MURÂKABE VE TEVECCÜHMÂRİFET-İ İLÂHİYYE TARÎKAT-I ALİYYE
ERENKÖYLÜ MUHAMMED HİKMET EFENDİ
Murâkabe kelimesi mufâale babındandır.
Mânâsı: Allahu Teâlâ’nın kulunu görüp gözetmesi ve kulun Allahu Teâlâ’yı hiç unutmadan zikretmesi, kendisini görüp gözettiğini bilmesi ve tefekkür etmesidir.
Cenâb-ı Hakk, Kâdir-i Mutlak şöyle buyuruyor:
اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَق۪يبًا“...Şüphesiz Allah sizin üzerinizde görüp gözetleyicidir.”
[1]
Yine Cenâb-ı Hakk buyurmuştur ki:
وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ رَقي۪بًا “...Allah her şeyi görüp gözetir.”
[2]
Murâkabe kalbin, zât isminin mânâsına tam iman ederek buna dalması ve kendini yok bilerek buna devam etmesidir, hiç bir an Allah’tan gâfil kalmamasıdır.
Ehlullah buyurdular ki: “Murakâbe kelime manası itibariyle bir şeyi karşılıklı olarak gözetlemek demektir.”
Murâkabe Allah (c.c)’na vâsıl olmak için müstakil bir yoldur.
Hakîkat tâlibi bilmelidir ki Cenâb-ı Hak her an onun halini görmektedir ve her an onunla beraberdir.
Teveccüh ve murâkabe, nefyü isbattan yüksek ve üstündür. Cezbeye daha yakındır.
Sâlik murâkabeye devam sayesinde vezâret mertebesine varır. Ona mülku melekûtta tasarruf müyesser olur. Gönüllerden geçenlere müttalî olur. Bâtını hidâyet nurlarıyla nurlanır. Kim murâkabeye devam ederse gönlü daima derli toplu olur ve kalbi daima Allah (c.c)’na yönelik olur. Bu hale büyükler “Cem” ve “Kabul” derler. Başka bir ifade ile “kün meallah velâ tübalî” yani her an Allah’la beraber olma neş’esi.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَس۪يتَ وَقُلْ عَسٰى اَنْ يَهْدِيَنِ رَبّ۪ى لِاَقْرَبَ مِنْ هٰذَا رَشَدًا
“Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Unuttuğun zaman Allah’ı an ve “Umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir” [3] de.
Âyet “Allah’tan başkasını unutup gönlünden çıkardığın zaman, sonra zikrederken zikrini unuttuğun zaman, sonra Hakk’ı zikrederken kendini unuttuğun zaman, Rabbini zikret” diye tefsir edildi. Başka bir ifade ile de:
Ey Ârifân! Ender cihan ezcâri terk, terk-i dünyâ terk-i ukbâ terk-i hestî terk-i terk
Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem buyurdular ki: “İmanın efdâli nerede olursan ol Allah’ın seninle beraber bulunduğunu yakînen bilmendir.”
[4]
Sâlik kendini ve gaybet halini unuttuğu zaman bu hâl fenânın fenâsıdır. Yani fenâ hâlinin de ortadan kalkmasıdır. Denildi ki: Fenâ mertebesine varan tekrar beşerî sıfatlarına döner. Fenâ hâlinin başlangıcı görüldüğü zaman sâlik hakikî bir tefekkürle ve diliyle “Lâ ilâhe illallah” zikrine devam etmelidir. Bu zikrin en az miktarı bir gece ve bir gündüzde beşbin adettir.
Sâlik fenâ-tam haline vasıl olmakla velâyet-i suğra derecesine ulaşır, yani veli olmak için ulaşılması gereken ilk noktaya varmış olur. Velâyet-i kübra derecesine sâlik, bundan sonra vasıl olabilir. Bu da bekâbillâh mertebesidir. Bundan sonra nafile namazlarla meşgul olur. Bu Allah’ın bir fazlıdır ki dilediğine verir. Allah’ın fazlı büyüktür.
Sözü edilen merhaleler, kolay ulaşılabilir zannedilmemelidir; bunlar uzun ve yorucudur, ehline malumdur. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
“...Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi vâsîdir.”
[5]
Rasûlullah sallallâhu aleyhi vesellem Efendimizin Buhârî, Müslim ve diğerleri tarafından Hz. Ömer (r.a)‘dan rivâyet edilen sahih hadislerinde, Cebrâil aleyhisselamın:
“İhsân nedir?” sualine vermiş oldukları cevab-ı Nebevîlerinde: “İhsân, Allahu Teâlâ’ya O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüp gözetmektedir” buyurmuşlardır.
Hidâyet-i hakîkîye mazhar olan mümin her an bu duygu ve şuur içinde bulunmak ve bütün hayatını bu inanca göre tanzim etmekle beraber kendisinde yakîn hâli zuhur eder; bu vesileyle de vuslat-ı ilâhiyeye nâil olur.
Allahu zül celâl ve kemâl hazretleri Fecr Sûresinin 14. ayetinde bu meyanda şöyle beyan eder:
اِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِ“Muhakkak Rabbin (her an) görüp gözetlemededir.”
[6]
Murâkabenin SafhalarıMurâkabenin edep ve usûlünü gösteren âyet ve hadisler muvâcehesinde kabiliyeti bulunan ruhânî latifelerimiz ancak ard arda yapılan murâkabelerle kurb-ı ilâhiyeye mazhar olabilirler.
Sâlik murâkebe-i ahadiyyetten maiyete, maiyetten akrabiyyete, akrabiyyet-ten muhabbete, muhabbetten vahidiyyete kadar uzanan hakîkat yoluna da nâil olabilir.
Zira bunları ancak ehli olanlar (seyr-i sülûkun sonuna gelmiş maneviyatı yüksek kimseler) anlarlar. Murâkabe ile meşgul olacak kimse temiz bir yerde taharet-i kâmile ile oturmalı ve bütün mevcûdatı arşdan ferşe kadar âsumânın fâni olduğunu düşünüp yok farz etmeli. Allah’tan başka herşeyi hâtırından tecrit etmeli. Hak celle ve alâ hazretlerinin ahadiyyetini tefekkür etmeli. O zatı zülcelâli noksan sıfatlardan münezzeh bilmeli, havâtır hücum edecek olursa nefyü isbat zikri ile meşgul olmalı ve o havâtırı def etmeye çalışmalı. Allahu Teâlâ ile devamlı huzurda olmaya gayret göstermeli. Gaflet ehlinden uzak kalmalı, dilinden istiğfarı eksik etmemelidir.
1- Ahadiyyet murâkabesiİhlâs-ı şerif sûresinin manası düşünülerek yapılır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ `اللّٰهُ الصَّمَدُ `لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ ` وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
“De ki: O, Allah birdir. Allah Sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.”
[7]
Vâhid, Cenâb-ı Hakk’ın sıfat isimlerindendir. O takdirde manası şudur. Esma ve kemal sıfatlarında ona hiç bir şeyin eş olması mümkün değildir. Aynı manadaki Ehad de O’nun zât ismidir. Bu tevhidin kât’i ifadesidir. Tevhid ehli hakîkat dilinde Allah’ın zâtının tasavvur, tevehhim ve tahayyül edilen her şeyden münezzeh olduğunu bilir. Bu üç merhale yakîn hâli ile, Rububiyyetini ve birliğini ikrar etmekle bilinir.
Tevhidin üç mertebesi vardır.
Tevhid-i Ef’al: Varlıkta Allah’tan başka hakîkî bir müessir olmadığının hakîkatine ulaşmak. Bu birinci ve edna mertebedir. Alâmeti tam bir tevekküldür.
Tevhid-i Sıfat: Bütün kudretleri ve ilimleri Allah’ın şamil ve mutlak kudret ve ilmi içinde mustağrak ve muzmahil görmek; her kemalin onun cemâl nûrundan bir parıltıdır diye kabul etmektir. Bu mertebe birincinin üstündedir.
Tevhid-i Zât: Allah’ta istihlâk ve fenâ bulmaktır. Artık bu makamda bütün işaretler ve ibâreler yok olur. Bunun ifadesi şudur: Lâ mevcûde illallah yani; Allah’dan başka var olan hiçbir şey yoktur.
2- Maiyyet murâkabesiHadid Sûre-i Celilesinin 4. âyetinde:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَاكُنْتُمْ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
“...Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”
[8]
Umumî sûrette ilmu kudreti, hususî sûrette fazlu rahmeti herşeyi ihâtâ etmiştir. Allah yaptıklarınızı görür cümle-i ilâhiyyesinin manası mülâhaza edilerek yapılır. Âyet-i kerîmedeki bu beraberlik zâta ve zamana müteallik bir beraberlik olmadığı gibi, hulûl ve ittihad yoluyla da değildir. Aksine bütün zuhûr mahallerinden şimşek ziyâsı gibi, sadece zuhûr sûretiyledir. Yani Hazreti Allah bütün işlerimizi ve her halimizi bilmekte, görmekte ve vâkıf bulunmaktadır. Göklerde ve yerde mevcut bulunan her şey O’nun kendi mülküdür. Herkese iyi veya kötü ameline göre karşılık vermek O’nun hakkıdır. Bu âyet-i celîleyi bildikten sonra halktan birinin yanında çirkin bir fiili yapmaya cesaret edemeyenlerin yüce Mevlanın huzurunda ne cesaretle o çirkin hareketi yapmaya teşebbüs edebilecekleri hayret verici bir husustur. Zâkir nefyü isbat zikrini yaparken nefesini hapsederek zikredilen ile huzura varmalıdır. Sâlik her nerede olursa olsun kalbi her an Allah ile huzur halinde bulunmalıdır. Bu bakımdan teveccüh, murâkabe ile aynı manaya gelir. Bunun bir başka manası, kalbi, zat tecellisini, müşahedeye her an uyanık tutmaktır.
Zikirden hasıl olan huzur, murâkabe, sohbet ve râbıta, teveccüh aynı manaya gelir. Bundan hareket ederek diyebiliriz ki huzur, zât-ı ehâdiyyetin nurlarını müşahede etmektir. Bunun için keyfiyeti değişiktir. Çeşitli şekillerde zuhur eder. Onu havassdan başkası bilmez.3- Akrabiyyet murâkabesi Bu murâkabede Kaf sûre-i celilesinin 16. âyeti olan:
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَاتُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”
[9]
Cümle-i sübhânîsinin mânâsı tefekkür edilir. Akrabiyyet ism-i şerifi en yakın olanın huzuru, huzurların en yücesidir. O huzur keşif ehli için zât iledir. Bu huzurun sahibine, en yakın olanın kulu ve yakının kulu denilir. Çünkü o aziz ve celil olan Allah bize habl-i veridden (şah damarı) daha yakındır.
Cenâb-ı Hak:
وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادى عَنّ۪ى فَاِنّ۪ى قَر۪يبٌ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ى وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ى لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
“Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit duasına icâbet ederim. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar” [10] buyuruyor.
Başka bir âyet-i celîlede ise:
اِنَّهُ سَم۪يعٌ قَر۪يبٌ“...Şüphesiz O, işitendir, yakındır” [11] buyurmuştur.
Peygamber efendimizin haber verdiği gibi arşdan dünya semâsına inişiyle yakındır, daha yakındır. Çünkü Allah, biz nerede olursak bizimle beraberdir. Onun için yakın, daha yakın isimleriyle isimlendirilmiştir. O bize bizden daha yakındır. Çünkü habl-i verid bizdendir. Ve damar bize bitişiktir. O ise ondan da yakındır. İşitmemiz, görmemiz, ayağa kalkmamız, oturmamız, istememiz, hükmümüz onunladır, bu hükümler ise, habl-i veridde yoktur. Çünkü bizde habli veridin gayesi diğer damarların durumu gibi hayat hükmünün akışı ve kanların yolu olmasından ibarettir. Sonra Allahu Teâlâ bize de kendisine yakınlığı emretti; çünkü biz onun aciz kullarıyız. İstediğini ihya eder dilediğini de imha eder.
Murakabe, huzur-ı kalp ve tam bir ihlâs ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmayı arzulayan bahtiyar bir kul için vesiledir.
4- Muhabbet murâkabesiBu murâkabede Maide sûre-i celilesinin 54. âyetinde geçen:
يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ“...Allah onları sever onlar da O’nu (Allah’ı) sever...”
[12]
Cümle-i Rabbaniyesinin mânası tefekkür edilir. Muhabbet murâkabesi görüp gözetici olan Allahu Teâlâ’ya kalbin kâmil mânada muhabbet etmesiyle olur. Çünkü Allah kullarını görüp gözeticidir. Bu murakabede kul “Allah’ın emirlerini layıkıyla ifa ediyor mu yoksa bâtıla mı meyl ediyor” diye Rabbin o kalbe muttalî olduğunu ve onu her an gördüğünü bilir.
Sıddıkların kalpleri zülcelâlin mülâhazasına dalar, O’nun heybetinin altında münkesir olur. Kalplerinde O’ndan başkasına sevgi ve muhabbet için asla yer kalmaz. Onun dış uzuvları yasakları işlemek şöyle dursun görüşüp konuşmaya dahi iltifat etmez. Onlar uzuvlarını sünen-i sedad üzere hıfz etmede bir müdebbire ihtiyaçları yoktur.
Takvâ ve verâ sahibi evliyaullah hazerâtı öyle bir topluluktur ki Allahu Teâlâ’nın tecellisi onların bâtınları ve zâhirleri üzerine hâkim olur. Lâkin bu onları dehşete düşürmez. Kalpleri itidal üzeredir. Halleri ve amelleri şer’i şerife uygundur.
Muhabbet ihtiyârî değil izdirârîdir. Allah’tandır. Evvelâ Allah kulunu sever sonra kul Allah’ı sever. Yukarıdaki âyet bunun delîlidir. Fakat zikir ise ihtiyârîdir. Önce kul Allah’ı zikreder sonra Allah kulu zikreder. Eğer muhabbet ihtiyâri olsaydı kişi en çok dilediğini severdi. Fakat izdirârî olduğu için söz gelişi bir kimse akrabalarından daha fazla Allah’ın veli kuluna muhabbet edebilir. Muhabbet kişinin kendi dilemesinin hâricinde zuhûr ediyor.
Cenâbı Hak buyuruyor:
فَاذْكُرُون۪ى اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوال۪ى وَلَا تَكْفُرُونِ
“Öyle ise siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!”[13]
Hâlbuki daha önceki âyette “Allah onları sever, onlarda Allah’ı sever” buyurulmuştu. Bu âyette ise “Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim” buyurulmuştur.
5- Vâhidiyyet MurakabesiBu murâkabe Bakara sûresinin 163. âyetinde ki:
وَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ
“İlâhınız bir tek Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahîmdir.”
[14]
Cümle-i ilâhiyyesinin mânâsı düşünülerek yapılır. Sizin ibadet edilmeye müstehak olan ilâhınız bir tek Allah’tır.
Onun ne zâtında ne sıfatlarında ne de fiillerinde bir benzeri yoktur. İbadet edilecek başka bir Allah mevcut değildir. Allah mülkün de yegane ve tek sahibidir. Bu hakîkati Rabbul âlemîn bütün mahlukata kıyamet günü ferman buyuracak ve fermanına hiç bir mahlukat cevap vermeye kadir olamadığından Allahu Teâlâ ve tekaddes hazretleri yine kendisi cevap verecektir.
Cenâb-ı Hak Kâdir-i Mutlak buyuruyor:
يَوْمَ هُمْ بَارِزُونَ لَايَخْفٰى عَلَى اللّٰهِ مِنْهُمْ شَىْءٌ لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır.”
[15]
Bu âyet-i celîle de vahidiyyet murâkabesine delâlet eder.
O Rahman ve Rahîmdir. Nimetlerin sahibi ve lütufların kaynağı O’dur. Büyüklük ve şeref O’na mahsustur, zatında ve sıfatlarında tektir. O’nun zatı, sıfatıyla kemâle ermiş olmayıp bilakis zâtının kemâli, sıfatlarının da kemâlini gerektirmiştir. Hû ifadesinin kalbini yalnız Allah (c.c)’na bağlayan veliler için önemi pek büyüktür. Hû O’nun zâtına işaret eden en büyük ismi gibi olmuştur. Hû için ism-i âzam (Allah’ın en büyük ismi) diyenler de vardır. Bununla beraber ism-i âzam, Allah ism-i şerifidir diyenler daha çoktur. Çünkü Allah ismi, zât ve bütün sıfatların tamamına delâlet etmesi itibarıyla daha geniş kapsamlıdır. Hû ise, tevhid makamında âzamdır. “Hû yâ hû yâ men lâhû illâ hû” O ! ey O ! Ey O’ndan başka olmayan zât-ı kibriyâ tâbiri rivâyet edilegelen tevhid zikirlerindendir. Bütün bu yücelik ve büyüklüğü ile beraber hem Rahman ve hem de Râhimdir. Allah merhamet edenlerin en çok merhametlisidir.
Rahman: Çok merhamet eden, rahmeti herşeyi kuşatan, ihsanı herşeye vâsi demektir. Rahman’ın rahmeti, ezelî rahmettir. Bu rahmetten iyi de, kötü de, mümin de, kafir de nasiplenir. Varlıklar zarurî olarak bu rahmetten yararlanıp vücut alanına çıkmışlardır. Her varlık bu rahmetin içindedir. Rahman, bütün mahlukatı merhametiyle büyüten, besleyen, sevk ve idare eden mânâsınadır.
Rahîm: İradeleriyle çalışanları yaratılış gayelerine götürür. Rahîm sıfatının muhtevasında iki şey mündemiçtir (gizlidir). Birincisi Lütf-ı İlâhî, ikincisi ise, Adl-i ilâhîdir.
Lütf-ı ilâhî, Allah (c.c)’nun dünyadaki mûtî ve musallî kullarına ahirette Cennet ve Cemâlini ihsan etmesidir. Adl-i İlâhî ise, dünyadaki asi ve günahkâr kullarını ahirette Cehenneme sevketmesidir. Demek ki Rahîm adının muhtevasında Allah’ın adaleti, mükâfatı ve cezası da vardır.
Ortak koşanlar böyle tek bir İlâha ortak koşmuş, inkâr edenler böyle çok esirgeyen ve çok merhamet eden bir İlâhı inkâr etmiş oluyorlar. Bu sebeple kendilerini bu ezelî ve ebedî rahmetten mahrum ederek lânete uğruyorlar. Bunun için şirk ve inkârdan vezgeçmeli de Allah (c.c)’na ve Allah’ın indirdiklerine iman etmeli, tevhid dairesinde bu Rahmet-i ilahiyyeye ebedî mazhar olmalıdırlar.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Nisâ Sûresi, Âyet 1
[2] Ahzab Sûresi, Âyet 52
[3] Kehf Sûresi, Âyet 24
[4] Hadis, Suyuti- Camiu’s-Sagır
[5] Mâide Sûresi, Âyet 54
[6] Fecr Sûresi, Âyet 14
[7] İhlâs Sûresi, Âyet 1-4
[8] Hadîd Sûresi, Âyet 4
[9] Kaf Sûresi, Âyet 16
[10] Bakara Sûresi, Âyet 186
[11] Sebe’ Sûresi, Âyet 50
[12] Mâide Sûresi, Âyet 54
[13] Bakara Suresi, Âyet 152
[14] Bakara Sûresi, Âyet 163
[15] Mü’min (Gâfir) Sûresi, Âyet 16
Alıntı:
http://islamvetasavvuf.org