Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ: TASAVVUF / Umumi Değerlendirme
MesajGönderilme zamanı: 07.07.10, 12:42 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.04.10, 08:42
Mesajlar: 47
TASAVVUF

Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ

Umumi Değerlendirme:


Tasavvuf bir hal ilmidir, eşyanın zevkle kavranmasıdır. İnsanlık tarihi içinde bu vasfıyla temayüz eder. O, hem tarihî, hem de tarihi aşan bir ilimdir. Kültür tarihi içinde ondan söz edilir ve tasviri yapılır, ama o, belli bir devre içinde kalmaz. Çünkü onda devamlı olarak yenilenme vasfı vardır ve o, herşeyden önce, zaman ve mekânla sınırlanmayan, insana ait manevi bir davranış şeklidir.
Esasen, tasavvufun doğuş hareketi tam manasıyla bilinmemektedir. Sadece, bu hareketin filan zamandan itibaren kollektif olarak müşahede edildiği söylenirse de, bu tür davranışların çok daha önceleri de olduğu bir gerçektir. Nitekim, sadece Allah'a kulluk yapmak için mağa¬raya çekilen "Ashâb-ı Kehf'in" durumları açık bir misaldir. Bunun içindir ki, bazıları onun İslâm'dan önce de var olduğunu ifade ederler.
İslam Düşünce Tarihi içinde önceleri ferdi, sonraları da kollektif tarzda ortaya çıkan bu hareket, bir meslek, bir meşrep halinde kendini gösterir; yani bu harekete katılanlar, bir takım özel uygulamalarla diğer insanlardan ayrılırlar. Esasen kullandıkları ıstılahlar da bu ayrılışın bir ifadesidir. Bu konuya ilerde ayrıca temas edilecek.
Umum müslümanların yaşadığı hayat tarzına ilâveten, hususi te¬fekkür ve tezekkür şeklini benimsemiş, bir takım psikolojik ve biyolojik tasfiye yolları kullanmış olmasından ötürü, kendine has bir öğretim ve tatbikat metodu ihtiva eder. Bu yollar, tefekkürü, aşkı, vecdi, bazan semayı, hatta fizyolojik teşvik vasıtalarını bünyesinde bulundururlar. Bunlar ilahi lütuf ve tecellilerin tezahürüne imkân verecek bir yol açar¬lar. Tasavvuf her türlü örfe nüfuz eder ve onların sert kalıplarını zorlar ve deler. Bu husus, aklın ve onun ötesindeki en son sınırlara kadar yaşanmış bir imandan kaynaklanır; ifrata varan bir zühd hayatı, şehidliği bile ma'kûl ve makbul addeden bir anlayışın ortaya çıkardığı aşktan ve şevkten ileri gelir; çoklarının delilik olarak değerlendirdiği bu aşk hali mutasavvıf için en tabii davranış tarzıdır. Bu hal, "ilahi tabiat”ı insanda şekillendirmek isteyen, karşı konulmaz bir arzunun sonucudur ve za¬man zaman da yanlış bir tarzda kendini gösterir.
Böylece tasavvuf, idealist ve evrensel bir karakter alır. Onun bu tarzda kavranılması, hareketinin zaman ve mekân dışında mütalaa edil¬mesine sebep olmuştur. İlahi hikmetin sırlarını akıl üstü âlemlerde ara¬ma işi, tasavvuf edebiyatında en üstün yeri işgal eden tasavvuf felsefesi kitaplarında, mesnevilerde, divanlarda aşk ve şevkin sergilendiği eser¬lerde açıkça müşahede edilir. Bu aşk ve şevk mutasavvıfa her türlü fe¬dakârlığı yaptırır; hapse, zindana atılmaya razı eder, sürgünde yaşamaya katlandırır, hatta öldürülmeye kadar götürür. Çünkü, Allah bir kalbi kendine çevirirse, onda kendinden başka bir şey bırakmaz, bir kulunu severse onu diğerlerinden çekip alır.
Tasavvufî tabakât kitaplarındaki belli bazı olayların hikâyeler, pek çok tasavvufî metinler aracılığıyla tasavvufun tarihine ve esaslarına nüfuz edilebilir. Böyle bir müracaatta, karşımıza fevkalade bir manzara çıkar, o zaman özel dini halleri aşan, sonsuz bir ruhi hayatın izlerini kavrarız. Zaman zaman bu konudaki bazı metinleri sergileyerek, bize karanlıklar içinde bir ufuk açacak, ruhumuzu şafağın şebnemleri gibi serinletecek haleleri göstermeye çalışacağız.
Düşünce ve tavır itibariyle bir hayli eskilere uzanmasına rağmen, tasavvuf, islami ortam içinde doğmuş ve gelişmiştir, pek çok araştırıcı¬nın kanaati, tasavvufî düşüncenin kaynağının Kur'an-ı Kerim'de bulun¬duğu şeklindedir(l). Bunun yanında, bazı araştırıcılar da tasavvufî dü¬şüncenin Kur'an'da ve Hz. Peygamberin hayatında bulunmadığı ka¬naatindedir. Resmi İslâm'ı temsil eden fukaha ile mutasavvıfların mü¬nakaşalar,, buna delil olarak gösterilir. Ama mutasavvıflar kendilerinden el ve ilim aldıkları üstâdlarının silsilelerini, tarikat pirlerini, Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir ve hatta Hz. Peygambere kadar çıkarırlar.
Sufî kelimesinin nereden geldiği konusunda serdedilen görüşleri, bir başka kitabımızda sergilediğimiz için, burada o hususa temas etmeyece¬ğiz. Ancak, şunu söyleyelim ki, sufi kelimesi nereden gelirse gelsin, sufîlik bir düşünce tarzı ve bir yaşayış şekli olması itibariyle içe ve öze bağlı bir hayattır, şekil veya kıyafet hiç önemli değildir. Tıpkı İslâm’ın bir öz ve ruh dini olması gibi; esas itibariyle özde, ruhda yaşanıp, bu yaşayışın, hayatın her düşüncesine ve hareketine damgasın, vurması gibi.
Tasavvuf tarihinde, bazı mutasavvıflar, aşağılamak suretiyle nefis¬lerine hâkim olmak için, yırtık pırtık veya çok yamalı elbiseler giymişlerdir. Veyahut tövbekâr olmanın bir işareti olarak yünden elbiseler taşımışlardır. Murakka adı verilen elbise, mutasavvıfların işareti olmuştur. Ancak, bazı hakiki mutasavvıflar umum halk gibi giyinmişlerdir. Çün¬kü insan elbise ile değil, ama düşünce, tavır ve ruhla mutasavvıf olur.
Tasavvuf tarihinde, kalenderiyye, haydariyye gibi tarikatların, za¬manla asli hüviyetlerini kaybetmeleri sonucu, yırtık pırtık elbiselerle gezmek, sakallı ama saçı traş edilmiş bir vaziyette dolaşmak şiarları ol¬muştur, Güya nefsi aşağılamak için, üstü başı perişan vaziyette şehir şehir dolaşan bu güruhlar, gerçek tasavvufi kültürü almadıklarından, ni¬hilizmin ve immoralizmin temsilcileri olmuşlardır. Zira tasavvuf, yüksek bir din ve felsefe kültürünü lüzumlu kılar.
Tasavvufî düşüncenin ilk zamanlarında, "sûf" (yünden elbise) giy¬mek adet olmuş gözükmektedir. Onun için bu tür bir hayata meyleden¬ler "sufi" lakabını almışlardır. Bu lakabı ilk defa alanlardan ve onunla ilk defa tanınan kimse, h. 150 /m. 767 yıllarından vefat eden Ebu Haşim Osman b. Şerik el-Kufî'dir.
Önceleri ferdi bir karakter arz eden bu düşünce ve hayat tarzı, hicri 3. yüzyılın yansından itibaren kollektif bir mahiyet almaya başlamıştır. Artık, ferdi eğilimler, toplulukların hareket tarzı haline gelmiştir. Böylece tasavvufî fikirleri yayan üstadlar ve şeyhlerle, bunların etrafında bir hal¬ka meydana getiren müridler görülmeye başlamıştır. Pek tabiî, bunların toplandıklar, mekân veya mahal olarak da, hangâhlar, tekkeler ortaya çıktı. Araştırmalar tasavvufî düşüncenin, bir öğreti olarak, ilk defa Kahire'de h. 258 im. 980 yılma doğru anlatılmaya haşlandığını ifade ederler. Daha sonra Bağdad ve diğer merkezler gelir. Fakat, çok iyi bilinmek¬tedir ki, tasavvufî düşünce bu gelişmeler sırasında ve Gazzali tarafından kazandırılan resmiyetten önce, pek çok tepkilerle karşılaştı. Mutasavvıf¬lardan pek çoğu, özellikle meşhurları, eziyet çektiler, sürgün hayatı ya¬şadılar, hapis yattılar, hatta idam edildiler. Buna rağmen, tasavvufî dü¬şünce hızla yayıldı, camilere ve medreselere girdi.
Hakkında söylenenler ne olursa olsun, tasavvuf, İslâm'daki ruhi hayatı canlı tutmayı başarmış ve bunu temin etmiştir. Hatta denilebilir ki, İslam dininin bazı bölgelerde yayılışında, bu düşüncenin büyük rolü olmuştur. Belki, o, islami ruhun hayat kazandığı bir ortam olmuştur. Ancak, tasavvuf hiç bir şekil içine sıkışmamış, hiç bir formülle çerçevelenmemiştir. Kendini basit kılacak her türlü tarifin dışında kalmış, kalıplaşmamıştır. Onun içindir ki, kendisini belirlemek isteyen yüzlerce tariften hiç biri, tasavvufun esası değildir. Yapılan tariflerin her biri, onun esasını vermekten uzak, içinde bulunulan hâl ve makama bağlı olarak ifade edilmiş açıklamalardır. Çünkü, tasavvuf, bütün varlığı harekete geçiren topyekun bir tavır olmadığı gibi, iç ve dış, ferdi, içtimai bütün hayata uygulanan bir hareket tarzı da değildir. Verilen çeşitli tarifler, tam ve kâmil bir tasavvufî düşünceyi meydana getiren cüzler veya talî ifadelerdir. Tasavvufî düşüncenin tamamını veya bütününü meydana getiren bu tali ifadeler, onun bütünlüğü içinde kendileri oldukları gibi bulunmazlar; muhteva ve manaları terkibin bütününü irade edemezler. Bu sebepten dolayıdır ki, tasavvuf her türlü tarifin dışın¬dadır. Bu küçük tarifler mana ve muhteva değiştirerek, bütün içindeki diğer tariflerle birleşirler. Tasavvufu anlamak isteyen, bu küçük tarif¬lerin biriyle yetinemez; bunları, tasavvufî düşüncenin en geniş dinamizmi içinde, bütünle beraber değerlendirmek mecburiyetindedir. Aksi takdir¬de tasavvufu bütünüyle ve gereği şekilde kavrayamayacak, boşuna za¬man kaybetmiş olacak, tasavvufa çok geniş bir perspektiften bakacak yerde, dar bir görüş alanını tercih etmiş olacaktır. Ayrıca bu küçük tarif¬ler arasındaki ince ayrılıkları keşfedemeyecektir. Bir zevk hali, düşünce, şekli, hayat tarzı, bir teknik ve yol olan tasavvuf, bütünüyle kavranıl¬madığı, takdirde, ona gerçek manada nüfuz etmek mümkün olmayacaktır. Esasen, tasavvufun bu küçük tarifleri ile, bu tarifler arasındaki münâ¬sebetler, fertten ferde veya salikten müride, tâlibden şeyhe değişecektir. Tasavvufî düşüncenin sistematik bir hal alıncaya kadar geçirdiği gelişme sırasında menzillerin, makamların ve hallerin muhtelif sınıflamalarını yapmaları buna bağlıdır. Unutulmamalıdır ki, tasavvufî hayatın dışında olduğu kadar, içinde de söylenilen sözlerin veya kullanılan ifâdelerin içinde bulunulan zaman ve mekân açısından ye bunların ortaya çıkardığı, şartlar yönünden değerlendirilmeleri oldukça önemli bir husustur. Za¬man zaman üç boyutlu mekândan çıkıp, psikolojik planda yükselerek, makrokozmu kendi içinde ve kalbinde ihata eden mürid veya salik, mad¬di dünyanın şekil ve sıkıntılarından azade olarak konuşmaktadır. Ancak, beşer lisanıyla ifâde etmek mecburiyeti, onu kısmi değerlendirme ve tas¬virlere sevk etmektedir, İşte bu yüzden tasavvufun tam ve mükemmel idraki, ancak bir bütün halinde kavranılmasıyla mümkündür. Bu se¬beple, şu veya bu şekildeki küçük tariflere bakarak veya sadece bazı uy¬gulamalar, göz önüne alarak tasavvuf hakkında hüküm vermek, eksik ve hatalı olacaktır. Ve maalesef, çoğunlukla yapılan da budur.
Yukarda sözünü ettiğimiz yükselişin, ve makrokozmun mikrokozmda ihata edilişinin esas kaynağında bilgi bulunmaktadır. Mutasavvıf¬lara marifet olarak adlandırılan bu bilgi türü, kaynağında, temelinde ve esasında, insanın bizzat kendisi, kâinat ve Allah hakkında sahip olun¬ması gereken bütün bilgileri kapsamaktadır. Bunun içindir ki, tasavvuf edebiyatının önemli eserlerinde ilk önce tavsiye edilen husus, marifetin temelini teşkil eden zat bilgisidir. Şu kaide bütün eserlerde yer alır: "Men arefe nefsehu fe kad arefe rabbehû (kendini bilen Rabbini bilir)". "Kendini bilmek", hayatın bütün olayları içindeki insanın, bu şuurda olarak kendine, içine, nefsine dönmesidir; bu hal, tam manâsıyla bir içedönüş metodudur. Ferdin kendisini tanıma eylemi, onu inceleyen olmaktan çıkarıp incelenene çevirir, fail, aynı zamanda meful veya özne aynı anda nesne olur; özne ile nesne arasındaki ayrılık, bu halde yok olur ve fert ikilikten sıyrılıp fail mef'ûl birliğine ulaşır. Bu birleşmeyi veya kaynaşmayı temin eden, sufiyi yakıp kavuran Allah aşkıdır.
Rabbini tanımak isteyen sufi, kendini tanımak için bir çok metodlar kullanır ve tecrübeler yapar. Kendi dışındaki varlıklar, önce kendisini tanıma hususunda ona yardımcı ve tecrübesinin nesnesi olurlar. Sufi hu tecrübelerle nefsini dener, samimiyetini sınar; imanının derecesini ölçer. Tabiatı ve onda mevcut bütün varlıkları temâşâ, onlar hakkında bilgi sahibi olmak, sufinin kâinattaki yerini belirler. O, tabiattan bizzat kendine döner ve kâinattaki yeri ile kendisi arasında bir bilgi kumaşı dokur. Kâinatı temaşa eder, kendi nefsini inceler; sonra tekrar kâinata döner; daha sonra tekrar kendi nefsini tetkik eder. Makrokozm ile mikrokozm arasındaki bu münasebet ağı, her dönüşte bilgi parçalarıyla dol¬durulur. Sufi bu bilgi ve tecrübeler esnasında, kâinat içinde ne kadar kü¬çük olduğunu, aynı zamanda bu küçüklük içinde ne kadar büyük ol¬duğunu anlar. Bu bilgi, onda bir aydınlanma halini, bir idraki, hatta bir değişikliği ortaya çıkarabilir. Psikolojik planda, tenevvür halinde büyü¬yen sufi kendinden geçip vecd haline ulaşabilir; bu anda her türlü zaman ve mekân sınırları delinip o büyüklük hissi içinde onu belirten ifadeler kullanılabilir. Bu vecd halini daha etraflıca, ilerde, inceleyeceğiz.
Sufinin Rabbini bilebilmek, tanıyabilmek için, önce kendisini tanıması, bunun için de kâinatı temaşaya mecbur olması, onda o zamana kadar gerçekleşmeyen yeni bir hal ortaya çıkarır. Bu, makrokozm ve mikrokozm hakkında sahip olunan bilginin neticesidir. Sufi onunla in¬siyaklarından, içgüdülerinden, dürtülerden, şuursuz eğilimlerden, geç¬miş ve gelecek endişesinden, hayatın sıkıntı veren kaygılarından uzaklaşır. Ruhunda bir sükûnet hali hisseder. Daha önce kendisine musallat olan marazi (patolojik) haller kaybolur ve adeta tedavi olmuş hale gelir. İşte bu açıdan değerlendirildiği zaman tasavvuf, zihni ve ruhi (psikolojik) bir tedavidir. Nitekim, bu tedâvî tasavvufî hayatın daha başlangıcında iken kendini gösterir. Tasavvufa sülük edenlere veya müridlere şeyhin telkin ettiği ilk şey, acılarının giderilmesi suretiyle kalbin temizlenmesi, hastalıklarından kurtarılmasıdır. İnsanlar tulu (uzun) emel sahibidirler. Şeyhin ilk tavsiyesi kasrı emeldir (emellerin kısaltılmasıdır). Nefsin arzu ve isteklerine, hevâ ve heveslerine gem vurmaktır. Çünkü bunlar kalbi karartır, hastalandırırlar, onlardan uzaklaşmak kalbi ve zihni sıhhata kavuşturur. Onun içindir ki, manen rahatsız olan insanlar, tasavvufa meylettikten sonra huşu ve huzura kavuşmaktadırlar. Esasen, tasavvu¬fun kendine geleceklere vadettiği, işte bu iç huzurudur. Bu iç huzur ferde üç fayda sağlamaktadır. Önce fertte dengeli bir hayat, sonra cemiyetin bir uzvu olarak onunla huzurlu bir münasebet ve nihayet, yüce Allah'ın kâinatla olan ezeli ve ebedi münasebetlerini düşünerek tabii ve gerçek bir kul olma hususiyeti.
Bu yönü ile, tasavvuf, bir zevk ve aşk tecrübesidir: Tasavvufî dü¬şüncenin verdiği ruhla hayattan zevk almak, bu zevk ve bilgi ile kainat¬taki her varlığı ve yüce Allah'ı sevmek. Ancak, bu zevk, aşk haline ulaş¬mak için, mutasavvıfların takip etmek mecburiyetinde olduğu bir yol, ve uygulamak, tatbik etmekle yükümlü olduğu bir yaşayış tarzı vardır. Bu tarz içinde, bazı tabii ihtiyaçların kısıtlanması, benliğin yok edilmesi, nefse hâkimiyeti yolunda bir takım riyazât ve mücadeleler vardır. Sufi, bunlarla hissiyattan uzaklaşır ve manevi bir dereceye ulaşır.
Mesela, Cüneyd-i Bağdadî, tasavvufu tarif ederken, "tasavvuf dün¬yadan eli boş, midesi aç olmaktır" der. Bir başka mutasavvıf "tasavvuf, gönlü Allah'tan gayri her şeyden boşaltmaktır" der. Veya Bayezid Bastamî, tasavvuftaki derecesine, ancak nefsini otuz yıl örste döğdükten son¬ra ulaşabildiğini söyler. Bir başka mutasavvıf, Zün-Nun Mısri, baklayı çok sevdiğini, ama nefsine muhalefet olsun diye sekiz yıl bakla yeme¬diğini ifade eder. Sayıları çoğaltılabilecek bu tür misallere bakıp, tasav¬vufu, nefse eziyet, acı tecrübeler yolu olarak değerlendirenler vardır. Ama bu değerlendirmelerinde haklı değillerdir. Mutasavvıfların bir takım fedakârlıklarda bulundukları ve tabii ihtiyaçlarından bazılarını belirli bir müddet için kısmen terkettikleri, bir vakıadır. Ancak bu, sadece nefse hâkimiyet hususunda tatbik edilen bir yöntemdir ve benlikten kurtul¬mayı ve Allah'a yaklaşmayı temin etmektedir. Böylece, toplumun fert¬lerine, insiyak, iştiyak ve içgüdülerin tasallutundan kurtulmayı vadedip, batta bunu gerçekleştirip sosyal bir fazilet görevini ifâ eder. Kendini ruhen mutsuz hisseden kişiler (nitekim, Erzurumlu İbrahim Hakkı Marifetname’sinde buna işaret eder), tasavvufta ve üstadlarında, ruhların huzura kavuştuğunu görürler ve acılarının dindiğini hissederler. Tasavvufi düşünce tarzı ile insan, ruhun gerçek hüviyetiyle aydınlanır. Fedakârlık eden, sıkıntı çekenlerin kazandığı nur, güneşin ışınları gibi etra¬fını ışıklandırır, ısındırır ve huzur verir. Önce kendi ruhlarını ışıklandıran nefislerini temizleyen ve teskin edenler, daha sonra sıkıntı içinde olan diğer kişilerin ruhlarını sükûna erdirirler. Onun için, tasavvufta sıkıntı ve acı yoktur; aksine her şeyi aşkla, şevkle kucaklamak, Yaratıcı'nın "kün" sözünün taalluk ettiği her olayda hiç bir zevkle mukayese edil¬meyecek bir zevk ve neşe bulma, eşyayı zevkle idrak etme vardır; yani tabir caizse, üzüntü, acı ve keder, yerini daima neşe ve sevince, zevk ve hazza bırakır; veya birinciler ikincilere dönüşür.
Tasavvuf, sadece bir iç temizliği ve ferdi bir kemal değildir. Kendi içini temizleyen, nefsinin, tasallutundan kurtulup ona hâkim olan ke¬male ulaşan mutasavvıf, sırası gelince topluma döner. Kendinde beliren olgunluğun, bilginin aşk ve şevkin her fertte ortaya çıkması için çalışır Bu hususta yaptığı tek faaliyet "numune" olmaktır. Allah aşkının beşeri varlıkta meydana getirdiği değişikliği göstererek ihtiraslardan kurtulmanın ve sükûn içinde olmanın faziletini izhar etmektir. Mutasavvıf yerilmiş kötü sıfatları yok eder, onların yerine iyi ve güzellerini ikame eder.
Dünyevi arzu ve isteklerin içinde iken şuursuzca davranışlarda bulu¬nan mutasavvıf, kemale kavuştuktan sonra başka bir hayatın içindedir Niyet, düşünce ve davranışlarında gayet şuurludur. Vecd hallerini hatırlar. Kendisini o hale geri götürecek, şiir, nesir ve musikiyi dinlemek¬ten zevk alır.
Mutasavvıf, daima Hz. Peygamber'i taklit ve takip etmek mecbu¬riyetinin şuurunda; her türlü şartlarda onun sünnetini yerine getirmek mükellefiyetinin idrakindedir. Çünkü, Kur'an'ın ifadesiyle "o, takip ve taklid edilecek tek model"dir. Nitekim, bilhassa ilk asırlarda, mutasav¬vıflar, sünneti büyük bir titizlikle yerine getiren kimseler olarak görül¬müşlerdir. Hz. Peygamber’in yaşadığı hayat tecrübelerinden bazıları üzerinde ısrarla durmuşlardır; "fakirlik övüncümdür" (elfakru fahri) ifadesi, maruz kaldığı hakaretlere sabrı, Hira dağına çekilerek Rabbi ile başbaşa kalma hali, oruçları, namazları ve mücadelesi bunlar arasında zikredilebilir.
Tasavvuf, düşünce tarzı ve psikolojik uygulamaları ile bir tecrübeler dünyasıdır. Tasavvuf, kendine gelenlere bir iç huzuru vadederken, aynı zamanda şiddetli bir ruhi hayatın da içine atar. Tasavvufta her şey psikolojik planda cereyan eder. Bir sufînin dediği gibi, coğrafi seyahatlarda mesafeler adımlarla katedilirken, tasavvufta kalbde veya zihinde katedilir. Her türlü biyolojik hareketin kaynağı kalb, aynı zamanda, psikolojik (ruhi) olayların cereyan yeridir. Bu yüzden, tasavvufta kalbe çok önem verilir. Sırasında o, gönül, yürek, akıl adını da alır. Mutasavvıfın bütün mücadelesi, gayreti, çalışması, kalbi temiz ve saf tutmak, veya ona ilk temizlik ve safiyetini kazandırmaktır. Bütün riyâzât ve mücâhedâtı kalbin tozlarını almaya, onu cilalamaya, Yaratıcı'dan gelecek te¬celli ve tezahürleri almaya hazır hale getirmeye matuftur. Sâlik kemâl yolunda ilerlerken, geçirdiği psikolojik süreç içinde, bu tecelli ve tezahürlerin belirmesi demek olan hallere maruz kalır ve makamlarda bulunur.
İşte bu haller ve onlarda gerçekleşen tecelliler, psikolojik bir tecrübe olarak yaşandıktan sonra veya yaşanış anında ifade edilmek is¬tenirler Ancak onların ihtiva ettikleri mana, günlük veya edebi lisanda kullanılan kelimelerin ifade kapsamını aşar. O zaman, kelimelere yeni bir manâ, bir anlam vermek icap eder; o zamana kadar bilinmeyen, tanınmayan bir manâ; kelimenin işâret ettiği anlamda saklı kalmayan bir manâ; tıpkı, kınındaki kılıç gibi (kendi görünümü ile işlevi farklı). Böyle bir durumda; kelimeler yeni bir boyut kazanırlar. Nasıl ki, şiirde, istiarede, mecazda, temsilde, çığlık ve tahrikte farklı manâlar kazanır¬lar, aynen öyle, taşıdıkları basit anlamın ötesinde yepyeni boyutta bir mana.
Yaşanılan şiddetli ruhi hayatın ifadeleşmek isteyen sahneleri, imâ, telmih, istiare veya timsâllerle beşeri hayata aksederler. Veya mutasav¬vıfın kullandığı kelimeler, tamamen alışılmışın dışında bir mana ifade ederler Benzer bir durumda, vecd halindeki bir sufî, veya "fena fi'l mahbûb" halindeki bir salik, aşktan, şaraptan, sevgiliden bahsediyorsa tamamen sembolik ifadeler kullanıyor demektir. Hakikat bilgisine sahip, hikmeti idrak etmiş sâlik, şarap içtiğini, söyleyecek, Allah aşkıyla ken¬dinden geçmiş, vecde ulaşmış vasıl ise sarhoşluktan dem vuracak; zihni ve fikri sadece yüce Yaratıcı'nın kâinatta tezahür eden güzel adları ile dopdolu olan mutasavvıf da aşktan söz edecektir.
Diğer taraftan, mutasavvıf, daima tecrübelerini yaşamakta olduğu psikolojik süreçte, kendi ifadesine göre, bir âlemden diğer bir âleme se¬yahat ederken, bunlarda karşılaştığı manzaraları veya maruz kaldığı psikolojik halleri ifade için beşeri lisandaki kelimeleri zorlıyacaktır. On¬ların içinde bulunduğu hali ifade edemez olduklarını müşahede ettiği an bir teşbih veya bir temsille durumu açıklamaya çalışacaktır. Veya yaşadığı ruhi tecrübenin şiddetine dayanamıyarak, kendi hayatını bile tehlikeye koyan bir ifadede bulunacaktır. Çeşitli şekillerdeki ibâdetlerde, namazlarda, zikirlerde veyahut tefekkür anlarında kullanılan kelime ve deyimler, atılan çığlıklar ve söylenilen sözler, ilahi aşkla dolu ve onunla sarhoş sufinin yeni bir âlemde gelişen seyahatinin açıklamalarıdır. İla¬hi aşkla kendinden geçmiş (sarhoş olmuş) sufî, anlaşılmaktan ziyade için¬de bulunduğu hali ifade etmeye çalışmaktadır. Yüce Yaratıcı'nın kâinat¬ta tecelli eden güzel adları, melekût ve ceberut âlemlerindeki kudreti, mutasavvıf, hayran bırakmış, bu idrâk ve müşahede onu kendinden ge¬çirmiştir. İşte bu yeni dil veya ifâde tarzı, bu halin tercümesidir, bu halin beşer lisanındaki ifadeleridir.
Elbette, bu tür yeni ifade tarzı, ait olduğu dili zenginleştirecektir. Nitekim, Türk, arap, fars dilleri bu yönden zenginlik kazanmışlardır. Diğer müslüman ülkelerin dillerinde de benzer zenginleşmelerin olduğu muhakkaktır. Zira kültür, girdiği yeni yerlerde varlığını devam ettirmek için lisanda yer kazanır. Bununla birlikte, dilde ne kadar çok ifade zen¬ginliği olursa olsun, ifade edilmeyen tasavvufi tecrübeler bulunacaktır. Çok derinden ve pek şiddetli bir tarzda hissedilen bazı hallerin kelime¬lerle ifadesi çok zor olabilir. O zaman, mutasavvıf edebi sanatlara, şiire veya musikiye başvurabilir. Nitekim, pek çok mutasavvıf, şiire onun musikisine, nağmelerine, timsallerine, serbest ifade tarzına, mecaz ve istiarelerine başvurmuşlardır. Duygularını, hislerini, kelimelerin sıkı mânaları içine sıkıştırmak yerine; şiirin serbest havasına bırakıvermek mutasavvıfların tercihi olmuştur. Ancak, ruhi bir yükselişle tatmin bu¬lan insanın gizli istekleri, bütün sınırları aşabilir ve kendini çerçeveleyen her şeyi kırıp taşabilir. Aşağıdaki mısralarda sergilenen Hallac taşkınlığı hundan başka bir şey midir?
"Ey beni O'nu sevmekle suçlayan, beni ne kadar sıkıştırıyorsun; kimden bahsettiğimi bilseydin beni ayıplamayacağına eminim".
Mutasavvıfın çerçeveleri kırıp taşan ifadeleri âdeta bir patlamadır. Bu, uzayın patlamasıdır. Onun için mutasavvıf şiire yönelir. Şiir veya musiki sanki bir emniyet sibobudur. Mutasavvıf çoğu kere tahammül sınırlarının üstünde sırlarla, hikmetlerle ve bunların tecellileriyle dolar. Bu manevî tecrübe ile, mutasavvıf ruhunun tahammül gücünü dener. Ke¬limeler, günlük lisan, bu yükü taşıyamıyorsa, o zaman şiir bu görevi üst¬lenir. O zaman şiir, maruz kalınan hâlin, sırların ve hikmetlerin tecellile¬rinin serbestce ifâde mahalli bulduğu, sergilendiği mısralar olur. İşte o za¬man, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın dudaklarından şu mısralar dökülür.
"Vasfı lisan seninledir, vasfedemem gönül seni
Nutku beyan seninledir, vasfedemem gönül seni
Her hünerin kemâlisin, her güzelin cemâlisin
Hüsn ile an seninledir, vasfedemem gönül seni".

Esasen, her şiirde, kelimelerin tam anlamıyla ifade edemedikleri ve gerçeği aşan derin bir mana bulunur. Arapçada, farsçada ve Türkçede bunun misallerini açıkca görmek mümkündür. Arapça, Hz. Peygamber¬den önceki eski arap şiirinin şaheser örneklerini taşır; farsca, şiire olan yatkınlığıyla Ömer Hayyam'ın meşhur rübailerini sinesinde bulundurur; ve nihayet Türkçe Ortaasya'dan beri ozanların ve aşıkların, hayal, rüya, hissiyat mahsûlü şiirleriyle dopdoludur.
Bir başka kitabımızda da ifade ettiğimiz gibi, tasavvuf bir öğretidir. Bu öğreti, asırlar boyunca nesilden nesile veya tasavvufa yeni girenlere eskiler tarafından nakledilerek günümüze kadar gelmiştir. Bu düşünce ve yaşayış tarzının asırları katederek bugüne gelişinde iki farklı yolun tesiri vardır. Bu iki yol, tasavvufî düşünceyi daima canlı ve yeni tut¬muşlardır. Bunlardan birincisi şeyhlerin, pirlerin ağızlarından nakledi¬len şeklidir ki, bu konuda tarikatlar büyük rol oynamıştır. Bu tarzdaki öğreti, genel olarak gizlilik kuralları içinde yol almıştır. Ama tamamen açık ve aşikâr olarak asırları aştığı dönemleri de olmuştur. Bu öğreti, kendisi, tarikat silsilesi veya zinciri içinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali veya Hz. Peygambere kadar çıkan bir bağlantının veya temsilcinin telkin ve tavsiyeleriyle gerçekleşmektedir. Böyle bir pir veya şeyhin ağzından işitilmeksizin ve onun murakabesinde gerçekleşmeksizin bu öğretinin bilinmesi mümkün değildir. Esasen makul de değildir. İslam dünyasının her tarafında kurulan, dergâh zaviye ve hangâhlar, bu öğretinin şeyhler ve pirler ağzından talimi için gerekli mahaller olarak ortaya çıkmışlar ve bu fonksiyonu ifa etmişlerdir. Her türlü baskı ve takibe rağmen, bun¬larda, sözlü ve tatbikî öğretim devam etmiştir.
Tasavvuf edebiyatında, mutasavvıfların hayatlarıyla ilgili pek çok Tabakât kitabı vardır. Bunlar, mutasavvıfların hayat hikâyelerini ek¬seriyetle efsanelerle, şaşırtıcı kerametleri, folklorik hikâyelerle ve fev¬kalade hallerle süslü olarak anlatırlar. Çok makûl ifadeler kullanılır ve hakikat anlatılmak istenirken bazan da, anlatılan şahsı yüceltmek için akılüstü tasvir ve ifade tarzlarına yer verilir. Böylece tarihi olaylarla ef¬saneler birbirine karışır. Hatta zaman zaman, ilahi bir olayı açıklamak için bu tarz sembolik küçük hikâyelere başvururlar. Tasavvufî öğretinin daha kalıcı ve tesirli olmasını sağlamak gayesiyle çok aşırı tarzda süsleme ve sembollere gidilir ve mübalağa en son sınırlarına ulaşır. Tezkiretü'l-Evliyâ, bu konuda bir misal teşkil edebilir. Çoğu kere, manevî, ruhanî bir olayı inandırıcı bir şekilde anlatmak gayesiyle başvurulan bu küçük hikâyeleri, tarihî hatalar olarak değerlendirip atıvermek, gerçekten de¬ğerli işaretlerden ve bilgilerden mahrum kalmak demektir. Zira bütün bu hikâyelerde, hakikaten doğru ve derin manalar ve işaretler bulu¬nabilir. Bu hususta önemli olan şey, mübalağalı bir tarzda, hatta makul olmayan şekilde anlatılan efsanevi olaylarda, kerametlerde, gizli veya batını bir hakikatin bulunabileceğidir. Bunlarda tasavvufî bir hakikat vardır. Onu bulup çıkarmak mümkündür.

Çeşitli tarzlarda, tasavvufî olayları dile getiren hikâyeler, çok yönlü olarak değerlendirildikleri takdirde büyük faydalar sağlayabilirler.

KAYNAK:

TASAVVUF TARİHİ
Prof. Dr. Hayranı ALTINTAŞ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ YAYINLARI No : 171


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 5 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye