Mektuba Ağıt / Fatih Andı Giderek çetrefilleşen, eşya kalabalığına daha fazla bağımlı hâle gelerek teferruata daha fazla gömülen, buna paralel bir şekilde temposu artan, bir telâşa bürünen hayatları yaşar olduk. Hayatımız günden güne daha çok anahtarlar, prizler, fişler, kablolar ve illâ da düğmeler ve tuşlarla kuşatılır olmaya başladı. Sabah uyanışımızdan akşam yatışımıza kadar, hiç hesap ettik mi, kaç tane tuşa yahut düğmeye dokunarak yaşamak zorunda olduğumuzu? Ve hiç düşündük mü, her tuş yahut düğmeye dokunabilme becerisini edinebilmek için onlarla ilgili ne çok detay bilgisini kafamıza daha önceden depoladığımızı? Yani zihnimizin düğmeler ve tuşların fonksiyonlarını birbirinden ayırt edebilme ve günlük hayatımızı yaşamak için onları kullanabilme becerisini pratiğe dökme çabasıyla kaç bin parçaya bölündüğünü, parçalandığını?
Ve böylesi her bir bölünmenin, parçalanmanın bizim hayatımızı “biz”e bırakmadığını, hayatımızı biz farkında olmadan “kırıntılar”la doldurduğunu, böylelikle “hayat” dediğimiz bu en büyük ilâhî mevhibenin yalnızca “yaşamak” telâşıyla geçip gittiğini.
Bu telâşlı ve hızlı koşuşturmaların, meşguliyetlerin curcunası içinde elbette bir kalbin bir kalbe, bir aklın bir akla yani insanın insana açılışı da sınırlanacak ve düğmeli, tuşlu “modern yaşam”ları yapan “hız” ve kalabalığın içerisinde bu açılışın imkânlarını oluşturan daha “insanî” kimi araçlar da kendisine yol bulamaz, rahat soluk alamaz bir hâle gelecektir.
İşte “mektup” dediğimiz iletişim ve samimiyet aracı da, bana hep bu soluksuz kalmış zavallılardan birisi olarak görünmüştür.
“Ta...” diye işaret edeceğimiz kadar uzaklaştı mı bilmem ama, yıllar önce, 1995’te mektubun günlük hayatımızdaki bu zavallılaşma trajedisi karşısında içlenmiş ve bir yazı kaleme almıştım. Orada da birtakım şikâyetlerle mektuba ağıt yakmıştım:
Modern teknolojinin “insana yaptığı fenalıklar”dan birisi de, onu kolay(cı)lığa, rahat ve konfora alıştırarak hayatında açtığı “boş zamanlar”ın can sıkıntısını ruhuna musallat etmesidir. Modern insan bu yüzden zamanı, içine sindiremeden; kendisine verilen bu “az mühlet’in her ân “mev’ûd saat’e doğru akıp gidişinin paniğiyle, hızlı, değişken tempolu ve “çılgınca” bir hayatla doldurmayı seçmiştir. Modernin ömrü, zamanı da ihtirasla tüketiş ekseninde yürür. Böylesine hızlı ve hırslı bir tüketiş/tükeniş içerisinde küçük meşgalelere ayrılmış “boş zaman” elbette kalmamaktadır.
Modernliğin sam yeli bize de ulaştı; teknolojinin ömrümüze kattığı “ıttırâd” ve sıradanlaştırarak fakirleştiricilik bizi de buldu. Bizim hayatımız da artık küçük ama insanî teferruatlardan tecrit edilmiş bir surette “hızlı” akıyor.
Kimi kültür teorisyenleri, insanoğlunun sözlü kültürden yazılı kültüre geçişini bir “kendisine yabancılaşma” süreci olarak değerlendiriyorlar. Zira yazı bir “yabancı” araçtır ve zihnin işleyişini kendi imkânları ve şartları doğrultusunda değiştirir, diyorlar.
Böyle de olsa, bu yabancılaştırma araçları içerisinde en masum olanı her hâlde mektuptur. Zira mektup, diğer bütün yazılı metin türleri içerisinde en sıcak bir insanîliği, en samimî bir frekansı en kolay yakalayabilendir.
Mektup, kimi zaman bir sığınaktır. Hayat gailesinin, yaşama yükünün çekilmez, dayanılmaz olduğu zamanlarda, yazarı için mahrem kucağına sığınılan bir değerli varlık yerini tutar. Ona tutunarak, bu yükün altından kalktığı olur insanın çoğu kez. Bu anlamda “sırdaş” mektuplar vardır bir samimî dosta yazılan. Eskiler “aşk ağlatır, dert söyletir.” demişler. Dizinde ağlanacak yahut karşısında söylenecek kişinin uzakta olduğu zamanlar için de bir ilâçtır mektup.
Hayatının böyle bir diliminde, Faruk Nafiz, geleneksel hayat tarzının sarmaladığı dostlukları kendisine taşıyan mektuplar karşısında içlenir ve mektuplar var oldukça insanın hayatında Ahmet Muhip Dranas’ın “Kar” şiirinde sözünü ettiği “dünyanın büyük yalnızlığı”nı duymanın mümkün olmayacağının güzel bir vurgusu olan “Mektuplar” şiirini kaleme alır:
“Mektuplar alırım ayda, yılda bir
Bursa’dan, İzmir’den, ya Adana’dan.
Yazanlar ne hısım, ne hemşeridir:
Bunları yedi kat eller gönderir,
Güç haber alırken oğul anadan.
En yakın dostluğun, aşinalığın
İmtihan gördüğü âhir zamanda,
Hâl hatır soranlar çıkar bir yığın,
Masaldır ey gönül, garip kaldığın
Bunca dert ortağın varken cihanda!”
Böylesi bir dostun yokluğu hâlinde başvurulan “günlük”ler, hatıra defterleri de aslında kişinin kendisine yahut kendisinden sonraki zamanlara yazdığı birer “özel” mektup değil midir?
Mektup, bir mahremiyettir kimi zaman. İki kişi arasında paylaşılan... Bu mahremiyetin paylaşımı insanı insana rapteder. Ortak bir sırrın harareti, kalbi kalbe kaynatır. Bu yüzden hep sorulmuştur, ‘Yazılan bir mektup, aslında kimindir?’ diye... Yazanın mıdır, kendisine yazılanın mıdır? Üzerindeki tasarruf yetkisi kime aittir? Sırf bu soru karşısında kararsız kalışımız bile, mektubun insanı insana kaynaştırışının bir göstergesi değil midir?
Belki de bütün bu saydıklarımız yüzündendi “eskiden” postacıları kendimize yakın bir dost buluşumuz, onları diğer meslek erbabından biraz daha fazla sevip benimseyişimiz.
“Bak postacı geliyor/Selam veriyor/ Herkes ona bakıyor/ Merak ediyor”
diye türkülerimize, çocuk tekerlemelerimize konu edişimiz.
Ve belki de bu yüzdendi mektupsuz kalışımıza hayıflanışımız, mektubunun arkasını kesen evlâda, kardeşe, dosta, sevgiliye darılışımız. Arif Nihat Asya’nın dediği gibi:
“Mektup mu gelirmiş masal olmuş yârdan?
İn göğsüme, dön göğsüme ey kalbim,
Ne bekler unutulmuşlar, unutmuşlardan?”
Hepsinden daha feci olanı ise, yazılan mektubun, yazanın aklına bin bir şüpheyi doğurtacak şekilde, cevapsız kalması yahut mektubun geri dönmesi değil miydi? Yine Arif Nihat’ın “Mektup” başlıklı bir şiirindeki
“Yazısı silinmiş, kâğıdı sarı...
Mektubumu geri getirdi
Dünya postaları.”
mısraları bir yandan mektubun sahibine ulaşmayıp geri gelişine dövünüşüyle, fakat bir yandan da bütün dünyada mektubuna cevap verecek bir muhatap bulamamanın doğurduğu yoğun yalnızlık duygusunu dile getirişiyle, ne derinden kavrayıcı ve hüzün uyandırıcı bir şiirdir.
Aynı yalnızlık duygusunu ve dünyaya küsmüşlüğü ve kapanışı bu sefer postacıya yönelttiği sitemle, acı bir biçimde dile getirmez mi Cahit Sıtkı, “Postacı” şiirinde:
“Boşuna çalıyorsun
Postacı,
Boşuna çalıyorsun kapımı.
Artık benim değildir,
Üstünde ismim, adresim yazılı mektuplar.
Git başkalarını sevindir,
Git başkalarını mahzun et,
Bana hükmün geçmez artık.
Bir aşkım varsa bugün
Bahçemdeki çiçekleredir,
İnsanlara değil.
Boşuna çalıyorsun kapımı,
Postacı,
Boşuna çalıyorsun.”
Yahut İsmet Özel’in, “İki Kanat” şiirinde bu milletin yaşadığı ve doğrusu çok da anlamlandıramadığı Kore Savaşı yıllarında, bu uzak ülkeye giden nice babaya, kardeşe, kocaya yahut sevgiliye yazılan mektuba cevap gelmeyişini veyahut mektubun olduğu gibi geri gelişini balyoz gibi dile getiren tevriyeli bir “Kore’ye mektup yas.” mısraı ile özetleyivermesi ne beliğdir.
Mektup dostluğu çoğaltır, sevgiyi çoğaltır, mutluluğu çoğaltır ve bilgiyi ve hikmeti çoğaltır. Özellikle bu sonuncusu da geçmiş dönemlerin toplumsal hayatı içerisinde mektubun yaygın işlevlerinden birisi olarak belirir. İnsanlık tarihinde, hele ki Doğu ve İslâm kültüründe, bilgiyi, hayat tecrübesini, hikmeti, dînî ve ahlâkî düsturları öğrencilerine, çağdaşlarına yahut sonraki dönemlerin insanlarına mektuplarla aktaran ne çok bilge, din büyüğü yahut ermiş yaşamıştır.
Bunların, başta İmam-ı Rabbânî’ninki olmak üzere, yalnızca Mektûbât başlıklı eserleri bile bir kütüphaneyi dolduracak bir yekûn teşkil eder.Bu eksende mektup, “Bilgiyi yazı ile kayıt altına alma” tembihi ile uyarılan bir geleneğin çocukları için, yalnız bilginin değil, samimiyetin, sevginin, dostluğun ve insan hayatının mutluluklarının ve güzelliklerinin de çoğaltılabilmesi, yayılabilmesi ve zamanda ilerilere taşınabilmesi için kayıt altına alınmasının bir imkânı değil midir?
Mektup gerçekten, güzelliklerin çoğaltılmasının da bir aracı olmuştur. Hem insan hayatında yaşanan güzelliklerin başka insanlara aktarılarak çoğaltılması işlevi ile, hem de kendisi kimi örnekleriyle bir güzellik öğesi olarak, insan hayatını süsleyerek...
İşte, bu geldiğimiz noktada karşımıza çıkan mektup, edebiyatın bir türü olarak kabul edilen “edebî mektup”tur. Zira mektup, dile dayanan bir araçtır ve dilin güzeli yakaladığı yerde edebiyat filizlenir. Bizim edebiyat tarihimiz içinde mektup türü oldukça çok sayıda eserle canlı ve kalıcı bir yerin sahibidir.
Edebî mektuplar ve edebiyatçı mektupları, dilin estetik kullanımıyla, muhtevalarının güzellikleriyle bize bir sanatkârın iç dünyasının zenginliklerini içtenlikle, perdesiz, örtüsüz ve maskesiz sunuşlarıyla bir kat daha önem taşırlar. Zenginlikleriyle bizi de zenginleştirirler, estetik bir terbiyeden geçirirler. Bu toplumun sanat ve kültür hayatına mal olmuş şahsiyetlerin mektupları, aynı zamanda kültür ve edebiyat tarihimizin de tamamlayıcı vesikalarıdır.
Bilhassa XIX. yüzyıldan bugüne yaşamış edebiyatçıların mektuplarının toplandığı çok sayıda eser yayımlandı yakın zamanlarda. Abdülhak Hamid’in Mektupları, Mektuplarla Tevfık Fikret ve Çevresi, Tanpınar’ın Mektupları, Ziya’ya Mektuplar, Devekuşuna Mektuplar, On Üç Günün Mektupları, Dost Mektupları, Keziban’a Mektuplar, Behçet Necatigil-Mektuplar, Attila İlhan’a Mektuplar, Âli’ye Mektuplar... Sayılarını epeyce artırabileceğimiz bu eserler, bizlere aktardığı bilgiler ve edebî tadlarla edebiyat dünyamızın önemli zenginlikleri içerisinde yerlerini alıyorlar. Bu eserler etrafında günümüz edebiyat birikimi içerisinde bir “mektup edebiyatı” bugün oluşmuştur.
Bir edebî tür olan mektup, bir yandan da roman yahut tiyatro oyunu gibi kimi edebî metinlerin içine fonksiyonel olarak monte edilişiyle, yahut roman, hikâye gibi kimi anlatı türlerinin bazı örneklerinde, eserin üzerinde var olduğu zemini teşkil edişleriyle de edebî eserlerde bir anlatım tekniği olarak karşımıza çıkar. Aynı zamanda mektup, bizzat şiirin temasını, romanın, hikâyenin yahut tiyatro oyununun asıl konusunu belirleyen, eserin akışını yönlendiren bir unsur biçiminde de işlenebilir edebî eserlerde. Bütün bu yönleriyle velût ve cazip bir imkândır edebiyatçı için. ½öyle bir toplayacak olsak, ne çok bu özellikte eserle karşı karşıya geliriz.
Bunca sözün “muhassala”sı şudur ki: Mektup güzeldi, sıcaktı; mektuplaşmak, insanîydi. Mektubu bugün yavaş yavaş terkedişimiz, hayatımızdan bunları eksiltmektedir. İşte bu “küçük” teferruatlardan birisi de, gitgide hayatımızdan çekilme eğilimindeki mektuplaşma olgusudur.
Artık insanlar sevdiklerine daha az mektup yazıyor, yahut yazmıyorlar. Üşeniyorlar dostluklara... Zira ellerinin altında teknolojinin sağladığı “müthiş” bir imkân var: Telekomünikasyon araçları... Telefon, telsiz, cep telefonu, internet hatta radyo, televizyon... Hayatın koşuşturmacası arasında kâğıt-kalem bulup, oturup zaman ayırarak sayfalar dolusu yazmak, zarftı, puldu, hele onca işin arasında postaya vermekti... Zor geliyor onlara. Oysa telefon hemen ellerinin altında yahut ceplerinde... Birkaç saniyelik iş...
Epey zaman olmuştur herhâlde bizim postacılarımızın da, o emektar, aşınmış meşin çantalarının içinin evraklarla, iş dünyası yazışmalarıyla, broşürlerle, makbuz, fatura, tebligat pusulalarıyla dolmaya başlayıp, taşıyıcısının bile yüreğini çarptıran, gözlerini ısıtan sıcacık asker mektuplarının, yanık gurbet mektuplarının, utangaç âşık mektuplarının, samimî dost mektuplarının gitgide azalmaya başlamasından bu yana...
Telefonun, telsizin birkaç saniyelik “iş bitirici” fonksiyonelliğine karşılık, mektup iki ayrı insanın, iki ayrı dünyanın birbirine anlık değil, “teenni” ile açılmasını sağlar.
Kabul etmek zorundayız ki, modern iletişim araçları kolaylıktır, hızdır, yaygınlıktır. Fakat aynı zamanda hayatımıza bir yalınkatlık, tek boyutluluk ve önemlisi otomatlaşma katmadıklarını iddia edebilir miyiz? Mektubun hayatımızdan çekilmeye başlamasıyla, nice küçük insanî telâşçıklar, özlemler, bekleyişler, heyecanlar, helecanlar, özenler, özentiler, samimiyetler, hüzünler, sevinçler, türküler, benzetmeler, deyimler, anekdotlar da yavaş yavaş geçmişe kayan birer nostalji öğesi olmaya başlamıştır. Mektubun hayatımızdaki sıcak, iddiasız, temkinli yerine karşılık modern enformasyon ağının hayatımızı (ve basiretimizi) nasıl kuşattığı, doldurduğu, yönlendirdiği, hatta yanıltarak çarpıttığı modern insanın trajedilerinden bir trajedi değil midir?
Mektup, yazıya yüklenmiş kalıcılıktır, yazıldığı zamanın ötesine ve üçüncü şahıslara aktarılabilirliktir. Bu onun tesir gücünü arttırır. Ona günübirlik iletişim fonksiyonunun ötesinde bir vesika değeri ve hatta yazarına ve üslûbuna göre, belki de bir edebî metin kıymeti kazandırır.
Edebî telefon veyahut telsiz konuşmaları yoktur. Olsa da, yazıya dökülmediği için uçucudur. Oysa edebiyatta mektup bir edebî tür sayılmaktadır.
Fuzûlî’nin meşhur Şikâyetname’si, üzerinden geçen yüzlerce seneye rağmen, hâlâ bizimdir, bizim edebî zenginliklerimizdendir. Bugün hâlâ bize, en azından “Selâm verdim, rüşvet değildir deyü almadılar.” cümlesi ile bir şeyler söylemektedir. Bu şikâyetini Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye telefonla bildiren bir Fuzûlî bizim için uğradığı haksızlık karşısında sızlanan bir ihtiyarcıktan öte ne ifade ederdi?
Toplamı binlerce sayfa tutan mektuplarına karşılık, Magosa’da ahbabıyla cebindeki telefon vasıtasıyla “mesajlaşan” yahut önündeki “laptop”u aracılığıyla “chat’leşen bir Namık Kemal’in edebî ve tarihî değerinin bir cephesi noksan kalmaz mıydı?
http://www.yagmurdergisi.com.tr/konu_go ... d=26&kat=4