9. MEKTUP
Bu mektup, irade-i cüziye meselesinin tahkiki hakkında olup buna “el-ikdu’l-Cevheri fi’l-Fark Beyne Kesbeyi’l-Maturidi ve’l-Eşari” adı verilmiştir.
Maturidi ve Eş'ari Anlayışlarına Göre İrade-i Cüz'iyeAlıntı:
Bismillahirrahmanirrahim
Yerleri ve gökleri yaratan, kulları ve onların işledikleri amelleri yaratan Allah Teala’ya hamd olsun. O bir şeyin olmasını dilediğinde ona “ol” der o şey de oluverir.
Salat ve selam Efendimiz ve önderimiz, bütün insanların en hayırlısı olan Hz. Muhammed’e (aleyhi ekmeluttehaya) ; kullardan kudret ve cüzi iradeyi kaldıran cebriyye görüşü ile Allah’ın kaderini inkar ve kulların tüm fiillerini kendilerine isnad edenler arasındaki orta yolu gösteren O’nun (aleyhi ekmeluttehaya) aline ve ashabına olsun.
Allah seni hak yola eriştirsin.
Bundan sonra şunu bilesin ki; kıble ehli olan tüm mü’minler hatta felsefeciler ile diğer dinlere bağlı olanların bir çoğu hayat sahiplerinin dışındaki varlıkların fiillerinde, bir olan Allah’tan başka müessir bir kudretin etkide bulunmadığında ittifak etmişlerdir.
Hayat sahibi varlıkların fiillerinin bir kısmı tabii olanlardır. Bunun dahi Allah’ın mahluku olduğunda ihtilaf yoktur. Bu tabii fiiller,hastalık,sıhhat, uyku ve uyanıklık halleri gibi ister onların haberi olarak olsun isterse gelişip büyümek, yemekleri hazm etmek gibi onların hiç haberi olmadan olsun hüküm aynıdır. Hayat sahibi varlıkların fiillerinin bir kısmı da ihtiyari olanlardır. İşte ihtilaf edilen nokta da buradadır. Cebriyye mezhebi hayvanların ihtiyari fiillerinin olmadığını, fiillerin kulun kudreti olmaksızın yalnız Allah-u Teala’nın kudreti ile meydana geldiğini söylemişlerdir. Eşariler ise; bu fiillerin Allah-u Teala’nın kudreti ile olup bu fiillerde kulun kesbi varsa da kudretinin etkisi yoktur demişlerdir. Mutezileye gelince, bu fiillerin kulun kendi kudreti ile olduğunu, kulun bunları kendi ihtiyarı ile yaptığını söylemişlerdir.
Felsefeciler, bu fiillerin , yalnız kulun kudretiyle olduğunu,bunun da ihtiyari olmayıp icabi (zorunlu,gerekli) olduğunu söylerler. El-Arif es-Senusi ks un açıkça ve Sad-u Taftazani ks un de Şerhu’l Mekasid adlı kitabında temas ederek belirttikleri gibi, bu son sözü İmamu’l –Haremeyn’e dayandırmak hatalıdır.
Üstad Ebu’l –İshak el-İsferaini, bu fiiller hem kulun kudretiyle hem de Allah’ın kudretiyle olacağını, bu ikisinin, fiilin oluşmasında tesir edeceğini söylemiştir.
el-Kadı Ebubekr El-Bakıllani’ye göre, fiiller her iki kudret ile meydana gelip, kadim olan yüce Allah’ın kudreti fiilin yaratılmasında tesir eder, hadis olan kulun kudreti ise fiilin vasfında yani ibadet veya günah olmasında etkili olur. Tahkik ehlinden olan İbnu’l-Hümam Müsayere’de, yine tahkik ehlinden olan İbnu Ebi Şerif, Müsayere’nin şerhinde, Mevla Hasan Çelebi Şerhu’l-Mevakıf’ın haşiyesinde ve ehli tetkik olan Gelenbevi de Akaidi Devvaniyye’nin haşiyesinde ve Hiyali’nin haşiyesi olan Siyalküti’nin talikınde (şerhin şerhinde) açıkladıkları gibi Maturidiler, Bakıllani gibi düşünmektedirler.
Dolayısıyla Maturidilerin görüşlerini Mutezileliliğe benzetmek yanlış olduğu gibi Ebu İshak’ın görüşlerine çekmekte muteber bir görüş değildir. Mutezile fırkaları fiillerin kulların kudretinden, direkt olarak bir vasıta olmadan oluşmasıyla bir alet, sebep ve sıra ile meydana gelme konusunda farklı görüşlere sahiptirler.
Aynı şekilde mutezilenin bir kısmına göre kulun kudretinin etkisi, failin o işi yapmaya yöneldiğinde şartların hepsinin bulunması ile hadis olan iradenin o fiili yapmayı yapmamaya tercih etmesi durumudur.
Bunların bu görüşü, kadim olan Allah-u Teala’nın iradesi ile hadis olan kulun iradesi arasındaki farka dayanmaktadır. Yani bunlara göre, kadim olan irade bir şeye yöneldiğinde onun meydana gelmesi vacip değil tercih edilme ile oluşur. Yani o şeyin varolması olmamasına tercih edilir. Bunlar felsefecilerden şu yönleriyle ayrılırlar: Bunlara göre kul fiillerinde muhayyer olup fiilin meydana gelmesi vacip değildir.
Felsefecilere göre ise kişi fiilinde muhayyer olmayıp kudreti bir şeye yöneldiğinde onun olması zaruridir. Bazılarına göre de kulun iradesinin etkinliği yoktur. Kul fiilini muhayyer olarak değil mecburi olarak yapmaktadır. Bunlara göre kadim irade bir şeye yöneldiğinde onun meydana gelmesi hususunda felsefeciler gibi düşünürler. Fakat bunlar iradenin başlangıcı hususunda felsefecilerden ayrılırlar. Zira bunlara göre fiili meydana getiren irade başlangıçta muhayyerdir. Ancak başlangıç olduktan sonra iradesi fiili yapmayı gerektirir.
Felsefeciler ise hem başlangıçta hem de iradede mecburiyet olduğunu söylerler. Hadis olan fiiller felsefeciler tarafından zahirdeki vasıtalara bağlanır. Az önce “Mevakıf” ve “Hayali”ye muvafakat ederek, onların fiilleri kulların kudretlerine nispet ettiklerini söyledik. Bu görüşün tahkikinde onların dahi, fiilleri yokluktan var eden ve rahmeti bol olan Allah (c.c) ‘a nisbet ettikleri görülür.
Mevzunun geçtiği yerde açıklandığı gibi vasıtalar ancak istidadın tamamlanması yani her şeyi hazır olup kadim olan irade ve kudretin taallukuna hazır olması durumunda fayda verir. Celal’in şerhinde de açıklandığı gibi Gazali buna muhalefet etmekle beraber, onlar fiilleri kadim kudrete bağlarlar.
Zeki olan kişiye kapalı kalmadığı gibi, bu söylediğimiz açıklamalar ile zahirde bu görüşler arasında vaki olan zıtlıklar ortadan kalkar ve her sözün bazılarına ait olduğu anlaşılır. (Mesela mutezile olanların görüşlerine bakan kimse aralarında çelişkiler var sanır. Fakat açıkladıklarımızdan bunların hepsinin böyle olmadığı anlaşıldı. Lakin onlar dahi ihtilaflara düşüp birkaç fırkaya ayrılmışlardır. Mutezilelilerin diğer konulardaki görüşleri bizleri ilgilendirmez zaten maksadımız da bu değil. (Çünkü bunlar dalalete düştüklerinden görüşleri bizi ilgilendirmez.)
Bunun yanında İmam Eşari ile İmam Maturidi’nin kulun kudreti hakkındaki görüşleri ile kulun kesbi hakkındaki görüşleri arasındaki fark gayet kapalı ve anlaşılmazdır. Hatta kendileriyle görüştüğüm bazı asrımız alimleri bu konu hakkında hayatları boyunca kitapları karıştırdıkları halde aralarında bir fark göremediklerini dolayısıyla her ikisi de aynı şeyi söylüyorlar demek zorunda kaldıklarını söylemişlerdir. Bazıları da Bakıllani’ye göre kulun kudreti, kendi fiilindeki tesir-i hakiki ile olmaktadır demeye mecbur kalmışlardır.
Halbuki bildiğin gibi bu iki fikir de yanlıştır. Bu konuyu açıklayan birkaç risale gördüm. Hiçbiriside meseleyi iyi tahkik etmemiş. Neticede her iki görüş arasında kudret ve kesb meselesinde fark olmaması ikisinin aynı şey olduğunu gösterir. Halbuki iki mezhebin bu konuda ayrıldıkları bilinen bir şeydir. Bundan dolayı tüm şehir ve memleketlerde kulun kudretinin Maturidiye göre etkin olduğu Eşariye göre etkin olmadığı yayılmıştır. Öyle ki; bazıları Maturidi’nin cebriyye gibi cebr görüşünü söylemesi ile Eşari’nin kudretin var olup etkinliğinin olmadığını söylemesi arasında fark yoktur demişlerdir.
Halbuki ileride geleceği gibi eli titreyen kimsenin hareketi ile isteyerek elini hareket ettirenin hareketi arasındaki fark, onun mezhebini ispat eden delilin bir örneğidir. İşte hem bu geçen durumlar hem de dostlarımın istekleri üzerine kudret ve kesb konusundaki iki farklı görüşün tahkikini, Rabbimin fazlu keremiyle bu konuyu açıklarken gereksiz bir şekilde sözü uzatmaktan kaçınacağım.
Tevfiki yüce Allah’dan dileyerek derim ki; bir şeyi yapmaya doğru yönelmiş olan kesinleşmiş azim, Maturidilere göre kulun kendi kudretiyle kendisinden sadır olmaktadır. Maturidiler buna kesb diyor. Belli bir maksada yönelik olduğundan buna irade-i cüziye ve kasd-ı cüzi de denir. Sadru’ş-Şeria’ya göre bu kesb “ehval” diye isimlendirilir.
Maturidilerin çoğu ise, irade-i cüziyyeyi itibari şeylerden sayıp hariçte olmadığını beyan etmişlerdir. Bazıları besmele-i şerifeyi tefsir ederken dahi irade-i cüziye hususunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bir ara var olduğunu bir ara yok olduğunu bir arada ehvalden olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i tahkikten İbnü’l Hümam Müsayere adlı kitabında irade-i cüziyyenin var olduğunu ve kulun idrakinin eseri olduğunu söylemiştir. İbnü’l Hümam şöyle der: “Allah-u Teala fiilin meydana gelmesi için gerekli olan kudret, irade, aletler ve şartların hepsini kul için yaratınca, kul da kendi hadis kudretiyle kesin olan azmi Allah’ın yardımıyla ortaya kor, kul bu kesin azmini ortaya koyunca Allah-u Teala’da onun ardından o fiili yaratır.”
İbnü’l Hümam bu açıklamasıyla, bidat ve nefsi duygulara göre hüküm verme durumları ortaya çıkmadan evvel, çoğunluğun bir şeyin meydana gelmesi hususunda Allah’tan başka müessir kudret olmadığı görüşüne muhalefet ettiği gözükmektedir. Selefin bu konuda ittifak ettiğini pek çok alim açıkça söylemiştir. Şerhu’l-Mekasıd ve Şerhu’l Celavüddevvani’nin naklettiklerine göre, İmamu’l-Haremeyn dahi selefin icma ettikleri hususları el-İrşad kitabında yazmıştır.
Aynı şekilde İbnü’l Hümam’ın kulun bazı şeylerin yaratıcısı ve ortaya çıkarıcısı olduğunda Mutezilelilere muvafakat ettiği gözleniyor. Oysa bu, tüm akli delillere ve her şeyin ilk hilkatinin Allah-u Teala’ya ait olduğunu gösteren nakli delillere ters düşer. İbnü’l Hümam’ı böyle düşünmeye zorlayan sebepler ise şunlardır:
1-)Cebrden ancak böyle kurtulunabileceğini zan etmesi.
2-)Lügatte kesb tahsilden başka manaya gelmez.
3-)Yok olan bir fiilin tahsili, ancak onun yaratılması demektir.
İbnü’l Hümam cebirden kurtulmanın ancak bu yolla olacağını söylemiştir. Kesbin yalnızca tahsil manasında olduğunu, tahsilinde sadece icat manasına geldiğini söyleyerek meseleyi bunlara hasr etmiştir.
Muhakkik İbnü’l Hümam’ın sözlerinin cevabı, onun görüşlerindeki hasrı reddetmek suretiyle olur. Birinci hasrın reddi, Allah’ın lutfuyla Maturidi ve Eş’ari mezheplerindeki, fiillerde hem muhayyerliğin söz konusu olduğunu hem de yaratmayı kula isnat etmekten uzak olduğu görüşlerini ileride açıklayacağımdan o bölümde onları anlayabileceksiniz. İkinci ve üçüncü hasrın meni ise, kesbin yalnız tahsil manasında değil; ondan lügat itibariyle, kulun kudretini güç yetirilen yöne sarfetmesi de anlaşılabilir. Allah’ın adeti olarak, kul kudretini o fiile çevirmeyince Allah da o fiili yaratmaz.
Hemde kula fiilde tahsil edicilik yüklemek caizdir. Çünkü kul, hem o fiilin elde edilmesi yeridir hem de Allah fiilin oluşmasını kulun o işe yönelmesi şartına bağlamıştır. Bir fiilin sebeb-i adisine (kulun o fiile yönelmesi ve Allah’ın da onu yaratması) isnadı sayılamayacak kadar çoktur.
Mesela; deniz boğucudur, ateş yakıcıdır, şeriat arapçadır denildiği gibi. Şayet böyle bir isnadın lügat itibariyle sahih olmadığını farazi olarak kabul edersekte, ıstılahta sahih olmayacağını söyleyemeyiz.
İbnu Ebi Şerif’in nakl ettiği gibi, Hüccetü’l-İslam İmam Gazali (rh.a) “İktisat” adındaki kitabında hadis olan kudret ve iradenin, fiilin meydana gelmesine yakın olmasına kesb denilmesinin ıstılahı bir isimlendirme olduğunu söyler. Kelamcılar Kur’an’da kesb kelimesinin kulların yaptığı şey için kullanıldığını gördükleri vakit, Allah’ın kitabıyla bereketlenmek gayesiyle onlarda ıstılahen kesb kelimesinin kullanılmasını kabul etmişlerdir. Durum bu haldeyken bunda niçin münakaşa edilir ki? Sa’di Taftazani’nin Şerhu’l Akaid’te müşkil görüp çözülmesi için münazaraya fayda verecek bir şey getirmediğinin cevabı da şu söylediğimizden bilinir. Sa’di’nin söylediği kulun fail-i muhtar olmasının manası, iradesi ile icat edicisi olduğundan başka bir şey değildir. Öyleyse Eş’ari’nin kulu fail-i muhtar sayıp da bir şeyi yaratmayı mutlak olarak Allah’a hasr etmesinin manası ne olabilir? Bunun cevabı ise yazdıklarımızdan apaçık anlaşılır.
Bundan sonra kesinleşmiş olan azimden murad, geçtiği gibi, Allah’ın yaratmasına adete göre şart olan irade-i cüziyedir. Daha sonra da Allah fiili yaratır. İrade-i cüziyyenin fiilden ayrı bir şey olması ise açıktır. Çünkü zatı itibariyle fiilden evvel olup vasfı itibariyle de fiilden sonradır. Yani adet olarak yaratma ondan sonra vaki olsa da yine de Allah, fiili yaratmadan önce irade-i cüziyyeye kesb denilmez. Nasıl ki fırlatılan bir ok ilk çıkışta ölüm diye isimlendirilmez. Ancak Allah Teala onun sebebiyle ölümü yaratınca “ölüm” vaki oldu denir. Her ne kadar ölüm ondan dolayı olsa da durum budur. Misaller çoğaltılabilir.
Aynı şekilde kesinleşmiş azm, irade-i cüziyye gibi, izafi arazlardandır. (Araz; kendi nefsiyle kaim olmayan, ancak başka bir şeyle kaim olan şeylerdir.) Ehl-i hak nezdinde ise; ekvan-ı Erbaa diye adlandırılan hareket, sükunet, içtima ve iftiraktan başka hiçbir araz mevcud değildir. Mevzuun geçtiği yerde açıklandığı gibi felsefeciler buna itiraz etmişlerdir.
Durum böyle iken İmam-ı Maturidi’nin (r.a) mezhebinin hem üstad Ebu İshak’ın mezhebine çevirip onunla birleştirmek hem de kesbin Maturidi’nin yanında izafi bir emir olduğunu ve kulun kudretinin eseri olan irade-i cüziyyenin aynı olduğunu söylemek arasında apaçık bir tenakuz vardır. Bu tenakuzun aslı ise ya hak olan mezhebi felsefecilerin hurafeleriyle karıştırmaktan doğmakta ya da mezhebin hakikatinden gafil olmaktan husule gelmektedir.
Tenakuzun var olma sebebi şudur : onlar mezheplerini açıklarken; üstadın yanında kulun kudretinin fiilin aslında etken olduğunu açıkça söylediler. İki illetin bir malule varid olmasının uygun olmamasından dolayı da üstadın maksadının kulun kudretinin zayıf olup, Allah-u Teala’nın yardımıyla kuvvetlenerek bu haliyle fiilin aslında tesir etmek şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Maturidi’nin (r.a) yanında irade-i cüziyye, yok olan bir şey olup; hariçte var olan fiil adet olarak yok olan irade-i cüziyye üstüne tevakkuf eder. İmam Maturidi’nin (r.a) mezhebini Üstad’ın mezhebine çevirmek ve önceden izah ettiğimiz gibi, İmam’ın kesbin yok olduğu görüşünü savunduğunu söylemek (tenakuzu gerektirir.)
Bu durumda biz şöyle demiş oluruz:
1-) Maturidilerin nezdinde, kulun kudreti fiilin aslına tesir etmiştir.
Fakat aslında onda tesir etmemiş ancak fiilin adetteki şartına tesir etmiştir.
2-)Kudretin eseri, Maturidilerin yanında hariçte var olan birşeydir. Fakat o itibaridir hariçte varlığı yoktur.
3-) Maturidilerce, irade-i cüziyye yok olan bir emirdir. Fakat hariçte var olan bir şeydir. Görüldüğü gibi bu üç mukaddime ki çelişmeler apaşikardır.
Bazılarının zan ettikleri gibi kul kudretini fiilin tarafına kesin olarak çevirmedikçe, Allah (c.c) adeti gereği fiili halk etmez. Bu yüzden fiilin, kulun kudreti sebebiyle yaratıldığından kulun fiili müessir olarak adlandırıldı demek yanlıştır. Zira kulun kudretinin adeten sebep olması, el-Kadı Ebubekir Bakillani, Eşari ve Üstad Ebu İshak’ın (r.a) mezhepleri arasında ortak bir noktadır. (Sadece Üstadın mezhebine aid bir husus değildir.) Çünkü bunların hepsi de kulun kudreti fiile taalluk etmedikçe Allah’ın (c.c) o fiili yaratmayacağına müttefiklerdir. Mutezile ise onlara bu konuda muhaliftir. Aynı şekilde onlar, kulun kudretinin Allah-u Teala’nın yaratmasıyla ve kudretiyle olduğunu kul kendi kudretinde, muhtar değil mecbur olduğunda da ittifak etmişlerdir. (Kul kendi kudretinde hiç etken değildir. Kudreti, Allah’ın kudret ve yaratmasıyladır.) Mutezile de bu konuda aynı düşünmektedir. Ancak mezhepler arasındaki fark şu yönüyledir. Mutezileliler kulun kudretinin Allah’ın yardımı olmaksızın kendi başına fiilde müessir olduğunu söylerlerken Üstad ise kulun kudretinin Allah’ın yardımı ile fiilin aslında etken olduğunu söyler. Kadı Ebubekr de irade-i cüziyyenin kulun kudretinin eseri olduğunu, kulun kudretinin fiili vasfında –taat ve günah olmasında- irade-i cüziye vasıtasıyla tesirde bulunduğunu söylerken Eşari mezhebi de, kulun kudretinin fiilin aslında veya vasfında hiç tesir bulunmadığını; kuldaki irade-i cüziye, kendi ihtiyarı olmadan, kendisinde halk edilen, irade-i külliyenin gereklerinden olduğunu söyler.
Bazıları ise: ”Maturidilerin yanında gerçek müessir, vasıtasız ve başlı başına kulun kudreti olduğunu, kulun kudret ve ihtiyarı ise, Allah-u Teala’nın mahluku olduğundan, vasıtasız kulun ortaya koyduğu fiil, bil vasıta Allah-u Teala’nın mahluku olduğunu” söylemişlerdir. Bu kimseler bunu söylerken bunun Mutezileye döndüğünden ve el-Muhakkik Kemal İbnü’l Hümam’a yaptığımız kınamaların aynen bunlara da dönük olduğundan gafil olmuşlardır.
Bazıları da Eşari’nin (r.a) mezhebini, sadece cebr olarak göstermişler, Maturidi’nin (r.a) mezhebini de Eşari’nin mezhebine döndürmüşlerdir. Eşari ve Maturidi’nin (r.a) mezheplerinin fiillerin yaratılması meselesinde bir olduğunu söyleyenlerde olmuştur.
Bunların hepsi batıldır. Bunların böyle demelerinin birkaç sebebi vardır:
Birincisi: Az araştırmaları; İkincisi:İki mezhep arasındaki farkın çok gizli olmasıdır. Bidat ve yanlış anlayışlar yayılmadan evvel bu konuda seleften tevatür yolu ile rivayet edilmiştir ki, gerçekte ne cebr var ne de tevfiz. Ancak ikisinin arasında bir durum var. (Kuldan cüzi ihtiyarını tamamen alarak onun fiillerini cebren yaptığını söylemek Cebriyye’nin, Allah-u Teala’nın kudret ve iradesini inkar edip her şeyi kula bırakmak da Mutezilenin görüşüdür.) Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat da Eşari veMaturidilerin hak üzere olduğunda icma etmişlerdir. Cebr ile kader (i inkar) arasındaki ortak görüş insanın aklına her iki mezhebinde (Maturidi, Eşari) aynı görüşe sahip olması gerektiği düşüncesini getiriyor. Bu yüzdendir ki bu durum onlara karışık geldi. Zira Hak olan her iki mezhep de tam ortada durup, ikisi de cebr cehaletine iştiraktan uzaktırlar.
Aslında aralarındaki ayrılık noktasını izah etmek gerçekten zordur. İki mezhep arasındaki farkı belirtmenin zorluğunun üçüncü sebebi şudur; selef bu konuda her iki yanlış olan cebr ve iştirak düşüncesine düşmenin tehlikesinden dolayı bu meseleyle meşgul olmamışlar, bununla uğraşmayı nehy edip münazarayı dahi bırakmışlardır. Durum böyle olunca , İmam Maturidi de haliyle mezhebinin görüşünü tafsilatıyla beyan etmemiştir. Zira kendisi hem bidat ehlinden mahalce uzak bir bölgede idi hem de selefe uyarak, açıklarsa yanlışa düşebilir korkusuyla tafsilattan kaçınmıştır.
İmam Maturidi, kendi mezhebini etraflıca açıklamadığından (görüşleri yakini olarak bilinemedi). Öyle ki onun ashabı, görüşlerinin yorumunda ihtilaf ettiler. Birçokları onun mezhebinin el-Kadı Ebubekr Bakillani’nin mezhebinin aynı olduğunu söylerken, önceden belirttiğimiz gibi bazıları da onun mezhebinin başka olduğunu zan ettiler.) Bunların hepsinin zayıf olduğunu açıklamıştım.
İmam Ebu’l Hasan el Eş’ari’ye gelince, o mutezilelilerin arasında bulunduğundan kitaplarda yazılıp dillerde söylenerek ve alimler arasında meşhur olduğu gibi, devamlı surette onlarla münazara edip görüşlerini çürütmekle müptela olduğundan görüşlerini gereği gibi açıklamaya mecbur kaldı.
Ayrıca onun mezhebinden olan ashabının ondan aldıkları ve ittifakla aktardıkları haberler tevatür yoluyla bize kadar gelmiştir. Öyle ki, onun mezhebini açıklayanların tümü,onun yanında kulun bilfiil kudret için tesirde bulunmadığına kail olduğunda ittifak etmişlerdir. Fakat bunlar dahi onun mezhebini açıklamada ihtilafa düşmüştür. Bunun sebebi olarak (Maturidi’nin (r.a) Mutezile’den uzak oluşundan ve Eşari’nin de (r.a) onlarla münazaraya müptela olduğundan) Eşari’nin akaid ilminde yazmış olduğu kitapları, kesin delillerle,apaçık burhanlarla ve birçok tevillerle derin meselelere girmekle dolu olduğunu görürsün. Sonra kendisi, birçok kimselerinde açıkça söylediği gibi son olarak yazmış olduğu telifi ki Eşari mezhebinde güvenilir olan el-İbane fi Usuli’d-Diyane adındaki kitabında (getirmiş olduğu delil ve burhanlar ile yalnız kaldığı ince meselelerden dolayı) onlardan özür dilemiştir. Kitabın da şöyle demiştir:
“Bidatçilerle mecburi çekişmelerim olmasaydı bunların hiçbirisiyle açıklama yapmayacaktım.”
Yine açık olarak, müteşabihatda kendi mezhebinin de aynı selef gibi tevfiz yolunu tuttuğunu fakat bidatçilerin kendisini tevile zorladıklarını açıkça ifade ediyor. İmam Maturidi (r.a) ise kitapları içinde getirdiği meselelerin çoğunda delil sunmamıştır. Onun ashabından müteahhir olanların zamanında,bidat,rafızilik,cebr ve itizal yayıldığı ve meseleleri açıklamaya, izah ettirmeye, kendilerine delil getirmeye çok ihtiyaç hissettiklerinden kitaplarında Eşari’nin (r.a)yoluna dönmüşlerdir.
Benim söylemiş olduğum akaid ilmine dahil sözlerin hepsi, bilgi sahibi olanların yanında açıktır. Bu son söylediklerimle iki imam hakkında yapılan itirazlar ve zan edilen (günah kabilinden olan) bazı hususlar kalkmış oluyor. Bu miskin kulun mezhebi seleflerin mezhebi, Sıddıkiye olan tarikatı da, sahabe ve tabiin büyüklerinin yolu olduğundan, onların yasakladıkları şeylere dalmak ona zor gelir. (Mevlana (k.s) miskin derken kendisini kast ediyor.)
Şu kadar var ki, bu mesele dindeki ana meselelerden ve akaidin temeli olduğundan, onda (fikirlerin birbirine) karışma, eğilip dağılma ve düzensizlik olduğunu görünce, Eşari (r.a) ve iki mezhebin müteahhirinine uyarak bu meselenin çözümüne başladım. (Buna başlarken de) kendi havl ve kuvvetimden uzaklaşıp kendi varlığımı ortadan çıkararak Fazl-u ihsan sahibi olan (Allah-u Teala’nın), havl ve kuvvetine sımsıkı yapıştım. O ki, itimadım ancak O’nadır. O bana yeter. O ne güzel vekildir.
Şunu bil ki, Maturidiyye’nin yanında kesb denilen irade-i cüziye, kulun ihtiyarıyla kendisinden sadır olup o kulun kudretinin eseridir. Zira Maturidi muhakkiklerin ittifakıyla, kulun bir şeyi icad etmesi mümkün olmadığı halde, kudret sahibi olan kulun bu kudreti sebebiyle fiillerine değişik nispet ve izafelerin yapılması caizdir.
Sadru’ş Şeria’nın Tavzih adlı kitabında Maturidi şeyhlerine izafeten işaretle Hasan Çelebi’nin Şerhu’l Mevakıf’ın şerhinde ifade ettikleri gibi, kulun kudreti öyle bir şekildedir ki, ondan hiçbir hakiki emrin meydana gelmesi gerekmez.
Birkaç defa geçtiği gibi kulun kudreti ancak Allah’ın (c.c) o fiili halk etmesine sebeptir. Kulun kudreti fiilin sadece vasfına, taat ve günah olmasına taalluk eder. Mesela bir yetime edeplendirip terbiye etmek için tokat atılsa bu sevap, onu tahkir ve rezil etmek için tokat atılsa bu da günahtır. İşte bu kulun kudretinin eseridir. İrade-i cüziyye gibi, itibari ve var olmayan bir emir olan fiilin vasfı dahi irade-i cüziyyenin daha önce söylediğimiz üzere “Her şey ilk olarak Allah-u Teala’ya isnad edilir” kaziye-i külliyesinden anlaşılır. Eş’ari ve Maturidi mezheplerinin faziletli alimleri bunu sarahaten açıklamışlardır.
(Madem ki biz, fiilin vasfı irade-i cüziyyenin eseridir dedik, o halde irade-i cüziyye de kulun kudretinin eseridir.) Eserin eseri de kendinin eseri olduğundan yok olan bir şeye var olan bir şeyin tevakkuf etmesi yine caizdir. Bir fiilin vücudunun onun engelinin bulunmamasına bağlı olması gibi. (Mesela, orucun olması, onun manii olan hayızlık kanının olmamasına bağlıdır.)
Böylece yaptığımız açıklamalarla bazı itirazlar kalmış oldu.
Birincisi, hariçte var olan bir şeyin hariçte var olmayana nasıl tevakkuf edeceği. İkincisi, Maturidilerin “Kudretin eseri, irade-i cüziyye ile tabir edilen kesinleşmiş azimdir.” Sözleri yine onların “Kudretin eseri, fiilin taat ve günah olmasıdır.” Sözüne münafi ve ters düşer.
Üçüncüsü,yine Maturidilerce kulun kudretinin müessir olmasının manası eğer fiil için adetteki şartlardan ise o, Eşariye mezhebinin ta kendisidir. Şayet bunun manası kulun kudretinin fiilin oluşmasındaki tesiri ise, o vakitte de eğer istiklalen tesir ediyor denirse bu da Mutezileliler gibi olur. Eğer kulun kudreti Allah’ın kudretine uygun düşmekle fiilin oluşmasında tesiri var denirse bu Üstad’ın mezhebiyle aynı olmuş olur. Zaten daha önce bahsetmiş olduğumuz batıl sözlerin kaynağı da burasıdır.
Bu itirazı kaldırmanın yolu, Mutezilelilerin ve Üstad’ın yanında olduğu gibi Maturidilerde kulun kudretinin fiilin aslının yaradılışında tesiri olmadığıdır. Ancak Maturidilerin yanında kulun kudreti, irade-i cüziyye ile fiilin taat ve günah olarak vasıflandırılmasında tesir eder fakat itibari emirlerde tesiri yoktur. Eşariler ise böyle düşünmezler. Eşarilere göre kulun kudretinin hiçbir tesiri olmayıp, irade-i cüziyyede ve fiilin taat yahutta günah olmasında bir beis yoktur.
Bazıları da (irade-i cüziyyenin kulun kudretinin eseri oluşuna itiraz ederek) gerçekte yok olan bir şeyin kudretin eseri bulunduğuna, kudretin bir şeyde tesir etmesinin manasının onu yokluktan varlığa çıkartmasından başka bir şey olmadığına inanmışlardır. Gerçekten de, birincisi kudretin eseri olamaz. İrade ise, ona taalluk edeceğinden ihtilaf vardır.
Kimisi kudretin taalluk etmediği gibi iradenin de taalluk etmeyeceğini söylemiş, kimisi de kudretin taalluk etmediği halde iradenin taallukunun caiz olduğunu söylemiştir. Bu ihtilafı başka yerlerde açıklamıştım. Bunu inkar edeni, niza ve çekişmeye girmemek şartıyla mazur görürüz. Zira o gerçekte görmemiş olabilir. İtiraz eden kimsenin “kulun kudretinin bir şeyde tesir etmesi, onu icad etmesinden başka bir şey değildir.” Demesinin bir manası yoktur. Zira kudretin bir şeyde tesir etmesi demek, onu nefsu’l-emre çıkarmak, diğer bir manasıyla onu yok etmek, başka bir deyişle de onun varlığını devam ettirmektir.
Eğer sen “(bu şekilde Maturidi mezhebini açıklamakta) o kadar kaçındığın kulun tesir sahibi olması Allah-u Teala’ya şerik olmasını gerektirmiyor mu? Senin burada ispat ettiğin tesir ile muhakkik İbnü’l Hümam’ın ispat ettiği tesirin arasındaki fark nedir ki o kadar onun ileri sürdüğü tesiri inkar ettiniz?” dersen, ben de her iki tesirin arasında hem akli hem de nakli farklar olduğunu söylerim. Aralarındaki akli fark şudur:
Benim inkar ettiğim tesir,irade-i cüziyyeyi varlığın kaynağı görmektir. İspat ettiğim tesir ise, itibari emrin, kulun kudretinden doğmasıdır. Halbuki varlığı izafe, itibari emrin doğmasından daha kamil ve baliğdir. Hatta ikisinin arasında hiçbir bağıntı yoktur. (Öyleyse itibari emrin doğmasını kula nispet etmekle, Allah’a şirk koşmak mevzu bahis olmaz. Fakat varlığın kaynağını kula nispet etmekle, kulun Allah-u Teala’ya karşı şirk koşma durumu lazım gelir.) Varlığı yaratmak daha baliğ ve kamil olduğundan Allah-u Teala, birçok ayetlerde ibadet edilmeye layık oluşunu kendisinin varlığın sahibi ve yaratıcısı oluşuna bağlamıştır. (Mesela, Cenab-ı Hak: “Rabbiniz olan Allah her şeyin halıkıdır. Öyleyse O’na ibadet edin”(En’am 102) buyuruyor.)
İki tesirin nakli delili ise, Cenab-ı Hakk’ın birçok defa mukaddes zatını her şeyin halıkı diye nitelendirmesidir. Halk, yaratmak demektir. Ehl-i sünnetin ıstılahında “şey” demek var olan demektir. İtibari emir ile hal ise mevcut değildir. Bundan dolayı vücuda gelmesini kulun kudretinin eseri kılma naslara uygun değildir. İtibari emir ve hali kulun kudretinin eseri yapmakta naslara bir muaraza olmuş olamaz.
Böylece iki tesirin aralarındaki açıklamış olduğumuz fark ile, yaratmada kulun Allah’a ortak olma durumu kalktığı gibi, bazılarının kulun, kudretine mutlak tesir etmesini büyük görmeleri de def edilmiş oldu. Onların bunu büyük görmelerinin sebebi; vücuda gelmedeki tesir olan icad ile emri itibarinin tesiri arasındaki farkı görememelerindendir.
Mevakıf ve diğer kitaplarda geçtiği gibi Eşari’nin (r.a) yanında kesb demek, kulun yaratma hususunda tesir etmemek kaydıyla takdir edilen şeye mahal ve sebep olmasıdır. Bu marenet (?) ise, Allah (c.c)’un, takdir edilen o şeyi yaratmada ki adette cari olan şartıdır. Kulun kudretini sarf etmesi ise onun iradesini sarf etmesine bağlıdır. İradenin sarf edilmesi ise, yapmayı veya yapmamayı tercih etmek demektir. Eşariler iradeyi tarif ederken, o öyle bir sıfattır ki, müsavi olan iki şeyden birisini tercih etmek onun özelliğidir diyerek açıkladıkları gibi bu tercih iradenin zatı için söz konusudur.
Eşari mezhebinin bu tarz açıklamasında birkaç zorluk gözükmektedir.
Birincisi: (iki şeyden birisini tercih etmek, iradenin zatı içindir denmişti, oysa ki) zatın müktezası olan bir şey ondan ayrılmaz. İradenin bir tarafa taalluk etmesinin onun gereği olması, iradenin bir tarafa taalluk etmesinin kul teklifle muhatap olmuş olsa bile vacip olduğunu gösterir. Bu durumda tekellüfün faydası nedir ki?
İkincisi; Eşari’nin kesb görüşünün temel noktası; iradenin taalluku üzerinde olan iradenin zatına lazım olmasıdır. Bu durumda Eşari’ye göre kulun muhtar olmasının manası nedir? (Nitekim yukarıda Eşarilere göre, kudretin bir tarafa yönelmesinin, iradenin yönelmesine bağlı olduğunu söylemiştik. Bir şeye yönelmek ve ona taalluk etmek ise iradenin zatına lazım olan ayrılmaz şeydir. İrade ise Allah-u Teala’nın mahlukudur. Bunların hiçbirisinde de kul muhtar değildir. Buna göre, Eşari’nin kulun muhtar olduğunu söylemesi manasızdır.)
Üçüncü zorluk, sizin zikrettiğinize göre, fiilin taat veya günah olmasının manası zahir değildir. Zira fiilin taat veya masiyet olmasının asıl noktası, kulun kudret ve ihtiyarıyla kesinleşmiş bir azmi ortaya koyması üzerine idi. Açıklandığı gibi Maturidi mezhebinde fiilin taat veya günah olması kesinleşmiş azm iledir. Eşari’nin mezhebinde kulun kudretinin hiçbir tesiri olmayınca fiilde taat veya masiyet söz konusu olamaz.
Bu üç karışık durumun cevabı, kulun iradesinin mutlak surette onun ilmine tabi olmasıdır. Bu durumda iradenin muktezası da ilmin muktezasına bağlı olmaktadır. Böyle olunca da kul; Cenab-ı Allah tarafından taatı yapmak ve günahlardan korunmak ile mükellef olduğunu, Cenab-ı Allah’ın da böyle yaptığı takdirde, O’nun kerim zat ve cemaline bakmayı ve ebedi olan nimetlerle fevz-ü felah bulmayı vaad ettiğini bilirse, bu bilgi kendisini taat ve ibadet yapmaya, günah ve masiyetten sakınmaya götürür.
Aynı bunun gibi melun şeytan da nefs-i emmarenin yardımıyla yaptığı vesveselerle insanı istirahat ve fani lezzetlerle lezzetlenmenin iştihası ile nefs-i emmarenin arzularına uymaya çağırır. Ahiret nimetini bırakıp bunları tercih etmiş kulu taat ve ibadetleri terk etmeye, günah ve masiyetleri işlemeye, götürür. Kul bunu bildiğinde iradesinin taalluku iki taraftan birisiyle taalluk etmeye ayrılır. Zira insandaki teklif, iradeyi hayra doğru çeker. İkinci davet eden ise iradeyi şerre doğru çeker. Kulun irade etmeye mecbur olması iradesiyle kendisinden sadır olan fiilinde de mecbur olmasını gerektirmez. Eşari’nin yanında kulun iradesinde mecbur olması o iradesinden sadır olan fiilin de mecbur olmasını gerektirmemesi, Allah Tebareke ve Teala’nın fiillerinde olduğu gibidir. Zira yüce Allah’ın iradesinden fiilin sadır olması kulun ihtiyarıyla değil zorunlulukladır. (Allah-u Teala’nın iradesi ihtiyari olsaydı o zaman hadis olurdu. O durumda da yüce Allah hadislerin mahalli olurdu ki Allah için bu muhaldir.) Bununla birlikte birçok muhakkik alimlerin ve kelam alimlerinin ittifakla söyledikleri gibi Allah (c.c) fillerinde fail-i muhtardır. Bunun yanında Eşari mezhebinde titreyen el ile kişinin ihtiyarıyla salladığı elin arasında fark olması, kulun kendi fiilinde fail-i muhtar olmasını ispat etmektedir. İhtiyarı fiili müşkil görüp hakikatini soranın, ihtiyarın keyfiyet ve şeklini bilmemesi bize zarar vermez.
Taftazani, Şerhu’l Akaid adlı kitabında şöyle der:
“Yapılması kudret dahilinde olan bir fiil, iki kudret altına girebilir fakat bunların cihetleri birbirinden ayrıdır. Fiil Allah-u Teala’nın kudreti yönüyle icad ve yaratma olup, kulun kudretinin yönüyle de kesbdir. Bu kadarını bilip söylemek zaruri olup, bundan başka bir ibare ile meseleyi tahkik etmeye de kadir değiliz.”
Eşari’nin meşhur olan mezhebine göre, kulun kudreti bi’l-fiil tesir etmediği gibi bi’l-kuvve de tesir edici değildir. Fakat şu kadar var ki, kulun iradesinin zatından doğan, onun iradesinin fiile taalluktan hasıl olan kulun kudretinin fiile taalluku, zatı Bari’nin kudretinin fiilde tesir etmesinin adete göre şartıdır. Böylece fiil kulun kudretine taalluk etmesi sebebiyle, Allah Tebareke ve Teala’nın kudretinin tesiri ile oluşur. Şayet kulun kudreti taalluk etmeseydi, yüce Allah Tebareke ve Teala o fiili yaratmazdı. Mesela yakma işinde Eşari ve Maturidilerce Allah Teala’nın müessir kabul edilmesi gibi. Şayet ateş yakılan şeye temas etmeseydi, Allah (c.c) onu yakmazdı.
Eşari’nin yanında, kulun fiile olan nispeti, ateşin yakmaya olan nispetinden, kulun kudretinin ve iradesinin olması yönüyle ayrılır. (Ateşin yakmakta ne iradesi ve ne kudreti vardır, kulun ise hem irade hem de kudreti vardır.) İradenin taalluka tesir etmesinin adete göre şart olduğunu söylemiştik.
Buraya kadar anlattıklarımızdan anlaşıldığı gibi, Eşari’nin yanında kul ihtiyar ve iradesinde mecburdur. Fakat fiillerinde mecbur değildir. Buna orta cebr manasında cebr-i mutavassıt denir. Cebr-i mahz, yani sadece cebri kabul edilen görüşte olduğu gibi hem iradesinde hem de fiilinde cebri kabul etmemektedirler. Zira kişinin titreyen eli ile ihtiyarıyla salladığı eli arasındaki fark açıktır.
Bunun için kulun ihtiyari ve bedeni (yani zahiri cismiyle yapmış olduğu) fiillerin her birisi dört temel üzerine tevakkuf eder. Bunlar:
1-) Yapılan bir fiili tasavvur etmesi
2-) O tasavvurdan doğal fiilin yapılmasına cüzi bir şevk.
3-) O fiile cüzi bir kasd ( O fiilin gerekli ve güzel olduğuna kanaat ettikten sonra ona meyilli olmak)
4-) Azaları harekete geçirmektir. Bunların hepsi, beden uzuvlarından herhangi birisiyle yapılan ihtiyari fiilin başlangıcıdır.
Eşari’ye göre kulun kendi ihtiyarında mecbur ve zorlandığı sana gizli kalmasın. Zira Eşari, kulun muhtar olmakla beraber cüzi olan ihtiyarda mecbur olmasını kabul etmekte. Zira ihtiyardaki zorunluluk, ihtiyara münafi olmayıp önceden geçtiği gibi onu tahkik ediyor. Sa’di Taftazani, kitaplarında bunu açıkça zikrediyor. Kadı Beyzavi de Allah (c.c)’ın “Onlara seçme hakkı yoktur” (Kasas 68) mealindeki ayeti celilesinin tefsirinde, kulun ihtiyarında zorunlu olduğunu söylüyor. ( Eşari’nin (r.a) söylediklerinden anladığımıza göre, onun yanında kul, kendi fiilinde tamamıyla muhtar değildir, aynı zamanda kul, fiillerinde mecbur da değildir. Bu görüşe cebr-i mutavassıt (orta zorlama) denir.) Şimdiye kadar yapmış olduğumuz açıklamalardan anlaşıldığı üzere Eşari’ye göre kulun fiilinde mecbur olduğunu kabul etmiyorduk. Şayet kabul edecek olsak bile, hüsn ile kubh –güzel olma ve çirkin olma vasfı- Eşari’nin yanında şer’i oldukları için, aslında cebr-i mahz (tamamen cebr) ile teklif etmek caizdir. Durum böyle olunca, Eşari’ler bu son sözü söylemeleriyle beraber kendi mezheplerinde delil getirmediklerinin sebebi, son görüşün bizim ile cebrilik arasında müşterek bir vasıf olmasındandır. Bu tarzda bir delil getirecek olursak aynı fikirde olduğumuz anlaşılır. Halbuki cebriyeciliğin batıl olduğu tüm kelamcılarca kabul edilmiştir.
İYİLİK VE KÖTÜLÜK
Husn ile kubh (iyilik ve kötülük)’ten bahsetmeye gelince, bu konu güzel bir mevzu olduğundan ayrıca dindeki birçok aslın ona dayanmasından ve açıklaması kapalı olduğundan bu konuda Hanefiler ve Mutezilenin arasındaki görüş farklarının birçoklarınca anlaşılmamış olmasından dolayı bu meseleyi dahi sana açıklamak isterim. Bilesin ki, hüsn ile kubh hakkındaki kelam dört makamdadır:
Birinci Makam: Husun ve kubuh üç ayrı manada kullanılır.
Birincisi, husn kemalin sıfatı, kubh ise nakısıyetin sıfatıdır. Mesela adalet güzeldir, zulüm çirkindir dediğimiz vakit, adaletin kemal sıfatı olduğunu ve zulmünde eksiklik sıfatı olduğunu kastederiz.
Husn ve kubhun ikinci manaları, husn demek kişinin garaz ve tabiatına uygun demektir. Kişinin düşmanının ölmesi gibi. Kubh da kişinin garaz ve tabiatına uymayan demektir ki kişinin dostunun ölmesi gibi. (Bu manadaki husn ve kubh izafidir yani nisbi olup, bazılarına göre iyi bazılarına göre de kötü olabilir. Mesela ölen bir kişinin ölümü onun dostlarına kötü düşmanlarınca iyi bir durumdur.) Bazen de bu husn ve kubh yerine maslahat ve mefsedet (kar ve zarar) tabirleri de kullanılır.
Husn ve kubhun üçüncü manaları, husn demek dünyada övme ahirette de sevabın, kubh da dünyada kötüleme ile ahirette azabın gerekli olmasıdır. Aramızda ihtilaf mevzuu olan kısımda bu üçüncü kısımdır. Zira husn ve kubh bizlerin yani Eşari’lerin ve sufilerin yanında şeri, Hanefilerin ve Mutezilelilerin yanında ise aklidir.
İkinci Makam: Bir şeyin şeriatta kabih olması demek , tahrimen ve tenzihen ondan nehyedilmesi demektir. Husn ise bunun hilafı olup, tahrimen ve tenzihen ondan nehyedilmeyen şeyler demektir. Buna göre mubah olan bir şey hasendir. Bazılarına göre ise, hasen; yapılması emredilen, kabih ise; yapılmasından nehyedilen şey demektir. Buna göre mubah olan şey (hasen veya kabih değildir. İkisin arasında) vasıtadır. Hayvanların fiilleri de aynı şekilde vasıtadır. Çocukların fiillerine gelince, bunların husn ve kubh ile muttasıf olup olmaması hususunda ihtilaf vardır. (Bazılarına göre onun fiili de ya hasen, ya da kabihdir. Bazıları da, çocuklar bi’l fiil mükellef olmadıklarından fiillerinde husn ve kubh söz konusu olmaz demişlerdir.)
Şer’an kabih olan bir şey sonradan hasen olabildiği gibi, şeran hasen olan bir şey de sonradan kabih olabilir. Mesela, bir şeyin önce yapılması emredilirken daha sonra nesh vaki olup ondan nehyedilmesi veya bir şey önceden nehyedilirken nesh vaki olup onun yapılmasının emredilmesi gibi ki, bir şeyin nesh yolu ile hem emr hem de nehye varid olması caizdir.
Üçüncü Makam: (Eşari’lerle Hanefiler ve Mutezilelilerin aralarındaki) hilaf, buna mebnidir ki (Hanefi ve Mutezilelilere göre) fiilde öyle bir cihet vardır ki,akıl o cihetten dolayı o fiilin hasen veya kabih olmasına hükmedebilir. Fiilde bulunan bu ciheti akıl, ister düşünmeden ve tefekkür etmeden idrak etsin (ki hiç kimseye zarar vermeyen doğruluğun hasen olması ve başkalarına zarar veren yalanın kabih olması gibi. Bunun husn ve kubh olması, zaruraten açıkça anlaşılır.) isterse akıl düşünerek ve tefekkür ederek o fiilin hasen ve kabihliğini sonradan anlasın. (Başkalarına zarar veren doğruluğun hasen ve yine başkalarına fayda veren yalan söylemenin kabih olması gibi. İşte o cihet fiili işlemekte onu yapmayı emr etmeyi ve ya ondan nehy etmeyi gerektirir. İsterse de akıl o fiilin hasen veya kabih olmasını bedihi olarak veya düşündükten sonra idrak etmeyip ancak şeriatın varid olmasından sonra anlamış olsun. (Mesela, Ramazanın son gününün orucu hasen, Şevval ayının ilk gününün orucunun kabih olması gibi. Ramazanın son günü orucunun hasen olması ancak şeriat gelip onun vacip olduğunu bildirmesinden sonra; Şevval ayının ilk gününün orucunun kabih olmasını da şeriat gelip onun haramiyetini bildirdikten sonra anladık yoksa ki aklın kendisinin onlardaki husn ve kubhu idrak etmesi imkansızdır. ) Veyahutta (Eşari mezhebinde olduğu gibi) aklın bir şeyin hasen veya kabih olmasında hükmü yoktur. Zira fiil kendi bünyesinde mehdi, zemmi, sevabı ve ikabı gerektirmez. Fiilin bunları gerektirmesi şeriat iledir. Fetret ehlinin kurtulmaları bu prensibe göredir.(Fetret ehli iki peygamber arası gelen kavme denir)
Aynı şekilde şeriat gelmeden önce hiçbir hüküm (helal, haram, vacip,mendup, mekruh) olmayışı aklın husn ve kubhu kendi başına idrak edememesinden dolayıdır.
Akıl için husn ve kubh konusunda şeriat gelmedikçe hüküm olmadığını söyleyen ikinci görüş Eşarilere aiddir. Akıl için husn ve kubhta hükmün cari olduğunu söyleyen birinci görüş, işaret ettiğimiz üzere Hanefilerin cumhuru ile Mutezilelilere aid bir görüştür. Mutezileliler böyle dedikten sonra her birisi şu ihtilaflı konularda çeşitli görüşlere kail olmuşlardır.
Güzelleştiren ve çirkinleştiren ciheti gerektiren sebep fiilin zatı mıdır? Yahut hariçte bulunan fiilin hakiki bir sıfatı mıdır? Yoksa hariçte bulunmayan fiilin itibari bir sıfatı mıdır? Yoksa gerektiren sebebe ihtiyacı olan kubhtur da husn için kubhu gerektiren bir sebebin olmaması kafi midir?
Dördüncü Makam: Hanefilerin tümü kulun takati olmayan bir şeyle teklif olunmayacağını söylerken furua ait bazı meselelerde Mutezilelilere muvafakat, birçok konularda ise onlara muhalefet etmişlerdir.
Hanefiler “Allah Teala’nın hakim-i mutlak olduğunu ve başkalarının onun üzerinde hükm etmesinden münezzeh olduğunu ve hiç kimsenin onun üzerine hükm etmediğini.” Söylemişlerdir. Böylece, Allah (c.c)’ın dünyada kullarına lütufta bulunması,onlara faydalı ve maslahatlı olanı yapması, ahirette de taatta bulunanlara sevap verip mükafatlandırması ile günah işleyenlere ceza verip ikabetmesinin vacip olmadığını söylemişlerdir. Zira bu saydıklarımızın zıtları da hikmete muhalif değildir. Yine Hanefiler; aklın gerek açık olan ve vasıtasız olarak hüsn ve kubhda, gerekse de nazari olup başka bir fiilin doğmasıyla husn ve kubhda, hüsn kubhu bilmesinin gerekli olmadığını ancak aklın adetde bir alet olduğunu, o aleti kişi kullandığı vakit Cenab-ı Hakk’ın kulda bilgi ve ilim yarattığı hususunda Mutezilelilere muhalefet etmişlerdir.
İşin başında ve sonunda Allah’a hamd olsun.