Sahte (Yalancı) Maneviyat, Pseudo-Spiritiualty
Sahte Peygamberler, Maneviyat ŞarlatanlarıAlıntı:
Öteki Peygamberler
Anthony Storr
Okuyan Us Yayın
İstanbul-2001
Giriş
Guruların Özellikleri
s.11-19
Elinizdeki kitap, gurular hakkındadır. "Ağır" anlamına gelen guru sözcüğü, Sanskritçe kökenlidir. Kişilerden söz ederken kullanıldığında, "saygıya değer kişi" olarak tanımlanabilir. Profesör R. E Gombrich'in verdiği bilgiye göre, bu sözcük, "bir kişinin babası ve daha yaygın olarak öğretmen" yerine kullanılmaktadır. Onun önerdiği en yakın eş anlamı "saygıdeğer öğretmen"dir. Günümüzde, futboldan ekonomiye, alanında uzman olan herkes guru sayılmaktadır. Guru terimini bu kitapta, hayatın anlamı üzerine özel bilgi sahibi olduğunu iddia edenler ve bundan ötürü de, başkalarına hayatın nasıl yaşanması gerektiği konusunda söz söyleme hakkı olduğunu hissedenler ile sınırlandıracağım. Chambers Yirminci Yüzyıl Sözlüğü, guru sözcüğünü "tinsel öğretmen; kutsal kişi" olarak tanımlamaktadır. Bütün gurular kutsal değildir; ancak "tinsel öğretmen" tanımı, bu kitapta terimle ne anlatılmak istendiğini ortaya koymaktadır.
Gurular çeşitli yönleriyle birbirlerinden ay nisalar da, çoğu, kişisel vahye dayanan, özel, manevi bir içgörüye sahip olduklarını iddia eder. Gurular takipçilerine, kendilerini geliştirmeleri ve kurtuluş için yeni yollar vaat ederler. Guruluğun okulu olmadığı ve guru olmak için tanımlanabilir nitelikler bulun-madiği için, tıpkı politikacılar gibi onlar da, aslında kendiliklerinden seçilirler. Manevi üstünlükleri olduğunu iddia edebilecek kadar kibri olan herkes guru olabilin Hem yakın hem de uzak tarihten anlaşıldığı üzere, gurulardan bazıları, güçlerini vicdansızca kullanarak müritlerini çeşitli yollarla sömürür veya zaman içinde bu tarz davranışları sergileyen kişilere dönüşürler. Bununla birlikte, kutsallıkları, kişisel hırslarının olmaması ve bütünlükleri sorguya yer bırakmayan gurular da vardır. İsa, Muhammed ve Buda hâlâ çok saygı duyulan ve öğretileri milyonlarca insanın hayatını değiştirmiş gurulardır. Muhammed'in Kuran’da da yer alan, yasal cezalandırma ve kadınlara karşı davranış hiçimi hakkındaki bazı emirleri modern Batı düşüncelerine aykırı olsa da, Hıristiyan veya Budist olmasak da, Muhammed de, İsa da. Buda da saygımızı kazanmışlardır.
Bu kitapta, pek saygı duyulamayacak bazı gurulara da yer verildiği için, en başından, çoğumuzun ulaşamayacağı düzeyde kişisel bütünlüğe, erdeme ve iyiliğe sahip, manevi olarak üstün kişilerin varlığını kabul ettiğimi belirtmek istiyorum. "Gurular" gibi olmayan bu kişiler, konuşma becerileriyle kalabalıkları sürüklemeden, etraflarını hayran müritlerle doldurmadan ya da sıradan insanların yardımsız varamayacakları, anlaşılması zor bilgeliğe ulaştıracağını vaat etmeden, günlük yaşam örnekleri ile başkalarını etkilerler. Çoğumuz, böyle ukala olmadan "iyi" insanlara rastlamışızdır. Belki onlar. Ödül beklentisi veya toplumsal tanınma amacı olmadan hastaları ziyaret ederler, kimsesiz çocuklara sahip çıkarlar ya da kendilerini hayır işlerine adarlar. Vaaz vermezler, onu yaşarlar. Gerçek erdem göze çarpmaz. Ancak Albert Schweitzer ve Rahibe Teresa'da olduğu gibi, reklam ışığı altında kaldığında, sanki daha az saygıdeğerin İş gibi algılanabilirler.
Gurular farklı bir sınıf oluştururlar. Bütün guruların hamurunun bozuk olduğunu iddia etmiyorum. Yine de guruların çoğu, saygı duyulmaya layık olmayan, sahte peygamberler, deliler, güven sahtekârları veya müritlerini duygusal, maddi ve cinsel olarak kötüye kullanan vicdansız psikopatlardır. Tarihin ışığı allında, azizleri çılgın ve delilerden ayırt etmek kolaydır; ancak hayatına anlam kazandıracak bir guru arayışında olan biri için, bu ayrımı yapmanın çok zor olduğu da açıktır. Bu zorluk, kısmen müritlerin acil ihtiyaçlarının guruların gerçek yüzlerini görmelerini engellemesinden kaynaklanmaktadır; aktarıma eşlik eden çarpıtmaya alışık olan psikanalistlere tanıdık gelebilecek bir olgu. Seçim sırasında yaşanan zorluğun diğer bir nedeni de, kişilik ve zeka açısından belirgin farklılıklar gösterseler de, guruların aslında en iyisinden eıı kötüsüne, ortak özelliklere sahip olmalarından kaynaklanmaktadır.
Guru, kendi hayatını değiştiren özel, manevi içgörüye sahip olduğunu İddia eder. Bu vahyin, bazen Tanrı tarafından, bazen de melekleri tarafından gönderildiğine inanıldığı gibi, zaman zaman da Himalayalardaki gizemli varlıklardan ve hatta başka gezegenlerden iletildiğine atıfta bulunulur. Bu tamamen kişisel olan vahyin, genellikle evrensel olduğu ya da en azından büyük kitleler için uygun olduğu savunulur. Başka bir deyişle, gurular kendi deneyimlerini genel (eştirirler. Bazı gurular, tüm insanlığın kendi görüşlerine inanmaları gerektiğini iddia ederlerken, diğerleri de son gün gelip çattığında, kendi takipçileri kurtulurken, insanlığın geride kalan büyük çoğunluğunun zorda kalacağını Öne sürerler. Bu temelsiz varsayım, birçok gurunun sahip olduğu belirli kişilik (izcilikleri ile yakından ilişkilidir.
Çoğu guru, oldukça yalnız bir çocukluk geçirip, yaşamı boyunca da yalnızlığını sürdürür. Nadiren yakın arkadaşları vardır. Belki de, kişisel ilişkiler yerine kendi zihinlerinde olup bitenle daha fazla İlgilenmelerinin nedeni, hiç kimsenin onları yeteri kadar önemsemediğini düşünmeleridir. Bir başka deyişle, içe dönük ve narsisist olma eğilimindedirler. Freud'un da bu konudaki görüşü şöyledir:
Önceliği erotizm olan kişi, tercihini diğer kişilerle olan duygusal ilişkilerinden yana kullanacaktır; kendi kendine yeterliliğine inanan narsisist kişi ise, asıl doyumu kendi içsel, zihinsel süreçlerinde arayacaktır.1
Yazar, ressam ve bestecilerin çoğu, insan ilişkileri kurmak yerine, kendi yaratıcılıklarıyla meşgul oldukları için narsisisttir ve tek başına olmayı tercih eder. Yalnızlık (Solitude)2 kitabımda, bu tarz kişileri konu almıştım. Ancak yaratıcı sanatçılar, zamanlarının çoğunu yalnız geçirseler de, yarattıkları aracılığıyla insanlarla iletişime geçmek ve takdir edenler sayesinde özgüvenlerini kazanmak isterler. Eleştiriye çok duyarlı olmalarına karşın, çoğu, kendileriyle aynı görüşle olmayanlarla bile fikir alışverişinde bulunmaya ve bundan bir şeyler öğrenmeye hazırdır.
Kendileriyle tam fikir birliği olmayan her şeyin düşmanlığın bir göstergesi olduğuna inanan gurular ise, her çeşit eleştiriye karşı tahammülsüzdürler. Bunun nedeni, sadece dostlarla gerçekleşebilecek fikir alışverişi ve yapıcı eleştiri deneyimini hiç yaşayamayacak denli yalnız kalmış olmaları olabilir. Bir başka nedeni ise vahiylerin eleştirilmeden ya kabul edilir veya reddedilir olmalarından ötürü, sanat eserlerinden farklı bir kategoride yer almasıdır.
Gurular sahte bir bağlılıkla demokrasiye gönül verseler de, aslen ayrımcı ve antidemokratiktirler. Bunun tersi nasıl mümkün olabilir ki? Özel bir vahye duyulan inanç, gurunun, diğer insanlarda olmayan bir üstünlüğe sahip olmasını gerektirir. Gurular dost kazanmaya gerek duymadan, müritlerini kendilerine çekerler. Guruluğunu ilan ettikten sonra, guru, otoritesini sağlamalıdır ki bu durum da, eşit şartlarda oluşabilecek dostlukları engeller. Gerçekten de dostluklar, gurunun gücünü zayıflatma riskini taşır. "İnancını yitirmek istiyorsan, rahiple arkadaş ol" Gurdjieff in babasının en sevdiği sözlerden biridir. Gurunun müritleri ile kurduğu ilişki, bir dostluk ilişkisi değil, üstünlük ilişkisidir. Bu d.\ yine, daha önceden de oluşturmayı başaramadıkları eşit şartlardaki dostlukların yokluğundan kaynaklanabilir. Gurunun kendi değerine olan inancının temeli, başkaları tarafından sevilmek yerine, onları etkilemeye dayanır. Gurular fikirlerini nadiren tartışırlar; onlar genellikle, sadece görüşlerini aşılarlar.
Sıklıkla, gurunun yeni içgörüsü, ruhsal veya fiziksel bir rahatsızlık ardından oluşur. Bu rahatsızlık sırasında guru, kendi duygusal sorunlarına verimsizce yanıt aramaktadır. Bu değişim genellikle otuzlu, kırklı yaşlarda, orta yaş krizi olarak da tanımlanabilecek bir dememde gerçekleşir. Yeni içgörü bazen yavaş yavaş, bazen de yıldırım hızıyla gelir. Daha sonra göreceğimiz gibi, karmaşanın verdiği rahatsızlığı takip eden yeni bir düzenin kurulması olgusu, resimden bilime kadar tüm yaratıcılık hareketlerinde gözlenir. Bu Evreka örüntüsü, hem dinsel vahyin, hem de hasta olarak nitelendireceğimiz kişilerin sanrısal sistemlerinin özelliğidir. Soruna çözüm bulunduğunda, ki hem vahyin hem de sanrının, ortadaki sorunu çözme girişimi olduğunu düşünüyorum, iç rahatlığı ortaya çıkar. Sanatçılar ve bilim adamları, her yaratıcı adımın, yeni bir sanatsal veya bilimsel sorunu gündeme getirdiğine İnanarak, hiçbir çözümün son çözüm olmadığını düşünürler. Bunun tersine, dinsel vahiyleri veya sanrısal sistemleri kucaklayanlar, ulaştıkları sonucun sürekli ve sarsılmaz olduğunu düşünürler.
"Ruhunun karanlık gecesi", bu yeni içgörüyle son bulan guru, "gerçeği" keşfettiğine inanmaya başlar. Bu coşkulu kesinlik, gurunun, ikna ediciliği ve karizması gibi, diğerleri üzerinde yarattığı güçlü etkinin nedenidir. Yunanca bir sözcük olan xapızma (karizma), "zarafet" anlamına gelir. Max Weber, sözcüğü sosyoloji biliminde kullanıma sunarken sadece, kişiliğinin özel, sihirli bir niteliği nedeniyle sıradan insanlardan ayrılan, doğaüstü veya insanüstü güçlerle donatılmış kişileri işaret etmektedir. Böyle kişilerin, diğerlerini etkilemek, ikna etmek ve kendisini adayan müritleri etrafında toplamak gibi bir kapasiteleri vardır. Karizma, sahip olunan inancın yoğunluğu ile de yakından ilgilidir. Toplum Önünde akıcı konuşma yeteneğine ve iyi bir dış görünüme sahip olmak da diğer değerler arasında sayılabilir. Bu kitapta, söz edilen gurulardan bazıları, topluluklar önünde hiçbir metne bakmaksızın o denli akıcı konuşurlardı ki, izleyenlerini saatlerce büyülenmişçesine ellerinde tutabilirlerdi.
Din sosyolojisi konusunda önde gelen uzmanlardan Eileen Barker'a göre; "Neredeyse tanım olarak, karizmatik liderler, ne geleneklere ne de kurallara bağlı oldukları için davranışları önceden kestirilemez ve diğer normal insanlar adına da sorumlu tutulamazlar" diye açıklamıştır.3 Eğer bir liderin karizmatik bir otoritesi olduğu kabul edilmiş ise, takipçilerinin hayatlarının tüm alanlarını yönetme hakkının da kendisine verildiği konusunda uzlaşılmıştır. Örneğin guru, müritlerinin yaşayacakları yerleri, cinsel eş olarak kimi seçeceklerini ve paraları ya da malları ile ilgili ne yapacaklarını onlara söyleyebilir.
Eğer bir guru, etrafında mürit toplamak istiyorsa, inancının güçlü olması neredeyse zorunludur. Bu, bütün guruların vaaz ettikleri her şeye inandıkları anlamına gelmiyorsa da, eğer yeni bir cemaat oluşturulacaksa, gurunun kendisinin özel bir içgörüye sahip olduğuna dair bir inanç taşıması en azından başlangıçta şarttır. Birçok kişi, din ya da inanç sistemleri ile ilgili değişim ve dönüşümleri, başkaları taralından zorlanmaya maruz kalmaksızın yaşar. Ancak tıpkı müritlerinin onlara ihtiyacı olduğu kadar, guruların da müritlerine ihtiyaçları vardır. Guruların güvenlerinin, müritleriyle desteklenme ihtiyacı, ortaya koydukları inançtan o kadar da emin olmadıkları olasılığını akla getirir. İlerleyen bölümlerde göreceğimiz gibi, bazı gurular, etraflarında onları aklı yerinde olmayan biri olarak algılamak yerine, peygamber olarak kabul eden bir grup mürit topladıkları için, deli olarak etiketlenmekten ve hatta bu nedenle akıl hastanelerine yatırılmaktan kurtulmuşlardır. Tarihçilerin ortaya koyduğuna göre, mesih olmaya soyunmuş kişilerin çoğu, kendi misyonları ile ilgili kuşkular taşırlar. Etraflarında müritlerinin olması için didinmelerinin nedeni de budur. Eğer hiç kimse paylaşmıyorsa, yeni bir görüşün güvenilirliğine duyulan inancın sürdürülmesi oldukça güçtür.
Üstün bir bilgeliğe sahip olduklarını iddia eden gurular, kendilerine gizemli bir geçmiş yaratırlar. Geçmişte, sıradan insanlar için ulaşılmaz olan Orta Asya ya da Tibet'e gerçekleştirilen yolculuklar, gizli bilgelik ve mistik deneyimlerin edinilmesinin başlangıcı olarak yüceltilmişti. Günümüzdeyse, dünyanın tümü keşfedilip, haritası çıkarıldığı, hatta Eve rest bile Batı süprüntüleriyle kirletildiği için, gizemli olabilecek kadar uzak yerler bulabilmek zorlaşmıştır. Ancak her zaman, başka dünyalar vardır. Belki de, diğer gezegenlerde sınırsız bilgeliğe sahip ve sadece seçilmiş insanlara mesaj yollayan yaratıklar yaşamaktadır. Bazı gurular, buna inanır görünmektedir.
Hepimiz gibi, gurular da güç tarafından yozlaşma riski taşırlar. Her ne kadar guru, misyonuna münzevi birinin yoksulluğunda başlamış olsa da, zaman içinde, değerlerini tekrar gözden geçirmesi sık rastlanan bir durumdur. Hayran olunmak sarhoş edicidir ve guru açısından, müritlerinin kendisine atfettiği inançlara katılmamak gittikçe zorlaşır. Eğer bir kişi özel bir içgörüye sahip olduğuna ve Tanrı tarafından bu içgörüyü diğerlerine aktarmak üzere seçildiğine inanırsa, kendisine özel ayrıcalıkların tanınması gerektiği sonucuna varabilir. Örneğin kendisi gibi takipçileri de, maddi konularda kaygı taşımanın, yorucu olan tinsel misyonu yerine getirmeyi olumsuz yönde etkileyeceğini düşünürler. Bu nedenle de, guruya doğal olarak, takipçilerinin kazandığı parayı talep etme ve kullanma hakkı verilir. Sonunda, bazen gurular kendilerini lüks içinde yaşarken bulurlar.
Maddi sorumluluktan kurtulma hakkı olduğunu düşünen gurular, aynı zamanda sıradan insanların toplum tarafından kınanabilecekleri cinsel davranışlara girme hakkını da kendilerinde görürler. Eğer bir erkeğin etrafı kendisine hayran olan çekici kadınlarla doluysa, cinsel ilişkiden kaçınması oldukça zordur. Ancak gurunun, kendisini tinsel bir rehber olarak gören bir müridi ile ilişkiye girmesi, en az hastalarını baştan çıkaran bir psikoterapist veya çocuklarına cinsel tacizde bulunan bir baba kadar zarar vericidir.
Gurular müritlerinden sıklıkla diğer konularda da yarar sağlarlar. Guruların etrafında, kendisi önemsiz işlerle uğraşmasın diye, günlük işleri onun adına yürütmeye aşırı istekli dalkavuk müritler vardır. Gurular genellikle bu güç gösterisinden zevk alırlar ve bazıları müritlerine tinsel uygulama adı altında anlamsız ve gereksiz işler yaptırma noktasına kadar giderek, aslında kendi güçlerini kanıtlamaya çalışırlar. Bazıları günahkâr olduğunu düşündükleri müritlerini acımasız cezalara çarptırmaktan geri kalmazlar. Gurular, kişisel bütünlükleri ve başkaları üzerinde uyguladıkları gücün getirdiği yozlaşmaya karşı koyma açısından birbirlerinden oldukça farklıdırlar.
Garip bir kozmoloji bilgisine sahip diye ya da ahlâksız olduğu için, bir gurunun tüm içgörülerinin saçma olduğu düşünülemez. Psikozun daha üstün bir bilgeliğe giden yol olduğunu iddia eden R. D. Laing'in kuramım doğru bulmasam da, yoğun bir rahatsızlık ya da ruhsal bozukluk ardından gelen yeni bir uyanış, sıradan insanlar için, kapalı olan algı kapılarını açabilir diye düşünüyorum. Manik-depresifler bazen umutsuzluğun derinliklerinin ve coşkunun doruklarının yaşamlarını çok yoğunlaştırdığını ve seçme şansları olsa, normalliğin sıradan can sıkıntısını çekmektense hasta olmayı tercih edeceklerini iddia ederler. Hatta akut bir şizofreni atağı geçirip, bunu zarar görmeden atlatanlar da, bu deneyimi yaşadıkları için şükran duyarlar. Ellenberger'in ortaya attığı, çoğu guru için de uygun olduğunu düşündüğüm, "yaratıcı hastalık" kavramına sık sık başvuracağım.
Bazı gurular, şifa ile sonuçlanan tanımlanabilir bir ruhsal hastalık dönemi geçirirler. Bazıları ise, psikiyatristlerin psikotik olarak tanı koyabilecekleri derecede rahatsızlanırlar. Bu durum, nevrotik bir bozukluk değil, kişinin aklî dengesinin yerinde olmaması ya da gidip gelen duygusal tutarsızlıklar yaşamasıdır. Yine de çoğu, yaşamları boyunca sosyal açıdan yeterli ve makul ölçülerde dengeli olmayı sürdürür. Guruların hayatları ve inançlarının eleştirel bir gözle incelenmesi, ne yazık ki, var olan psikiyatrik etiketlerin ve ruhsal hastalığın ne olup ne olmadığı konusundaki kavramların yetersizliğini ortaya koymaktadır. Örneğin, alışılmışın dışında tuhaf bir inanç, sanrıdan nasıl ayırt edilebilir?
İlerleyen sayfalarda, birbirinden oldukça farklı olmalarına rağmen, şimdiye kadar guru özellikleri olarak anlatılan niteliklerin neredeyse tümünü taşıyan, birkaç guruyu mercek altına alacağım. Hiçbir guru, bu niteliklerin hepsini taşı masa bile, en iyisinden en kötüsüne kadar hepsinin sıradan insanlardan ayrılan ortak özellikleri vardır. Birleştirme Kilisesi (Unification Church), Bilim Mezhebi Kilisesi (The Church of Scientology), Uluslararası Krishna Bilinç Topluluğu (International Society for Krishna Consciousness/ISKCON") ve Tanrı'nın Çocukları (Children of God) gibi çağdaş mezhepler üzerinde son yirmi yıldır kapsamlı araştırmalar yapılmış ve yazılar yazılmıştır. Pek çok ebeveyn gibi, birçok kişi de, bu yeni din akımlarına katılmanın gençler üzerindeki etkisi hakkında endişe duymaya başlamıştır. Benim özel İlgi alanım, guruların kişilikleri ile ilgili olsa da, müritlerinin özellikleri üzerinde de zaman zaman duracağım. Azizlerden sahtekârlara kadar birbirine hiç benzemeyen bir grup guruyu özellikle seçtim. Ümidim, eleştirel olmayan bir gözle bakıldığında, birçok ortak özelliklerinin olduğunu gösterebilmektir.
X. sanrı ve inanç
s.213-228
İnsanı derinden etkileyen ve aynı zamanda mantık dışı olan önemli bir deneyim de, kendini dine vermedir. Ignatius'un öyküsünü anlatırken, bu durumla karşılaşmıştık. Hastalığından önce görünürde bir Hıristiyan olduğu halde, Ignatius sonradan koyu bir dindar olmuştur. Dinî bir inanca bağlanmak, büyük bir rahatlama hissi yaratır. Kişinin sırtından adeta büyük bir yük kalkmış ve kişi yaşamının yönünü, kendinden daha üstün bir gücün kontrolüne bırakmıştır. Dine dönme hakkında, William James şunları söylemiştir:
Kendini dine vermede söz edilen kriz, bilinçli benliğimizi, her ne olursa olsun kendimizden daha ideal güçlerin insafına bırakmak ve kefaretimizi ödeme anlamını taşır. Bu nedenle, dinî yaşam tinsel olduğu ve dışsal bir uğraşla, törenle ve ayinle ilgisi olmadığı sürece kendinden vazgeçişin, dinî yaşamda hayatî önem taşıyan bir dönüm noktası olduğunu görürüz.1
William James, bu açıklamasının yanı sıra, kendini dine vermeyi tanımlayan bir dizi örnek de vermiştir. Edwin D. Starbuck'un Dinin Psikolojisi (Psychology of Religion) adlı kitabından yaptığı alıntılar şöyledir. "Sadece dedim ki, 'Tanrım, elimden gelen her şeyi yaptım ve şimdi her şeyi sana bırakıyorum.' O anda içimi çok büyük bir huzur kapladı. Bir diğeri de: 'Bir anda anladım ki, her şeyi kendi başıma yapmaktan vazgeçip, İsa'yı izlersem, ben de kurtulabilirim. Sonrasında üzerimdeki tüm yük ortadan kalktı."2
Esrarengiz olduğu için daha ilginç olanı ise, John Henry Newman'ın Roma katolik dinine dönüşüdür. Kendi tinsel gelişimini anlatan yazısı Apologia pro Vita Sua, düzyazı halinde kaleme alınmış bir başyapıt olarak klasikler arasına girmiştir. Roma Kilisesi'ne girdikten sonra duyduğu rahatlığı şöyle dile getirmiştir:
Katolik olduktan sonra, artık anlatacağım başka bir dinî gelişme yaşamayacağım. Demek istediğim, dinî konular üzerine düşünmekten veya aklımı yormaktan vazgeçmiş değilim; artık anlatabileceğim bir değişiklik olmayacak; herhangi bir kaygım da kalmadı. Tam bir huzur ve rahatlık içindeyim, en
ufak bir kuşkum bile yok. Dönüşümüm sırasında, aklımda olan, herhangi bir zihinsel ya da manevi değişikliğin bilincinde değildim. Vahiylerin temel gerçekleri konusunda eskiye davalı bir inancım da voktu. Bundan daha fazla tutkulu ve kendime hakim olduğumu hiç hatırlamıyorum; ancak bu tıpkı fırtınalı bir denizden sakin bir limana varmak gibi. Mutluluğum o andan itibaren hiç değişmeden devam ediyor.3
Bir önceki bölümde sadece kısacık anlarda bütünlüğe ulaşan, ancak hayatla ilgili sorunlara her şeyi kapsayan kutsal bir çözüm bulamayan septiklerin, arayışları tüm yaşamları boyunca süren, ama hiçbir zaman nihaî çözüme ulaşamayan sanatçı ve bilim adamları ile aynı yolu izlediklerinden söz etmiştim. Ne var ki, dinlerin ve guruların sundukları şey, bütüncül çözümlerdir. Ne zihinsel bir bilmece ne de sanatsal bir ikilem olan dinî inanç, yaşam sorununa verilen bir cevaptır. Her ne kadar Jung, Freud ve Steiner bilimsel yöntemler uyguladıklarını iddia etseler ve bunun aksini kabullenmeye niyetli olmasalar da, sunduklarının dinî inançlara yakın inanç sistemleri olduğu açıktır. Bunun karşılığında septikler küçük bir azınlıktır. İnsanların çoğu, yaşamın gizemine ilişkin cevaplar verdiğini iddia eden ve her şeyi kapsayan bir inanç sistemine inanmayı ister ve buna ihtiyaç duyar. Bununla birlikte, 'gerçek' olarak kabul ettikleri inanç sistemlerinin, başka insanların inançları ile bağdaşmadığım fark ettiklerinde de bu durumdan genellikle yılmazlar. Birinin inancı, bir başkasının sanrısı olabilir.
Önceki bölümde, psikotik yaşantı ile normal davranış arasında bir yelpaze olduğunu göstermeye çalışmıştım. Manik-depresif bozukluk, en yoğun haliyle, tekrarlayıcı ve tanımlanabilir hastalık olmakla beraber, benzer özellikler gösteren ancak ondan daha hafif olan 'siklotimik bozukluk' her normal, sıradan insanın yaşadığı hafif depresyon ve coşku dönemlerine benzetilebilir. Elizabeth Farr'm yaşadığı şizofrenik hastalık ya da Jung'un anlattığı çilingir çırağı vakası ve Steiner ile Gurdjieff'in 4 sanrısal bozuklukları' ile, bu iki rahatsızlık arasında gidip gelen Brunton'ın paranoyak durumunda bir süreklilik vardır. Pek çok normal kişi de, zaman zaman, şizofrenlerin ifade ettiği belirtilere benzer şeyler yaşadıklarını itiraf ederler. Sanrıların sorunları çözmeye yönelik bir teşebbüs olduğu görüşünü daha önce de vurgulamıştım. Sanrılar, hem açıklayıcı hem de aklayıcıdırlar: Suç başkalarına atılarak benlik-saygı-sı korunurken, anormal algısal deneyimlere öyle bir yorum getirilir ki, zihinsel karmaşa tehdidi ortadan kalkar ve büyüklük sanrısı sistemi, kendisini yalnız ve önemsiz hisseden kişiye ihtiyaç duyduğu özgüveni sağlar. Dinî inançlar da, ruhun ekonomisi adına benzer bir işlev görürler.
Sanrılar şöyle tanımlanmaktadır:
Mutlak bir görüşle savunulan anormal inançlardır. Genellikle, çok büyük kişisel önem taşıyan, kendini kanıtlayan gerçekler olarak yaşanırlar. Mantığa bağlı olmadıkları gibi, deneyimle de değişikliğe uğramazlar. İçerikleri sıklıkla hayalî ya da en azından gerçekleşmesi olası olmayan şeylerdir; ortak sosyal ve kültürel geçmişe sahip kişiler tarafından da paylaşılmazlar.4
Eğer bu tanımı doğru olarak kabul edersek, bir inancın sanrı olup olmadığını anlamak için, hem ne düzeyde bir yoğunlukla savunulduğunu hem de bu inancı kaç kişinin paylaştığını göz önünde bulundurmamız gerekir.
Bhagwan Shree Rajneesh'in bu konuyla ilgili yorumu şöyledir:
Toplum tarafından desteklenen masallar olduğu gibi, hiç kimse tarafından destek görmeyen masallar da vardır. İşte bu, akıllı insanla deli arasındaki farktır. Akıllı insanın hayal ürünü toplumdan destek görür. O, toplumu, kurguladığı şeyleri desteklemesi için yönlendirmiştir. Deli ise, kurguladığı öyküler toplum içinde kimse tarafından desteklenmeyen biridir. Yalnızdır, bu nedenle onu tımarhaneye koymak zorunda kalırsınız.5
Dinî inançlar, yukarıdaki sanrı tanımlamasının bir tek yönü dışında tamamına uyar. Dünyaca etkin inançlar, benzer sosyal ve kültürel geçmişlerden olmadıkları halde çok büyük kitleler tarafından paylaşıldığı için, anormal olarak kabul edilmezler. Bu benim, başka bir zihinsel bozukluk belirtisi ya da sosyal yetersizlik göstermedikçe, bir kişiye, sadece tuhaf olduğu veya sanrısal inançlar taşıdığı için, psikotik olarak tanı koyamayacağımıza ilişkin tezimi destekleyen bir durumdur.
Sanrı tanımına geri dönecek olursak, dinî inançların da 'mutlak bir görüşle savunulan inançlar' olduğunu, aksi halde buna inanç denemeyeceğini görürüz. Elbette inananların da zaman zaman kuşkuları olur, ancak onların bu kuşkuları mantık çerçevesinde kanıtlanması gereken sorgulamalar olarak ele almak yerine, savaşılması gereken düşmanlar olarak görmeleri, aslında inançlarının gücünün kanıtıdır. İnanç, inanan için o denli büyük bir kişisel öneme sahiptir ki, yaşamla ilgili her şeyin etrafında döndüğü bir merkez haline gelir. İnançlar da, sanrılar gibi mantıkla muhakeme etmeye açık olmasalar da, sanrılardan farklı olarak, bir dereceye kadar deneyimle değiştirilebilecekleri söylenebilir. İnanç, zaman içinde, başka şekle dönüştürülebilir. İnanç geliştirilebilir, derinleştirilebilir, değiştirilebilir olmasına karşın, tümüyle vazgeçilmediği sürece, hayatın tümünü etkileyen bir sistem olarak kalmaya devam eder. Aynı şekilde, sanrılar da kişinin yaşamının ve kendisini algılama biçiminin tamamını etkisi altına alır.
Bu bütüncül ve hemen her şeyi kapsayan özelliklerinden dolayıdır ki, dinî inançlar konusunda tartışmak, paranoyak sanrılar üzerine tartışmak kadar güçtür.
Her iki inanç grubu da, bireyin 'özel' olduğuna dair yarat-tığı hisle, kişinin benlik saygısını korumaya yarar. Normal insanın benlik saygısı, genellikle başkalarıyla kurduğu ilişkilere bağlıdır. Eşimiz, çocuklarımız ve dostlarımız bize düşkün ol-atıkları için, varlığımızdan mutluluk duydukları ve bizi sevdikleri için kendimizi değerli hissederiz. Hıristiyanlık inancı taşıyan birinin, bunların yanı sıra Tanrı tarafından da sevildiği ve değerli bulunduğuna ilişkin inancı vardır. Bu inanç aslında, hem ödül hem de bir çeşit sigortadır. İnançlı bir kişi, bu şekilde, kişisel varoluşun trajedilerinden korunmaktadır. Şartlar ne kadar korkunç olursa olsun, yoksunluk ve başarısızlık acı verici bile olsa, Tanrı'nın sevgisini vermeye devam edeceği inancı bunların olumsuz etkilerini hafifletmektedir. İnanç, gerçekten de insanı korkularından uzak tutar. Örneğin, sabit ve basit dinî inançları olanların, şüpheci entelektüellere oranla, komünist fikirlerin aşılanmasına karşı daha kolay karşı koydukları gözlenmiştir.6
Hangi nedenle olursa olsun yaşamlarında az duygusal ilişki yer alan kişiler açısından inanç daha da büyük önem taşımaktadır. Gurular, genellikle yalnız çocukluk geçirmiş, içedönük, narsisistik ve başkalarıyla ilişki kurmak yerine kendi akıllarında olup bitenle daha fazla meşgul olan kişilerdir. Bu kişilik özellikleri, hayallerin gelişmesine olanak sağlar. Hayal gücü, en fazla yalnızken serpilir. Gurdjieff ve Steiner özenle işledikleri evren bilimlerini, yalnız kaldıklarında harekete geçen gelişmiş hayal güçlerine borçludurlar. Eğer sahip oldukları bu düşünceleri daha küçük yaşlarda başkalarıyla paylaşmış ve eleştiriye açmış olsalardı, oldukları biçimde koruyamazlardı. Ancak, özel bir inanç olarak tanımlanabilecek görüşleri, sonuçta büyüklük sanrısına dönüşmüştür. Böyle inançların sorgulamaya açık olmaması aslında şaşırtıcı değildir. Eğer benlik saygısı özel bir inanç veya sanrı sistemi üzerine yapılandırılmışa, bu inanç ya da sanrı o kadar değerlidir ki, asla sarsılmaması gerekir. Hiç kimse benlik saygısını bütünüyle kaybetmeyi göze alamaz ve yaşadıkları ağır depresyon nedeniyle bu noktaya gelenler, genellikle intihar ederler.
Sanrı tanımına tekrar dönersek, dini inançların içeriğinin de genellikle 'hayal ürünü veya en azından olması muhtemel olmayan' şeyler tarafından oluştuğunu söyleyebiliriz. Örneğin, Hıristiyanlıkta, biyolojik ilkelere taban tabana zıt oldukları için İsa'nın doğumu ve İsa'nın dirilişini hayal ürünlerine örnek olarak gösterebiliriz. Birçok Doğu dini, öğretilerinde yine doğal olarak gerçekleşmesi olası olmayan insan ruhunun yeniden doğuşuna yer verir. Hem dinî inançlar hem de sanrılar için, ortada hiçbir nesnel kanıt yoktur. Hiç kimse, Tanrı'nın varlığını gösteremez. İnançlar, deneye tâbi tutulamadık-ları gibi, her iki yönde de kanıtlanamazlar. Sanrı sistemlerinin benlik saygısını desteklediğini görmüştük, aynı şekilde dinî inançlar da benlik saygısını desteklerler. Örneğin, pek çok kişi için yerinin doldurulabilir olduğunu kabul etmek oldukça zordur. Herkes tek ve benzersizdir, ama sadece birkaç dâhinin yeri doldurulamazdır. Çoğu kişi, ölümlerinden birkaç yıl sonra unutulup gidecektir. Doğa bu anlamda müsriftir. Dünyada gereğinden fazla insan olduğu gibi, çoğunluğumuz da unutulmaz değiliz. Eğer şanslıysak, dostlarımız ve akrabalarımız bizi bir süre özlerler, ama çok azımız sürekli hatırlanabilmeyi başarırız. Bu duruma dayanabilmek çok güçtür. Ölmekte olan Keats, yakınları tarafından ihmal edilmesinin verdiği kederle, mezar taşına isminin yanı sıra şunların yazılmasını vasiyet etmiştir: 'Burada adı suya yazılmış biri yatmaktadır.' Eğer böylesine yetenekli bir şair, hayal kırıklığını bu biçimde dile getiriyorsa, sıradan biri kendisi için ne derdi acaba? 'Niye olduğunu bilmiyorum, yaşadım, öldüm. Hatırlanmayacağım.'
Ancak örneğin biri Hıristiyanlık inancını taşıyorsa, durum değişmektedir. Hıristiyanlığa göre, kişi ne kadar önemsiz olursa olsun, herkes Tanrı katında değerlidir. Bir kişi tüm ailesi ve dostları tarafından terk edilmiş, başarısız, alkole yenik düşmüş, uyumsuz ve dünyanın asla affetmeyeceği bir günahkâr olabilir. Fakat eğer, Tanrı tarafından sevildiğine inanıyor ve tövbe ederse Tanrı'nın onu bağışlayacağına ait bir inanç taşıyorsa, yılgınlığa ve hiçlik korkusuna karşı korunmuş olur. Hıristiyanlığa ilk inananlar, hiçbir özel yetenek taşımayan ve toplum içinde önemli bir yer tutmayan kişilerin dahi Tanrı'nın gözünde değerli oldukları söylendiği için, bu inanca sarılmış olabilirler. Nietzsche, Hıristiyanlığı, ruhu bedenden üstün görme ısrarı ve cinselliği kötü olarak ele alma eğilimi de dahil olmak üzere, pek çok alanda inkâr etmiştir. Reddetmesinin bir diğer nedeni de, önemsiz ve zayıf olanın yüceltilmesidir, ki bu da Nietzsche'nin 'güçlü gelişmeyi hak eder' inancının tam aksidir. Ona göre:
Örneğin, İsa (ya da Paul), Roma’da sıradan insanların nasıl yaşadıklarını gördü, -alçakgönüllü, erdemli ve kısıtlı bir hayat. Onların hayatına büyük bir anlam ve değer katarak, bir yorum sundu, başka yaşam biçimlerine tenezzül etmemeleri için onları yüreklendirdi.7
T. S. Eliot, 'insanların, gerçeklerle başa çıkmakta zorlandıklarını' ileri sürmüştür. Kişinin gelip geçiciliği ve önemsizliği gerçeğine katlanmadaki yetersizliği, dinî bir inanca sahip olmanın en güçlü etkenlerinden biridir. Bir Hıristiyan için Tanrı, her insanın birey olarak biricikliğinin değerini kanıtlamakta ve ruhun ölümsüzlük öğretisi de, bu biricikliğin kaybolmayacağını doğrulamaktadır. Başka inançlarda ruhun sürekliliği, bireyselliğin korunmasının artık Öneminin kalmadığı noktaya ulaşana kadar yeniden dünyaya gelme görüşü ile sağlanır. İnsanların, onlara böylesine güvence veren ve destekleyen inanç sistemlerine sıkı sıkıya bağlanmaları şaşırtıcı değildir. 1959'da, "Yüz Yüze" röportajının sonlarına doğru, John Freeman'la ölümün kaçınılmazlığını tartışan Jung, bütünüyle bir sonla tehdit edilen bilinçdışının, bu durumu görmezden geldiğini ifade etmiştir. "Hastalarımı düşündüğümde, hemen hepsinin varlık sebepi arayışında olduklarını ve varlıklarının hiçlik ya da anlamsızlık karşısında un ufak olmayacağına dair güvence istediklerini görüyorum. İnsan, anlamsız bir hayata katlanamaz."14 demiştir. Ancak yine de bazıları, sadece psikolojik bir ihtiyaç olduğu için bir inanca bağlanamaz ve gerçekçi bazı kanıtlara ihtiyaç duyar. Ruhun ölümsüzlüğüne inanmasa bile, yaşamını dolu dolu yaşayan biri için hayat asla anlamsız
değildir.
Çoğu kişi, dinî inancın arzu edilen bir şey olduğuna inandırılarak yetiştirilir. Kendimizi bir şeye inandıramıyorsak veya önceki dinî bağlılığımızı terk etmişsek, aslında geçmişle karşılaştırıldığında günümüzde çok daha hoşgörülü olan insanlar, bize acırlar. Söylendiğine göre, inanç dağlan bile yerinden oynatır. İnanç insanın tüm sıkıntılı dönemlerinde yanındadır. İnanç, üzüntülü birinin kederini azaltır, varlığına anlam katar, gelecek için ümit verir, cennette kurtuluşu ve sonsuz yaşamı vaat eder. Ancak Nietzsche, inancı bir zayıflık olarak ele almaktadır.
İnanca en çok ihtiyaç duyulduğu ve ona en fazla tamah edildiği zaman, iradenin eksik olduğu zamanlardır. Çünkü irade, hükmetme hissi gibi, bağımsızlık ve gücün kararlı bir işaretidir. Bir başka deyişle, kişi ne kadar az hükmedebiliyorsa, tanrı, kral, toplumsal sınıf, doktor, peder, dogma veya toplum vicdanı gibi acilen hükmeden, hatta şiddetle hükmeden birisine ihtiyaç duyar."
Eğer guru terimi, Nietzsche'nin yaşadığı dönemde popüler olsaydı, mutlaka hükmedenler listesine guruları da eklerdi.
Sadece birkaç taraftar tarafından paylaşılan özel inanç sistemlerinin sanrısal olarak ele alınma olasılıkları yüksektir. En az onlar kadar mantık dışı olan, ancak milyonlarca kişi tarafından paylaşılan inanç sistemleri ise, dünya dinleri olarak kabul edilir. Psikotiklerin inançları ile normal insanların dini inançlarını karşılaştırdığımızda, bir grubun sanrısal, diğerinin ise normal olduğunu söylememiz mümkün değildir. Gurdjieff ve Steiner'in evrenle ilgili inançlarını ele alacak olursak, inançlarının tuhaflığı ve bilgili, eğitimli kişilerin ortak görüşlerinden oldukça uzak olmaları nedeniyle, sokaktaki insanın, bu kişilerin deli olduğu ve inançlarının da sanrı olduğu sonucuna varacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Bunlar, başkalarının düşünce ve görüşlerinden etkilenmeyecek kadar uzakta, zihinlerinin ıssız çöllerinde dolaşan kişilerin inançlarıdır. Buna rağmen ne Gurdjieff ne de Steiner psikiyatrik vakadır. Hem Gurdjieff hem de Steiner, evrenle ilgili oluşturdukları olağandışı tarihe inanmış ve günümüzde de inanan müritleri etraflarına toplamışlardır. Ancak bunlar sayıca o kadar azdır ki, bu müritleri zararsız egzantrikler olarak, her iki evren bilimini de sanrısal olarak değerlendirmek mümkündür.
Ancak dünyada tahminen bir milyarın üzerinde Hıristiyan vardır. Bu kadar kişinin kandırılmış ya da yanlış yönlendirilmiş olduklarını söylemek, kabul edilemeyecek düzeyde haddini bilmezlik ve saçmalık olur. Yine de, İsa'nın doğumu, diriliş, ruhun ölümsüzlüğü ve bedenin tekrar dirilmesi öğretileri, Hıristiyanlık inancının temel noktaları olsalar da, biyolojik görüşü temel alan bir septik için, en az Gurdjieff'in ayla veya Steiner'in kozmik varlıklarla ilgili inançları kadar inanılmazdır. Eğer dünyada, sadece yüz kadar inançlı Hıristiyan olsaydı onların da, Gurdjieff ya da Steiner'in her söylediği şeyin doğru olduğuna inanlar kadar egzantrik olduklarını düşünebilirdik. İngiliz Kilisesine sabah duası için gidenlerin, Apostles'in 'İnanç'ını ya da aynı inançları içeren daha güncel bir uyarlamasını tekrarlamaları gerekir. 'İnanç', bazı okurlar için tanıdık olmayacağından, tamamını aktaracağım.
Yüce Babamız, Cennet ve yeryüzünün kurucusu Tanrı'ya, onun tek oğlu, Kutsal Ruh olarak, Bakire Meryem'den dünyaya gelen, Pontius Pilate'den çile çeken, işkence gören, ölen ve gömülen, cehenneme giden, üçüncü günde dirilip Cennet'e gelen ve Yüce Babamız Tanrı’nın sağ elinde oturan, böylece de canlıları ve ölmüşleri yargılayacak olan İsa'ya inanıyorum. Kutsal Ruh'a, Kutsal Katolik Kilisesi'ne, Azizler Birliği'ne, günahların bağışlanabilir olduğuna, bedenin tekrar dirileceğine ve sonsuz yaşama inanıyorum. Amen.
Kendilerine Hıristiyan diyenlerden acaba kaç kişi, bu önermelerin tamamen gerçek olduğuna inanmaktadır? Piskopos ve İngiliz Kilisesinin diğer üyeleri de dahil olmak üzere modern Hıristiyanlar, İnanç duasını tekrar etmeyi, bu önermeleri mecazî olarak ele alınması gerektiğini vurgulayarak haklı çıkarmaya çalışırlar. Örneğin, Kutsal Ruhun, mecazî anlamda İsa'nın ruhunun sonsuza dek yaşayacağını işaret ettiği düşünülebilir; tıpkı Platon'un felsefî ruhunun bizi hâlâ etkilediğini söyleyebileceğimiz gibi. Diriliş öyküsü de benzer biçimde düşünülebilir: Ölen kişi, onu sevenlerin gönüllerinde tekrar dirilir. İsa'nın Bakire Meryem'den doğumu ise, sadece Hıristiyanlıkla sınırlı kalmayan arketipik bir mittir. İlk Hıristiyan misyonerleri, dinlerine döndürmek istedikleri insanların Yeniden Doğuş’la ilgili farklı görüşleri olduğunu görünce, bunu şeytan işi olduğunu düşünmüşlerdir.10 Pek çok çağdaş Hıristiyan, İsa'nın doğumunun, aslında kahramanların kökenleri hakkında düşünme biçimimiz olduğu ve olayların gerçekten anlatıldığı gibi olmadığı konusunda fikir birliği içindedir. Birmingham'ın önceki piskoposu ile 1993'te yapılan röportajda piskopos, İsa'nın doğumuna inanmadığını ancak, şaşırtıcı biçimde, Diriliş'in gerçek olduğuna inandığını ifade etmiştir." Agnostikler için, İsa'nın öğretisinin geçerliliğini sorgulamak kolaydır, ancak bazı inançlı Hıristiyanlar için bedenin tekrar dirileceği ve ölümden sonra sonsuz yaşam olacağı inancını taşıyan bir duayı tekrar etmek zor olsa gerek. Hıristiyan olarak yetiştirilenler bu duayı duymaya ve tekrar etmeye o kadar alışkınlardır ki, asıl içeriğini görmezden gelme eğilimi içine girebilirler.
Dinî inanç taşıyan bazı bilim adamı ve filozoflar, profesyonel düşünme biçimleri ile inançlarını birbirinden ayırabilir ve olması gerektiği gibi, bunları akıllarının ayrı bir yerinde tutabilirler. Bu gibi kişiler, Tertullianus'un ünlü sözünü akla getirirler: "Ve Tanrı’nın Oğlu öldü, bu önermeye saçma olduğu için inanılır. Gömüldükten hemen sonra tekrar dirildi, bu da imkânsız olduğu için kesindir."12 Agnostikler ise, profesyonelce çalışan, akademik yaşamda genellikle akılcı olan, ancak bu mantık dişiliği kendinden emin bir biçimde kabullenen meslektaşlarını anlamakta güçlük çekerler. Her zaman değilse de, çoğunlukla anlamsız olduğunu düşündükleri için onlarla tartışmaya girmekten kaçınır ve söz konusu kişiye bu konuda, aklı başında her insanın yapacağı gibi, sanki karşılarında bir psikotiğin sanrılan veya kara sevdalının ülküleştirilmiş aşkı varmışçasına temkinli davranırlar.
Bilim adamları, yeni bir hipotezi kabul etmeden önce deneysel bulgu, tekrar ve kanıt görmek isterler. Her yeni gelişme sorgulanmasaydı, bilim asla ilerleyemezdi. Ancak, Thomas S. Kuhn'un Bilimsel Devrimlerin Yapısı (The Structure of Scientific Revolution) kitabında belirttiği gibi, bilim adamlarının da yerleşik ve bildik kavramları terk etmeleri zordur. Çünkü, bu kavramlar geçici hipotezler olarak kalmak yerine, âdeta birer inanç konusu haline dönüşmüşlerdir. En şüpheci bilim adamı bile, araştırmasının altında yatan varsayım ne ise ona 'inanmak' durumundadır. Sorunlar, herhangi bir kavramsal çerçeve içinde olmaksızın, ne araştırılabilir hattâ ne de algılanabilir. Ancak, tek koşul hipotezin oluşturulduğu çerçevenin alaşağı edilebiliyor olmasıdır. Bilimde, bir buluşun ve ilkenin değiştirilemeyecek kadar mutlak olmadığı inancından başka bir inanç yoktur.
Bilim adamları pratikte bu kadar bütüncül bir şüphecilik göstermezler. Örneğin, bazı bilim adamları doğal seleksiyon ve evrim kuramının o denli ateşli savunucusudurlar ki, yazıları neredeyse İncil'i vaaz eden misyonerlerin tutkusunu taşır. Darwin'in kuramının, daha önceden karmaşık gelen kavramları o kadar büyük bir açıklıkla anlamlandırma gücü vardır ki, kesinlikle doğru olması gereken bir ilke konumuna yükseltilmiştir. En mantıklı insanın dahi, eleştirel felsefî eğitimin bile bozamayacağı bir inanca sahip olma konusunda güçlü bir eğilimi vardır. İnsanların büyük çoğunluğunun, kanıtlanamaz, nesnel destekten yoksun ve bunları paylaşmayanlara çılgınca olarak görünen inançları vardır. Hepimizin böyle eğilimleri olduğuna inanıyorum. En rasyonel agnostiklerin bile, özellikle de benlik-saygısı ve sevgi söz konusu olduğunda, derinlerde yatan olabildiğince mantık dışı gizli inançları vardır. Öldükten kısa bir süre sonra unutulacağımızı bilsek de, yerimizin doldurulamayacağına inanmaktan hoşlandığımız için, bu inanca karşı koyamayız. Çoğumuzun, geçici de olsa, gerçekte olduğundan daha önemli olduğumuza ilişkin büyüklük sanrılan vardır.
William James, muhteşem kitabının sonlarına doğru şu tanımlamayı yapmıştır: "Farklılıklarına rağmen tüm inançlar, ortak bir özün varlığına hiç itirazsız tanıklık ederler". Bu ifade şu sonucu ortaya koymaktadır:
Kurtuluş hakkında bütün dinler tarafından ortaya konan, belirli bir tek değişmez kanı vardır. Bu iki bölümden oluşur:
I. Rahatsızlık ve
II. Bunun çözümü.
I. En basit ifadeyle rahatsızlık, varlığımızda bizimle ilgili bir şeylerin yanlış olduğudur.
II. Çözüm de, bir açıdan, daha üstün güçlerle kurduğumuz bağlantı sonucu, bu yanlıştan kurtulacağımızdır.
Fakat bu 'yüce güçler1 mutlaka tanrısal varlıklar olarak algılanmamalıdır. Son bölümde de belirttiğim gibi, yaratıcı bir sanatçı ya da araştırmacı bir bilim adamı veya matematikçi olacak kadar yetenekli kişilerin hepsi de kendileri dışında birtakım güçlere bağlı olduklarını bilirler. Şimdiye kadar verilen örneklerin de gösterdiği gibi, estetik kaygılara ve bilimsel sorunlara bulunan cevaplar, genellikle bilinçli kontrol dışındaki zihinsel süreçlerin ürünüdür. İnanıyorum ki, sınıflama, sıralama ve deneyimden anlam çıkarma, zihnimizde sürekli olan şeylerdir. Bu süreçlerin belirtilerine, rüyalarımızı hatırladığımızda ya da düşüncelerimize artık hükmetmeyi bıraktığımız istirahat dönemlerinde tanık oluruz. Bu anlamda, hepimiz üstün güçlere bağlıyızdır. Yaratıcı bir işle uğraşan herkes, böyle bir bağımlılığı itiraf etmek durumundadır, aksi halde zihninin nasıl çalıştığını bilemeyecek kadar içgörüsüz ve kibirli duruma düşer. Kendi egosunun her şeyi yapabileceğine inanmak, abartılı biçimde kişinin kendisini şişirmesidir. Yetiştirildiği Hıristiyanlık İnancını kaybedip, Tanrı'nın öldüğünü ileri süren Nietzsche bile, yine de daha üstün bir gücün varlığına duyulan ihtiyacı korumuştur, İyinin ve Kötünün Ötesinde (Beyond Good and Evil) kitabında, bir sanatçının tinsel disiplinine şöyle değinir:
Bir yöne doğru olan bir itaat. Bunun anlamı şudur, her zaman için dünyada yaşamayı değerli kılacak bir şeyler çıkmıştır ve u/un vadede de çıkacaktır; örneğin, erdem, sanal, müzik, dans, mantık, tinsellik - yüceltilmiş, arıtılmış, çılgın ve kutsal bir şeyler."
Ancak, Nietzsche'nin itaati, bir başka insana değil, fikirlere ve idealleredir. Bir İdealin tâbiiyetine girmek veya zihindeki daha üstün bir güce inanmak başka, Nietzsche'nin de adını verdiği bir kitaptaki gibi, İnsan, Her Haliyle İnsan (Human, All too Human) olan bir guruya boyun eğmek ise bambaşka bir şeydir. Steiner ve Ignatius gibi gurular, dürüst ve içten kalmayı, müritlerinin hayranlığından etkilenmemeyi başarmışlardır. Rajneesh gibileri ise, bu durumdan çok etkilenmişlerdir. Herhangi bir gutunun 'eline düşen" ve onun müridi olan kişi bunu, genellikle sapla samanı birbirinden ayırmasına fırsat kalmadan yaşar. Süreç, aşık olmaya veya psikoterapideki 'aktarım’a eştir. Hiçbirimiz bu duruma bağışıklık gösteremeyiz. Güruhum müridi olan herkesin olgunlaşmamış ve nevrotik olduğunu iddia etmek oldukça yanlıştır. Bir kişiyi, normal, ölümlü insanlara bahşedilmeyen 'üstün güçlere’ sahip, tinsel içgörüsü olan biri konumuna yükseltmek bence tehlikeli olduğu kadar da baştan çıkarıcıdır. Ben bile, yenik düşebileceğim böylesi durumları kolaylıkla hayal edebiliyorum. Doğu'da, gurular ya da üstatlar. Batılı Protestanlara veya agnostiklere göre daha fazla kabul edilir durumdadırlar. Aydınlanmaya aday olabilmek için kişinin kendinden daha üstün bir figüre, yönlendirecek ve rehberlik edecek bir üstada ihtiyaç olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır. Belki de, Budist ve Hint kültürleri, guru seçiminde Batılılar'dan daha iyidir. Gurular, Doğu kültürleri içinde daha yerleşik oldukları gibi, varlıklarına duyulan güven de daha fazladır.
Bir kere, birkaç yazımı okumuş saf ve temiz bir Amerikalı çift ziyaretime gelmişlerdi. Görüşmenin sonunda beyefendi bana, "Dr. Storr, sanıyorum ki siz eşimle benim için mükemmel insan tanımına tam anlamıyla uyuyorsunuz." demişti. Aslında aklımdan geçen cevap "Ne yazık ki ben, benim aklımdaki mükemmel kişi değilim" olmasına rağmen, o kadar çok utanmıştım ki, sadece bunu kabul edemeyeceğime dair bir şeyler gevelemiştim. Bana göre, pek çok guru, mükemmel İnsan olarak kabul edilme konusunda istekli olmaktan da ötedir. Aldıkları övgülerden dolayı şımaran guruların utandıklarından şüpheliyim. Gurular, bu kitapta vurguladığımı sandığım biçimde birbirlerinden oldukça farklı olsalar bile, bildiklerinden emin oluşları ve kendilerine gelen vahiylerin herkese uygun olduğu görüşü konusunda birleşirler. Emerson, "Özgüven" (Self-Reliance) adlı makalesinde, bunun dâhilere ait bir özellik olduğunu ortaya koymuştur.
Kendi düşüncene inanmak, kendi kalbinin derinliklerinde, senin için doğru olan bir şeyin herkes için doğru olduğuna inanmak, -işte bu dehadır."
Bana göre ise bu, deha değil, narsisizmdir; kişinin deliliğin sınırlarında dolaştığı, kendi içine gömülmedir. Gurularda ise bu durum, yaşadıkları yalnızlığın sonucu gibi görünmektedir. Gurular, yoğun bir stres veya ruhsal hastalık dönemi yaşadıktan sonra, bu rahatsızlıktan genellikle sanrısal bir sisteme varan bit inançla çıkarlar. Eşit şartlarda fikir alışverişi yapabilecekleri arkadaşları olmadığı İçin, bu sanrısal sistem tek başına özenle işlenir. Fikirleri, bilim adanılan ve matematikçilerin görüşleri gibi eleştirel incelemeye açık olmadığı gibi, yerleşik bir inanç sisteminin boyunduruğunda da değildir. Tüm kalbiyle gurunun düşünce sistemine sahip çıkan müritler elde etmek de, gurunun kendi üstünlüğünün ve kendisiyle ilgili düşlerinin doğrulanmasının son bir kanıtıdır. Sahtekârlar, anlattıkları hikâyeye kendileri de inandıkları için ikna edicidirler. Gurular da, haklı olduklarına emin göründükleri için inandırıcıdırlar. Onlar kendi vahiylerine inanmak zorundadırlar, aksi halde tüm dünyaları başlarına yıkılır. Çelişik olarak, guruların sergilediği bu emin olma durumu, aslında davranışlarının en fazla şüphe uyandıran yönüdür. Tüm guruların duydukları inançla ilgili gizli şüpheler taşıdıkları, kendilerine inanacak müritler toplamaya çalışmalarından bellidir. Richard Webster şöyle der:
Çoğu zaman Mesih'in, gizli kimliği ile ilgili dışarıdan onay araması, kendini çok daha sıradan bir yolla ortaya koyar -müritlerinin olması isteği ve onların itaatlerini ölçmek istercesine, onlardan tam bir sadakat beklemek ve emirlerinin yerine getirilmesindeki nitelik ve kusursuzlukla doğaüstü güçlerini kanıtlamak."
Bu tanım, bu kitapta anlatılan bazı gurulara tamamen uymaktadır. Ignatius gibi müritlerini zaten varolan bir kiliseye bağlanmaya ikna etmiyorlarsa gurular, tamamen kendilerine ait görüşlere bağlı inançlar sunuyorlardır. Bireyin zayıf egosu veya iradesinden üstün bir şeye ya da bir kişiye teslim olmak, bir inanca bağlanmanın temel özelliklerindendir. Bağımsızlıklarını bir gurunun emrine veren kişiler bir rahatlama hissetse-ler de, aslında çok daha büyük bir riske girmektedirler.
Agnostik entelektüeller, düşünce ve kendini ifade etme özgürlüğüne büyük değer verirler. Onların yeni din akımlarına katılanlarda en çok şaşırdıkları şeylerden biri de, kişisel sorumluluktan vazgeçip, bağımsız muhakemelerini bir guruya bırakmalarıdır. John Carswell, zamanın en önde gelen İngiliz yazarlarından Orange'ın, adı Gurdjieff olan 'bir Ermeni büyücüsüne itaat etmesini' çarpıcı bulmuştur. Bazıları, Birlik Tarikatı'na üye olanların, Sun Myung Moon tarafından seçilen eşlerle evlenmeyi ve evlenmeden önce olduğu kadar, evlendikten sonra bile cinsel ilişkinin yasak olmasını kabul etmelerini, kişisel özgürlüklerini bu derecede terk etmelerini hayretle karşılarlar. Roma Katolik Kilisesi'ne inanmayanlar için, katolik bir yazar tarafından yazılmış bir kitap kapağında Nihil Obstat' sözcüklerini görmek ürperticidir. Sansürün tutucu ve duyarsız olduğunu düşünse bile kanun önünde hiç kimse canının istediğini yazamaz, çünkü sansüre uğrayacağını bilir. Fakat katolikler, özellikle de Ignatius'un öğretisinin takipçileri, otoriteye itaatin erdemli bir kendini teslim etme olduğuna inanırlar; ayrıca kararlarını kendilerinden daha üstün gördükleri bir kimliğe bırakmanın çoğu kişiye büyük bir rahatlama hissi verdiği de oldukça açıktır. Rajneesh'in "Her şeyi sana bırakıyorum" denecek bir kişi olduğu ve her şeyin de o andan itibaren çaresine bakıldığı anlatılmaktadır.
Gurular, müritlerine bağımlı, herhangi bir sistemin disiplini altına girmeyen ya da çağdaşları tarafından eleştirilme olasılıkları olmayan yalnız insanlardır. Onlar kanunun bile üstündedirler. Guru, adeta Tanrı'nın yerini gasp etmeye teşebbüs eder. Guruların, manik-depresif hastalık, şizofreni ya da tanımlanabilir bir başka ruhsal hastalık geçirmiş olmaları ilginç olsa da, bu durum oldukça önemsizdir. Guruları ortodoks öğretmenlerden ayırt eden, ne manik-depresif duygu değişiklikleri, ne düşünce bozuklukları, ne sanrısal inançları, ne halüsinasyonları ne de kendilerinden geçtikleri mistik deneyimleridir; sadece narsisizmleridir.
Okurlar, şimdiye kadar benim bir Freud hayranı olmadığımı anlamışlardır sanıyorum. Ancak bu, Freud'un sunduğu görüşleri takdir etmeme engel değildir. Yazdığı Narsisizm Üzerine: Giriş (On Narcisisim: An Introduction) adlı makalesi, editörleri tarafından en önemli yazısı olarak kabul edilir. Freud, narsisizmle ilgili görüşlerini aktarmaya paranoid şizofreniden başlamaktadır (aslında buna 'parafreni' der, ancak bu terim artık günümüzde kullanılmamaktadır).
Bu tip hastalar, Freud'un iddia ettiğine göre, "iki temel özellik sergilerler: Megalomani ve ilgilerinin dış dünyadan -insanlardan ve olaylardan- içe dönmesi."17 Freud daha sonra, dış dünyadan çekilen bu ilgi veya libidonun, kişinin kendi egosuna yönlendiğini söyler. 'Narsisiszm' teriminin kullanılmasının nedeni de budur. Freud, paranoid şizofrenlerin narsisizmlerinin, ikincil bir olgu olduğunu ve birincil narsisizm olarak adlandırdığı, normal çocuklukta yaşanan kendi içine gömülme durumunun abartılmış hali olduğunu ileri sürer. "Bir çocuğun çekiciliği büyük oranda, narsisizmine, kendinden hoşnut oluşuna ve erişilemezliğine bağlıdır. Tıpkı, kedi ve yırtıcı hayvanlar gibi, bizimle ilgilenmeyen bazı hayvanların çekicilikleri gibi."18 Küçük çocukların, kendileriyle meşgul olmaları kadar talepkâr olmaları da doğaldır. Bebeğin ihtiyaçlarının karşılanması söz konusu olduğunda onun ilgi odağı olması beklenir. Küçük çocukların da, onlara bakan kişilerin nasıl hissettikleri ve ne gibi ihtiyaçları olduğunu dikkate almamaları beklenen bir durumdur. Bütün bebekler megalomandır. Küçük çocuklar, karşılığını vermeden büyük ölçüde sevgi görme ihtiyacı içindedirler. Bir çocuk annesini, onun ihtiyaçlarına cevap verdiği sürece sever ve ondan yetişkin bir kişinin sevgilisinin duygularına gösterdiği ilgiyi göstermesini bekleyemeyiz. Duygusal gelişimin bu narsisistik döneminde amaç başka birini sevmek değil, sevilmektir.
Yetişkin yaşamlarında da narsisistik kalanlar, bu sevilme ve ilgi merkezi olma ihtiyacının yanı sıra buna eşlik eden büyüklük hissini de taşımayı sürdürürler. Bu, gurulara ait bir özelliktir. Rudolf Steiner gibi, yine de alçak gönüllü sayılabilecek gurular bile, kendi algılamalarının gücüne ilişkin ve evrenbilim ile ilgili büyüklük inançlarını taşırlar. Mürit toplama çabası, gurunun sevilme ve kendi inançlarının geçerliliğini kanıtlanma gereksiniminin bir ifadesidir. Ancak, müritlerini ayartmayı başarsalar bile, eşit şartlarda kendilerini eleştirebilecek hiçbir yakın arkadaşları olmadan, yalnız kalmaya devam eder. Kişinin gutu olarak statüsü, tüm ilişkilerinde de haut en bas* olmasını gerektirir ki, işte tam da bu nedenle gurular kofturlar.
* (Lat.) Tepeden bakan (ç.n.)
KAYNAK: Anthony Storr, Öteki Peygamberler, Çeviren: Aslı Day, Okuyan Us Yayın, İstanbul-2001