Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Şeyh M. Nazım Kıbrısî er-Rabbânî ile İlgili ANI-YAZILAR
MesajGönderilme zamanı: 09.05.14, 14:36 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
Şeyh Nazım ile bir anım

Doç. Dr. Turgay HİLMİ



Zannedersem 90’lı yılların sonu idi…
Alman Medya’sının verdiği bilgilere göre Augsburg’ta, Şeyh Nazım’ın müridlerinden olan Alman bir anne ve baba’nın küçük kızı, geçirmiş olduğu bir rahatsızlıktan dolayı bir gözünü kaybeder.
Diğer gözünün kurtarılabilmesi için ameliyat olması gerekmektedir.
İnançlarından dolayı anne ve baba kızlarının ametliyat edilemeyeceğini düşünerek küçük kızı hastaneden kaçırıp ülkemize Şeyh Nazım’ın yanına getirirler.
Alman basınında büyük yankılar uyandıran haber bir anda Augsburg savcılığını harekete geçirir.
Hemen Güney Kıbrıs Elçiliği ile temas kuran makamlar bir sonuca ulaşamazlar.
Aradan fazla zaman geçmedi ve telefonum çaldı. Karşımda Augsburg savcısı. Durumu anlatıp benden KKTC’nin temsilcisi olarak küçük kızın tekrar Almanya’ya getirtilebilmesi için girişimde bulunmamı talep ediyor.
Resmi bir yazı istedim… Hahaha.. Amma da yazarlar..
Neyse hiç beklemeden konuyu merhum Cumhurnaşkanı Rauf Denktaş’a telefonda detayları ile aktardım.
Zaten biliyordu ama durumun bu kadar ciddi olduğunu tahmin etmemişti.
Bana Şeyh Nazım’ın hoşgörülü olduğunu ama biraz da inatçı olduğunu söyledi ve Şeyh ile irtibata geçti.
Lefke’ye giderek çocukluğundan beri tanıdığı Şeyhi ziyaret eden Denktaş istenilen sonuca ulaşarak oradan ayrıldı.
Ne konuştuklarını bilmiyorum ama Şeyh Nazım’ı çok takdir ettim ve sempati duydum.
Küçük kız, ailesi ile Almanya’ya gelerek gerekli tedavisini gördü.
Şeyh Nazım ve Denktaş’ın sayesinde gözü kurtarılmış oldu.
Kimbilir şimdi nerelerde, neler yapıyordur.
Belkide bir aile kurarak çoluk çocuğa kavuşmuştur.
Ama hayatı boyunca aklının bir köşesinde hiç tanımadığı birkaç kişinin dünyasının ışığının sönmemesini sağladığını herzaman hatırlayıp gülümseyeceğinden eminim.
Ben şu anda girişimlerinden dolayı sevgili Şeyh Nazım’ı ve Denktaş’ı düşünerek mutlulukla tebessüm ediyorum.
İkisi de nurlar içinde yatsınlar.
Alman makamlarından herhangi bir teşekkür yazısı bana ulaşmadı.
Sayın Denktaş’a veya Şeyh’e ulaştığını da sanmıyorum. Bilmiyorum.
Zaten beklemiyorduk ki.

http://www.kibrispostasi.com/index.php/ ... IS_POSTASI


En son salik tarafından 12.05.14, 09:38 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Şeyh Nazım'ın ardından 1435
MesajGönderilme zamanı: 09.05.14, 15:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
Şeyh Nazım'ın ardından 1435

Vatan MEHMET

"İnsan hakikati bilmekten çok uzaktır... Çok çeşit sırlarla dolu acayip bir varlıktır"

Şeyh Nazım El-Kibrisî
Nicedir cezire-i Kıbrıs’ta bu sakinliği ile yağmayan iki bereketli tam günlü yağmur arası, güneşli bir öğle namazı vakti, muhterem üç ayların hemen girizgâhı uğurladık Şeyh Nazım El-Kıbrısî’yi…

7 Mayıs 2014 Milâdi…
8 Recep 1435 Hicrî’de ayrıldı aramızdan…
**
Hastalığının hastanede geçen son muhteşem günleri “riyazâtı” idi elbet…
Bekletmedi çekirdek kadro cenazeyi…
Ne uzaktan gelmek isteyen kravatlı devletlü hürmetine…
Ne de beynelmilel müntesip şerefine…
“Şer’î örfte evlad için dahi cenaze bekletmek pek de uygun düşmediğinden” dediler…
“Kimsenin ‘ebedi’ seyahatine ‘fânilerin hâtıra sevdası’ yakışmaz çünkü” dediler…
Hızla, ikindi namazı vakti biraz da bizler gibi buradaki “sevenleri”nin kalabalığa kattığı o fotoğrafla gitti Şeyh Nazım El-Kıbrısî…
Görünmeyen kalabalığı ise artık “kalp gözü” açıklar bilir…
**
Son yarım asırdır istisnasız adanın tüm meşhurlarının cenaze namazını kıldıran Lefkoşa Selimiye Camii’nin ünlü emekli eski müezzini Kâari Ahmet Gürses geldi musallâ taşının başına…
Artık mahrecini yerinden vurmakta zorlanan billur sesiyle “bu imamlık benim hakkımdır’ diye hüzünle hissederek…
Şeyh Efendi’nin 14’üncü yüzyıldan devreden Ayasofya Camii avlusundaki cenaze namazı, onu kılanlar için bilahir dost sohbetlerinde nakle değer pırıltılarla dolu idi…
Hem son vazifemizi yaptık hem de mühim bir muvakkat vedaya şahitlik ettik...
**
Şüphe yok ki O’nu gerçekten bekleyenler kabir kapısının öbür tarafındadır…
Hala Sultan var en başta hem zemin…
Yıllarca Londra’da İngilizce vaaz veren Şeyh Nazım, “not death not… Only passed away” demez miydi?
Bizim bu vızıltılarımız bir şölen, bir düğün olan ölümüne bir kaside bir naat dahi sayılmaz…
**
Şeyh Nazım’la kafasını kaldırıp etrafına bakmış herkesin bir hatırası var adada…
Merhum Dr. Doğan Harman götürmüştü beni ilk kez “bu çocuğun durumu nedir?” diye danışmak için…
“Kafası çalışıyor bunun çok… İyi iyi…” demişti Şeyh, “ejdarha gibi adamsın” dediği Harman’a…
“Çalışan aklın seni kurtarmazsa öte tarafta buna şaşırma” demek istemişti esasen Şeyh Efendi benim için…
İyi demişti o zaman Doğan Harman, sırtın artık yere gelmez katiyen korkma evelallah Mim Vatan…
Hep gittik-geldik sonraları Şeyh Nazım’a…
Hem nüktedan sohbetini “haber” yapmak için hem de “manen biraz istifade eder miyiz” diyerek…
Şeyh Efendi bir ziyaretimizde cebinden çıkardığı bir 10 TL’yi verdi ayrılırken “al bakalım Vatannn” diyerek… Nun harfindeki ihvâyı uzatarak…
Bir sigara paketi parası bile değildi verdiği ama muhakkak sembolik bir hikmeti vardı…
Dönüş yolunda o günlerde ödediği maaşımın 3 katını teklif etti patron Doğan Harman “Şeyh Efendinin verdiği 10 TL’yi kendisine devretmem” için…
Geç, dedim o işi usta… Yoruldunsa ben kullanayım arabayı, uzatma…
“Bu kâğıt mangırın bereketiyle ne merde, ne nâ-merde muhtaç olmazsın artık” dediyse de yılda 1-2 kez “satarsan alırım bak” diyerek de tekliflerini hep yineledi…
Cüzdanımda hala o 10’luk…
**
“Ardımdan- Allah’ın âciz bir kulu Nazım Efendi vefat etti dersiniz” demiş Şeyh Nazım El-Kıbrısî El-Hakanî…
Hakiki kuvvet “aczdedir” demek istercesine…
Büyük Kıbrıslı Türk Şeyh Nazım, adanın batısındaki Lefke'de dergâhı içindeki araziye bir “hurma ağacının” yanına defnedildi…
O, “biz Kıbrıs'ta Misâk-ı Milli dışındayız… Yani Osmanlıyız” derdi…
O’nun da gidişiyle ardında çok da orijinal biri kalmadı…

http://www.kibrispostasi.com/index.php/ ... IS_POSTASI


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Şeyh M. Nazım Kıbrısî er-Rabbânî ile İlgili ANILAR
MesajGönderilme zamanı: 11.05.14, 00:53 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
Şeyh Nazım

Doç. Dr. Metin Çolak
mcolak@ciu.edu.tr

Uzun süredir yoğun bakımda tedavi gören Şeyh Nazım Kıbrısi hayatını kaybetti. 92 yaşında, geride önemli bir mürid topluluğu bırakarak… Larnaka’da 21 Nisan 1922 tarihinde başlayan kişisel serüveni bugün (dün) itibariyle sona ermiş durumda… Bir soyunun Mevlevi tarikatı kurucusu Mevlana’ya diğeri soyunun ise Kadiri tarikatı kurucusu Abdülkadir Geylani’ye dayandığına inanılıyor…

Nakşibendiliğin Kıbrıs’taki bu önemli temsilcisi Ada’yı aşan bir üne sahipti. Zira dünyanın her yerinden gelen insanlar onun tekkesinde buluşuyor, onunla konuşuyor, birlikte yemek yiyor, ibadet ediyor, sonra da onun birer mürşidine dönüşüyordu. Lefke’deki tekke şu uçsuz bucaksız dünya içinde çok farklı coğrafyalardan gelen insanların buluştuğu küçük bir dünyayı andırıyordu… Hemen her milletten insanı görebileceğiniz bu mekan ‘tuhaf’ bir sıcaklığa da sahipti… Bir ‘uhrevi yuva’ sıcaklığına… Zira, ‘para’nın içeri giremediği bu tekkede insanlar, bir tür komünal hayat içinde, kendi spiritüel yanlarıyla baş başa kalabiliyor, dünyanın hayhuyunu kapının dışında tutabiliyorlardı… Bundan dolayı, orada ‘trans’ halinde kendinden geçmiş, tıpkı Buddha’nın müridleri gibi kendine yolculuk başlatmış insanları sıklıkla görebiliyordunuz… Herkesin Tanrı’yla baş başa kalabildiği ve sadece O’na kendini teslim edebildiği manzaralar bu mekanda hep rastlanan manzaralardı... Dünyadan kaçarak sığınılan bu mekanda Şeyh, özenle, dünyevi kötülükleri dışarda bırakmayı başarmıştı… Küçük ve şirin Lefke şehrinde, bu Türk elinde, Şeyh Nazım’ın tekkesi kendinde bütün dünyayı barındırabiliyordu...

Zaten gerçek tarikatlar da böyle bir işlevi yerine getirmezler mi?.. Acı çeken, kendine yolculuk başlatıp kendi ‘gerçeğini’ bulamayan, yanlış yollara savrulan, iç çeken, kendi içinde çıkış yolu bulamayan bireyler tarikatlarda kendilerini aramazlar mı?.. Bu tür yerlerde kendi seslerini, kendi soluklarını, ruhlarını ve Tanrı’yı bulduklarını düşünmezler mi?.. Bu mekanlar dünyaya, içinde yaşanılan şu dehşet düzenine karşı geliştirilmiş mekanlardır. İçine girdiğinizde sizi geldiğiniz yere yabancılaştırırlar; ona belirli bir mesafeden bakma fırsatı verirler size… Yıllar önce, başka bir bağlamda, Brecht’in geliştirdiği o ‘yabancılaştırma’ efektinin, çok ‘tuhaf’ bir mekanda, sizde gelişmesine imkan verirler… Belki de bundan dolayı, insan bu tür mekanlarda koşulsuz boyun eğebiliyor; Tanrı’yı iliklerinde hissederek önünde diz çökebiliyor… ‘Mekanın Poetikası’ işte böyle bir şey…

Şeyh Nazım’ın tekkesi de böyleydi… Samimi duygularla bir gözlemci duygusuyla içeri girenlerin bir daha unutamadıkları, arayış içinde olanların ise birer müride dönüşmekten kendilerini alamadıkları bir mekandı… Fakat onun tekkesini diğer tarikat tekkelerinden ayıran başka bir boyut daha vardı… Bunu oraya girdiğinizde, başka tekkelerle karşılaştırdığınızda görebiliyordunuz…

Bu durum, sanırım, Tanrısal-şiirsel-edebi bir güçten besleniyor… Bir soy gücünden… Zira Şeyh Nazım’ın dedesi Kaytazzade Nazım Efendi bir şair ve kurgu ustasıydı… Kıbrıs’a sürgün gelen büyük şair Namık Kemal’in yetiştirdiği bir şair… Dostluklarının Ada’dan ayrıldıktan sonra Namık Kemal’in öldüğü tarih olan 1888’e kadar devam ettiğini biliyoruz (yazışmaları bir kitapta toplanarak yayımlanmıştır)…

Değerli Hocam Harid Fedai, bu topluma büyük bir hizmette bulunarak, Kıbrıs’ta 1894’te yayımlanan ilk roman olan Kaytazzade Mehmet Nazım Efendi’nin “Yadigar-ı Muhabbet”ni eski yazıdan yeni yazıya çevirdi. Yine dede Kaytazzade Mehmet Nazım Efendi’nin “Ruh-ı Mecruh” adlı kitapta topladığı şiirleri günümüz Türkçesi’ne kazandırdı (Bekir Azgın ile birlikte). Atalarından gelen bu soy gücüyle Şey Nazım’ın belagatini daha da beslediğini düşünüyorum… Ondaki o keskin gözleri besleyen ifade gücünün, elbette, yalnızca bireysel tarihiyle değil, geçmişe uzanan o uzun soy yolculuğuyla da bir bağlantısı olmalı… O, artık, hayatta değil… Onun yolunu büyük bir sevgi, saygı ve hürmet duygusuyla bekleyen müridleri de bugün ondan yoksunlar… Lefke de çok önemli bir rengini kaybetmiştir… Kıbrıs da… Bütün Müslüman alemi de…

Allah rahmet eylesin… Işıklar içinde yatsın.

SON SÖZ
“Çıkmıyor dilden safâ-yı sohbetin
Gitmiyor gözlerden ‘aks-i sûretin
Yâd olundukca ‘ulüvv-i himmetin
Ağlasun bîçâre gönlüm ağlasun

Iztırâba vakf idüp cân u teni
Kanamam hicrânın öldürse beni
Nerde görsün gözlerim Şeyhim seni!
Ağlasun bîçâre gönlüm Ağlasun.”


Kaytazzade Mehmet Nazım Efendi

http://www.kibrisinternetgazetesi.com/s ... e,182.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Nakşibendiliği küreselleştiren şeyh: Nazım Kıbrısî
MesajGönderilme zamanı: 12.05.14, 09:37 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
Nakşibendiliği küreselleştiren şeyh: Nazım Kıbrısî

TAYFUN ATAY

tayfun.atay@radikal.com.tr

Radikal
11/05/2014

Şeyh Nazım Kıbrısî, munis, muzip ve mizah duyusu olan bir insandı. Sanırım Batı'nın elit, entelektüel, burjuva insanlarını ona çeken özelliklerinden biri buydu.

Modern zamanların en önde gelen Nakşibendi şeyhini ebediyete uğurladık. Şeyh Nazım Kıbrısî (1922-2014) 20’nci yüzyılın son çeyreğinden itibaren aktif biçimde dünyanın Müslüman olduğu kadar, hatta aslında ondan daha çok gayrı-Müslim diyarlarında Sufi irşat ve İslâm’a davet faaliyeti yürüttü. O aynı zamanda benim ‘doktora kahramanım’dı! Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda (SOAS) hazırlayıp sunduğum antropoloji doktora tezim (1994), Şeyh Nazım’ın Londra merkez olmak üzere Britanya’da varlık gösteren Nakşibendi çevresinin söylem ve pratiğinin betimleme ve çözümlemesi üzerinedir. Daha sonra hem Türkçe (‘Batı’da Bir Nakşî Cemaati-Şeyh Nazım Kıbrısî Örneği’, 1996, 2011) hem İngilizce (‘A Muslim Mystic Community in Britain: Meaning in the West and for the West’, 2012) basıldı.

Şeyh Nazım’ın Nakşibendi tarihindeki yerinin ne olacağına ilişkin bugünden bir şeyler söylemek kolay değil. Bunu zaman gösterecek. Ancak tarikatın tarihi üzerine öğrendiklerimle yaptığım araştırmayı etkileşime sokarak düşününce bazı savlar ortaya atma cesaretini kendimde bulmuyor da değilim. Bu itibarla belirtmem gerekirse Şeyh Nazım Kıbrısî’nin, Nakşibendiliğin ‘isim babası’ olan Bahaeddin Nakşibend’den (ö. 1389) başlayarak tarikatın tarihinde dördüncü büyük dönüm noktasına imza atmış isim olduğu ileri sürülebilir.

Kendisinden önce aynı isim altında olmasa da ayırt edici yöntem ve pratikleriyle mevcut (yani kurucusu olmadığı) bir tarikatı yapısal olarak nihaî berraklığa kavuşturup ‘kristalleştiren’ Buharalı Bahaeddin Nakşibend, böylece ismini verdiği Nakşibendiliği aynı zamanda Orta Asya’da diğer tarikatlar karşısında hâkim kılarak ilk dönüm noktasını oluşturmuştur. Bundan sonra genişleme ve yayılma evresine girmiş tarikatın tarihinde ikinci ana dönüm noktası, onu Hint Altkıtası’nda etkinleştiren Şeyh Ahmed Serhendi, Türkiye’deki popüler adıyla ‘İmam-ı Rabbani’dir (ö. 1624). Döneminin Müslüman Babür yönetiminin Hindu çoğunluk karşısında zafiyete düştüğünü hissederek onlara uyarılarda bulunması, bunu yaparken de İslâm adına ‘yenileyici’ mahiyetteki söylemi, Serhendi’nin ‘Müceddid-i Elf-i Sani’ (İslâmî ikinci bin yılın yenileyicisi) veya kısaca ‘Müceddid’ diye anılmasına yol açtı. 19’uncu yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu aleyhine yükselen Batı dünyası karşısında Bağdat ve Şam’da İslâmi bir silkiniş çabasıyla öne çıkan Süleymaniyeli Kürt, Mevlana Halid Bağdadî (ö. 1827) de aynı ölçekte değerlendirilebilecek üçüncü dönüm noktasıdır. O da İmam-ı Rabbani gibi ‘müceddid’ (İslâmi 13’üncü yüzyılın yenileyicisi) sayılmıştır.

Şeyh Nazım Kıbrısî’den de Nakşibendi tarihinde bir diğer ‘müceddid’ olarak söz edilip edilmeyeceğini zaman gösterecek. Ama şurası bir gerçek ki Bahaeddin Nakşibend’in Orta Asya’da, İmam-ı Rabbani’nin Hindistan’da, Mevlana Halid’in de Osmanlı coğrafyasında yaptığını o, tüm dünyada yapmıştır.

Şeyh Nazım, Nakşibendiliği küreselleştiren isimdir.

Kendi tarikat terbiyesini aldığı Şam’daki şeyhi Abdullah Dağıstani, bu Kıbrıslı gözde talebesini hem İngilizce yetkinliğini, hem de İngiliz (Batı) görgü ve adabına aşinalığını bildiği için Batı’ya yönlendirdi. 1970’lerin başında Kıbrıs’tan tanıdığı, İngiltere’ye göç etmiş arkadaşlarının yanında kalarak başladığı mürşitlik serüveninde Şeyh Nazım çok geçmeden karizmatik kişiliğinin de bir sonucu olarak etkinlik alanını Batı Avrupa’dan hem Atlantik ötesine hem de Pasifik kıyılarına kadar yaygınlaştırdı. Genelde müritlerini bir tekkede kabul eden ‘klasik’ şeyhlerin aksine o, deyiş yerindeyse müritlerinin ayağına kendisi giden bir ‘Şeyh üs-Seyyah’tı. Dünyanın bir ucundan öbürüne durmaksızın gezerek her dilden, dinden, milletten, kimlikten insanı çekim alanına sokan bir strateji geliştirdi.

Bu süreçte kaçınılmaz olarak Nakşibendilik gibi sıkı disiplinli bir tasavvufi ekolün ilke, kural ve talepleri açısından olabilecek en azami esneklik, tolerans ve anlayışı benimsedi. Bu, onu diğer İslâmî gruplar, hatta diğer Nakşibendi çevrelerin rahatsızlık ve husumetiyle karşı karşıya bırakmıştır. Bu çevreler onun İslâm’a yarardan çok zarar getirdiğini öne sürmüştür. Ama bunların hiçbiri de Şeyh Nazım kadar ‘heterojen’, yani zengin bir çeşitlilik içindeki bir insan topluluğunu ‘barışçı’ bir motivasyonla etrafında toplamayı başaramamıştır. Çalışmamı yaptığım dönemde Londra’da Türkiye kökenli ve dönemin önde gelen diğer Nakşî çevrelerinden oluşumlar da vardı. Onların da hatırı sayılır bir takipçi kitlesi vardı ama bunların hemen hepsi göçmen vatandaşlarımızdan oluşmaktaydı. Şeyh Nazım’ın bir zikir meclisine ilk katıldığımdaysa kendimi kozmopolit bir dünya metropolünün işlek mekânlarından birinde gibi hissetmiştim! Zaten beni çalışma yapmaya en fazla kışkırtan da bu tabloydu.

Şeyh Nazım, Nakşibendiliği küreselleştirmeyle bağlantılı şekilde popülerleştiren de figürdür. İslâm ve popüler kültür üzerine bir değerlendirmeye gidilse ilk elde üzerinde durulması gereken kişi, Şeyh Nazım olabilir. O, çok eğlenceli (‘entertainer’ anlamında) bir insandı ve onun dini takdiminde neşe ön plândaydı. Bu, çok kritik bir noktadır, çünkü Batı’da özellikle benim çalışmayı yaptığım dönemde İslâm deyince İmam Humeyni’nin sert ve çatık kaşlı çehresi üzerinden şekillenen bir imaj hâkimdi. O dönemden bir karikatür hatırlıyorum; Ayetullah’ın gayet ciddi çehresine bakan iki kişiden birinin diğerine “Ne olurdu bir parça mizah duyusu (sense of humour’) olsaydı” dediği!..

Şeyh Nazım, munis, muzip ve mizah duyusu olan bir insandı. Sanırım Batı’nın elit, entelektüel, burjuva ve dahi aristokrat (Lordlar Kamarası’ndan müritleri vardı!) insanlarını ona çeken en önemli özelliklerinden biri buydu: ‘Sense of humour’!..

Bir ikincisi de hiç kuşkusuz ‘rıfk’tır! Yani yumuşaklıkla, tatlılıkla insanlara yaklaşmayı benimsemiş olması… Ben, Müslümanlığın en önemli koşulunun ‘rıfk’ olduğunu ondan öğrendim. Yaptığım kişisel görüşmede belirttiği üzere: “Peygamber ‘Rıfk ile muamele eden kazanmıştır’ buyurmuştur. Sertlikle yola çıkan kaybetmiştir, kaybettirmiştir. Rıfk, maksada ulaştırır, ‘huşunet’ [kabalık, sertlik] kaybettirir. … Hikmetsiz, ‘hikmet’ bilmeyen adamlar, toplayacaklarına dağıtıyorlar, sevdireceklerine nefret uyandırıyorlar, alıştıracaklarına ürkütüyorlar, yaklaştıracaklarına uzaklaştırıyorlar, İslâm’ı sevdireceklerine yerdiriyorlar.”

Şeyh Nazım’ın bu sözlerinin değerini şimdi bu memlekette toplumun bir yarısını kendine yakın sayıp diğer yarısına huşunetle, ondan öte nefretle, geçmiş yaşanmışlıkların hıncını alma arzusuyla yaklaşan bir İslâmî siyasetin alacakaranlığında çok daha iyi anlıyorum!..

Tabii ki Şeyh Nazım bir Nakşibendi olarak Türkiye’de Cumhuriyet dönümüyle birlikte yaşananlar, laiklik-İslâm ikilik ve çatışması, saltanatın-hilafetin ilgası, vb. meseleler karşısında kayıtsız değildi. Evet, Kemalizm’e de, laikliği de, Cumhuriyet’e de, bunlardan öte ateizm, komünizm ve hatta demokrasiye de kendi İslâmi zaviyesinden en sert eleştirileri getirmekteydi. Onun bu görüşleri ayrıntılı olarak tezimde başlı başına bir bölüm içerisinde yer alır. Ancak Şeyh Nazım, bu düşünceleri doğrultusunda, karşısına çıkan ve kendisiyle taban tabana zıt görüşteki insanlara bile ‘rıfk’ ile muamele etmekten kaçınmayan bir insandı. Sokak serserilerinden uyuşturucu müptelalarına, punk’lara, sosyalist, komünist, anarşistlere kadar herkesin soru ve sorunlarına kapısı, sohbeti açık ‘medeni’ bir insandı.

‘Seküler’ bir hayatın içinden çıkıp bir yılı aşkın süre nabzı dinî atan bir başka hayatın içinde ne olup bittiğini öğrenmeye çalışmak, ömrümün en zor dönemiydi. Ama şurası bir gerçek ki yaşadığım, yeryüzünü bir de ‘farklı olan’ın gözüyle görebilme yolunda muhteşem bir deneyimin de sahibi yaptı beni. Bu deneyimi akademik duyarlılıkla paylaşma ‘cüret’i gösterdiğimde kendimi ait hissettiğim hayatın içinden acımasız ve korkunç bir ‘lanetlenme’yle karşı karşıya buldum. Burada bunları uzun uzadıya anlatmak yersiz olur (merak eden, kitabımın ikinci baskısına bakabilir), fakat mevzubahis etmemin nedeni başka… Acısıyla-tatlısıyla ortaya çıkmış bu çalışmanın en önde gelen ‘özne’si artık yok. Biliyorum ki müntesipleri, sevenleri ve yakınları için ‘Şeyh Baba’nın kaybı çok büyük bir acı… Ben de büyük bir hüzün içindeyim ama gariptir bir ‘baba’yı kaybetmiş olmaktan ziyade bir evlâdı kaybetmiş gibi hissediyorum! Dilerim bir ‘araçsallaştırma’ örneği olarak değerlendirilmez, meşakkatli bir sürecin sonunda ortaya çıkardığım eserin kahramanını, bir bakıma benim ‘öznel yaratım’ olduğu da söylenebilecek bir karakteri kaybetmiş gibi hissediyorum! Kendimden kopan, eksilen bir parça gibi!..

Bitirirken sözü o kahramana bırakalım! Batılı müritlere yönelik bir sohbetinde onları alabildiğine heyecan dalgasına sevk eden (kendisine ait olup olmadığı bilmiyorum) bir söz sarf etmişti ölüm üzerine; “Ölüm, yağmur damlasının okyanusla buluşmasıdır” şeklinde…

Hayatını bu buluşmaya vakfetmiş Şeyh Nazım Kıbrısî’ye selâm olsun! Mürit ve yakınlarına içtenlikle baş sağlığı diliyorum! Ben, onu ‘iyi’ bildim! Umarım o da hakkını helâl etmiştir!..

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/tayf ... si-1191433


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye