Sadık Efendi Risalesi
Bu Risâle, büyüklerin tâbiriyle insanın kendi hâlini, derecesini, derekesini açıklayan mühim bir eserdir. Büyükler bu Risâle için “İnsâf ile okuyanlar Risâle’de hangi kısma ve îzâha dahil olduklarını anlarlar yeter ki mûcibince amel edilsin.” buyurmuşlardır.
SADIK EFENDİ RİSÂLESİ
Üsküdar'da Alaca Minâre karşısında medfûn kutbu'l-ârifîn ve ğavsu'l-vâsılîn ŞEYH SÂDIK EFENDi (kuddise sirruhu'l-azîz) Hazretleri'nin kitâb-ı mahbûblarıdır:
_________________________________________
Allah ü Zü'I-Celâl'e hamd ü senâ, Resûlüne salâvat ve selâmdan sonra tâlib-i didâr ve sâlik-i râh-ı hakîkat olan mü’min kardeşlerime dualar okunup tarafımdan kendilerine işbu' Risâle hediye olunmuştur. Zîra mânevî peder olan bir kimsenin, mânevî evlâdlarına nasihat edip tavsiyelerde bulunmaktan daha büyük bir hediye olmaz.
Benim ruhum gönül gönülden, dil dili var dilden, dile dil dileğin dilden dile verilmez. Hâne-i dile Zeyd u Amr ile bile herkes bulunduğu tarîkın ilmini tahsil edip sonra ilmine başlamalı. İlk olarak herkese farz-ı ayn olan Şerîat ilmi ile başlanır. Sonra en lüzumlu olan Tarîkat ilmidir. Sonra Ma'rifet ilmi lâzımdır. Sonra Hakîkat ilmi Hakk'ın nimetidir. Ama ilim bir okyanus olduğundan, bunun bir katresi beyan edilmiştir. Sebeb de: “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır.” sözünün şümûlüne girmek ümididir. Hiçbir karşılık beklemeden kaleme aldığım bu Risàle için tevhîd ehlinin dualarını ümid ederim.
“Rabbimiz, kavmimiz ile aramızı hak ile aç, zîrâ Sen (hayırlı bir kapı) açanların en hayırlısısın” (A'râf, 7/89).
“Allahım! Bize bu hazinenin kapılarını aç, bu rumuzlarının sırlarını açıkla.”
Ey kardeş! Allah seni iki cihanda azîz kılsın. Yüce Allah'ın izni ile söylüyorum. Allah'ın yardımıyla beni dinle, bize yönel, çekinme. Zîrâ sen emniyettesin. Rabbine dua edip de ki: “İlâhî! Murâdım Sen’sin, rızâna ermeyi niyâz ediyorum. Cemâlin hürmetine, ya Rahîm, lûtfunla merhamet et ve duayı kabul buyur!”
Benim cânım! Varlık ikliminde seyr ve sefer, fenâ sahrâsında seyahat ettiğimiz esnâda şâh-ı bekâdan dosdoğru bir yol ihsân olundukta, bu uyku ile uyanıklık arasına benzeyen bir hâl idi.
Bu hâl içinde büyük ve muazzam bir fenâ şehrine vardım. Bunun enini ve boyunu gözle ihâta etmek mümkün olmaz. Şehir halkı o kadar kalabalık idi ki, hiçbir çarşısına rahat girilmez. Ahâlisi ise, dünyadaki çeşitli kavimlerden meydana geliyor. Kimi Arap, kimi Acem, kimi Türk, kimi Rûm. Kâfirlerin her türlüsü burada mevcud olduğundan hayretler içinde kaldım. Acâib bir gezintiye çıktım. Şehrin ortasında muazzam bir kale inşâ olunmuş, kalenin burçları göklere dayanmış. Surların dışında kalan, bu şehre ezelden beri hakîkat güneşinden bir ışık düşmemiş ve düşmemekte. Ahâlisini görünce anladım ki, şehir halkının semâları bile, bir karanlık ülkedir. Zîrâ meşrebleri köpekler gibi bir lokma için birbiriyle hırlaşıp basit bahanelerle birbirini parçalarlar. Şehvet ve gazabları gâlib olduğundan, ateş unsurundan olan tabiatları icâbı mağlûb ettiklerini katlederler. Zinâya istekli ve düşkün olduklarından bir fahişe avradın ardına düşerler. Üçü-beşi onun ardına düşünce, bazan kıskançlıkla birbirini helâk ederler. Livâtadan fazla haz alırlar. Hırsızlık, çekiştirme, iftira, içki, yalan ve gıybet sürüp giden âdetleri olup zerre kadar Allah'tan korkmazlar. Bu büyük günahları işleyenlerin çoğu Müslüman, hatta bazıları da âlimler olup iyiyi emr, kötüyü men (emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l--münker) eden âlimler, vâizler ve iyi insanlar dahi bu şehirde zuhûr etmiş olup, amma bu (Nefs-i) EMMÂRE ŞEHRİ ahâlisiyle hiçbir şekilde uyuşamayıp, bahis konusu şehrin ortasındaki kaleye hicret ederlermiş. Bu fakîr dahi bu şehirde ikamet istedim. Ulu şehrin sözden anlayan âlimlerini bulup, şehrin ismini, sultânını, vâlisini ve hâlini sorayım diye ulemâdan birini bulup durumu sordum. Dedim ki:
"Şehrinizin ismi nedir?" Dedi ki:
"Bu şehrin ismi (Nefs-i) EMMÂRE’dir. Burası gaflet ve karanlıklar ülkesidir. Sultanımıza AKL-I MEÂŞ (dünya refâhı için düşünen akıl) derler. Âlimdir, idareciliğinde mâhir bir müneccim ve mühendistir, akıllı bir tabîbdir. Her şeyden haberi var. Yeryüzünde onun gibi yoktur."
Sonra: “Padişahın vezîri kimdir?” diye sorduğumda dedi ki: "Vezîri, idrak kuvvetidir. Kethudâsı müşterek his'tir. Harc vekili vehim ve vesvese kuvvetidir."
Tebaasını sordum. Onun bana haber verdiğine göre anladım ki; tüm kötü huylar ve kötü huylular, Akl-ı Meâş denilen padişahın hizmetçileri ve sırdaşları olmuşlar. Bu fakîr dahi Akl-ı Meâş’ın her alanda mâhir bir üstad olduğunu bildiği için maişetini temin etmek maksadıyla onunla alâkalı her sahada bilgi tahsil etmek arzusuyla bir zaman ona hizmet ettim. Kabiliyetimi beğendiğinden büyük bir hevesle nice ilimler tahsil etmemi temin etti, beni kendisine sırdaş kıldı. Böylece ilmin her sahasında mâhir, halk arasında meşhûr oldum, hezar-fen (bin fenne vâkıf) diye tanındım. Fakat Akl-ı Meâş'ın hâkimiyeti altında bulunan bütün ahâlinin, günahın her çeşidini işlemekte olduğunu, bu iklimin padişahı olan Akl-ı Meâş'ın, onların işlemekte oldukları günahları gördüğü hâlde engellemeye gücü yetmediğini görünce, ruhuma büyük bir sıkıntı geldi. Bir gün Akl-ı Meâş’ı ârifâne ağırlayıp kendisine dedim ki:
“Padişahım! Senin bu şehrin bilginleri ilimleriyle amel etmiyorlar, Allah'tan korkmuyorlar. Câhilleri de tevbe ve istiğfar etmiyor, gönüllerini îmân nuru ile ışıklandırmıyorlar. Mutlak olarak şekil yönünden insan, ama hâl ve hareket tarzı bakımından hayvandırlar, hatta onlardan da aşağıdırlar. Bu ne hikmettir, açıklar mısınız?” Dedi ki:
"Bunlar benim tebaamdan değillerdir. Eskiden şeytan bu şehir halkını baştan çıkarmış, vesvese ve desisesi ve bütün avanesi ile bu Emmâre Şehri halkıyla ülfet etmiş, halk onların fesadına maruz kalmış, fesadlarını ortadan kaldırmak için bir çare bulamadım."
Padişah, bu sözleri söyleyince, Emmâre Şehri'nden göç etmeye niyet ettim ve dedim ki:
“Padişahım! Bu âciz kuluna ihsanda bulunduğun gibi, kimseye ihsanda bulunmadın. Devletinizin sayesinde nice safâlar ettim. Samur kürklerle, onlarla arkadaşlarla, ahbablarla, saz, söz, oyun ve eğlence ile birlikte oldum. Bunlardan hiçbirini bana yasaklamadın, bunları yapmama müsâade ettin. Ama zevk ve safâmız, bu noktada son buldu. Yüksek müsâadeniz olursa bir seyyah olan bu fakîr, şehrin ortasındaki kaleye varmak ister." Padişah dedi ki:
“O kaleye (Nefs-i) LEVVÂME SAHASI adı verilmektedir. O kale dahi benim hâkimiyetimin altındadır. Fakat Levvâme ahâlisi, bu Emmâre Şehri ahâlisine kıyâs edilemez. Bu Emmâre Şehri'nde çok eskiden beri, İblîs ikamet etmekte olduğundan, ahâlisine tevbe nasîb olmaz. Lâkin LEVVÂME SEHRİ'ne şeytanın vesvesesi tam olarak hâkimiyet kuramaz. Bu şehirde oturanlar da büyük günah işler, zinâ, livâta, içki, gıybet ve hırsızlık gibi kötü şeyler yaparlar, ama derhal pişman olup tevbe ve istiğfâr ederler."
Sonra Akl-ı Meâş susunca, hemen Levvame adı verilen kale tarafına can atıp kapısına vardım. Kapısı üzerine -et-tâibü mine’z-zenbi ke-men lâ-zenbe leh- "hemen o anda günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.” yazılı idi. Ben de kalesine girdim ve gördüm ki; şehrin ahâlisi Emmâre Şehri ahâlisi kadar değil, ancak onun yarısı kadardır. Burada bir süre müsâfir oldum. Ahâlisi içindeki âlimlerden birine şehrin durumunu sordum. Burada var olduğunu öğrendiğim müftilerin ziyaretine gittim. Selâmı saygıyla aldılar. Bunlara bir müddet hizmet ettim. Yanlarında okudum, yazdım, mümkün olduğu kadar ilim tahsil edip şehrin ahâlisiyle kaynaştım, ahbablık ettim, hepsinin meşreblerini öğrendim.
Levvâme Şehri'nde ikamet edenlerden, şehrin padişahının ismini sordum. Dediler ki:
"Padişahımız Akl-ı Meâş’tır, şu şehir onun hükmü altındadır. Tebaası ise kibir, riyâ, taassub, zühd-i ham vekilleri vardır. Nice âlim, fâzıl, sâlih ve âbid insanlar bu Levvâme Şehri'nde mevcuddur."
Onlar bu cevabı verince hatırıma şu geldi: Bu Levvâme Şehri ahâlisinin âlimlerinin ve sâlihlerinin meslekleri, mezhebleri ve meşrebleri nedir, anlaşıldı ama acaba umumî olarak ahâlîsi ne meşreb üzeredir? Bunu anlamak için binlerce kişiyle tanıştım. Gördüm ki, bu şehirdeki âlimler, âbid ve zâhid ama meşrebleri cimrilik, hased, kibir, taassub, nefsâniyet, gıybet, tamah, aşağılık ve münâfıklık. Son derece fazîletli olan sâlih kişilerle de ülfet ettim. Fazîlet ehlini gördüm ki, cehennem korkusundan afv ve mağfiret ümidiyle ibadet ve tâat ederler. Cennet arzusuyla nefslerin safâsı için gece-gündüz istirahat edip cennet safâlarını, hûrî kızları, ğılmânı birbirine tasvir ederler. Böylece halkı cennete giden yolu tutmaya teşvik ederler.
Âbidlerinden bir şahsa Emmâre Şehri ahâlisinden şikayet ettim. Dedi ki:
"Sözünü ettiğin şehir halkı, bir alay kâfir, müfsid, katil, beynamaz, zinâcı, lûtî ve ayyaşlardan ibaret olup hepsi de sapık mezheblerdendir. Onlardan bizim Levvâme Şehri'nde yoktur, buraya gelemezler. Ancak içlerinden bazılarına hidâyet nasîb olunca oradan göç edip bizim Levvâme Şehri'ne gelirler, önceden yaptıklarına pişman olur, tevbe ve istiğfâr ederler. Çünkü Emmâre ahâlisi, orada bulundukları sürece, kendilerine tevbe nasîb olmaz, şefâatı da hak edemezler."
Sonra o zâta kendi şehirlerindeki iç kaleyi sordum. Dedi ki:
"O kalenin ismi (Nefs-i) MÜLHİME'dir. Padişahlarının ismine de AKL-I MEÂD derler. Vezirlerine de Aşk Sultanı adı verilmektedir. Bu Mülhime Şehri'ne bizden hiç kimse gitmemiştir. Bazıları göç edip oraya gidecek olsa, bir daha onu Levvâme Şehri'ne koymayız. Çünkü onlar o Mülhime Şehri'nin veziri olan Aşk'a gayet sıkı bir şekilde bağlı kalır, onu son derece sever, onun uğrunda canlarını, başlarını, mallarını, evlâdlarını ve ailelerini bile hiç çekinmeden fedâ ederler. Bizim padişahımız olan Akl-ı Meâş’ın aldığı tedbirlere ve gösterdiği faaliyetlere itibar etmez, ona teslim olmaz, ırzı, namusu, vakar ve zühdü terk edip tasavvuf hakkındaki eserleri okur, bazı kitapları da yazarlarmış ki, -Allah korusun- bir harfi bile şer'-i şerîfe uygun değildir. Onların içlerinde mürşid, delil ve rehber sayılan bazı kişiler vardır ki hırka, tâc ve abâ giyer, şekil yönünden ehlullah kisvesi içinde bulunur, söz ve davranışları şerîata aykırı olduğu hâlde yine de kendilerine tâbi olurlar imiş. -Allah korusun- bunların hepsi sapık fırkalardan tarîkat ehli olarak bulunmuşlardır. Sakın bu Mülhime Kalesi'ne uğrama! Çünkü onlar saz, söz, nağme, tambur, ud, ney, kudüm ile zikreder ve “Allah” derler. Onlar bizim şu Levvâme Şehri’mize gelip meşreblerinin icâbını icrâ edemezler. Bizim âlimlerimizde dînî gayret galibtir. Onun için ittifak ettiler ki, Allah'ın şerîatının hükümlerini ihtiva eden kitablarımız ellerimizde toplanmış olup (buna aykırı düşen hususları) reddederiz. Nice kişilerin zikrettiklerini haber alıp (kitablara uygun olmadığı için onları) katlederiz. Bizdeki âlim, sâlih, âbid ve zâhidlerin Mülhime Şehri'nde bulunması, hiçbir şekilde mümkün değildir."
O, bunu söyleyince Levvâme Şehri'nden dahi nefret edip Levvâme’nin içinde bulunan mübarek MÜLHİME ŞEHRİ'ne yöneldim. Mülhime kapısına vardıkta, kapı üzerinde “Lâ ilâhe illâllah” ibaresinin yazılı olduğunu gördüm. Bu güzel kelimeyi okuyunca şükür secdesi için derhal orada yere kapandım. Sonra Mülhime Şehri'ne dahil oldum. Başlangıçta, bir Nakşbendiye tekkesinde ikamet ettim. Zevk, şevk, saz, söz, nağme ve ağaze ile ahâlisi her dem safâda olup aralarında hiç anlaşmazlık, fesad, hased, nefret, düşmanlık yok. İleri gelenleri ile aşağı tabakadakiler birbirine hürmet, ikram, i'zâzda bulunur, yekdiğerine, değer ve kıymet verirler. Meclislerinde sohbetleri, dilber, didâr, zikrullah üzere olup daima rûhânî safâ ile ahâlisi cefâdan uzak kalır, cennet safâsından haz alır, bu yüzden burada ikamet ederler. Mülhime Şehri’nin bütün ahvalini sorup soruşturdum. Meclis-i şerîflerine katıldım, sohbetleriyle müşerref oldum. Gerek cismânî, gerek rûhânî her çeşit safâ burada hazır bir vaziyette olduğundan, ben fakîr dahi mest u hayran oldum. İyi hâl sahibi olduğuna itikad edilen oradaki yaşlı, ârif ve esrâra vâkıf bir cân'dan süâl edip, dedim ki:
“Azîzim! Ben bir fakîr seyyahım. Gönül hastalıklarından gaflet ve zulmet denilen hastalıklara yakalandım. Şu Mülhime Şehri'nde gönül hastalıklarını tedavi eden ehliyetli bir tabîb bulunur mu? Lütfen bana bunu haber verir misiniz? Senin ismin nedir?”
O şahıs dedi ki:
"Benim adım HİDÂYET'tir. Tâ ezelden bu âna gelinceye kadar, benim yalan söylediğim hiç duyulmamıştır. Benim görevim, samîmî bir şekilde vuslat şehrinin yolunu soran dîdâr tâliblerine doğru haber vermektir. Sen de samîmî bir âşık ve fakîrsin. Can kulağını aç ve dediklerimi dikkatle dinle. İçinde oturduğun şu Mülhime Şehri dört mahalledir. Dördü de birbirini kuşatır. Birinci mahallenin ismine MUKALLİDLER MAHALLESİ derler. Senin aradığın ehliyetli tabîb, Mukallidler Mahallesi'nde oturmaz ki, sendeki gafleti, gönül zulmetini ve gizli şirki tedavi ede.
Şu sıralarda kalb tabîbi sûretinde görünüp tâc ve hırka ile şeyh şekline giren irfansızlar, mukallidler, müfsidler, iddiacılar ve davalarını isbata kâdir olamayan muddeîler, kötü huylarda, gizli şirkte, şöhret kentinde, şehvet hastalığında; yeme, içme, cinsi münasebet, oynama, eğlenme ve unutma hâlindedirler. Mukallid ârifler, gayet gizli bozgunculuk yaparlar, müdrik, rind ve zeki olurlar. Anlayışları ve sezgileri kuvvetli olur. Dilleri daima zikirdedir ama ilâhî isimlerin tesirini müşâhede eyleyemediklerinden bu mahalde senin kalb hastalığına, şifa olacak bir merhem verecek ehil bir tabîb bulamazsın. Bu Mukallidler Mahallesi'nden de hicret edilip (Nefs-i) MUTMAİNNE KALESİ tarafında olan MÜCÂHİDLER MAHALLESİ'ne varılıp orada derde derman olacak bir tabîb bulunur. Derhal, hay-huydan uzaklaş ki, âlemde sultanlık budur."
Bunun üzerine hemen Mücâhidler Mahallesi’ne varıp misafir oldum. Gördüm ki ahâlisi zayıf, edebli, zikir hâlinde şükrediyor, mücâhedede bulunuyor, oruç tutuyor, namaz kılıyor, ibadet, tâat ve riyazet üzereler ve sükût ediyorlar. Burada âlim, ilmi ile amel eden fazîletli canlarla görüştüm. Anladım ki bunların bu türlü hareketleri, kötü huylardan, gizli şirkten ve gaflet karanlığından kurtulmak, böylece Mutmainne Kalesi'ne girmek için kaabiliyet kazanmak, “Ey Mutmain nefs, dön Rabbine” hitabına müstehak olmak ve rıza kapısında durup beklemek için imiş. Bu fakîr dahi nice seneler onlar gibi hareket edip bir an bile zikri ve fikri terk etmeyip sabr, gayret, tahammül ve kanâat ettim. Hep mücâhedeye devam ettim. Lâkin gizli şirkten ve gaflet karanlığından kurtulmak için çare bulamadım. İkamet ettiğim MÜCÂHEDE MAHALLESİ tabîblerine ricâ edip:
“Benim hastalığım, gizli şirk ve gaflet karanlığıdır. Lütfen şifâlı bir merhem verin, dedim. Dediler ki:
"Burası Mücâhede Mahallesi’dir. Senin derdinin devâsı burada yoktur. Fakat Mutmainne Kalesi’ne yakın bir yerde MURÂKABE MAHALLESİ ve MÜNÂCAAT MAHALLESİ denilen bir semt var. Senin derdinin devâsını bilen tabîb orada bulunur."
Bunun üzerine murâkabeye vardım. Gördüm ki ahâlisi kalb zikrinde ve veled-i kalb sahibleri olup başlar yerde, huzû, huşû ve huzur hâlindeler, kaygılı ve üzüntülü bir vaziyetteler. Konuşmuyorlar, suskun duruyorlar. Zâhirleri harâb olmuş ama bâtınları ma'mûr, meşrebleri halîm selîm olmak, teslimiyet göstermek ve Allah’tan korkmaktır. Birbirleriyle ülfet ve sohbet etmezler. İlim ve hikmetle asla yekdiğerini murâkabeden menetmezler. Birbirlerinin huzuruna mâni olmazlar. Zerre kadar, birbirine yük olmazlar.
Bu fakîr, adı geçen MURÂKABE MAHALLESİ'nde nice seneler ikamet ettim. Onlar ne yaptılarsa, ben de onu yaptım ve gafletten kurtuldum ama gizli şirkten ve gönlümdeki karanlıktan kurtulamadım. Gözyaşı akıtıp ağlayan ve sızlanan bir garib yolcuya rastladım. Gam denizine batmış, her an ölmeyi arzu eder bir hâlde idim. Ölmekten başka çare de bulamıyordum. Fakat ölmek de elimde olmadığından kaygılı ve hüzünlü olarak murâkabe hâlinde bulunurken yine evvelce bana öğüt veren Hak Rehberi isimli kâmil (hidâyet) ortaya çıkıp, perişan hâlime acıdı ve dedi ki:
"Ey gurbette ağlayan ve sızlayan esir! Bu hâl ile derdine dermân bulamazsın. Bu MURÂKABE MAHALLESİ'nden geç, git. MUTMAİNNE KAPISI önünde bir mahalle var. FENÂ denilen o mahalleye göç. “Fânî oldular, sonra yine fânî oldular, sonra yine fânî oldular da bâkî oldular, sonra yine bâkî oldular, sonra yine fânî oldular.” sırrı, orada sana açık bir şekilde malum olur. Gizli şirk, gaflet ve gönül karanlığı gibi hastalıkları orada tedavi ederler. Mahv, fânî ve vücudsuz olan ehil tabîbler, bunu tedavi ederler, sen de kurtulursun.”
Bunun üzerine FENÂ MAHALLESİ'ne varıp misafir oldum. Gördüm ki bu Fenâ Mahallesi'nin halkı sanki dilsizmiş gibi suskun, ölü gibi, konuşmaya tâkatları yok, sıhhatlerinden de ümid kesmişler. Oturmuş, ölüm meleğini bekliyorlar. Mahallelerine gelip gidenlerden haberleri yok. Fenâ Mahallesi halkı, beş vakit namazlarını ifâdan başka iş yapmaya kâdir değiller. Ne dünyayı ve âhireti, ne de Zeyd'i ve Amr'ı biliyorlar. Havf ve recâ hâlini geride bırakmışlar. Dua, senâ, recâ, niyâz, zikir, fikir, safâ, cefâ, maddî lezzet, mânevî haz gibi hususlarla ilgilenmeyip bu tür şeylerden zevk almaz olmuşlar.
Fakîr dahi, onların hâllerine bakıp nice yıllar onlar ne yaptılarsa, ben de onu yaptım. Dış yüzümü onlara benzetmeye ve uygun hâle getirmeye çalıştım. Ama bâtın hâlleri bir türlü malumum olmadı. Bu yüzden ne fenâyı, ne de fenâ hâlini tarif etmek mümkün olmadığından bu vaziyette bu Fenâ Mahallesi'nde dahi öyle bir gam ve eleme uğradım ki, hâlimi tabîbe arz etmeye benim olarak, bende mülküm olmak üzere bir varlık bulamadım ki “Bu benimdir”, “Ben benim.” diyebileyim. İşte o vakit anladım ki, orada varlığın ve mülkün sahibi hâzır ve nâzırdır. “Vücudumdur” demek, düpedüz yalan, yalan ise bütün dinlerde haram. Taleb dahi, gizli şirkte söz konusu olup, ben ise gizli şirkten kurtulmak için sefere çıkmıştım. Bu hâlde dahi hayretim ve aczim arttı. Tüm isteklerimden vazgeçtim. Gözümden akan yaşlar, elimde olmayarak her gün daha fazla akmaya başladı. “Aman ya Rabbî!” desem, yine ikilik ve gizli şirk ortaya çıkıyor. Çünkü bu durumda, bir ben varım, bir de emânım var. Tâlibim, Matlûbum dahi var. Hesab edin, kaç sayı ortaya çıkar. Bilmem ki ne çare kılayım gönlümdeki derdime? Saklı ve gizli olan her şeyi bilen Allah, hâlime merhamet edip dîdâra tâlib olanların gönlünü terbiye etmeye me'mûr olan ilham meleğini gönderdi. Melek, kimsesiz ve varlıksız olan bu garibe acıyıp Hakk'ın izniyle Rabbânî ilham kitabından okutup önce “fiillerin fenâsı lâzımdır” deyince derhal elimi uzatmaya teşebbüs ettim. Ama gördüm ki bu elim cansız bir madde gibi dört unsurdan meydana gelen bir şeydir. Yani elim benim değil, “Fa'âlün limâ yürîd – O, dilediğini yapan “Bir”dir ” ve bende hiçbir fiil için kuvvet yoktur. Kâdir birdir, benim kudretim yok. Kısaca herhangi bir fiil benden sâdır olacak olsa, o fiili Fa'âl(Allah'a)’e ve O'nun kuvvet ve kudretine havale edip, insan sûretinde bir kimse olarak benden meydana gelen fiillerden uzaklaşıp, tam olarak fiillerin fenâsı ne demektir, meleğin ilhâmı vâsıtasıyla sırrımda (bunun) sırrına vâkıf oldum. Bu yüzden hamd ü senâ eyledim.
Eğer tasavvufa âşina olan ulemâdan bazıları, bu sözü edilen fiillerin fenâsına Kur'ân-ı Azimüşşân'dan delil var mıdır? derlerse “Kul küllün min indillah -De ki, her şey Allah’tandır", âyet-i kerîmesi, bu hususta açıkça ifade edilmiştir. Fakîr, okuduğum yoktur ama okumaya, Hak Teâlâ kuvvet ve kudret ihsan etmiştir. Bu bahsimiz hâle bağlı olduğundan kâl (söz) ile hâl edilemez ve anlatılamaz. Zîrâ “el-hâlü lâ yu'refü bi'l-kâl -hâl, kâl ile anlatılamaz” olup, ehline malumdur.
Bundan sonra ilham meleği vasıtasıyla Hakk'ın yardımı ile sıfatları fâni kılma cihetine yöneldim. Baktım ama bakış benim değil, söylediğim sözde alâkam yok. Dil benim değil. Nefs-i Nâtıka'yı bilmem nâçâr zâhir ve bâtında olan sıfatlarımdan alâkayı kesip bütün ruhumla, bedenimle, his ve kuvvetlerimle ben beni bir zât farz ettim. Ama gördüm ki, farzettiğim dahi yine bir ikiliğe işaret ediyor, yine gizli şirk ortaya çıkıyor. “Başkasının mülküyle ne alâkam var?” diyerek çaresiz kaldım. Bütün zâtımı mahv ve fânî kıldım. Ama yine de talebden vazgeçmedim. Düşündüm ki: “Taleb, kulun aynıdır.” Böyle demişler. Ben bu benliğimle ne belâya uğradığımı bilmedim. “Vallâhü bi-külli şey’in muhît. Hüve'l-Evvelu ve'l-Âhiru ve'z-Zâhiru ve'l-Bâtın ve hüve bi-külli şey’in Kadîr - Allah her şeyi kuşatır. Evvel de, Âhir de, Zâhir de, Bâtın da O'dur. O herşeyi bilir.” meâlindeki âyetler, sırrımda zâhir oldu. Bundan dolayı “Mûtû kable en-temûtû - Ölmeden evvel ölünüz” sırrına mazhar olmaya yöneldim. Yine gizli şirk karşıma çıktı. Zîrâ bir ben varım, bir de benim teveccühüm (yönelişim) varmış. Sanki bu da yalan bir şey. Ne derde düştüm ki, münâcaat etmek yok, hareket etmek yok, teveccüh etmek yok, taleb etmek yok. Öyle garîb bir mânâ ki, halli müşkil. Çaresiz hepsini de esas sahibine teslim edip Rızâ Kapısı'nda beklemeye, can çekişme zamanı yatağa düşen hasta gibi tarifi mümkün olmayan bir hâlde, sürekli olarak ölümü bekleyip, tam bir ölü gibi akılsız ve şuursuz bir zaman bu hâlde kaldım. “Fetvâyı kalbinden iste” esasına uyarak gönül fetvâsına müracaat ettim. Şöyle bir cevab aldım: “Senin sende zuhûr eden nefsinden, senin haberin vardır ve sen ‘Rabbine dön’ hitabını bu yüzden istemezsin. Zîrâ malumdur ki, bir tuzlaya bir kedi düşse ve zamanla onun bir kılı hariç bütün vücudu tuza dönüşse, onun bâkî kalan bir kılının hükmünü tesbit konusunda zâhir ulemâsı tartışmaya girmiş ve çeşitli görüşler ileri sürmüştür. Bazılarına göre kedinin bütün vücudu tuz hükmündedir, bir tek kılın tuza dönüşmemiş olması zarar vermez. Diğer bazılarına göre, tuza dönüşen kedinin vücudu, tuza dönüşmeyen o bir tek kılın hükmüne tâbidir ve yenmesi helâl olmaz.
İşte bu husûsu tekrar anlamaya ve kavramaya gayret edip, yeniden irâdî ölümle, yeniden ölmeye teşebbüs ettim. Bundan sonra istiğrak denilen bir hâl daha zuhûr etti. Benim bana, benden bir keyfiyet ârız olup, sırrımda sessiz ve harfsiz “Rabbine dön” hitâbı gibi bir hâl zuhûr edince, o anda tarifi imkânsız mânevî bir lezzet hâsıl oldu. Mest oldum, dehşete düştüm. Bu hâlde iken uyandım. Bu ne hâldir, diye Akl-ı Meâş ile fikrettim. Meğer Akl-ı Meâş, bu esrara vâkıf değilmiş. Bundan habersiz olduğundan fikirle ilâhî sırlara vâkıf olunmayacağı malumum oldu ve iddiadan vazgeçtim.
___________________
Buraya kadar yazılan sırlardan maksat, bu fenâ hakkındaki bilgileri açıklama olmayıp ancak vefatımızdan sonra bu Risâle’nin ahbablarımıza yadigâr olmasıdır. Nice hakîkat yolunun yolcuları ve dîdâr tâlibleri, bunu okurken bu fakîri hayır ve dua ile yâd edeler. Bu Risâle’ye nazar eden canlar, kendilerini bilirler. Elbette dikkatli okuyan sükûn hâlindeki sâlik, kendisi kendi hâlini düşündükde, kendi yönünden hangi şehir sâkinlerindendir, hangi mahallede ülfet etmektedir, bu husûsu insafla değerlendirip ona göre hareket eder, Rızâ Kapısı’nı bulur, öğrenir ve hamdeder.
Bu Risâlem nâmı mahbûb olduğu için ey puser! Def’-i gamdır ana tarîh, ânı eyle tâc-ı ser.
_______________________
Bu Risâle’nin günümüze kadar gelmesinde Hazreti Şeyh İbrahim Fahreddin Şevkiyyül Cerrahi’nin çok büyük hizmeti vardır. Kendileri 14 yaşlarında iken Şeyh Sadık Efendi’nin de postnişîn oldukları Alaca Minare ismiyle bilinen Tekke’de vekaleten şeyhlik yapmışlardır. Bu Risâle’nin asıl nüshalarından birini bakkal dükkânında bulmaları ayrıca dikkate şayandır. Bakkaldan alışveriş yaparlarken orada öylece üstüste durmuş kâğıtlar dikkatlerini çekmiş. “Yahu bu kâğıtlarda el yazması şeyler var, n’apacaksın bunları?” diye dükkân sahibine sorduğunda o da “Hacı Baba, paketlemeye lâzım oluyor bu nev’î kâğıtlar, ona kullanacağım.” diye cevap vermiş. “Hele sen şunları bir ver bakayım?” demiş dükkân sahibine.
Şunu da hatırlatmak icab eder, seyr u sülûk anlatılmakla anlaşılmaz. Her anlatılan da herkese uygun değildir. Burada verilen genel malumat tıp kitaplarında verilen bilgiler gibidir. Her ne kadar açıkça beyan edilmişse de erbabı veyahut bu hususta biraz daha ihtisas sahibi olanlarla da istişare etmek öylece kanaat sahibi olmak uygundur. En azından burada ifade edilenleri başkasına tatbik etmek için değil kendi nefsinde muhasebe etmek için değerlendirenler herhâlde zarardan emin olacaklardır.
|