Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 9 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Ekrem Dumanlı: Alimlerin Siyasetle İmtihanı...
MesajGönderilme zamanı: 01.01.11, 18:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 31.12.08, 16:59
Mesajlar: 308
Alimlerin siyasetle imtihanı

Ekrem Dumanlı


01-01-2011

Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı`dan farklı bir yazı...

İslam âlimleri siyasetle meşgul olur mu; kendince siyasete müdahil bir pozisyon seçebilir mi? Öteden beri tartışılan bir konudur bu; biz de küçük bir pencere açarak ulema-siyaset ilişkisini anlamaya çalışalım.

Bu sorunun doğru cevaplanabilmesi için siyaset üzerinde, daha doğrusu siyasete bakış üzerinde kabataslak durmak gerekiyor. Eğer siyaseti güncel bir konu, siyasetle iştigali de günlük kazanım mücadelesi şeklinde algılarsanız tabii ki cevap gayet nettir: Âlimler siyasete tenezzül edip, ahirete kıyasla ıvır zıvır sayılabilecek iktidar kavgalarının içinde yer almaz. Ehli ilim bir kişinin makam mevki gibi otorite kazanımlarına büyük bir değer atfetmesi düşünülemez. Makam mevki kavgalarına âlimlerin karışması hem onların saygınlığını tehlikeye atar hem de ilmin tamamlayıcı boyutları olan ve uhrevî pencereler açan irfan ve ihsan şuuru açısından ilim sahiplerinin istikametini bozar.

Yukarıdaki tespite rağmen, büyük boşluklar doldurmuş bir kısım âlimlerin tarih boyunca siyasetle (daha doğrusu devlet yönetimiyle) ilgilendiğini söylemek de mümkün. Ancak o ilgi, bugünkü ayrışımlarla pek de örtüşen bir ilgi değildir. Daha açık söylemek gerekirse, medeniyet ve kültür hayatımızda büyük izler bırakan bazı İslam büyüklerinin siyasetle iştigali daima belli bir ölçü ve ufka dayanmaktadır. O ufuk, siyasî gelişmelerin on sene sonra, yirmi sene sonra; hatta yüz sene sonraki toplumsal yansımalarıyla ilgilidir. O ufuk ötesi bakış, bazen muhataplarınca şaşkınlıkla karşılanmış olabilir; ancak karar mekanizmasına müdahale gibi algılanan yorumlarda nasıl bir hikmet ve maslahat gözetildiği, zaman içinde anlaşılmıştır.

Mesela İmam-ı Rabbanî "ikinci binin yenileyicisi" olarak kabul edilmiş bir insandır. Müceddit olduğuna dair âlem-i İslam`da ittifak söz konusudur. Temel düşüncesinin en belirgin yanı tasavvuftu; yani uhreviydi. Bu yüzden İmam`ın odaklandığı konu hiç şüphesiz müminlerin kalb hayatındaki derinleşmeyle yakından ilgiliydi. Ne var ki devrindeki devlet politikası onu tedirgin ediyordu. Ekber Şah`ın dinleri bir araya getirerek (Sanskritçe gibi) yeni bir din oluşturması fikrinin nasıl büyük bir tehlikeye yol açacağının farkındaydı. Siyasetle doğrudan ilgilenmese bile, siyasetin getireceği sonuçlarla ilgileniyor, endişe duyuyordu. İşte bu yüzden Ekber Şah`ın politikalarına karşı çıktı ve ağır eleştiriler yöneltti. Bu tenkitleri yaparken silahlı bir mücadeleye geçit vermemesi, akaidi tahkim edecek bir yerde durması, barışçı söylemini kitapla teyit etmesi vs. seçtiği metodun gereğiydi. Büyük Müceddit bir yandan iman hakikatlerini tarikat-şeriat çerçevesi içinde yeniden yorumluyor, bir yandan da insan yetiştirerek ehlisünnet yolunun tıkanmasını önlüyordu. O kadar ki, zaman geldi Ekber Şah`ın oğlu ve vârisi Cihangir, İmam-ı Rabbanî`nin talebesi oldu. Vezirler İmam-ı Rabbanî`nin devlet yönetimi açısından tehdit teşkil ettiğini telkin etseler; hatta onu hapse attırmaya muvaffak olsalar bile sonuçta yapılan büyük hizmetin değeri zamanla anlaşılmıştır. Çünkü koca Müceddit`in verdiği mücadele basit bir güç kazanım kavgası değildir; ülkenin, âlem-i İslam`ın, hatta insanlığın istikbaliyle ilgili bir himmetin göstergesidir.

İlim ehlinin siyasetle ilişki biçimi...

Hanefî mezhebinin kurucusu İmam Ebu Hani-fe`nin özel durumu, ulema ile siyasetçinin nasıl çetrefilli bir yolda çakıştığı ve çatıştığını ortaya koyar. İmam-ı Âzam, siyasetçi değildi; devlet yönetiminin içinde yer alma arzusu taşımıyordu. Fıkıh ilmine vukufiyeti, zühdü, takvası, fetvası ile büyük bir saygıyı hak ediyordu. Ne var ki devlet yönetimlerinin uyguladığı yanlış politikaların farkındaydı. Bir yanıyla o, mesleğinin ve meşrebinin vecdiyle yaşadı; talebeler yetiştirdi, İslam inanç ve ibadetinin sağlam temellerini gelecek nesillere taşıdı. Diğer yönüyle İslam devleti olduğunu iddia eden yapıya yanlış tevil, tefsir ve uygulamalara karşı pasif bir direniş edasıyla ders verdi. Bu hali onu, yönetim karşısında "muhalif" duruma düşürdü. İmam-ı Âzam`ın metodu asla şiddet içermiyordu hatta doğrudan bir muhalefet bile sayılmayabilirdi; ne var ki o günkü yönetimlere meşruiyet sağlayacak bir tutum içine girmemesi bile başlı başına bir duruş ifade ediyordu.

İmam-ı Âzam`ın, bugünkü tabirle söylemek gerekirse Adalet Bakanlığı ve Hazine Bakanlığı görevini kabul etmeyişinin çok ağır bir bedeli oldu. Kendisine yapılan işkence ve verilen hapis cezasına rağmen, yönetim tarafından sunulan hiçbir görevi kabul etmeyişi hem siyasetin güncel çarkları içine girmeme anlamı taşıyordu hem de yönetimi dizayn etmekte dışarıdan bir güç olarak denetleme imkânı sunuyordu. Doğru bir yaklaşımdı. Bir yandan güncel siyasetin figürü olmuyor; diğer yandan da yanlış politikalara meşruiyet sağlamamak için bir duruş sergileniyordu. İmam`ın Emevî ve Abbasî dönemindeki tavrının konjonktürel olduğu, kendisi için tercih ettiği zorlu yolu talebeleri için aynıyla önermemesinden bellidir. Yani, büyük âlim, siyaset üstü bir siyaset izleyerek ve o yolu lisan-ı hâl ile vicdanlara mal ederek başka bir siyaset mecrası oluşturuyor. O mecrada güncel telaş yok; iktidara ortak olayım sevdası hiç yok... Ancak siyasete (genel manada devlet yönetimine) bir bakış var; ona karşı geliştirilen bir dil, bir üslup, bir yaklaşım biçimi var...

Her şeyden önce siyasetle ilişkinin biçimine karar vermek gerekiyor. Çünkü siyasetin altında kalıp ezilmek ya da çarkları arasına girip kaybolmak da var işin içinde. Bir de siyaset üstü siyaset var ki; onu tayin etmek feraset, dirayet ve kiyaset gerektiriyor. Hakiki ilim sahibi şahıslar, siyasetin içinde eriyip gitmemiş, siyasetin sebep olacağı hadiseleri hesaba katarak sosyal değişimler kuşağından yönetimlere akıl ve hikmet dolu önerilerde bulunmuştur. Bu haliyle, ne karalamaya dayalı siyaset kavgalarının polemiklerine girmiş ne de "Ben bilirim!" şeklinde özetleyebileceğim ego yarışmalarında yer almıştır. Bu duyarlı yolun anlaşılması dün de zordu, bugün de zordur. "Madem siyasetle bu kadar ilgileniyorsunuz, kurun bir parti olsun bitsin." gibi lakaytça söylenen sözde kibir dolu iki önerme bulunmaktadır: (1) Biz yönetirken siz kim oluyorsunuz ki, bizim işimize müdahale ediyorsunuz? (2) Sizin gücünüz ne ki; çıkın ortaya da boyunuzun ölçüsünü görelim.

Siyaset üstü siyasetin toplumsal ve tarihî karşılığı

Bu tekebbür dolu duruş, ulemanın devlet yönetimlerine karşı öteden beri sergilediği tavrın bilinmediğini gösteriyor. Bilinseydi siyaset üstü siyasetin de toplumsal ve tarihî bir karşılığının bulunduğu anlaşılır; hatta günlük kavgaların dışında duran ve göz ucuyla siyasetin med-cezirlerini seyreden nazarlardan istifade etme yolları aranırdı. O nazar, koca bir imparatorluğu ayakta tutmuştu. Sultanların yanında yer alan ulema, sadece ilmihal bilgisinin nâkili olmamış; kamu vicdanının sesi, ortak aklın timsali, tefekkürün kalesi ve hepsinden önemlisi iktidarla hikmetin izdivacının menşei olmuştu. O dönemleri, o dönemlerdeki ortak aklın, ortak vicdanla yükselişini bilmeyen bugünkü seküler zihniyet, ayrışım insiyakıyla "ya siyaset ya uzlet" kapısını zorlayarak nasıl iki dinamiği birbirinden ayırıp parçaladığını bilemez; ve yanılır.

Yukarıdaki iki örnekten hareketle, siyasetin güncel manada kullanılmadığı ve örneklerin başka bir çağın kriterleri içinde değerlendirilmesi gerektiği düşünülebilir. En iyisi bir sonraki yazıya çağın en büyük İslam düşünürlerinden olan Bediüzzaman`ın siyasete bakışıyla devam edelim. Sanırım o örnek daha açıklayıcı özellikler taşıyacaktır

ZAMAN - CUMARTESİ


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ekrem Dumanlı: Alimlerin Siyasetle İmtihanı...
MesajGönderilme zamanı: 01.01.11, 19:09 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 17:50
Mesajlar: 280
E.Duman Efendi'nin söylemediği bir tek cümleyi de biz söyleyelim bari ! Hani, neredeyse diyecekti ki, ; " Bugün için siyasetle iştigali daima belli bir ölçü ve ufka dayanan bi rtek alim göze çarpmaktadır . O da hepimizin bildiği gibi halen ABD Pensilvanya Eyaletinde yaşamaktadır !"
Esasen böyle bir konuyu kaleme alamsının maksad ve esbab-ı muvcibesi de bu doğrultudadır. Bilindiği gibi, eskiden beri hakiki ehl-i sünnet ulemeası asla siyaset ve devlet işleriyle hiçbir zaman haşır-neşir olmamış ve sürekli bu işlerden istisnai durumalr hariç hep uzak durmayı kendilerine şiar edinmişlerdir.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ekrem Dumanlı: Alimlerin Siyasetle İmtihanı...
MesajGönderilme zamanı: 02.01.11, 16:59 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.11.09, 20:45
Mesajlar: 96
Mehmet Zahid kotku hazretlerinin iş ve irşadından bîhaber olanların anlayamayacağı bir haldir...
Eğer merhum mübarek bu siyasete müdahil ve taraf olmasaydı bugün ümmetin medearı olan siyasiler -bakın parti adı felan zikretmedim- müslüman metedeyyin siyasetçiler olmazdı...
Hep C enab ı H akk ın P artisi, oldukları iddia eden bir kalabalığın sessiz çoğunluğu idarere ettiğine şahit olurduk vesselam...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ekrem Dumanlı: Alimlerin Siyasetle İmtihanı...
MesajGönderilme zamanı: 02.01.11, 19:13 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 17:50
Mesajlar: 280
1hadim yazdı:
Mehmet Zahid kotku hazretlerinin iş ve irşadından bîhaber olanların anlayamayacağı bir haldir...
Eğer merhum mübarek bu siyasete müdahil ve taraf olmasaydı bugün ümmetin medearı olan siyasiler -bakın parti adı felan zikretmedim- müslüman metedeyyin siyasetçiler olmazdı...
Hep C enab ı H akk ın P artisi, oldukları iddia eden bir kalabalığın sessiz çoğunluğu idarere ettiğine şahit olurduk vesselam...



Mülk ve hüküm Allahımızındır. İktidarı ve gücü dilediğin alır dilediğine verir. Bu ameliyesinde ve tedvirinde hiç kimsenin ve hiçbir makamın esamesi bile okunmaz-okunamaz! Çünkü, iktidar kuvvette değil, ruhsattadır. Hz. Allah kime ruhsat vermişse o iktidar olur, icraattını ve imtihanını verir. Dilerse ruhsatı ondan alır, bir başkasına verir ki; o da imtihan olsun. Şu hâlde "Falancı olmasaydı, böyle olmazdı, feşmancı ses çıkarmasaydı şu olurdu !" kabilinden söylenen laflar müslümanın sarfedeceği laflar değildir. De ki: "Şüphesiz 'lutuf ve ihsan (fazl)' Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah (rahmeti) geniş olandır, bilendir. O, kime dilerse rahmetini tahsis eder, Allah büyük 'lutuf ve ihsan (fazl)' sahibidir." (Al-i İmran Suresi, 73-74)


En son yakuti tarafından 03.01.11, 19:46 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ekrem Dumanlı: Alimlerin Siyasetle İmtihanı...
MesajGönderilme zamanı: 03.01.11, 19:04 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.11.09, 20:45
Mesajlar: 96
كما تكونوا يُوَلَّى عليكم “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz"...

Güzel ve heyecanlı kardeşlerim, nefsimizin zevki için domates alırken titiz davranan müslümanlar olarak başımızı kendi elimizle idareci yapacağımız kişileri seçme ve bu hususuda irade beyan etmekten neden imtina ederiz?
- cehlimizden mi?
- nemelazım tavrımızdan mı?
- yoksa mütevekkil olmamızdan mı?
- yahut bu bir yutturmaca taktikde bizler zokalandık mı?

hadi kolay gelsin...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ekrem Dumanlı: Alimlerin Siyasetle İmtihanı...
MesajGönderilme zamanı: 24.01.11, 00:22 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 31.12.08, 16:59
Mesajlar: 308
Siyaset üstü siyaset

Ekrem Dumanlı

e.dumanli@zaman.com.tr

Bir önceki yazıda (01.01.2011) âlimlerin siyasete karşı sergilediği bir tutum üzerinde durmuş; onların siyasetin çarkları altında ezilmeden 'siyaset üstü bir siyaset' yaptıklarını ifade etmiştim.

Bu, bir bakıma devlet yönetiminin tamamen dışında ve bağımsız kalmayı işaretliyordu. Bir bakıma da siyasetin sebep olacağı sonuçları hesap ederek mesafeli bir ilgiyi açıklıyordu.

Aslında bu duruşun özü, dinin en temel referanslarına dayanıyor. Din, insanların iki cihan saadetini her şeyin üzerinde tutuyor; insanı imana, ihsana, ahlaka vs. davet ediyor. Daha açıkçasını söylemek gerekirse dinin ana gayesi iktidar mücadelesi değil; insan kalbinin Yaratıcı'ya teveccühüdür. Bu nedenle de din, bir ideoloji değildir. Bu uzun bahis belki de başka bir yazı konusu. Yalnız şu kadarını söylemekle yetinelim: Gerçek âlimler ve mürşitler asla çıkar ve güç mücadelelerine alet olmamış; buna rağmen yönetimlerin yanlış yapmaması için azami bir gayret sarf etmişlerdir.

Siyasetin kîyl-ü kâline girmeksizin ulema, siyasete akıl katabilir, fikir verebilir, tenkit ve taltifte bulunabilir; hatta kendisine inanan kitleler ile bazı değişimlerin öncüsü olabilir; ya da bazı yanlışların önleyicisi rolünü üstlenebilir. Bu, öteden beri böyle olmuştur ve böyle olmak zorundadır.

Bir önceki yazıda İmam-ı Rabbanî ve Ebu Hanife gibi iki sembol isimden hareketle âlimlerin siyaset ötesi siyasetlerine çok kısa temas etmeye çalıştım. Bu büyük zâtların yaşadığı asırlardaki atmosferin ve o günkü yönetim anlayışının, bugünkü şartlar ve kavramlar açısından, çağımıza uygun düşmeyeceğine dair itirazlar gelebilir. Bu nedenle çağın önemli âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursî üzerinde durulması faydalı olabilir.

Siyasete akıl ve hikmet katmak

Bediüzzaman, kendi hayatını "Eski Said" ve "Yeni Said" diye ayırıyor. Hayatının son on yılını (Eserinde geçen ifadeye binaen) "Üçüncü Said" diye isimlendirenler de var. İlk dönemde Nursî'nin siyasetle belli bir oranda meşgul olduğunu, siyaset yoluyla ülkeye hizmet etmek istediğini görüyoruz. Lakin bu dönemi de doğru anlamak gerekiyor. Said Nursî, ilk dönemde de hayatını 'gaye-i hayal'i olan 'iman hakikatleri'ne adamıştı. Daha açıkçası, o dönemde de kendini siyasetçi gibi görmedi. İşte kendi cümleleri: "Eski Said bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu..." (On Dördüncü Şua) Siyaseti, 'dine ve ilme hizmet vasıtası' olarak gören Said Nursî'yi irkilten bir gerçek vardı: "Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebî parmağına alet olma ihtimali." Küçük hesaplarla yürütülen siyasetin 'meleği şeytan, şeytanı da melek' gösterecek kadar 'tarafgirlik' içerdiğini ifade edip, "Şeytanlardan, cinlerden ve siyasetten Allah'a sığınırım!" diyerek kendini 'rabıta-ı mevt' ile kanatlandıracak yeni bir yola adadı. Münzeviydi, yalnızdı, dünya işlerinden tecrit etmişti kendini...

Bediüzzaman'ın Ankara'daki siyaset çekim merkezinin içine girmemesi ve kendini uzlet içinde bir tefekkür seyahatine zorlaması, onu bir bakıma dünya meselelerinden uzaklaştırdıysa da, o meselelere daha yukarıdan bakmasına da vesile oldu. "Dünya manevi bir buhran geçiriyor," (Tarihçe-i Hayat) diyordu mesela. Ve kendine şöyle bir misyon biçiyordu: "Kur'an etrafındaki surlar yıkılacak, doğrudan doğruya Kur'an kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım." (Yirmi Sekizinci Mektup)

Pek çok İslam âlimi gibi, Bediüzzaman kendisine teklif edilen milletvekilliğini de kabul etmedi, Diyanet vasıtasıyla talep edilen Doğu vilayetlerindeki vaiz-i umumî görevini de. Bu, daha önceki yazıda üzerinde durmaya gayret ettiğimiz bir duruşun gereğiydi. Bir yandan alınan her siyasî kararın nasıl büyük sonuçlar doğuracağını biliyor ve o tahribatın önüne geçebilmek için çırpınıyordu; bir yandan da zincirleme yanlışları meşru gösterecek bir halka haline gelmemek için onurlu ve müstağni bir tavır alıyordu. Çare, herkesi kucaklayacak bir pozisyon alarak yeni bir nesil yetiştirmek; bu arada onlarca sene sonra meyve verecek bir oluşumu (Nesl-i Cedid) maceraperestlerin talihsiz kalkışmalarına feda etmemekti.

Bediüzzaman ve siyaset üstü siyaset

Kendi terminolojisi içinde söylemek gerekirse Bediüzzaman, 'müspet hareket' yolunu seçiyor, şiddet ve hiddeti elinin tersiyle bir kenara itiyordu. Şeyh Said isyanındaki barışçı ve sağduyulu duruşu, Kürt-Türk çatışmasındaki kuşatıcı ve birleştirici yaklaşımı vs. zamanında tam anlaşılamadı. Bugün de tam takdir edildiği söylenemez. Hâlbuki Nursî'nin takındığı tavır ile beslendiği kaynak arasında çok sıkı bir bağ vardı. O, "Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor." (Tarihçe-i Hayat) diyen bir insandı. Siyaseti, 'topuz' olarak görüyor, iman hizmetini ise 'nur'a benzetiyordu. İman hakikatleri 'elmas' gibiydi, siyaset 'cam parçaları'na benziyordu. Daha açıkçası, onun tek derdi insanların Yaratıcı'sını tanıması, ahlak ve fazilet timsali haline gelmesiydi. "İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok." (On Altıncı Lemâ) demesi bundandı. Ne yazık ki bu duruş anlaşılamadı; hâlâ da bazı çevreler anlama gayreti sarf etmiyor maalesef.

Mesela Milliyet'in 30 Aralık 2010 tarihli sürmanşeti bu konudaki bilgi yetersizliğinin somut bir örneğidir. Bediüzzaman, "Siyasi figür değil mi?" gibi keskin bir soru sormak ve "Gerçekte siyaseti yakından takip ettiği ve somut olaylar hakkında siyasî tavırlar aldığı biliniyor." demek için ya önyargılı olmak gerekir ya da bilgi yoksunu.

'Eski Said' de bizim anladığımız manada siyasetin tozu toprağı içinde değildi. Hele 'Yeni Said' dediği dönemde, onlarca yıl gazete bile okumadı, okutmadı, 'bütün mesaisini iman üzerine teksif' etti. Bugün bile, "Biz mümin değil miyiz ki ha bire iman hakikatlerini anlatıyorsunuz..." diyenlerin çağ yangınını anlayamadığını düşünüyordu. Eserlerinde pozitivist ve materyalist saplantılara sık sık göndermelerde bulunması onun gaye-i hayali ile ilgiliydi.

Hiçbir zaman 'siyasetin göbeğinde' olmadı. Çünkü hep siyasetin üstündeydi. Yukarıdan (tepeden değil) bakıyordu olaylara ve güncel hadiselerin politik kavgalarıyla değil, büyük değişimlerin sosyal yansımalarıyla ilgileniyordu. Siyasetin yol açacağı zararları önceden hesap ederek hakkı tavsiye etmek; hatta çok zor şartlar söz konusu olduğunda 'ehven-i şer' deyip şerler içinden hayra en yakınını tercih etmek, siyaset üstü siyasetin tabii bir sonucudur.

Müminin dünyaya bakışını tastamam bilemeyenler ya da o ufku idrak edemeyenler âlim kişilerin siyasete mesafeli durarak müdahil olmasına bir mana veremeyebilir. Siyasetten çıkar sağlamak için o çarkların arasına girmek başka bir şeydir; en küçük bir menfaat beklemeksizin siyasete akıl ve hikmet katmak bambaşka bir şey. Birinde gırtlağına kadar yalan-dolana batma riski bulunmakta; diğerinde ise sorumluluğunu yerine getirme söz konusu.

Yol göstericilik siyasete bulaşmak anlamına gelmez

Bizzat siyaset yapmak isteyen dindar kimselerin iyi niyetli çabalarına tabii ki saygı duyulmalıdır. Bir tercihtir o. Bu yolla büyük hizmetler verilebilir; veriliyor da zaten. Lakin siyasetin izleyeceği yol herkesin kaderiyle ilgilidir ve o ilgi vicdan sahibi, akıl sahibi, hikmet sahibi herkesi bir şeyler yapmaya mükellef hale getirir. "Siyasete çok meraklıysan gel bir partiye üye ol!" demek, mağrur bir yaklaşımla sivil inisiyatifi yok saymaktır. Üstelik bu önermenin altında siyasetin siyasetçiler için yapıldığına dair tuhaf bir dayatma bulunmaktadır ki bu, siyaseti de siyasetçiyi de halktan koparan bir mantıktır. Herkes siyaseti belli mesafeden izler; çünkü siyasetin icraatı herkesi belli bir oranda etkiler.

Siyasetin icraatlarını göz ucuyla izleyen ilim ve hikmet sahibi kişilerin yol göstericiliği, onların siyasete bulaştığı anlamına gelmez. Mesela Bediüzzaman'ın Demokrat Parti'ye (DP) verdiği destek, basit bir partizanlık ya da 'tarafgirlik' değildir. DP'nin ezan yasağını kaldırması, din üzerindeki baskıları belli bir oranda hafifletmesi gibi özellikleri bu desteği getirmiştir. Bu tutum tipik bir icraat desteğidir; partizanlık değil. Konjonktürel desteğin zembereği iktidar sahiplerinin icraatlarıdır ve o destek sonsuza kadar sürecek bir taraftarlık değildir. Çünkü ta baştan beri anlatmaya gayret ettiğimiz âlim-siyaset ilişkisi müspet hareket etmeyi önceliyor, partizanlığı reddediyor. Demokratik ve sivil yapıların icraat denetimi de aynı mantık üzerine kurulu değil mi?

İlim sahibi insanlar için siyasetin günlük telaşından uzak durmak ve çıkar ilişkisi dışında kalmak esastır. Ancak bu şekilde her siyasi oluşuma eşit mesafede durabilirler. Buna rağmen tarih şahittir ki ilim sahibi kimseler hiçbir menfaat beklemeksizin yönetimlerin iyi icraatlarını destekler, yanlışları söz konusu olduğunda da uyarma vazifesini yerine getirir. Bu durumdan gocunmak ya da bunu siyasete müdahale sayıp kaba saba yorumda bulunmak en azından İslamî geleneği bilmemektir. Çünkü bahsi geçen dengenin dinî referansları da tarihî izdüşümleri de sağlamdır; yeter ki meseleye bugünün sıcak gündemiyle değil daha kuşatıcı bir nazarla bakılabilsin.

Bu yazı CumaErtesi ekinde yayınlanmıştır
08 Ocak 2011, Cumartesi


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ekrem Dumanlı: Alimlerin Siyasetle İmtihanı...
MesajGönderilme zamanı: 24.01.11, 00:26 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 31.12.08, 16:59
Mesajlar: 308
Fethullah Gülen: "Vasiyetim olsun..."

Ekrem Dumanlı

e.dumanli@zaman.com.tr

Bazen böyle oluyor. Bir yazı sizi başka bir yazıya sürüklüyor. Onu yazdığınızda başka bir yazıyla konuya devam etmek zorunda kalıyorsunuz.

Resmi tamamlamak durumundasınız çünkü. 'Siyaset ve âlimler' diye başladık. Geçmiş çağlarda yaşayan ulemadan örnekler verdik. Sonra söz çağdaş bir düşünür olan Bediüzzaman'a geldi dayandı. Daha da güncel bir noktaya vardığımızda karşımıza Fethullah Gülen Hocaefendi'nin siyasete bakışı çıktı. Bazı alıntılar eşliğinde yapacağımız anlama gayreti daha önceki yazılarla birlikte okunmalı ki bir anlam ifade edebilsin.

"Vasiyetim olsun..." diye başlıyor söze Fethullah Gülen. Ve ekliyor: "Elinizden geldiğince çevrenizi kendi benliğinden, egosundan uzaklaştırmaya çalışın. Eğer bir gün o ideal nesil, ütopyalarda resmedilen nesil, isbat-ı vücut edecekse, o, bencilliği olmayan, 'ben' davasından geçmiş, 'ene'yi bırakmış, hatta şirkin en hafifi olan 'biz'i de aşarak, 'Hüve'de/'O'nda tevhidi yakalamış, 'ene'yi yırtıp, 'Hüve'yi göstermiş nesil olacaktır." (Amerika'da Bir Ay, 2001 / s. 183)

Yukarıdaki paragrafın üzerinde ciddiyetle durmak gerekiyor ki Fethullah Gülen doğru anlaşılabilsin. Her şeyden önce bir insan, "Vasiyetim olsun..." diyerek bir şey söylüyorsa o sözün ağırlığı üzerinde düşünmek gerekiyor. Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin. Bu sözle kuvvetlendirilen cümle, "Aman dikkat! Hayatımın en büyük emanetini sizlerle paylaşıyorum." anlamına geliyor ki, o cümleye bir hayat felsefesi sıkıştırılıyor.

Hocaefendi benzer bir ifadeyi Fasıldan Fasıla (1997) adlı kitabın birinci cildinde de, şöyle ifade ediyor: "Şayet üç cümle söylemeye mecalim kalsa ve benden son tavsiyen nedir diye sorulsa, zannederim söyleyeceklerim yine bu irtibata dikkat çeken ifadelerim olacaktır. Çünkü bana göre en önemli mesele budur... Diğer meselelerin bütünü buna nispeten tali sayılır."

İşte Fethullah Gülen'in dünyaya bakışı budur. O, her meselenin özüne Allah'ı tanımayı, yani marifeti, yerleştiriyor. Hâl böyle olunca gurur, kibir, böbürlenme gibi duyguları "zehirli bal" sayıyor ve egoya dayalı bütün başarı taleplerini elinin tersiyle itiyor. Bu duygu ve düşünceyi çözemeyen ne Gülen'i anlayabilir ne de onun hizmet davetine icabet edenleri. Anlamak şöyle dursun; bazen de genel anlayışın dar kalıpları içinde meseleye yanlış yerden bakanlar da olur. Zannedilir ki her şey iktidar mücadelesi çerçevesinde dönüp duruyor. Bu çok büyük bir hatadır.

Siyasetin Gülen'in nazarındaki değeri

Daha açık söylemem gerekirse: Dünyayı siyasi değişimlerin kriterleriyle algılayanlar, ya da sosyal dönüşümleri sadece iktidar kavgası doğrultusunda yorumlayanlar Fethullah Gülen'i anlayamaz. Bilemez ki siyasi manada olmak ya da olmamak anlamına gelen bir başarının Gülen'in gözünde zerre kadar değeri bulunmamakta. Tumturaklı cümlelerin ardına sığınan ve her şeyi siyasi başarılar çerçevesinde değerlendiren siyaset yorumcuları, şu felsefeye mana verebilir mi: "Bizim çizgimiz bellidir. Bizim en büyük vazife ve misyonumuz kulluktur. Başkalarının medh-u senaları, o medh-u senaların hakkımızda biçtiği makamlarda gözümüz yoktur." (Prizma 3, 1999 / s. 10)

Bir insanın, o insanla kaderi örtüşmüş bir davanın hayat felsefesini anlamadan; hatta anlama gayretine bile girmeden, hiçbir doğru analiz yapılamaz. Gülen "Ben" demeyi defalarca 'şirk' diye niteliyor. Dinin özü de budur. Şirkin daha alt bir katmanına girerek, "Biz" demeyi de kendine ve sevenlerine haram sayıyor. Üstelik bunları temellendirmek için Kur'an'dan deliller getiriyor, Asr-ı Saadet'ten çarpıcı örnekler sıralıyor. Yazdığı kitapların, yaptığı konuşmaların merkezindeki baş gündem insanın hayatın manasını çözmesi, Allah'ı tanıması, benlik davasından vazgeçmesi... Bu telkinlerin dindeki yeri aşikâr. İslam'a göre Allah'a kul olan, başka hiçbir şeye kul olmaz. Allah'tan korkan başka hiçbir şeyden korkmaz, Allah'tan yardım dileyen başka hiçbir şeyden yardım dilemez...

Şimdi siz hayata bu zaviyeden bakan bir insanı, "kendini gösterme", "iktidarı ele geçirme", "her şeye hükmetme" gibi siyasî terim ve kavramlarla anlamaya çalışırsanız daha yolun başında tıkanıp kalırsınız.

Hocaefendi, çok çarpıcı bir tespitte bulunuyor: "Dünya yaratıldığı günden bu yana çağımızda görüldüğü ölçüde mürailik (riyakârlık) olmamıştır. Çünkü günümüzde riyaya sevk eden faktörler pek çok: Ödüller, plaketler, alkışlar, övgüler, yarışlar, maratonlar, millî gururlar, şahsî gururlar, cemaat gururları... O kadar ki Allah'ı hiç hesaba katan yok gibi..." (Amerika'da Bir Ay, 2001 / s. 183)

Önerdiği nedir Hocaefendi'nin: "Benliği nefyetmek ve bunu çokça vurgulamak gerekir. Hiçlik o kadar sık, o kadar aklî ve mantıkî vurgulanmalı ki insan, başarının şahikalarında ve zafer sarhoşluğu içinde dolaştığı anlarda bile, 'Ben yaptım, ben ettim, ben başardım' gibi şirk kokan şeytanî mırıltılarla İlahî inayetlere sahip çıkmasın." (Fasıldan Fasıla, Benlik Girdabı, 2001 / s. 47-48)

Tam bu noktada akla şöyle bir soru geliyor: "Bu kadar iç derinliğe önem veren, Allah'la irtibatı her meselenin önüne alan bir dava, siyasetle yakından ilgilenir mi? İlgilenirse o iç derinliği kaybeder mi?" Bu sorunun cevabını bulmak isteyenlerin öncelikle ellerindeki seküler mezraları, o mikyasların çizgileriyle oluşturulmuş ithal kavramları, o tek yanlı kavramların sadece Batı örneği üzerinden ürettiği hükümleri bir kenara bırakması gerekiyor. İkilem içinde sıkışmışlık, kendi ruh dünyamızın tarihî tecrübelerinden uzak kalmamızla birleşince insanın kendi içine yaptığı seyahat de anlaşılmıyor, dış dünyadaki gelişmelere ilgi ve müdahale şekli de.

Hocaefendi'yi doğru anlamak

Daha açıkçası, İslamî değerler öyle altüst olmuş ve seküler dayatma şuuraltımızı o kadar kan revan içinde bırakmış ki pek çok insan, Müslüman'ı "Ya siyasî parti kur destekle; yahut git dağ başında inzivanı yaşa" refleksleriyle baş başa bırakıyor. Peki, iç dünyanda Sidretü'l Münteha'ya doğru hicret edecek bir murakabe, muhasebe yapılırken; diğer yandan memleket meselelerine, dünya dengelerinin değişim ve 'dönüşümüne katkı sağlanamaz mı? Bu soruya "Hayır!" diye cevap verenler sadece seküler dayatmanın muhkem bir kaziye haline gelmesini sağlamıyor, aynı zamanda İslam'ın kendi orijinal bakış açısını bir kenara itiyor.

Hazret-i Peygamber (sas) kadar iç seyahatini Rabb'in iradesine veren ve kulluğun şahikasını yaşayan bir beşer çıkmadı; çıkmayacak da. Ancak O (sas), hem gözyaşları içinde Rabb'ine teveccüh ediyor, "Ben Rabb'ime çok şükreden bir kul olmayayım mı?" diyor, hem de yeryüzünün kutsî mesajlarla aydınlanması için krallara mektuplar yazıp o gün için tahayyül bile edilemeyen ülke ve beldelere mürşit gönderiyordu. Bu ilk kanat çırpışın oluşturduğu denge nedeniyle İslam'da ruhbanlık sınıfı oluşmadı. Çünkü din, hep hayatın içinde kaldı; dozunu, tonunu ayarlamada ilk öncüler örnek teşkil etti. O, hayattan soyutlandığında da değer yargıları altüst oldu. Dini, siyasî amacı uğruna yanlış kullanarak iktidar sevdasına kapılanlar da oldu kimi zaman. Ancak bu teşebbüsler ma'şeri vicdanda iz bırakacak bir süreklilik kazanamadı. Çünkü dinin kendi ahkâmı, disiplini ve tecrübî misali o tür emellere izin vermedi.

Hocaefendi'yi doğru anlamak için İslamî referansları doğru anlamak gerekiyor. Çünkü o kaynaklar insanı her şeyden önce Yaratıcı'sıyla karşı karşıya getiriyor. Hayatın biricik sebebi ve asıl hikmeti bu! Şayet bu hikmet doğru kavranabilmişse insanın dünyaya bakışı, olaylara bakışı başka bir şekil alıyor. Hayatın her alanında (bilimde, sanatta, ticarette, siyasette... vs.) var olmak, ille de onun rüzgârlarına kapılmak anlamına gelmez. Mesela siyaset üstü kalarak da siyasetle meşgul olabilirsiniz. Bunun manası şudur: Ülke ve dünyanın kaderini etkileyecek gelişmelere sivil toplum duyarlılığı içinde alaka duyar, orada bir rol alabilir; hatta o noktada öncü olabilirsiniz.

Gülen'in önerdiği yol

Bu, siyasi çarkların arasında büzüşüp kalmak demek değildir. Tabii ki bir şartla: Siyasetten dünyevî bir beklenti içinde değilseniz. Doğrudan siyaset yapmanın ölçüleri farklıdır; bu tercihi yapanlara da saygı duyulmalıdır; ancak mesaisini imana teksif edenlerin meseleye bakışını ve tercihlerini de doğru anlamak gerekir. Bütün bu ikbal sevdasına tenezzül etmeden siyasetin sıcak hadiseleriyle yüzleşmek ve bunu yaparken de kendi ruh dünyanızdan bir milim taviz vermemek mümkün mü? Elbette. Hocaefendi'nin (anladığım kadarıyla) önerdiği yol da budur. Hiçbir ikbal davasına kapılmayacaksın, "ben" ya da "biz" gibi ancak Firavun ağzına yakışan böbürlenmelere boyun eğmeyeceksin; ancak etrafta yaşanan ve insanlığın kaderine etki edecek gelişmeler karşısında da (fert olarak da topluluk olarak da) bigâne kalmayacaksın.

Mehmet Gündem, Milliyet Gazetesi için yaptığı röportajda (29 Ocak 2005), "Vasiyetiniz var mı?" diye soruyor. Cevap düşündürücü, sadece konumuzla ilgili kısmını alıyorum: "Arkadaşlar evvel ahir (ne şimdi ne de daha sonra) idareye asla talip olmasınlar, siyasete girmesinler, dünya saltanatı ve debdebesi ayaklarının önüne kadar gelmiş olsa bile, beni seven ve tavsiyelerimi kabul eden arkadaşlarım, elinin tersiyle onu itmekte tereddüt etmesinler. Başkaları anlamasa da Allah rızası desinler..."

Yukarıdaki net ifadelerine (ki bu ifadelerin benzerini bütün eserlerinde bulmak mümkün) rağmen Hocaefendi'yi ve "Gülen Hareketi"ni siyasî bir partiymiş gibi düşünmek tarihî bir yanılgıdır. Bu hareket ne siyasî bir projenin yansımasıdır ne de herhangi bir siyasî oluşumun parçası. Bu gerçeğe rağmen, "Madem öyle niye siyasî gelişmelere bu kadar ilgilisiniz?" demek, "Git mağarada yaşa!" gibi kaba saba bir tutum olduğu kadar; "Madem siyasî mülahazalarınız var, o zaman parti kur!" demek de seviyesiz bir yaklaşımdır. Ruh saffeti ve kalp ahengi üzerine kurulu bir düşünce, hayatın her kademesinde varsa hayatiyetini sürdürebilir. İnsanı, kendi özüne davetle yola çıkmış bir sosyal hareketi bir siyasî parti haline getirmek de yanlıştır, onu siyasetten soyutlamak da. Önemli olan, kendi olarak kalabilmek ve o duruş içinde hayatın her alanında ufuk açıcı bir dinamizm oluşturmaktır. İnce, hassas ve titiz bir denge bu. O dengeyi tutturmak, hayata verilen anlamı doğru okumaya bağlıdır. Bunu okuyamazsanız (içeriden de dışarıdan da) bir hareketi çözümleyemez; üstelik tarihe yanlış not düşmekten kurtulamazsınız.

Bu yazı CumaErtesi ekinde yayınlanmıştır.
22 Ocak 2011, Cumartesi

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1082321


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ekrem Dumanlı: Alimlerin Siyasetle İmtihanı...
MesajGönderilme zamanı: 24.01.11, 09:55 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 17:50
Mesajlar: 280
Yaw simurg ahbab !
Ekrem Dumanlı adlı şahıs bu siyaset konusunda, kulağını göstermek ve tutmak için hemen kestirmeden yüzünün yanından tutmak yerine, elini ensesisinin arkasından dolaştırarak göstermeyi tercih etmiş ! Bu kadar dolambaçlı bir işi yapması gerekmiyor !

Çıkıp millete açık-açık deseydi ki; "Ey Millet! Şu bizim baş-tacı ettiğimiz ve 10 yıldan fazla bir zamandır ABD'nin Pensilvanya Eyaletinde konuşlanan Hocamız var ya, işte bu Hocamız siyasete bulaşmadan çok güzel milleti yönlendiriyor ! Hani, bu yüksek siyaset (!) anlaşıyışıyla gayr-ı müslimleri bile kendisine inandırmış ve ram etmiş !!!!! işte ben size bunu anlatmak istiyorum." şeklindeki beyanı çok daha doğru olurdu !

Hem kulağını göstermek için o kadar büyük sıkıntıya girmezdi, hem de beyanı çok kısa,sade ve yalın olurdu ! Lütfen bu yorumumu kendisiyle görüşüyorsanız ona iletiniz.

Ve herkesi de zerre miktarı hayrın ve şerrin sorgulanacağı ve asıl niyetlerin ortayay çıkarılacağı hesap günü için kendisine çeki-düzen vermeye davet ediyorum. Gayr-ı müslimlerle kuzu sarması olmanın getirilerini orada hep birlikte göreceğiz ...


En son yakuti tarafından 24.01.11, 11:43 tarihinde düzenlendi, toplamda 4 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ekrem Dumanlı: Alimlerin Siyasetle İmtihanı...
MesajGönderilme zamanı: 31.01.11, 11:58 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.12.10, 00:24
Mesajlar: 424
Ekrem Dumanlı'nın 3 yazısını bir bütün olarak değerlendirmek faydalı olur.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 9 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye