Kentlerdeki dindarlık nasıl kayboldu?
Gazeteci-yazar Mehmet Altan, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte dinin kültür kaynağından beslenen kent dindarı ve kent dindarlığının azaldığını söyledi.
Prof. Dr. Mehmet Altan: "Kentlerdeki dindarlık TEKKELERLE kayboldu..." Röportaj: Ekrem ALTINTEPE
13 Şubat 2008
Moral Dünyası Dergisi'ne konuşan Gazeteci-yazar ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Altan, günümüzde dinin kültürel ve sosyolojik boyutunun göz ardı edilerek siyasi bir mesele olarak algılandığını söylüyor. Altan’a göre din, toplumun varoluş temellerinden birisi ve belki de en önemlisi. Altan, dinin kültürel özelliklerini ön plana çıkaran kent dindarı ve kent dindarlığı kavramının yok olduğunu, dini bir rant aracı olarak kullananların ön plana çıktığını ve dinin yozlaştırıldığını ifade ediyor.
Bir yazınızda “Benim gençliğimde kent dindarları vardı” diyorsunuz. Kimdir kent dindarı, kent dindarı nasıl birisidir?
Kent dindarı, bir inancın ulviyetinden kendine kimlik çıkarmaya soyunmayan insandır. İnancı inanç olarak kabul eden, inanç olarak yaşayan, bunu kültür olarak algılayan ama sosyal bir ilişki ağında bir taraf, bir kimlik olarak bundan rant beklemeyen insandır. Kent dindarı bir şekilde daha doymuş, gün görmüş ve bu inancı, kendi ulviyeti açısından kişiselleştirmiş, kültür olarak algılamış, daha gelişmiş insandır.
Peki, kent dindarlığı nasıl bir şeydir o zaman?
Bunun güzel örneklerinden birisi şöyledir: Eğer sen oruç tutuyorsan oruç tutanın duyabileceği bir şekilde sahur davulunun çalınması. Herkes mecburdur kalkmaya diyen, hayat hıncını davulun tıngırtısından almak yerine inançlı insanlara bir şekilde bir mesaj gönderen, kendi aralarında bir tılsımlı mesajlaşmayı öne çeken bir yapıdır kent dindarlığı.
Günümüzde kent dindarının ve kent dindarlığının kalmadığını söylüyorsunuz. Nereye gitti bu kent dindarları, kent dindarlığı nasıl ortadan kalktı?
Tekke ve zaviyelerin kapanması dinin kültürel, edebî, güzel sanatlar boyutlarını yoksullaştırdı. Zaman içinde Müslümanlığın sosyolojik, kültürel, edebî, güzel sanatlar, mitolojik tarafı ortadan kalktı. Köylülüğün egemenliğinin aracı haline getirilmeye başlandı. Türk toplumu; inançları, ideolojileri kendi kalıpları, kültürel bütünlüklerini doğuş şartlarından bağımsız bir şekilde yozlaştırabiliyor. İlk solculuk da çok geniş nitelikli bir felsefeyken, bu topraklarda köylülüğün kentleri esir etmesinde bir araç haline getirildi. Zarafetin, kibarlığın, derinliğin, duyarlılık ve duygusallığın önemsenmediği ama kentlere duyulan hıncı ifade edecek bir araç olarak büyük bir kesimin solculuğu kendi hayatına alet ettiğini gördük. Milliyetçilik de aynı şekilde kullanıldı. Din de aynı şekilde kullanıldı. Yani hayatla ilişkide zorluğu olan, donanımında yetersizliği olan, sosyolojik olarak altta kalmış tutunamayanların araçları haline geldi. Tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla kent dindarları azaldı diyorsunuz. Peki tekke ve zaviyelerin yerine üniversiteler bu işlevi yerine getiremez mi?
Bunlar çok büyük sorun, bunlar tartışılmaz ve tartışırsanız da size sansür uygularlar. Dünyadaki ilahiyat fakültelerinden çıkanlarla bizdekiler arasında muazzam bir fark var. Bizde ilahiyattan bu anlamda bir büyük düşünür, felsefeci, estet, şair vs yetişmiyor. Hepimizi zaman zaman dehşete düşüren yorumlar ve yaklaşımlar yapanlar da ilahiyatçılardır. Türkiye’de ilahiyat eğitimini çok derinden teşhis masasına yatırmak gerekir. Bu fakülteler, tekke ve zaviyelerle boy ölçüşecek bir eğitim düzeyinin altındalar, böyle bir dertleri olduğunu da zannetmiyorum. Dinlediğimiz, garipsediğimiz, hayretle izlediğimiz bütün söylemlerin sahipleri Türk ilahiyat fakültelerinden çıkıyorlar. İlahiyat eğitiminin gerçekten çok ciddi ele alınması lazım. Ama sanırım bu bir tabu.
Kent dindarları yetiştirecek kurum olarak ilahiyat fakültelerini mi görüyorsunuz? Genel olarak tüm üniversitelerin böyle bir işlevi yok mu?
Sosyolojik yapıyı görüyorum. Sosyal yapı bir kere insanları daha doyumlu hale getirecek, sosyo ekonomik kimlikleri geliştirecek, kaybedilecek şeyleri sahiplenecek hâle ulaştırabilecek, zihinsel algılamaları daha keskinleştirecek bir çevre. Sosyal yapının dönüşmesi, kent kültürünün etkin olacağı bir ortamı sağlayacak aynı zamanda. Tabi muazzam bir normalleşmenin yanında bunu yapacak olan kurumlardır. Hayatın her alanında dinle ilgili bu boyutun öne çıkabileceği temel ve toplumsal bir anlayıştan söz ediyorum.
Kent dindarı ile bu kültürü yozlaştırdığını söylediğiniz insanlar arasındaki farklar nedir?
Din, sadece bir inanç değil. Bu aynı zamanda muazzam derin bir kültürdür. O kültüre vakıf birisiyle bunu bir siyaset aracı yahut varolmak için bir kimlik aracı olarak kullanan arasındaki farkı netleştirmek için kent dindarları dedim. Kent dindarları, bu inancın kültürel boyutlarını, içtenliğini, ulviyetini, derinliğini, bir kültür boyutunda da hazmetmiş insandır. Onun için inançlara karşı hoşgörülü, güler yüzlü, esprili insanlardır kent dindarları. Günümüzde güler yüzlü, şaka yapan, konuşan insan sayısı çok az. Müslümanlık gülmemeyle özdeşmiş gibi bir izlenim bile edinebilirsiniz. Kendinden emin, özgüvenli, rekabetten korkmayan, daha geniş donanımlı bir hayatın içinden gelen, bilgi birikimi, yaşam birikimi farklı, kültürel manada zengin birisinin Müslümanlık anlayışıyla bunlardan yoksun birisinin Müslümanlığı kullanması çok farklı şeylerdir.
Ben bu kent dindarları meselesinin dünyada da bir şekilde zorda olduğunu düşünüyorum. Çünkü İslamiyet Şeyh Galip’ten Taliban’a geldi yeryüzünde. Nedir bu meyil, düzlem kaybetmemizin nedeni? Bunun bir sosyolojik analizini yapmak lazım. Eskiden Müslümanların ağırlığı kentlerdeyken kırlara kaymasıdır bunun sebebi. Şeyh Galip, inanılmaz şekilde işlenmiş bir derin kültürün çok önemli bir ferdiyken; Taliban, Afgan kırlarının bütün hoyratlığını ifade eden bir vahşetle ortaya çıktı. İkisi de Müslüman ise aradaki fark nedir? Bence aradaki fark o dinin kendi kültürel özelliklerinin, güzelliklerinin, yaratıcılıklarının farkına varılmayıp onu siyaseten bir silah olarak kullanmaktır.
Kent dindarlarını ortaya çıkardığını söylediğiniz kültürel ortam oluşturulamıyor mu toplumda?
Kent dindarları oransal olarak kayboldular. Zaman zaman benim rastladığım ve içimin açıldığı kent dindarlarına rastlıyorum. Ama çok genç bir nüfusuz. Aynı zamanda kentleşmemiz yeni, kırsalımız daha egemen olmaya başladı. Bir de normalleşemediğimiz için dinin mitolojisini, güzel sanatlarını, tarihsel birikimini bize aktaran bir sosyal ortam da yok. Bunu bize aktaran bir kurumsal yapı da yok. Zaman içinde taşranın daha donatımsız insanlarının Müslümanlıktan medet uman bir siyasi yaklaşımı, İslam’a kültürel boyutlarını da algılayan bir inanç derinliğinde bakanların aleyhine dönmüş. Birinciler çoğalınca diğerleri hem oransal hem mutlak oranda azaldılar. Kent dindarını üreten mekanizmalar da kayboldu. Siz din sosyolojisini kültürel olarak, dinin özelliklerini kültürel olarak bizim hayatımızda konuşan birisini görüyor musunuz? Bunu bir siyasi algılama olarak tedavülde tutmak çok daha ağırlıklı maalesef.
Şehirlerde ahlaki bir yozlaşma söz konusu. Herkes bundan şikâyetçi. Bu ahlaki yozlaşmanın temelinde kent dindarlığının yok olması mı yatıyor?
Bu söylediklerim ile birebir bağlantılı. Dinin araç olarak kullanılması, bir inanç olarak kişiselleştirilmemesi. Üretmeyen herkes ahlaksızdır. Müslüman ol veya olma fark etmez. Ahlak çok zor bir daldır. Felsefenin en zor dallarından biridir. Ahlakı ne üretir? Benim için ahlakı iki şey üretir. Birisi üretimdir birisi dindir.
Üretim seni fiilen ahlaksızlık yapılmasına imkân vermeyecek bir müfettişlik konumuna getirir. Bu ne demektir? Örneğin diyelim ki fırıncısın, sana çürümüş buğdaydan un getiren birisi senin ekmek üreten birisi olarak çökmene neden olur. Onun için sen onun ahlaksızlık yapmasına izin vermeyeceksin. Bir kere bunun kurbanı olduğunda ikincisinde artık ondan almazsın. Aynı zamanda bir üretim zinciri insanların birbirlerini kandırmalarını engeller. Çünkü piyasa ekonomisi var ise batarsın.
İkincisi ise ahlaksızlık yapmak kanunen de suçtur. Kanunun suç saydığı her şey aslında dinde günahtır. Hukuk kurallarının oluşabilmesinin altyapısını din oluşturur. Senin iyi bir insan olmanı sağlayan bir eğitimden geçirir. Dinin aslında yasakladığı günah saydıklarını da toplumlar hukuken suç sayarlar.
Bir taraftan topluca üretebilen, üretim zinciri içinde yer alan bir ülke değiliz, devlet eksenli, devlet kaynaklarından rant üstünden, hak etmediğimize el uzatarak, avantadan, üretmeden, çalışmadan, çalarak çırparak yaşama kültürünün ürünleriyiz. Bir taraftan da din, kent dindarının içselleştiği bir davranış biçimimizi temellendiren bir kültür olmaktan uzak.
O zaman ne oluyor, herkes bir şekilde hak etmediğine el uzatmaya, layık olduğundan daha fazlasını elde etmeye çalıştığı bir ahlaksızlığı topluca üretmeye devam ediyoruz.
Müslüman bir toplumsak, dindar isek bu ahlaksızlıkları kim yapıyor? İşte onun için din, kültürel sosyolojik bir inanç olarak üremiyor, köy kurnazlığının, köy hoyratlığının yani eğitilmemiş, derinleştirilmemiş, ufku açılmamış, birikimini içselleştirmemiş bir yapının siyasal aleti haline geliyor.
Kent dindarlığını yeniden ihdas etmek, kent dindarlarını yeniden yetiştirmek nasıl mümkün olacak?
Toplumun hızlıca kalkınması; Türkiye’nin normalleşmesi; dinin bir siyasi unsur olarak değil sosyolojik bir kültür olarak algılanması gerekir. Dinin toplumdaki yeri nedir? Biz bunu da tartışmalıyız. Din; hukukun alt yapısını oluşturur, estetik değer getirir, mitolojik değer getirir, hayata bakış açısı getirir. Bu, gelişmiş insana ait bir donanımla geldiği vakit daha üst düzeyde bir ufuk getirir. Toplum, bir rant ekonomisi, rant kapmaya yönelik siyasi sistem olmaktan da çıkarılmalı. Yani ben Müslüman’ım diyenin liyakatine değil Müslüman’ım demesine bakılırsa çökeriz. Yani ben beyin cerrahı kadrosu istiyorum, beyin cerrahı değilim ama iyi Müslüman’ım, uçak uçurmasını bilmiyorum ama beş vakit namaz kılıyorum diyen adamları bir şekilde kabullenirsek ve bu sorunu geçerli sayarsak Türkiye’de tüm sistem çöker.
Onun için bunun sosyolojik bir kültürel inanç, bir hayata bakış hususu olduğunu kabullenip ama bunun yanında muazzam bir liyakat aramak gerekir. Yani iyi bir Müslüman’sa işini dünya standartlarında yapacak, eğer iyi bir Müslüman’sa rekabetten korkmayacak, eğer iyi bir Müslüman’sa hayata pozitif katkıda bulunacak, eğer iyi bir Müslüman’sa insanlığa ne açıdan yardımcı olduğunu her an kendine soracak, iyi bir Müslüman’sa dünyada var olmaktan ve yarışmaktan korkmayacak, iyi bir Müslüman’sa kendine benzemeyeni düşman saymayacak, iyi bir Müslüman’sa dinin kültürel boyutunu geliştirmek için özen gösterecek. Böyle bir yapıyı gerektiren bir anlayışın egemenliği asıldır. Şimdi bunun hiçbirisinden nasiplenmeyip, sadece siyasi bir rant ve çıkar aracı olarak algılamak ve kullanmak kent dindarlığını öldüren, yok eden, berhava eden, sistemi ve Müslümanlığı sığlaştıran, yok eden bir yapı getiriyor. Yani sosyolojik bir kalkınmayla birebir bağlantılı, derinlikle, kültürel ufukla, yeryüzünü izlemekle, yabancı dil bilmekle, işini dünyanın her tarafında iyi yapmakla, insanlığa katkı getirecek bir algıyla. Bunlardan mahrum bir Müslümanlığın en iyi yorumunun yapıldığını söylemek çok doğru olmaz.
Günümüzde kent dindarlığının kaybolduğunu, yerine köy dindarlığının geldiğinden bahsediyoruz. Ama Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında Yesrib diye bilinen şehir, cahiliye devrinden kurtarılarak Medine olarak isimlendirilmiştir. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğru. Din aynı zamanda bir medeniyettir. Bizim dinimizin o sırada getirdiği esaslar cahiliye devrinin o şartlarında çok daha ileri unsurlardı. Ama bu, zaman içinde yok oldu. Mesela bugün beş kalkınmış Müslüman ülke ismi söyleyemeyiz. Neden? Birincisi özeleştiri yok. Yani bizim dinimizde bir özeleştiri yok. Suçluyu dışarıda aramaya yönelik bir yaklaşımımız var kültürel olarak, sosyolojik açıdan. İkincisi teknoloji ile ilgimiz yok. Üçüncüsü azla yetinme söz konusu. Yani bir zenginleşmeyi sağlayan dinamik yok. Onun için kendi sürecimizde Medine’ye giderken, Medine yani medeniyete yönelik bir projeyi zaman içinde nerelerde aksattık bunu düşünmek lazım.
Acaba içtihat kapısını kapatmak büyük bir yanlış mıydı? Acaba o ehliyette ve vukufiyette insanları mı üretemiyoruz? Müslümanlığın etkin olduğu kırsal alanlar mı daha fazla? Nihayetinde fazla haksızlık etmemek lazım Müslümanlık çok genç bir din. Delikanlı. Bir Hıristiyanlığın yanında henüz daha olgunluk dönemine geçebilmiş kadar eski bir din değil. Ama benim gördüğüm sakin sakin bunları konuşmuyoruz. Hep bir propagandaya yönelik tavır var. Her şeyde öyle, milliyetçilik, din, ne olursa olsun. Sakin konuşma, kendine sakinlik içinde bakabilme, ben hiçbir yerde görmedim bunu. Başka kimliğin olmadığı vakit, Müslümanlığı kimlik olarak kullanmak, Türklüğü kimlik olarak kullanmak bir çaresizliğin ifadesidir. Mesleği olmayan, katma değer oluşturamayan, değer oluşturamayan, dünyayla rekabet edemeyen insanların Müslüman olması Türklüğe ve Müslümanlığa bir şey kazandırmıyor. İlk önce kendi donanımın çok esas. Çok yeni, çok delikanlı bir din ama bizim niye beş tane kalkınmış Müslüman ülke sayamadığımızı ifade etmek lazım. Bunu sorduğumuz zaman bize söylenen şu: Kutsal metinlerimiz bunu aslında çok daha olumlu bir şekilde söyler. Peki o zaman bunu uygulayanlar niye bu kutsal metinlere uygun adamlar değil. Hep bir korunma var. Kutsal metinlerdekine uygun bir uygulama göremediğimiz zaman bu bahane söyleniyor. O zaman niye Müslümanlar kutsal metnin gerektirdiği derinlikte ve genişlikte bir uygulama içinde değiller. Kendi kendimize bakma, Müslüman âleminin eksiğini gediğini, sağduyulu, sakin bir şekilde değerlendirme niye yok? Bunu yapabilmemiz için kültür boyutuna geçmemiz lazım. Dinin kültürde kapladığı alanı din sosyolojisi açısından oynadığı rolü bilmemiz lazım. Bunlar yerine bunu siyaset haline getirerek bir araç şeklinde kullanırsak o aracı da kullanan çok donanımsızsa sonunda din de maalesef kendi derinliğine değil onu kullananın sığlığına yönelik bir zedelenmeye uğramış oluyor.
Dinin kültürel boyutuna vurgu yapıyorsunuz. Türkiye’de dinin algılanış şekli farklı mı?
Müslümanlığı bir anayasa, ceza kanunu, medeni kanun olarak algılamak yerine kültürel boyutta algılamak lazım.
Mesela inançsızlar ”Allah korusun” diyor. Bu bir kültür, beş vakit ezan sesi dinliyor, hepimiz sünnetliyiz, o kültürün içindeyiz fakat bunun bir kültür olduğunu göremiyoruz. Çünkü Türkiye’de din; sosyolojik, kültürel mesele olmaktan ziyade siyasi bir mesele olarak algılanıyor. Kışla ile cami arasında kavganın unsuru olarak algılanıyor. O zaman yozlaştırılıyor, derinliğini kaybediyor, sığlaşıyor ve tutunamayanların hayata tutunma aracı oluyor.
Halbuki din bunların çok dışında bir şey.
Din bir şekilde bir inanç, binlerce yılın getirdiği insanlığın bir hâli. Bu kadar sığ, yoz, küçük rant peşinde koşmaya yönelik bir peynir fareliği yapmak için kullanılabilen bir araç olmanın çok ötesinde bir durum. Aynı zamanda toplumun kültürü, duruşu. Bu şekilde bakan bir yaklaşıma ben hiçbir şekilde rastlamıyorum. Yani kendine devlet kadrolarında iş bulma, ihale kapmanın aracı değil din. Din bu toplumun varoluş temellerinden bir tanesi ve belki de en önemlisi. Onun için biz bunu siyaset dışarısına çıkartıp sosyolojik kültür olarak algıladığımız vakit tekrardan kent dindarları doğar. Bu konuyu siyasetten kültüre çekersek bence çok daha normalleşeceğimizi düşünüyorum.
http://WWW.MORALHABER.NET