Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî'ye Göre SEYR VE SÜLÛK
CAMİ'UL USÛL
BÖLÜM-V. TARİKATIN ESASLARI
V.l -SEYİR VE SÜLÛK
Bilesin ki; muhakkak ki seyir ve sülûk 40 gündür. Mürit bu sü¬rede, halvet ile beraber, tam bir ihlâsla mürşidin, Allah-u Tealâ’nın esmasından telkin ettiği zikri ile meşgul olur Zira Efendimiz (SAV) şu mealde buyurdu; "Kim ki 40 sabahı Allah için halis geçirirse, hikmet pınarları, kalbinden diline akar ve kaynar."
Bunu da en güzeli Şaban ayının 15. Gecesi başlayıp. Ramazan Bayramı gecesi çıkmaktır. Halvete girmek isteyen; elbiselerini, halvet yapacağı yeri ve bedenini yıkasın.
Gusül ederken, her türlü büyük ve küçük günâhlardan ve hatıralardan tevbe niyeti ile guslünü yapar. Üzerinde birinin hakkı varsa onu verir. Beraber olduğu kimselerden gıybet ettiği varsa, ondan rıza ve hoşgörü dileğinde bulunur.
Halvette, oturuşu bütün vakitlerde kıbleye karşı abdestli olsun. Buna girmeden önce ilmihal bilgilerini bilmesi gerekir.
5 farz olan, 1. Lâ ilâhe İllallah bilgisi, 2. Oruç, 3. Namaz, 4. Hac. 5. Zekât bilgisi.
Muhakkak ki Hak Teâlâ bunların tümünü kitapta emretti. İyi bil ki, işin esası "Lâ ilâhe İllallah" bilgisidir. Bunun ilmi; Allah'ın sıfatlarından vâcip, caiz ve müstahil (câiz olmayan) olanı bilmendir.
Bilesin ki; Pak hazrete vuslat 40 makamla olup, 10 tanesi şeriattadır. Beşi yukarıda zikredildi. Diğerleri; 1. Tevbe. 3. İlim, 8. Nikâh. 4. Dili korumak, 5, Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerdir.
İlerde geleceği gibi 10 tarîkatta; 10 hakîkatta, 10 da marifetle olmak üzere 40 makamdır. Târikin adımları, nefsin sınıflarını katetmekle aşılır. Sınıflar şöyle isimlendirilir: 1. Emmare, 2. Levvame, 3. Mülhime, 4. Mutmainne, 5. Radiye, 6. Mardiye, 7. Kâmile.
Nefis hangi sıfatla sıfatlanırsa onunla isimlendirilir. Meselâ, nefis şehvetlerle karşılaşır ve ona uyarsa, onun hükmüne girer. Emmâre (fenalıkları emredici) olarak isimlenir. Eğer bu işte sakin kalır, şeriata uymayı akıl eder; fakat şehvete meyil kendinde bakî kalırsa (arada günah işliyorsa) LEVVAME (Levm etmek, pişmanlık duymak) olarak isimlenir.
Eğer bu meyil nefisten giderse ve nefsin şehvetlerine karşı koyma gücü kazanırsa ve kutsi âleme yükselir ve ilhamlarla ilgilenirse MÜLHİME (İlham gelen nefis) olarak isimlenir.
Eğer nefsin ıstırabı sükun bulur ve şehvânî nefis kalmazsa esasa hakim oldu ve şehveti unuttu ise o zaman (İman da mutmain olmuş) MUTMAİNNE olarak isimlendirilir. Eğer bundan yükselir ve gözünden makamlar düşerse ve bütün isteklerinde fâni olursa (Allah’tan razı) RÂDİYE olarak isimlendirilir. Eğer bu hal, kendinde ziyadeleşirse, o zaman Hak ve halk indinde (Allah da ondan razı) MARDİYE olur. Eğer kulların irşadına döndürülür ve bununla emrolunursa (En olgun kâmil bir nefis) KÂMİLE diye isimlendirilir. Bu menzilleri geçmekten maksat, nefsin mutmain olmasına bağlı olan hakiki imanı elde etmektir ki, bu nefsten Hak razı olup kemâl derecesine ulaştırır.
Kalp siyaseti olmadan bu kemâl derecesine ulaşamazsın. Kalp siyasetini elde etmek, ilgilerden ve meşguliyetten boşalmadıkça kolay olmaz ve böylece de Mevlâ'dan gayrisi ile sıkıntıya düşmekten selamet bulursun Bunda selametin işareti (Allah'tan) gayriyi unutmaktır. Gayrinin şuuru devam ettiği sürece selâmetten uzaktadır ve zarara düşmeye yakındır.
Bu sebepten işini Mevlası'na teslim eden kimseye gayret etmesi gerekir. Tâ ki, insanı hakikî imâna götüren ve Rıdvân’a girmeye vesile olan nefsin mutmain olması kalp selâmeti ile olur ki onu elde etsin.
Sen bu makâma ulaştınsa, kâmil mürşid olmaya hak kazandın ve sana kemâl hasıl olmuştur. Hem ulaştın hem de ulaştırıcı oldun. Sana hidâyeti sebebiyle Mevlâ’na hamdet. (Evliyalığın ilk kademesi)
Allah’ın hizmetine müşahedesiyle meşgul olarak devam et ki, bu İHSAN makâmıdır. Ve Kâinatın Efendisi’nin sünnetine uymaya devam et.
Bilesin ki, Allah-ü Teâlâ, şüphesiz mahlûkatı, tâatı, ibâdeti ve irfanı için yarattı. Zira buyurdu: (âyet meali: “ben insanları ve cinleri ancak (Bana) ibadet etsinler diye yarattım.” İbadetlerin de en faziletlisi Allah’a ulaştırandır. O da sülûktur. Bunun için de kâmil, mürşid ve faziletli bir üstaz lazımdır. Zira bu öyle bir yoldur ki, gayıptır, hislerle anlaşılmaz; nefse muahlefet üzerine kurulmuştur. Görmez misin ki, doktorların çoğu, hastalandıklarında nefislerini tedavi etmekte, sahibine gizliliği dolayısıyle âciz kalmışlardır. O nefis ki, arkadaşlarının en sâdıkının görünümünde olan, düşmanlarının en zorlusudur. Onun için, “mü’min mü’minin aynasıdır” sözü geldi. İşte ehil mü’minin kardeşinden yardım istemesi onun işini sonuca ulaştırır. O da kardeşinin nefsindeki oyunlara hücum eder. Yalnız sadık (tam) bir teslimiyet gerekir. Bu sebepten bü¬yükler dedi; "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır." Zira Allah-ü Teâlâ'ya vuslat çok şerefli ve yüce olduğundan ve isteklerin en yücesine ulaştırdığından, her yönden engeller ve yok edici şeylerle kuşatılmıştır.
Sen bu tehlike ve yok edici şeyleri düşündüğünde, sâlikin kâmil bir mürşide, fazıl bir şeyhe ihtiyacı olduğunu da bilirsin. O da müritleri helak edici şeylerden korur ve onları sülûka irşat eder. Bu kimseyi sülûka sokmak da ancak kâmil bir delilin irşadı ile daha önce sülûka giren sâdık bir mürît vasıtasıyla olur.
Mürit, Allah'a yönelir ve maksadında da sadık olursa, Allah onu bu sebeple kâmil ve nasihatçi bir şeyhe ulaştırır. Onun hali ve bakışı müride gayret verir. Kelime ve sözleri ona fayda verir. Nitekim Mevlâna Ziyâüddin Hâlid Müceddidî böyle idi.
Necmeddin Kübrâ (KS) dedi: "Nasıl ki çekiç, örs, körük, kömür ve di¬ğer âletler olduğunda bir usta her şeyi yerli yerine koymadıkça bir şey vücuda gelmezse, işte böylece mürid kalbi şeyhin kalbine bağlanmadıkça, kalp aynası temizlenmez. Yine, itirazı terk, kaderden takdir olana rızâ; fetih ve kabz halinde şu mealdeki âyetin mânâsını düşünerek "bazı şeyler hoşuna gitmez, halbuki o senin için hayırlıdır..." ve kesinlikle Allah-ü Teâlâ, annenin çocuğuna merhametinden daha fazla merhametli olduğunu bilecek (böyle olunca muvaffâkiyet olur). Bilesin ki, kulun kendi nefsindeki işleri bilmesinde, şeyh müridin işlerinde müritten daha bil¬gilidir. Şeyhe bağlılık ve teslim olma her yönden en önemli şarttır.
Bilesin ki, sülûka girmeksizin tek başına cezbe, tarik-i müstakimde, Hakk’ın emirlerine uymak ve yasaklardan sakınmakta esasta hiçbir fay¬da ve sonuç vermez. Ancak sonucu aptallık ve cinnet doğurur. Halbuki selâmeti (gayesi) helak yerinden kafi surette uzaklaşmaktır. İşte şeyhsiz ve ilâhi cezbesiz olarak sülûka girip, emre uyup, yasaklardan kaçın¬mak işi de hiçbir fayda vermez. Ancak bunlar, ilim ve ibâdetten kendilerine gelene kanaat eden zahir âlimler ve âbidler sınıfına girmiş olurlar. İnsanlar da bunlardaki ilim ve ibadeti görerek onlara kıymet verirler. Ve överler. Halbuki bunların içleri riyâ, ucûb, kibir, haset, gurur, gaflet ve diğer kalp hastalıklarıyla dolu (olabilir).
Ama önce sâlik sonra meczup veya bunun tersi; bu her iki şahıs da Allah ehlidirler ve seçtikleridirler.
Meselâ bir sâlik meczup, âlimdir. Bildiği ile amel eder. Allah da onu bilmediği ilimlere mirasçı kılar. (Ayet meali): "Allah'ın senin üzerine ikramı çok büyük oldu..." Meczûp sâlik, amel ehlidir. Zira 40 sabah Allah için hâlisâne kulluk edene, hikmet pınarları kalbinden lisanına dökülür. Nitekim Allah-ü Teâlâ buyurdu: Âyet meâli) "Allah'tan korkun ki o sizi âlim kılsın…”
Bilesin ki, Şeriat-ı Muhammediyye, onda olan bütün meşru hükümleri düşünen ve bidatsız olarak meşru şekilde amel edenlere Cezbe-yi ilâhiyi elde etmeye sebeptir. Ama bid’atli olarak amel ise cezbeden uzaklaştırıcıdır. Bu sebepten bid’at kötü oldu. Masiyet işlemesiyle çirkinliği arttı.
Âyetler, hadisler, sahâbi, tabi'în ve evliyanın hayatları cezbe ve bayılma, korku ve ağıtla doludur. Allah-ü Teâlâ buyurdu: (Âyet meâli) "Ve Mûsa bayılarak yere düştü..." (Ayet meâli): "Biz bu Kur'an'ı dağa indirseydik, sen onu Allah korkusundan parçalanmış görürdün…" (Ayet meâli): "Okunan ayetler onların cildlerini ürpertir"
Efendimiz (SAV) şu mealde buyurdu: "Ey Allah'ım, korkmayan kalpten sana sığınırım…" Bazı sahabelerden bayılma, çok âh etmek şiddetli ağıt, kendini tutamamak, yere vurma sahih olarak vâki oldu ki bu ve benzerleri, kalp haşyetine işarettir.
Bu tâife (tasavvuf ehli) nefsi aynaya benzettiği gibi su pınarına da benzettiler. Ve yine nefisteki olan marifet ve ilmi, su pınarındaki duru¬ma benzettiler. Ve dediler ki pınarın suyu bazı kere derine gider ve suyunu ancak hafriyât çıkarır. Nefsi pınara benzetmek sahihtir. Zira nefse, Allah’a yemin gününde unutturduğu şey olan hakikat ve ilimlerden tecelli eder. Şimdi vehimler ve sebeplerle uğraştığından onlarla meşgul değildir. İşte pınar suyu nasıl derine indiğinde kazılarak bulunursa, hakikat ve ilimlerin Tecellisi de bunun gibidir. İşte mücahede kazması ve riyazet küreği ile su geri dönünceye kadar çalışılır. Bu fırka yani, tarîkat ehline, bunlara parlatma yolu da denir, bunlarda hastalığın esası nefistir. İyileştirilmesi en önce olan odur. Esas olan hastalık kesilirse, teferruatı birlikte kesilmiş olur. Tedavi, hastalığa ilacı sevk etmekle olur. Bu da ancak illetlin aslını bilmekle mümkündür.
Her cismâni derdin esası, mizacın bozulup etkide ve tepkide tabii akışının dışına çıkmasıdır. Her kalbî hastalığın esası da maksadın fesada uğramasıdır. Bunun da işareti, nefisten râzı olup etki ve tepkide şer’i ve hakikî ceryanın dışına çıkmasıdır ve hevâ ve bâtıl vehimlere uymasıdır. Bu da yakînde ve diyanetteki titizlikteki zayıflıktan doğmaktadır.
Nefsin ilacı, onu arzu ettiği noksan ve gafletlerden uzaklaştırmak, öyle ki bir daha aynı duruma düşmemek ve nefiste vaki olanlardan nefsi temizlemektir. Bu durumda birincisi takvâ ve istikâmetle olur ki nefis ondan hiç ayrılmasın. İkincisi tevbe ve inâbe ile olacak, böylece takvâ, istikâmet ve benzerleri kendine lazım olanlar nefiste tabii hale gelir. Cilâ ve parlatma yolu eskidir, Şeriat zamanından önce de vardı. Bu da nefis aynasının üzerine bir ilave yapılmadan parlatılmasıdır. Bu yine de vardır Ortadan kalkmaz. Lakin bazı kere halvet ile ıslah, terbiye yolu ve benzerleri ile olur. Bazen yalnız, esası muhafaza ile bazen de yalnız hürmeti muhafaza bazen yüksek himmet, azim kuvveti ve cezm ile; bazen telâkki ve ilkâ (telkin yolu ile) olur. Bu işler ebediyete (kıyamete) kadar devam edecektir. Yalnız bu zamanda nefsin ıslahı yok oldu. Netice olumsuz oldu. Bu da apaçık gözüküyor.
Bazı meşâyıhımız dediler ki; 824 Hicri senesinde nefis ıslah işi ortadan kalktı. İfade ve İlm-i Halden başka bir şey kalmadı. Sen ziyade ve noksan etmeksizin sünnete uyma yolunu tut. Yani Ehl-i sünnet yoluna sadakatla tutun. Bu yol, kemali elde etmekte eksiksizdir. Zira ilk gayeleri, nefisteki kemale fazlasız olarak ulaşmaktır. Halbuki diğer yolda kesbi elde ederken, birikmiş olan şeyleri de beraber götürür Mefâhiril-Aliyyede’de bu mevcuttur.
Zât ve sıfat ilmi, yani tevhit ilmi ve bunu elde etme yolu, şüpheli ve müşkil olanlara girmeksizin kitab ve sünnetin maksadını koruyarak, inanç mezhebinin ifadelerini tahkik etmekle olur. İmkân olan şekilde mezhebin delillerini alır. Bunlara iki gözü önünden delil ve şahitleri ayırmaksızın devam eder ki, ta ki tevhidin hakikat ve yakînine ulaşsın. Yine bunun gibi, fıkıh, fetva, tefsir ve hadiste de aynısını yapar. Ama bir kimse ki onun görüşü genişleyerek öyle bir duruma gelir ki artık hüküm bu halde onlara yönelir. Kim ki, ilm-i halini (mezhep) imamların hükümlerinden alırsa nûrunu onlardan almış olur. Yine eğer ehil ise kitap ve sünnet hükümlerinden alan da böyledir. Âlim olamayan için hadis ile amel, hataya düşürücüdür, ilimsiz hadise uymak, hidayeti kaybettirir. Onun için geçmişin görüşünü ihmal eden imam bulamazsın. Bilhassa onların eserlerine uyarlar. Kitaba ve sünnete tâbi olan ve bu ikisini de anlayan kimse bizim demek istediğimizi bilmiştir.
CAMİ'UL USÛL
Müellif: Ahmed Ziyaüddin (K.S.) Gümüşhanevi Mütercimi: Hüsameddin Fadıloğlu
s.279-283
İstanbul-2007
|