmeyi yani şahsiyet transferini beraberinde getirmektedir. Bahâeddin Nakşbend öncesi mürşid-mürid ilişkisine baktığımızda, kısmen öğrenci-öğretmen münasebetine benzediği görülmektedir.617 Mürid, kendi ruhanî eğitimini tamamlamak için kendisine bir şeyh aramakta, istifade edeceğini umduğu kişinin yanında kendisine izin verildiği kadar kalmakta, sonrasında seyahatine devam etmektedir.
Bununla birlikte tam bir öğrenci-öğretmen münasebetinden de bahsedilemez. Zira tasavvuf, insana özgü diğer alanlardan daha özel ve aşkın bir tecrübedir. Bu aşkın tecrübe, şeyh tarafından müride öğretilmekten ziyade, müridin mürşidde gördüğü kemâlâtı kendinde gerçekleştirme şeklinde bir eğitimdir. Mürşid-mürid ilişkisindeki bu etkileşimin benzeri, günümüzde çocuklar için bile en etkili eğitim metodu olarak kabul edilmektedir.618
Gerek Bahâeddin Nakşbend’in Muhammed Baba Semâsî tarafından manevî evlat olarak kabulü619 gerekse Nakşbend’in vefatı sonrası Çerhî’nin yaşadığı haller,620 manevî yolculukta rehberlik eden şeyhin baba gibi değerlendirildiğini de göstermektedir.621
Seyr ü sülûkta müridin başarısının en önemli amillerinden biri, müridin mânen ve zihnen buna hazır olmasıdır. Çerhî’ye göre kişide bu hazır oluşun tezahürü, müridin teveccüh ve arzuda kemali,622 başka bir ifadeyle müridin kendi kendini motivasyonudur. Kişinin kendini güdülemesiyle alakalı bu durum her türlü eğitim-öğretim faaliyetinde ferdin başarılı olmasının başlıca kuralıdır.623 Böylesi zihnî bir hazır oluş, ilginin uyanmasını ve dikkatin bir konuya toplanmasını sağlar. Konuya tasavvufî tecrübe açısından yaklaşırsak ilâhî hakikatleri şeyhinin rehberliğinde öğrenmeyi hedefleyen müridin, bu konuda başarı kazanabilmesi için ilâhî bilgi ve manevî tecrübelere hazır bir duruma gelmesi gerektiği sonucuna varabiliriz.624
Bu zihnî hazır oluş sonrası sâlik, mürşide intisap eder. Ubeydullah Ahrâr’ın Çerhî’ye intisabından hareketle tarikata girişin Hz. Peygamber döneminde insanların biat etmesine benzer tarzda gerçekleştirildiği görülmektedir.625
Çerhî’ye göre müridin, hakikate erme arzusuyla bağlandığı mürşide güven ve itimadı, seyr ü sülûkta ilerlemede önemli bir unsurdur. Çerhî, konuyla ilgili Hz. Musa ve Firavun örneğini Mesnevî’nin diliyle verir. “O kimselerin vicdan ve mutlaklıktan kaynaklanan nefesleri müridânına panzehir, münkirâna da tıpkı Nil’in suyunun Musa’nın yolundakilere su, Firavun’un yolundakilere de kan olması gibi zehirdir.”626
Hz. Musa’ya inananlar, inançlarındaki bu samimiyetle kurtuluşa ermişlerdir. Mürşide güven de müridi kemâle erdirecektir. Mürid, bâtının deşifresi konumundaki rüyalarını mürşidine açabilmelidir. Bu güven ve itimat, müriddeki nefsî hastalıkların teşhisini ve çözüm yolunu sağlayacaktır. Müridin şeyhine böylesi bir itimadı olmadığında, Firavun’un suda boğuluşu misali müride de bu ilişkiden bir fayda gelmeyecektir.
Yakub-ı Çerhî, Attâr’ın; “Şeyhin küfrü, müridin imanıdır’ sözünün anlamı nedir?” şeklindeki sorusuna, müridin mürşidine güveni noktasında şu cevabı verir: “Eğer şeyh, hakîkî şeyh, mürid de sâdık mürid ise küfre yer yoktur. Zira hakîkî şeyh, Musa ve Hızır (a.s.) da olduğu gibi sadece ilham-ı ilâhî ile konuşur ve bu onlara hoş gelir.” Başka bir ifadeyle şeyh ilâhî sıfatların mazharı olup mürid de bunun farkındaysa küfür değil iman bulur. Zira maksat müşahedeye ermektir.627
Hz. Musa, Hızır (a.s.)’ın ilham-ı ilâhî ile hareket eden bir görevli olduğunu unutup ona itiraz etmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.); “Kardeşim Musa keşke, Hz. Hızır'la beraberliğe sabretseydi de maceralarını bize nakletseydi, bunu ne kadar isterdim!”628 buyurmaktadır. Konuyu değerlendiren Kuşeyrî, Ebû Ali Dekkâk’ın; “Her ayrılışın başlangıcı, muhalefettir. Yani şeyhine muhalefet eden kimse, artık onun tarîkında kalamaz” sözünü nakleder.629
Buradan hareketle, ilâhî sıfatların mazharı konumundaki mürşide itiraz edilmemeli, mürid mürşidine güvenmeli, gassâl elindeki meyyit gibi olmalıdır. Bu güven, Bahâeddin Nakşbend’in: “Hakîkî mürşidi bulduğunda kapısına yapış, ancak bağlı bir kedi gibi olursan yarım iş yapmış olursun” ifadesinde olduğu gibi teslimiyeti beraberinde getirecektir.630 Mürid bu teslimiyet ve muhabbetle, zamanla şeyhinde fânî olacaktır. Çerhî’nin fenâ fi’ş-şeyh halini, bizzat Ahrâr da müşahede etmiştir. Ahrâr, intisabı esnasında Çerhî’nin yüzündeki leke dolayısıyla çekinince, Çerhî durumu fark etmiş ve elini çekip bir müddet murakabeye benzer bir hal almıştır. Sonrasında elini uzattığında Ahrâr, karşısında sanki Bahâeddin Nakşbend’i gördüğünü söyler.631 Sevenin, zamanla sevdiği kişiye fiziken de benzemesi normal bir olgu olup uzun evlilik hayatı sürdüren karı-koca arasında da görülebilir.
Şeyhe teslimiyetin mahiyeti de önemli bir konudur. Kanaatimizce, Çerhî’nin kayıtsız şartsız itaat şartı, hakîkî mürşidi bulan müridin seyr ü sülûk uygulamalarında geçerli olup dinin hükümlerinin açıkça ihlal edildiği durumlarda da mürşide teslimiyet kastedilmemektedir. Zira Hızır (a.s.) ile Hz. Musa kıssasından, şeyh-mürşid ilişkilerine dair bir sonuç çıkarmak mümkünse de,632 mahiyet itibariyle aralarında farklılıklar vardır.
Bu farklılıklar şöyle izah edilebilir: Öncelikle Hızır’ın yaptığı fiillerde gaybî bilgilendirme söz konusudur.633 Bir diğer önemli husus, Hz. Hızır’ın bu filleri işlerken kendi çıkarına bir fiiliyatta bulunmamasıdır. Ancak esas önemli nokta, Hz. Hızır’ın görevlendirilmesiyle ilgili ilâhî te’yiddir.634
Çerhî’nin, müridin sorumlulukları arasında, kendini şeyh gibi tanıtan sahtekar kimselere karşı dikkatli olup her zaman kendini maksuda götürecek Hakk dostlarını talep etmeyi şart koşması635 ve mürşidin vasıflarına dair bilgilendirmeleri bu tespiti doğrular mahiyettedir. Konuya tarihî perspektiften baktığımızda, Nakşbendîliğin Buhara uleması nezdinde dinin hükümlerine yaptığı vurgu nedeniyle itibar görmesi de636 Çerhî’nin düşünce yapısıyla ilgili yorumlarımızı desteklemektedir.
Müridin sorumlulukları arasında bir diğer önemli nokta, şeyhinin ona verdiği virdi gereğince edâdır. Konuyla ilgili Attâr, mürşidin müride yönelişindeki tesir, mürid tarafından çalışıp derinleştirilmedikçe ancak birkaç gün etkili olabileceğini belirtir.637 Buna göre mürşid, müridin kalbine ilâhî muhabbet tohumunu ekmektedir. Bu tohumu sulayıp büyütmek ise müride aittir.
KAYNAK: Dr. Ahmet Cahid Haksever, 15. YÜZYIL BİR TÜRK SUFİSİ: YAKUB-I ÇERHÎ (Doktora Tezi) (Ankara-2005)
|