Bir Mürşidin Mektupları
ŞEYH el-ARABÎ ed-DARKAVÎ
6. MEKTUP
Kadim zamanların fukarası nefslerini öldürecek ve kalplerine hayat verecek şeyi arıyorlardı; biz ise şimdi tam tersini yapıyoruz. Kalplerimizi öldürmenin ve nefslerimizi canlandırmanın peşinden koşuyoruz. Onlar heva ve heveslerinden kurtulmaya ve nefslerinin saltanatına son vermeye çalıştılar; bizim özlem duyduğumuz şey ise, şehevî arzularımızın tatmini ve benimizin kutsanması. Böylece sırtımızı kapıya, yüzümüzü de duvara çevirdik. Bunu size Cenab-ı Hakk'ın, nefsini öldürüp kalbine hayat veren kişiye rahmetinden bol bol ihsan ettiğini gördüğüm için söylüyorum. Biz kesinlikle daha azına razı olmuşuz; fakat ancak cahil insanlar yolculuklarının sonuna ulaşmadan itminan bulurlar. Kendime, bizi ilahî lütuflardan mahrum eden şeyin ihtiraslarımızdan ve bencilliğimizden başka bir şey olup olmadığını sordum ve üçüncü bir engel olarak maneviyata karşı duyulan isteksizliği gördüm. Çünkü sezgi ancak kalbi, Rabbini tefekkür etmek için duyduğu onulmaz bir istek ve güçlü bir arzu ile parçalanmış kimselere nasip edilir. Böyle bir kimse Rabbinde fena bulana ve böylece O'nun dışındaki tüm varlıkların hayâlinden kurtarılana kadar, ilhamât-ı ilahîye akmaya devam eder. Zira Zat-ı ilahînin devamlı kendisini tefekkür ve teemmül edenleri yönelttiği istikamet budur. Öte yandan sadece teorik bilgiye ya da eyleme yönelen kişi, ilham üstüne ilhama vasıl olamaz; olsa bile haz duymaz. Çünkü onun gayesi Zat-ı ilahîden başka bir şeydir ve Cenab-ı Hak onların her birini ilhamının derecesine göre tercih eder. Şüphesiz her insan ruha iştirak eder; tıpkı okyanusun dalgaları gibi. Fakat hissi tecrübe (dünya hayatı) insanların çoğunu emri altına alır; onların kalplerini ve uzuvlarını ele geçirir ve ruha açılmalarına izin vermez. Çünkü hissiyat, maneviyatın karşısındadır ve zıtların ittisali muhaldir.
Manevî menzile, az ya da çok işle değil, ancak lütf-u ilahî ile ulaşılır. Allah dostu İbn Ataullah'ın Hikem'inde dediği gibi: "Eğer O'na, ancak kusurlarını giderdikten ve tüm iddialarından vazgeçtikten sonra ulaşacak olsaydın, O'na hiçbir zaman ulaşamazdın. Fakat O seni kendisine doğru yöneltmek istediğinde, senin nitelik ve sıfatlarını kendi sıfatları içerisinde eritir ve böylece senden O'na değil, O'ndan sana giden bir yol aracılığıyla seni aslına döndürür."
İlahî rahmet, ihsan ve lütfun eserlerinden biri de, kişinin manevî eğitim verebilecek bir Mürşid bulabilmesidir. Lütf-u ilahî olmaksızın O’nu tanımak ve bilmek mümkün değildir. Zira Veli Ebu'l-Abbas el-Mursî'nin (Allah ondan razı olsun) dediğine göre: "Bir veliyi bilip tanımak, Allah'ı tanımaktan daha zordur." Yine İbn Ataullah'ın Hikem'inde denir ki: "Sırf Kendisinin tanınması için velilerini bilinir kılan ve Kendisini bilmesini arzuladığı kişileri onlara yönelten Allah ne yücedir!" Hiç şüphesiz yer ve gök sakinlerinin seyyidi, efendimiz, Peygamber (s.a.v.) bir güneş gibi apaçık ortadaydı ve buna rağmen onu çok az kişi tanıdı. Allah onu diğerlerinden gizledi; tıpkı peygamberleri (Allah'ın selâmı onların üzerine olsun) bazı kimselerden ve velileri zamanının insanlarından gizlemesi gibi. Hatta bu tür kimseler işi o dereceye vardırırlar ki velilere inanmazlar ve onlara iftira ederler. Allah'ın kitabı buna şahittir: "Onları sana bakarken göreceksin, gerçekte görmezler." (Araf, 197) ve "Dediler ki: Bu nasıl bir peygamberdir ki, yiyip içiyor ve çarşılarda geziyor." (Furkan, 7). Bu konu diğer benzer ayetlerde de dile getirilmiştir. İlahî kitabın üçte ikisi yahut daha fazlası, bize peygamberlerin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) gönderildikleri kavimler tarafından nasıl yalanlandıklarını anlatır. Allah'ın elçisini (Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun) görmeyenlerden biri Ebu Cehil (Allah'ın laneti onun üzerine olsun) idi. O Resulü (s.a.v.), Ebu Talib'in yanına aldığı basit bir yetim sanıyordu sadece. Aynı şey hem meczup hem salik, yani hem sarhoş hem de uyanık olan veli için de geçerlidir; ancak çok az kişi onu bulabilir. İmdi eğer biri manevî mürşidini bulursa (o kimi zaman beklenmedik bir şekilde davranır) bilsin ki o bazen müridin ruhunun oruç ile kurtulacağını görür ve ona oruç tutturur; bazen de tam tersine aynı amaca ulaşmak için onu doyana kadar yedirir. Bazen müridin yorucu bir zahirî faaliyetten manevî olarak feyz alacağını görür; bazen de daha az faaliyetin. Kimi zaman uykunun onun için hayırlı olacağım görür; kimi zamanda da uyanık kalmanın. Bazı durumlarda onun insanlardan kaçınmasını ister; bazı durumlarda ise ona insanlarla beraber olmasını salık verir. Çünkü müridin manevî aydınlığı ona çok ağır gelebilir; öyle ki Mürşid, geçmişte ve günümüzde pek çok müridin delirmesi gibi, onun da aklını kaybetmesinden korkar. Bu yüzden Mürşid, müridi uzlet halinden çıkarır ve insanların arasına gönderir; böylece müridin yaşadığı manevî gerilim hali hafifler ve aklını kaybetmekten muhafaza edilmiş olur. Yahut manevî aydınlık çok az olduğunda, Mürşid müridi güç kazanabilmesi vs. için tekrar uzlete gönderir. İş artık Allah'ın elindedir. Manevî irşat, kalpleri coşkun bir tâbiiyyet arzusuyla hayat bulan kimselerin azlığından dolayı görünmemeye yüz tutabilir; fakat hikmet-i ilahî hiçbir zaman kurumaz.
Tarikatın devamlılığını muhafaza eden kudret-i ilahîdir; çünkü o bize Peygamber (s.a.v.)'den efendilerimiz aracılığıyla gelmiştir. Veli el- Mursî'nin (Allah ondan razı olsun) dediği gibi: "Manevî ilhamat (vâridât) kendisine yol göstermedikçe ve Cenab-ı Hakk'ın ve Resulü’nün icazetine vasıl olmadıkça hiçbir Mürşid kendini müridana bildirmez." Davamızı daim kılan ve ona bağlananları muhafaza eden işte bu iznin bereketi ve onun tazammun ettiği sırdır. Allah her şeyin en iyisini bilendir.
Kalbin Rabbimizin Zatı’nı müşahedeye raptedilmesi hakkında söylediklerimize gelince, nefs yok edilip silinmedikçe ve altedilip ortadan kaldırılmadıkça hiçbirimizin bu mertebeye ulaşması mümkün değildir. Veli Mevâhib et-Tunusî'ye göre (Allah ondan razı olsun): "Fena, nefsten uzaklaşma, kendi beninden ayrılma ve durulmadır." Veli Ebu Medyen'e göre de (Allah ondan razı olsun): "Ölmeyen, Rabb’ini göremez." Bütün Mürşidler bunu teyit etmiştir. Rabbimizin bize kesif ya da latif şeyler yüzünden örtülü olduğuna kanaat getirirsen, kendini sakın, dikkatli ol. Vallahi hayır! O'nu bizden gizleyen tek şey vehimdir1 ve vehim de batıldır. İbn Ataullah'ın Hikem'inde dediği gibi: "Cenab-ı Hakk'ı senden gizleyen, O'nun dışında varolan bir şey değildir; çünkü O'nun dışında hiçbir gerçeklik yoktur. O'nu senden gizleyen, O'nun dışında bir gerçekliğin bulunabileceği vehminden ve yanılsamasından başka bir şey değildir."
Müşahedemiz odur ki -herşeyin en iyisini bilen Allah'tır- nefsin fenası, eğer Cenab-ı Hak dilerse, Allah ism-i celilinin zikredilmesi suretiyle ihtimalin en az olduğu bir anda vuku bulur. Ben bu metoda Şeyh Veli Ebu'l-Hasan eş-Şazilî'nin (Allah ondan razı olsun) eserinde rastladım. Bu, Benî Zerval ihvanımız arasındaki alim bir zata ait bazı kitaplarda zikredilmektedir; ayrıca ben bu metodun biraz farklı, daha yalın ve dolaysız biçimini Şeyh Ebu'l-Hasan Ali'den (Allah ondan razı olsun) öğrendim. Bu metot “Allah…”, “Allah…”, “Allah…” derken, İsm-i celilin beş harfini zihinde canlandırmaktan ibarettir. Harflerin hayalimden gittiği her an onları zihnimde yeniden canlandırdım. Gündüz ve gece bin defa kayboldukları vakit, bin defa onları zihnimde yeniden canlandırmaya devam ettim. Manevî yolculuğumun başlangıcında bir aydan daha az bir süre uyguladığım bu metot, bana hadsiz sayıda firaset dakikaları nasip etti. Fevkalade bir bilginin yanı sıra, ciddî bir vakar (heybet)2 da verdi; fakat buna pek aldırış etmedim. Ay sonuna kadar İsm-i celili terennüm etmek ve harfleri zihnimde canlı tutmakla meşgul oldum. Daha sonra bir düşünce çöreklendi zihnime. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "O Evvel ve Ahirdir, Zahir ve Batındır." (Hadid, 3). Önce giderek artan bu düşünceyi kafamdan çıkardım, onu dinlememeye azmettim ve kendi işime devam ettim. Fakat bu ses beni yalnız bırakmadı. Tıpkı benim ona direnmem gibi o da bana direndi ve itirazımı kabul etmedi. Fakat sonunda beni rahat bırakmayacağını anladım ve karşılık verdim: 'Rabbimin "O, Evveldir ve Ahirdir ve Batındır." sözlerini anlayabiliyorum. Fakat O'nun "O Zahirdir" sözünü anlayamıyorum; çünkü zahir alemde gördüğüm her şey, mahlûkattan ibaret. Bunun üzerine o ses şöyle dedi: 'Eğer O, "Zahirdir" sözüyle, müşahede ettiğimiz zahir alemden başka bir şeyi kastetseydi, bu zahir değil, (aramak zorunda kalacağımız) batın olurdu. Fakat sana söylüyorum: "O Zahirdir." Daha sonra Allah'tan başka hakikat olmadığını ve alemde O'ndan başka hiçbir şeyin bulunmadığını anladım. Allah'a hamd ü senalar olsun.
Fenâfillah, anlatılan bu metot yoluyla, inşaallah, kısa sürede gerçekleşir; çünkü bu metot sayesinde tefekkür, sabahtan akşama kadar semeresini verir; yeter ki dünya düşüncesinin askıya alınması kafi miktarda uygulanmış olsun. Ben bu semereyi bir aylık bir süre zarfında elde ettim; fakat her şeyin en iyisini bilen O'dur. Gerçekten de insan bu yöntemi bir, iki yahut üç yıl uygulayacak olsa, büyük bir hayra ve muazzam bir sırra ulaşır.3
Buradan şu hadisin anlamını da kavradım: "Bir saatlik tefekkür, yetmiş yıllık nafile ibadetten hayırlıdır." Çünkü insan bu tefekkür sayesinde yaratılmışlar âleminden, saflık âlemine; yahut bir başka ifadeyle mahlûkun huzurundan, Hâlık'ın huzuruna ulaştırılır.
Unutkanlık (gaflet)4 makamından hatırlama (zikir) makamına dönen her kişiye, kalbini daimî olarak Rabbine raptetmesini öğütleriz. Böylece O, hakikatlerini o kişinin üzerine yağdırır; tıpkı kalbi, O'na bağlanmış kimselere nasip etmesi gibi. Ayrıca böyle bir kimsenin sezgiler yahut ilhamât nedeniyle zikrullahtan uzaklaşmamasını tavsiye ederiz; ta ki bu, onu asıl gayesine ulaşmaktan alıkoymasın.
1 el-Vehm, hem yanılsama hem de hayâl anlamındadır; yani insanı yanlış yola sevkeden keyfî hayali ifade eder. Buna mukabil el-hayâl çoğu zaman ayân-ı sâbitenin alıcısı konumundaki nefsin normal bir melekesi olarak hayâle atıfta bulunur. Vedantik kavramlara tercüme edildiğinde bunlar, Maya'nın aynı anda hem gizleyen hem de açan pozitif ve negatif yönlerine tekabül eder.
2 el-Heybet, nefsin, Allah'ın korku salan celalini tecrübe ettiği mertebedir.
3 Bu noktada seyr u sülûkun ancak geleneksel formu içinde gerçekleşebileceğini hatırlamakta fayda var; başka yolların denenmesi kişiyi çok büyük tehlikelerle karşı karşıya getirebilir. Bu mektupların yazarı hedefe "kısa sürede" ulaşmaktan bahsettiğinde (Şankara da bu noktayı benzer bir biçimde dile getirir), bunun anlamı, Darkavî'nin o gün hitap ettiği müridanı arasında manevî bir istidat gördüğüdür; bu istidadın bir benzerini bugün aramak boş bir çabadır.
4 el-Gaflet, manevî uyanıklık ve Allah'ı zikretmenin karşıtı olarak unutkanlık, bilinçsizlik ve ihmalkarlık anlamına gelir.
BİR MÜRŞİDİN MEKTUPLARI ; s. 19-23.
_________________ " Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."
|