ŞERİAT-TARÎKAT-MÂRİFET- HAKÎKAT ( MÂRİFET-İ İLÂHİYYE TARÎKAT-I ALİYYE) | ERENKÖYLÜ MUHAMMED HİKMET EFENDİ Tasavvufun bir çok tarifleri vardır; bu tariflerin en kısası “tarîk”dir. Yani tasavvuf Allah (c.c)’na giden dosdoğru bir yoldur. Her gidilen yolun sonunda bir gaye vardır. Tasavvufun gayesi ise kalp tasfiyesi ve nefis tezkiyesinden sonra kulu Allah'a vâsıl etmektir. Buna marifet ve hakîkat yolu da denir. Bu yola çıkan yolcu, yolculukların en güzeline çıkmış olur. Seyr-i sulûkte hedef hayvanî ve nefsânî bütün mezmûm sıfatlardan birer birer temizlenmektir. Bundan başka fâni ve nefsani hayatta büyük müsibet diyebileceğimiz hadiselerin en müşkil olanlarına bile her zaman tevekkül ve teslimiyet ile hazır bulunmak lazımdır.
Şeriat ile Hakîkat arasındaki fark şudur: Şeriat peygamber vasıtasıyla gelen ve mükellefiyeti anlatan hükümlerdir. Hâlbuki hakîkat tarif vasıtasıyla gelmiş hükümlerdir. Şeriatı, hakîkat teyit eder; hakîkatı, şeriat şarta bağlar. Hemen her vecihten şeriat hakîkat ve hakîkat şeriattır. Bununla beraber tasavvuf ehlince ikisinin arasında fark vardır ki şöyledir: Şeriat Rasûller vasıtasıyla gelir hâlbuki hakîkat vasıtasız bir takril (delilin müddeaye mutabakatı) dır. Şeriat demekle emirlerle yasaklara işaret edildiğide vakidir. Hakîkat demekle insanın kalp gözündeki perdenin açılması kastolunabilir. Şeriat fiillerin ve amellerin varlığı ise, hakîkat iç âleme ait hallerin müşahedesidir. Şeriatı tatbik edersek nefsin heva ve hevesinden kurtuluruz. Hakîkat ise, kulun hakkel yakîn Allah’a vuslatıdır. Şeriat ilmin şartlarını yerine getirmek, hakîkat hükmün galebelerine teslim olmaktır. Şeriat Rabbin kullarına hitabıdır, isbat edilecek şeyi açıklamak ve buna ait delili ileriye sürmek üzere yaratanın kullarına emir ve nehy sûretiyle bildirdiği kelamdır. Hakîkat ise, kendisini sevenlere tahsis buyurduğu lütuf ve ihsanıdır.
Şeriata Allah’ın emirleri ve yasakları, hitap ve kelamı, hakîkate tarifi ve hükümleri de denilmiştir. Şeriat Allah (c.c)’na kulluk etmek ve hakîkatte onu müşahede etmektir. Şeriat “O”nun daveti ve hakîkat ise “O”nun kendisine yaklaştırması, meveddeti ve muhabbetidir. Cenâb-ı Hak şeriat ile hakîkati bir çok âyetlerde bir araya getirmiştir ki bunlar şu cümlelerdendir:
لِمَنْ شَاءَ مِنْكُمْ اَنْ يَسْتَق۪يمَ “Sizden doğru yolda gitmek isteyenler için de” [1] işte buradaki istikamet yolu şeriattır.
Bir diğer âyet: وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ين “Alemlerin Rabbı Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz”[2] bu da hakîkatin delilidir.
Diğer bir âyet: اِيَّاكَ نَعْبُدُ “Rabbimiz! Ancak sana kulluk ederiz...” [3] işte burada şeriatı korumak vardır. Başka bir âyet daha:
وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ “...ve yalnız senden medet umarız” [4] burada ise hakîkati ikrar vardır.
Hâlbuki “Ancak senden yardım dileriz” sözünde de her işi ondan görmek ve kendisine yapılan ibadeti yine kendisinin müsahhar kılışına ve yardım etmesine borçlu bulunmak manası var. “Ancak sana taparız” âyetini “senden başkasına tapmayız ve sana ibadetimizde senden gayrisini ortak yapmayız” manasına alanlar vardır ki; bu makam şeriatındır. “Ancak senden yardım dileriz” âyetinde “Nefsimizden ve çevremizden değil yalnız senden yardım dileriz.” Manasına alanlar vardır ki bu da hakîkatin makamıdır. “Ancak sana taparız” ebrarın “Ancak senden yardım dileriz” ise mukarrebûn olanların makamıdır. Ebrar’ın ayakta durması Allah (c.c)’nadır ve mukarrebûnun ayakta durabilmesi de Allah’tandır. Birincilerin ameli, Allah içindir ve ikincilerin ameli ise Allah iledir. Allah için amel sevap, Allah ile amel kurbiyet (Allah (c.c)’na yakınlık) kazandırır. Allah için amel ibadetin tahakkuk ettirilmesini Allah ile amelde iradenin tashihini icabeder.
Allah için amel her âbidin nâatı (güzel vasfı)dır. Allah ile amel ise, her kâsidin (nakıs olanın) nâatıdır. Allah için amel İslâm'ın zâhir hükümlerini tatbik etmektir; hâlbuki Allah ile amel batınî din hükümlerini yerine getirmektir. Hakîkate tutunmakla şeriata uymaktan müstağni kalacağını zannedenler doğru yolu şaşırmış ve şaşırtmış kimselerdir. Bu verdiğimiz izahlardan anlaşıldı ki önümüze çıkan sebeblere bakarak hüküm vermek, emri ve nehyi gözetmek kulun kulluğunu yapması ve şeriate uyması demektir. Nitekim Allah’ın zâtı hakkındaki hikmetinin tevhid ve hakîkat olduğu anlaşılmıştır.
Şu halde hakîkat şeriatın iç yüzüdür ki iç yüzü bir şeyin dış yüzünden müstağni kalmadığı gibi dış yüzü de iç yüzünden müstağni kalamaz. Bu dıştan içe geçiş yolu, “Tarîkat”dır. Yani şeriattan mârifete ulaşmak tarîkatla mümkün olur. Mârifet ise, bu yolların neticesinde vuslata erenlere Allah'ın lutfettiği ledünnî ilimdir. Bilki mârifetin neticesi hakîkattir.
Şeriatı yaşarsak verâya en yakın amelleri yaparsak tarîkat meydana çıkar. Eğer tarîkatı tatbik edersek mârifete ulaşırız. Marifetten sonra hakîkata vasıl olunur.
Bunu idrak etmekle de hakîkat zuhur eder. Hülâsâ, gerçeğin ta kendisi olan İslâm dinini cihanşümul “Vahdet” hakîkatine Şeriat-Tarikat-Mârifet ve Hakîkat kademeleri ile erişilir. Şeriatta bilerek yemek, tarîkatta gıybette bulunmak ve hakîkatte masivayı (Allah’dan gayrisini) hatırından geçirmekle oruç bozulur. Hakîkatin sırlarına ancak şeriatın yani Kur’an ve Sünnet’in emrettiği amelleri yapmakla vâkıf olmak mümkündür. Zira şeriata aykırı düşen her tarîkat küfürdür. Kur’an ve Sünnet’in teyit etmediği her hakîkat ilhat ve zındıklıktır.
Necmeddîn-i Kübrâ şöyle buyurdu: Şeriat gemi gibidir, tarîkat ise, deniz. Mârifet de denizdeki inciye ulaşmanın ilmidir, hakîkat ise o incinin kendisidir. İnci ise rıza, cennet ve cemalullahtır. İnci tâlibi gemiye binecek ve denize açılacaktır ki inciye kavuşsun.
Ehl-i Hakîkat indinde kurbiyyet kulun bütün arzu ve sıfatlarını Allah’ın iradesinde ifnâ edip fasılasız tecelliyata müstağrak bulunmasıdır. Kurb ne yukarı çıkmak, ne de aşağı inmektir. Allah (c.c)’na kurbiyyet kibir ve enâniyetten külliyen kurtulmaktır. Çalışmakla kimse Allah (c.c)’na vasıl olup muradına eremedi. Fakat vuslata erenler yine çalışanlar oldu. Edep ve ihlâs içinde kemal derecesine geçmek ilim ve amelledir. Mutlak vâhidi müşahede ancak farzdan sonra nâfile ibadetlerin yapılmasıyla tahakkuk eder.
Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı mahlukatın içerisinde en yüksek tecellisine mazhar olmak şerefi insana nasip olmuştur. Bütün mevcudat insan için yaratılmıştır. O’nun şeref-i kudûmuna âlemler yaratılmıştır. Hakkın in’âmı hakîkatin izahı ona arz olunmuştur. O mazhar-ı kün ve nüshâ-i kübrâdır. Netice olarak salih insanların boyası ile boyanmak, halleriyle hallenmek ziyaları ile ziyalanmak lazımdır.
Her türlü zan ve şüpheden âri dalalet ve bidattan hâli burhan ve hüccetlerle kavî bir imanla hakka bağlanmak ve halis bir niyete sahip olmak insanı felaha erdirir.
Tasavvuf ilmi kişiyi gerçek fikir cevheriyle bil-fiil yetiştiren İslâm ve irfan medreseleridir. Bu ilm-i celâlin müntesipleri olan ürefa-i ârifîn, keşfe dayalı tarz-ı talim ve terbiye-i telakkî eylerler. Onların usülleri kuru bir sözden ibaret değildir. Terbiye ve tehzib-i ahlâk hususunda takip ettikleri bir edep yoludur.
Tasavvuf Allah (c.c)’na fart-ı muhabbet ve terk-i davadır. Zikr-i dâimî, huruc-ı masivaullahtır. Tasavvuf: Menşe-i adâb-ı erkân-ı şeriattır. Kimyâ-i feyz, iksir-i hakîkattir. Gurfe-i bahr-i şuhûd, Rabb-i izzettir; Zât-ı ef’ali, sıfat-ı Hakk’ı bilmektir. Terk-i kesrettir, kemâl-i mahz-ı rahmettir. Meşrik-i dîlden doğan şems-i hakîkattir. Hayret-i efzây-i tavâf-ı kâbe-i dîldir. Tasavvuf, şems-i tâbân, bedr-i kamer, nur-ı hikmet, cezbe-i ismet-makam-ı hayret ve kemal-i ru’yettir. Hülasa tasavvuf terk-i terktir, terk-i niyettir, teslimiyet ve edeptir.
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: اِلَّامَنِارْتَضٰىمِنْ رَسُولٍ فَاِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ رَصَدًا “Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.”
[5]
Allahu Teâlâ Peygamber-i Zîşân efendimize bazı gaypleri, sırları bildirir tâki onun gaypten haber vermesi kendisi için bir mucize teşkil etsin diye. Müfessirlerin beyanına nazaran Mu’tezile görüşüne sahip olanlar bu âyete istinaden evliyaullahın kerametini reddederler ve keramet câiz olsaydı velinin gaybı haber vermesi câiz olurdu; bu ise, ancak Cenâb-ı Hakk’ın beğenip seçtiği peygamberlere mahsustur derler.
Hâlbuki âyette vâki olan selb, umûmîdir. Allahu Teâlâ herkesi her gaybine muttali kılmaz demektir. Bu bazı gaybleri dilediğine izhar buyurmasına asla mâni değildir. Bununla beraber evliyaullahtan harikulâde şeylerin zuhûru da yine peygambere muzâftır. O’nun mucizesinin isbâtıdır. Çünkü veli ancak muhabbet-i Rasûl vasıtası ile mazhar-ı keramet olur. Veliyullah demek Allahu Teâlâ’yı ve O’nun sıfatlarını mümkün olabildiği kadar bilen; taatlerine müdâvim olan, masiyetlerden ve dünyevi lezzet ve şehvetlere dalmaktan ictinap eden ve bütün bunlarla beraber mensup olduğu Peygamber uğrunda herşeyini feda eden bir zât-i kudsîyyü’l-sıfattır.
Onun kerametinde peygamberlik davası yoktur. Bilâkis peygamberin mucizesini teyit ve isbat vardır. Evliyaullahın kerametleri peygamberlerin mucizeleri hep ceberût âlemindendir.
Vehb bin Münebbih şöyle rivâyet eder: Havârîleri İsa (a.s)’a sormuşlar: “Ey Ruhullah, evliyaullah kimlerdir?” Buyurmuş ki: “Onlar o kimselerdir ki insanlar dünyanın zâhirine bakarlarken onlar bâtınını görürler. İnsanlar dünyevî ve acil muradlar isterlerken onlar gelecek ahiret muradını isterler de ölümü daima hatırlarlar.”
Diyanetinde muhik (haklı) olmayan, kalbiyle ve diliyle Allah’ın Peygamberini ikrar ve onun bütün emir ve nehiylerine itaat etmeyen bir kimse veli olamaz. Hatta o istiklal iddiasında bulunur da peygambere tâbi olmazsa yalancıdır. Ondan zuhura gelen şeyler de istidracdır. Keramet değildir.
Peygamberlerden zuhura gelen hârikulade şeylere mucize; evliyaullahdan zuhur eden olağanüstü hallere keramet denir.
Mârifetullaha talip olmuş din kardeşlerim bilmiş olsunlar ki, sâdât-ı nakşibendiye (k.s) esrârehumu’z-zekiyyenin itikâdı ehl-i sünnet vel cemâat itikadıdır. Sâadat-ı izâmın tarîkının menbaı şeriat-ı Muhammediyenin ve sünnet-i seniyyenin ahkamını hıfz üzeredir.
Bu hususta gavs-i Samedânî, kutb-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî, Şeyh Ahmedü’l-Fârukî (k.s) hazretlerinin şöyle buyurdukları vechile:
“ Ey İhvân-ı Din! Malumunuz olsun ki, bizim tarîkimizde İslâm adabından bir edebe riâyet etmek, yahut bir kerâhatten kaçmak velevki kerâhet-i tenziye de olsa zikirden, fikirden mürakebeden ve teveccühden bir kaç mertebe daha efdaldir. “Evet edebe riâyet ve kerahatten ictinap ile beraber, zikir ve fikirde birlikte bulunursa o zaman nurun alâ nûrdur. Fevz-i azîme nail olur. Allah (c.c)’na ubudiyyete devam etmezse bu şerefe nâil olamaz. Zirâ Cenâb-ı Hakk’ın insanı yaratmasından muradı, insanın Allah (c.c)’na ubudiyyet vazifesini ifa etmesi içindir. Fakat bidâyette aşk ve muhabbetin insana taallûku Cenâb-ı Hakk’a karşı kulun işlediği masivadan alakasını kesmek içindir. Çünkü aşk ve muhabbet maksûd-ı asli değildir. Belki ubudiyet makâmını tahsil içindir. Bir insan, mâsivadan alâkasını kesmedikçe Hak Teâlâ hazretlerine tam manasıyla kul olamaz. Aşk ve muhabbet ise, bu alâkayı kesmeye vesile olur. Buna binâen ubûdiyet velâyet mertebelerinin nihâyetidir. Ubûdiyet’in üstünde makam yoktur. Bu saadet-i azîme ise, cezbe-i ilâhî ve sulûk tarikiyle manevi terbiyenin husuluna tevakkuf eder.”
Arif-i billah şeyh Ebû Ali Ed-Dakkâk buyurdu ki: “Kendi kendine biten bir ağacın meyvesi olsa da cılız ve lezzetsiz olur. Âdetullah öyledir, sebebsiz bir şey olmaz. Nitekim tevâlüt ve tenâsülde anasız babasız olmaz. Gerçi cezbe-i ilâhî, ilm-i ledünnî ve fıtrat-ı kudsiye ile kalb-i selîme vasıl olmuş olanlar varsa da nadirattandır. Ahkâm-ı din ise, ekser ve agleb (galip) üzerine mebnîdir.
Rivâyet olunur ki sahrada İmâm Gazâlî üzerinde yamalı bir hırka, elinde bir asa ve bir ibrikle görülmüş ve kendisine: “Yâ İmâm Bağdat’ta ders okutmak bundan efdal değil midir?” diye sorulduğunda gadapla bakıp ve buyurmuştur ki: “İrâdet feleğinde saadet ayı tulû edip akıl güneşi vuslat ve ferrine meyl ettiği için böyle oldu.”
Ulûm-ı şer’iyye ve hakikiyyede mütekemmil olan Şeyh Abdül-vehhab-ı Şa’rânî,Meşârıku’l-Envar-il-Kudsiyye fi’l-Uhudi’l-Muham-mediye’sinde nakleder ki; Kalbi huzûr-ı ilahiyeye duhulden men eden sıfat-ı mezmümeden halas edecek bir şeyhi, mürşid ittihaz etmek vaciptir, diye icmâ ve ittifak vâkidir. Şeyh denilince ârif, âlim, kâmil mükemmil bir zât-ı kudsiyyi’l-sıfat hatıra gelmelidir. Bu evsafı hâvi hakiki şeyhin tarifi kitabımızın muhtelif yerlerinde mevcuttur.
Ey kardeş ! Malumun olsun ki müridleri kendine intisaba çağıran sahte şeyhler çoktur; lâkin iradesinde sâdık ve imanında samimî mürid de çok azdır. Şunu da iyi bil ki; halkı Cenâb-ı Hakk’a vasıl kılan Cenâb-ı Hâlık’ın fiilinden başka bir şey değildir. Herşey ancak O’nun iradesi ile mümkündür. Hakiki şeyh, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine hakkıyla inkıyad ve Rasûlullah’ın sünnetlerine tam ittiba edendir. İşte buna binaen Ebû Bekir Es-Sıddîk (r.a): “Ey İnsanlar! Ben Allah (c.c)’na ve Rasûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat edin, ben isyan ettiğim vakit, siz bana itaat etmeyin” buyurdular.
Bir mürid Allah’ı talepte sâdık olmazsa bin mürşidi olsa Hakk’a vâsıl olamaz.
Bir mürşid de Kur’an’a ve sünnete kâmil mânâda tâbi değilse bin müridi olsa dâhi bir müridi Hakk'a vasıl edemez.
Sultanü’l-Enbiya sallallâhu aleyhi vesellem Efendimiz Hazretleri ekmel-i mürşidîn olduğu ve insanların hepsini aynı akvâl ve ef’âliyle irşad buyurdukları halde, bazıları sâdık ve ihlâs sahibi olduklarından Hakk’a vasıl oldular. Bazıları ise, kâzib (yalancı) olduklarından münafık oldular. Bir kısmı da Hakk’tan yüz çevirdiklerinden dolayı helak oldular. Zira Cenâb-ı Hak dilediğini doğru yola iletir.
يَهْد۪ى مَنْ يَشَاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ “...O dilediğini doğru yola iletir” [6] âyeti buna delildir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Tekvir Sûresi, Âyet 28 [2] Tekvir Sûresi, Âyet 29 [3] Fâtiha Sûresi, Âyet 5 [4] Fâtiha Sûresi, Âyet 5 [5] Cin Sûresi, Âyet 27 [6] Bakara Suresi, Âyet 142
|