Prof.Dr.M.Fuad Köprülü:TÜRK EDEBİYATINDA İLK MUTASAVVIFLAR
IV. BÖLÜM
AHMED YESEVÎ'NİN HALİFELERİ VE TARİKATI
23. İlk Halifeleri:
Hoca Ahmed Yesevî'nin yukarıda söylediğimiz gibi (bk. § 9. Halîfeleri), Türkistan'ın her tarafına birçok halîfeler gönderdiği muhakkaktır. Bunların büyük kısmı, hayatın binlerce karışık vak'aları arasında unutulmuşsa da, kuvvetli bir şahsiyete malik olan diğer bazılarının hatırası bu güne kadar yaşamış ve Yesevîye silsilesi onlarla süregelmiştir; bu sebeple, bu ilk halîfelerden en meşhurlarını ve Yesevîye silsilesinin X. asır sonlarına kadar kimler vasıtasıyle devam ettiğini gözden geçirmek faydalı olacaktır.
Hoca'nın ilk halîfesi, menkabede kendisine mühim ve büyük bir yer ayrılmış olan Arslan Baba'nın oğlu Mansur Ata'dır. Mansur Ata'dan sonra yerine oğlu Abdü'l-Melik Ata, ondan sonra da onun oğlu Tac Hoca geçmiştir ki, bu, meşhur Zengî Ata'nın babasıdır1. H. 615 (M. 1218-19)'de ölen ikinci Halîfe Harezm'li Sa'id Ata hakkında fazla bilgimiz yoktur. Üçüncü Halîfe Süleyman Hakîm Ata'ya gelince, onun "dervişler ahvalinden Türkî dilde kelimat-ı hikmet-amiz ve lataif-i ibret-engizleri" olduğunu bildiğimiz gibi, menkabeleri, halîfeleri hakkında da etraflı bilgiye malik olduğumuzdan, Ahmed Yesevî'nin Türkler arasında en tanınmış bulunan halîfesi olarak Süleyman Hakim Ata'yı gösterebiliriz. Hakim Ata, Harezm'de oturarak etrafındaki halkı irşad ile uğraşırdı. Ahmed Yesevî'nin başka halîfelerinden önce öldü ise de yine epeyice bir müddet irşad mesnedinde kaldı ve tarîkata mensup müridlerin büyük kısmı onun etrafına toplandı. Zevcesi, an'aneye göre, hükümdar Buğra Han'ın kızı Anber Ana idi2. Rivayete göre, H. 582 (M. 1186-87)'de vefat ederek Ak-kurgan'da gömülmüştür3.
Hakim Ata menkabesi, bu adı taşıyan bir menkabeler kitabı sayesinde Kuzey Türkleri arasında asırlardanberi yaşadığı için bizce bilinmektedir: Hakim Ata'nın asıl ismi Süleyman'dır. Çocukluğunda mektebe giderken başka çocuklar gibi Kurân’ı boynuna asmaz, eliyle alttan tutup hürmetle götürürdü. Mektepten çıkınca da yüzünü mektebe, arkasını eve dönerdi. Birgün Hoca Ahmed Yesevî mescid eşiğinde otururken bu hali gördü, hoşuna gitti. Hoca'nın ve anasının rızasiyle Süleyman'ı Kur'an okutmağa yanına aldı. Onbeş yaşına geldikten sonra, Hoca'ya mürîd oldu. Birgün Hızır Aleyhi'sselam, Hoca'ya misafir gelmişti. Hoca, yemek pişirmeğe bir miktar odun getirmek için çocukları yolladı. Odunlar gelirken müdhiş bir yağmur başladı. Gelen odunlar hep ıslaktı. Yalnız Süleyman, elbisesini çıkarıp odunları sardığı için, onun getirdikleri kuru idi. O sayede diğer odunlar da yandı. Hızır Aleyhis'selam, odunlarının neden kuru kaldığını Süleyman'a sordu. O da sebebini anlattı. Hızır, bunu pek beğendi ve çocuğa, "Bundan sonra adın Hakim olsun!" dedi. Sonra mübarek tükürüğünden ağzına bıraktı. Süleyman'ın içi nur doldu. Hızır, "Haydi durma, feyz izhar et!" dedi. Hakim Ata, o andan itibaren birtakım hikmetler, manzumeler söylemeğe başladı4.
Kurban ayında birgün Hoca Ahmed Yesevî'nin tekkesinde 99.000 şeyh hep hazırdı. Hoca imam oldu, namaza başladılar. Sağında Hakim Ata, solunda Sufî Muhammed Danişmend vardı. Namaz sırasında, Hoca'dan bir ses çıktı. Cemaat, "İmam'ın abdesti bozuldu" diye icabetten vazgeçtiler; lakin Hoca aldırmadı. Namaza devam etti. Hakim Ata tereddüt etmeksizin ona uydu. Sufî Muhammed de Hakim Ata'ya bakarak devam etti. Nihayet, selam verildikten sonra Hoca dedi ki : "Ben bunu sizin sülûktaki mertebenizi anlamak için mahsus yaptım. Yoksa, o ses benden değil, belime soktuğum bir ağaç parçasından çıktı; anlaşıldı ki, benim bir tek müridim, bir de yarım müridim kemale gelmiş;
diğerleri hep nâdanmış." ve bunun üzerine Hakim Ata'ya emretti; "Yarın seher vakti sana bir deve gelecek, ona bin, nerede durursa ineceğin yer orasıdır!" dedi. Ertesi sabah seher vakti Hakim Ata, gelen deveye binip salıverdi. Deve, Türkistan'dan doğuya doğru yürüdü. Horasan şehrinin batı cihetinde Bi-nevâ Arkası denen yere geldi, durdu. O kadar zorladılar, kalkmadı, bağırdı; bundan dolayı o yere Bakırgan dediler6. Deve durunca. Hakim Ata indi. Orası Buğra Han'ın at sürüsünün otladığı bir yerdi. Yılkıcılar -at sürücüleri- onu buradan kovmak istediler. "Ben dervişim, bir yere gitmem!" dedi. Sonra ellerindeki, at sürdükleri deyneklerle hücum ettiler. Hakîm Ata oradaki ağaçlara, "Bunları tutun!" diye emretti. Ağaçlar üçünü sımsıkı yakaladılar, diğer ikisi kaçarak, olup-biteni Buğra Han'a anlattılar; Han, bu havadise pek memnun oldu : "Üç gündür burnuma erenler kokusu geliyordu. Demek memleketimizde bir er peyda oldu!" dedi ve işi tahkik için Abdullah Sadr adlı birini gönderdi. Abdullah Sadr, gelen dervişe kim olduğunu ve ne istediğini sordu. Yesevî müridlerinden Hakîm Süleyman olduğunu anladı. Yılkıcıların neye ağaçta kaldıklarının hakikatini sezince, ağaçlardan, "Böyle yapan böyle olur!" sadası geldi. Bu dervişin yüksekliğine inanan Abdullah Sadr, dönüp Han'a haber verdi8. Buğra Han, bu dervişin rızasını celb için Anber adlı çok güzel bir kızını ona verdi; ayrıca da birçok develer, koyunlar, atlar gönderdi. Hakim Ata, bunları kabul etti. Bakırgan adlı o yeri kendisine menzil yaptı. Buğra Han ve bütün vezirleri ona mürid ve mu'tekid idiler. Hakîm Ata'nın şöhreti dört tarafa yayıldı.
Hakîm Ata'nın, Anber Ana’dan üç çocuğu oldu; Muhammed Hoca, Asgar Hoca, Hubbî Hoca.. Bunlardan ilk iki büyüğünü o zaman Caru’llah 'Allame Şeyh adlı pek meşhur bir alimden ders okumak üzre Harizm'e gönderdiler. Onlar orada birçok kerametler göstererek, etraflarına yüzlerce mürid topladılar. En küçüğü olan Hubbî Hoca'ya gelince, bu her gün atına binip dağlarda, kırlarda dolaşır, geyik avlar ve onları babasına getirirdi; bununla beraber Hakîm Ata, bu küçük oğlunun manen ne kadar yüksek bir mertebeye eriştiğini hiç bilmiyordu.
Birgün garip bir vesile ile bu ciheti anladı: Ata'nın Cunuk vilayetinin Taradigan (……..) kasabasından Şeyh Sa'at adlı bir müridi vardı. Ata, onu çağırdı, o dakikada koşup geldi. Biraz sonra Hubbî Hoca'yı da çağırdı. Biraz geç geldi ve babasına adeti üzre bir geyik getirdi. Oğlunun hemen gelmeyişi, babasının canını sıkmıştı. Bunu anlayan Hubbî Hoca, gecikmesinin sebebini anlattı: "Muhit-denizi'nde iki gemi batıyordu, benden yardım istediler, onlarla meşgul olduğum için geç kaldım" dedi. Babası buna inanmadı. "Eğer inanmazsanız, tamam beş ay sonra buraya onbir altun şükrane getirecekler, o zaman görürsünüz!" cevabını verdi. Hakikaten de öyle oldu; o parayı getiren adamların hepsi, Hubbî Hoca'ya mürîd oldular. Hakîm Ata, artık oğlunun yüksek mertebesini anlamağa başlamıştı. Yine birgün oğlu, kendisine şu suali sordu : “Namazın sünnetini daima burada kılıyorsunuz, görüyorum; lakin onun farzını nerede kılıyorsunuz?” Babası, bu suale karşılık, farzı da Ka'be'de kıldığını söyledi. "İyi amma,” dedi, “oraya kadar gitmek büyük bir zahmet Ka'be'yi buraya getirseniz olmaz mı?”. Hakîm Ata, kendisinde bu kadar kuvvet olmadığını i'tiraf etti; lakin ertesi gün oğlunun Kabe'yi Bakırgan'a getirdiğini görünce, birdenbire şaşırdı ve içine biraz kıskançlık düştü. Bir postta iki velînin duramıyacağı muhakkaktı. Birgün Hakim Ata, müridleri toplanıp dokuz öküz kestiler7, zikr ve sema'a meşgul oldular. Herkes çağırıldı, yalnız Hubbî Hoca çağrılmamıştı. Bu aralık tuttuğu geyiklerle avdan geldi; herkesin çağırılıp kendine haber verilmediğini görünce canı sıkıldı; babasından sebebini sordu. Sonra, kerametle, kesilen öküzleri tekrar diriltti. Bunu gören bütün halk ona mu'tekid oldular. Bunun üzerine babası onu çağırdı; bir yerde ikisinin beraber bulunamıyacağını söyledi. Bu sözün manasını pek iyi anlayan Hubbî Hoca, babasına, "Siz kalın!" dedi, çıktı, anasıyle vedalaştı. Kefenini giyip hücresinin ortasına gelip durdu. Anasına, kendisi için ağlamamasını ve babasının rızasını almasını söyledi. Başını çekti, kaybolup gitti ve kefeni orada kaldı. Bu vak'a üzerine baba ana birçok ağlaştılar. Hakim Ata, oğlunun derdi ile birçok Hikmet'ler söyledi.
Oğluna karşı yaptığı bu hareket Tanrı nezdinde cezayı mucip oldu. Ona malum oldu ki, Hubbî Hoca eğer yaşasaydı, neslinden altmış velî gelecekti; madem ki bunlar dünyadan kesildi, bunun kefareti olarak üstünden kırk yıl su akacak ve günahı ancak bu suretle temizlenecekti. Hakikaten de öyle oldu. Vefatından sonra Amuderya, Bakırgan şehrini bastı, Hakim Ata'nın türbesi üstünden kırk yıl su aktı. Sonra sular çekildi; fakat türbenin nerede olduğunu kimse bilmedi. Nihayet, Hakim Ata'nın manevî işaretiyle Celaleddin Hoca adlı biri onun merkadini buldu, üstüne alî imaret yaptı. Her taraftan ziyarete koştular 8.
Hakim Ata'nın birçok halîfeleri arasında en tanınmışı olan Zengî Ata, Taşkend'de bulunurken, Şeyh'inin vefatını haber aldı ve derhal Harezm'e giderek kabrini ziyaret ve ailesini ta'ziyet etti. Arap Arslan Baba'nın evladından olduğu için siyah tenli, çirkin bir adamdı. Nikah için şer'an beklenilen müddet bittikten sonra, ölen şeyhin manevî işaretiyle, dul kalan zevcesi Anber Ana'yı istedi. Anber Ana her ne kadar varmak istemediyse de, nihayet Zengî Ata'nın gösterdiği bir keramet neticesinde razı olmağa mecburiyet gördü9. Zengî Ata, Taşkend dağlarında sığır güden kalın dudaklı, zenci bir çobandı; kendini ve ailesini çobanlık ücreti olarak Taşkendlilerden aldığı beş-on para ile geçindirirdi. Ömrü daima kırlarda geçtiği için, namazı da kırlarda, ovalarda kılar ve namazdan sonra cehri zikre başlardı. O zaman, an'aneye göre, bütün sığırlar otlamayı bırakırlar, etrafında halka teşkil ederek onu dinlerlerdi. Zengî Ata, birgün dağda çalılıklar arasmda koca bir yük dikenli çalı toplayıp evine götürmek üzre iple bağlıyordu; o aralık önüne dört genç adam çıktı. Selam verdiler, selamlarını aldı ve nereden gelip nereye gittiklerini sordu. Meğer onlar Buhara'da bir medresede tahsil ile meşgul iken Hak tarîkına sülûk niyyetine düşmüşler, şimdi kendilerini irşada muktedir bir şeyh arıyorlarmış. Zengî Ata onlara dedi ki : "Biraz durun, dünyanın dört tarafını koklayayım. Nerede kamil mürşid kokusu alırsam size bildireyim!". Gençler sevinçle beklediler. Ata, yüzünü dört tarafa çevirerek kokladı ve sonunda : "Sizi kemale eriştirmeğe kadir benden başka kimse yoktur!" dedi.
Buhara'dan şeyh aramağa gelmiş olan bu dört genç, sonraları onun dört büyük halîfesi olan Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata, Bedr Ata idi. Zengî Ata'nın sözü üzerine bunlardan evvela Uzun Hasan ile Sadr ona mu'tekid oldular; bu sebeple, kemal mertebesine ilkönce onlar eriştiler. Seyyid Ahmed az-çok tahsil görmüş ve soyca muhterem olduğu halde, böyle bir siyah sığır çobanının kendini irşad etmeğe kalkmasını biraz garip gördü; fakat bu gurur onun yolunu kapadı, bütün mücahedelerinden hiçbir fayda görmüyordu. Sonunda, Anber Ana'ya yalvararak, bu hususta onun Zengî Ata nezdinde vasıta olmasını istedi. Anber Ana, yardımını va'detti ve ona dedi ki : "Sen bu gece kendini bir siyah keçeye sarıp Ata'nın yolu üzerine bırak; o, seher zamanında taharete çıktığı zaman seni o halde görüp acısın!". Hakikaten, bu çok iyi kalbli kadın, Seyyid Ahmed'i niçin inayetine mazhar etmediğini sordu ve onun buna layık olduğunu o gece zevcine söyledi. Zengî Ata gülümseyerek, kendisini ilk gördüğü zaman Seyyid Ahmed'in kalbinde nasıl bir gurur uyanmış olduğunu anlattı; lakin Anber Ana'nın şefaatına dayanarak onun o ilk kusurunu afvettiğini de ilave etti. Ertesi sabah seher zamanında Zengî Ata dışarıya çıktığı zaman, yolu üstünde siyah bir şeyin yattığım gördü. Ne olduğunu anlamak için ayağıyle dokununca, Seyyid Ahmed yüzünü gözünü Şeyh'in ayağına sürerek af diledi. Zengî Ata buna karşı Ahmed'e o kadar iltifat etti ki, bütün maksudu o anda kendisine münkeşif oldu10.
Zengî Ata'nın üçüncü ve dördüncü halîfeleri olan Sadr Ata ile Bedr Ata'ya gelince, bunların isimleri Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed'dir. Buhara'da bulundukları zaman aynı hücrede otururlar, aynı dersleri ta'kip ederler, biribirlerinden hiç ayrılmazlardı. Zengî Ata'ya mürîd olduktan sonra Sadreddin'in mertebesi yükseliyor, buna karşılık Bedreddin'inki daima iniyordu. Sonunda, Bedreddin bundan müteessir olarak ağlaya ağlaya Anber Ana'ya geldi ve halini anlattı. Anber Ana da, kocasının gönlü ferah bir zamanında Bedreddin'in üzüntüsünü izah etti. Zengî Ata gülerek dedi ki, "Benimle ilk defa görüştüğü zaman, Bedreddin, içinden, “bu deve dudaklı zencî haddinden fazla iddia eder”, diye düşündü. Şimdiye kadar feyz alamamasmın sebebi budur; lakin madem ki sen vasıta oluyorsun, ben de o kusurunu afvettim!" Hakikaten, ondan sonra bu iki arkadaşın sülukdaki seyirleri de biribirinden farksız oldu11. Hatırası Orta-Asya mutasavvıf şairleri tarafından asırlarca terennüm olunan12 bu meşhur Türk şeyhinin mezarı, Taşkend şehrinden sekiz mil uzakta Semerkand yolu üzerindedir13. Orta-Asya'nın büyük ve tanınmış mutasavvıfı Hoca Abdullah Ahrar, Zengî Ata hakkında büyük bir saygı besler ve kabrini her ziyaret ettiği zaman, içeriden Allah Allah avazesi işittiğini söylerdi14.
Yesevîye sülalesi, bilhassa Zengî Ata'nın iki mürîdinden, Seyyid Ata ile Sadr Ata'dan gelir. Seyyid Ata, Anber Ana'nın vasıta olması ile, şeyhinin afvına mazhar olduktan sonra, manen çok ilerlemiş, çağdaşı olan Hoca Azîzan ile birçok mübahaselerde bulunmuştur. Menkabe kitaplarında birçok kerametleri zikredilen Seyyid Ata'nın en meşhur halîfesi Huzyanlı15 İsma'il Ata'dır. Halis bir Türk olan İsmail Ata, mollaların kendisine karşı olan taarruzlarına hiç ehemmiyet vermez, irşad vazifesini bırakmazdı16. Yalnız, Hoca Abdullah Taşkendî'nin cedd-i a'lası Hoca Muhammedü'n-Namî'nin kabri önünden geçerken -onun çok zaman önce vefat ettiğine ve bu yüzden hiçbir te'siri olamıyacağına ima ederek-, "Çürük saman bir işe yaramaz!" dediği için, birdenbire havadan gelen bir saman gözüne girmiş ve sonunda gözü zayi’ olmuştu17; bununla beraber, Hoca Abdullah, daima onun vasıflarından bahsederdi. İsmail Ata'nın oğlu İshak Hoca'ya gelince, İspîcab'da18 epeyi müddet halkı irşad ile meşgul olmuştur ve Türkler arasında şöhret kazanmış olan bu şeyhin bazı menkabeleri tesbit edilmiş ve meşhurdur19. Hoca Bahaüddin Nakşbend kendisinden biraz sonra meydana çıkmıştır; bununla beraber, Yesevî sülalesi asıl Sadr Ata halîfeleriyle şöhretini korudu. Sadr Ata'nın halîfesi Eymen Baba, onun halîfesi Şeyh Alî, onun halîfesi Mevdud Şeyh'dir ki, bu Mevdud Şeyh'in de başhca iki halîfesi meşhurdur : Hoca Abdullah çağdaşlarmdan Kemal Şeyh ile, Hoca'nın meydana çıktığı zamanda Taşkend ve Maveraü'n-nehr'de birçok müridleri olan ve sonraları Hoca ile mülakat da eden Hadım Şeyh. Reşahat sahibi Hadım Şeyh'in halîfesi Cemalü'ddin Buharî'den naklen, Şeyh'in birçok kudsi kelimatını zikrediyor20. Hadım Şeyh'den gelen Yesevîye silsilesi, Tibyan-ı Vesail’e göre şöyledir : Hadım Şeyh, Şeyh Cemalü'ddin Buhârî, Şeyh Hudaydad Azizegî, Mevlana Kûh-i Zerrînî (Küh-Zerî), Şeyh Germînî, Muhammed Mü'min Semerkandî, Şeyh Ahond, Molla Hurd 'Azîzan. Kemal Şeyh'den gelen silsileyi de yine aynı eser şu suretle kaydediyor : Kemal Şeyh İkanî. Şeyh 'Alî Abâdî, Şeyh Şems Özkendî, Abdal Şeyh, Şeyh Abdü'1-Vasi', H. 974 (M. 1566-67)'de Taşkend'de hayatta olan Şeyh Abdü'l-Müheymin; bununla beraber Hazini, Zengî Ata'dan gelen Yesevîye silsilesini bundan epeyice farklı olarak gösteriyor21.
24. Yesevîye Âdâbı:
Bütün tarîkatlerde olduğu gibi, Yesevîye tarîkatinin de birtakım adabı vardır ki, esas hatları bakımından diğer tasavvuf mesleklerinden farksız olmakla beraber, teferruattaki hususiyyeti cihetinden tedkike değer. Yesevîye tarîkatine giren müridin riayete mecbur olduğu birtakım adâb vardır ki, bunlar on'a irca edilebilir : l) Hiç kimseyi şeyhinden efdal bilmemek ve ona mutlak surette teslîmiyyet göstermek lazımdır; çünkü mürşid huzurunda bütün gün türlü türlü yemekler yemek ve geceleri uyku ile geçirmek batın yolunu kapamaz; lakin şeyhinden ayrılıp kendi rızası ile sıyam ve kıyama kalkan, üryan ve giryan geçinen dervişin terakki yolu kapanır. 2) Mürid zekî ve müdrik olmalıdır ki, şeyhin rumuz ve işarâtını anlayabilsin. 3) Şeyhin her türlü söz ve fiillerine razî ve itaat eder olmak lazımdır. 4) Şeyhin bütün hizmetlerinde ağır-canlı değil, çevik ve çalak olmalıdır ki, rızası hasıl olsun; çünkü Rızau'llah onun zımnındadır. 5) Sözünde sadık, va'dinde sağlam olmalıdır ki, şeyhin mizacı değişip, redde sebep olmasın ve hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, bu, hüsranı mucipdir. 6) Vefalı ve biat akdinde metin olmak gerekir. 7) Mürid, bütün mal ve mülkünü şeyhine dağıtmağa hazır olmalıdır. Batın gözü başka surette açılamaz. 8) Şeyhin sırlarını tutarak, bunların ifşasından sakınmalıdır. 9) Şeyhin bütün teklif, va'z ve nasihatlarını gözönüne alıp, hiçbir vakit ihmal ve kaçamak yoluna sapmamalıdır. 10) Visal-i ilahî için şeyh yolunda canını ve başını vermeğe hazır olmalı, dostuna dost, düşmanına düşman geçinmeli, gerekirse, şeyhin ihtiyacını yerine getirmek için, kendisini köle gibi sattırabilmelidir 22.
Tarikat şehristanının ahkamı altıdır : Ma'rifet-i Hak, sahavet-i mutlak, sıdk-ı muhakkak, yakîn-i müstağrak, tevekkül-i nzk-ı muallak, tefekkür-i müdekkak. Şeyhlik ve muktedalık erkanı da altıdır; ilm-i din-ü yakîn, hilm-i mübîn-i metîn, sabr-ı cemîl, rıza-yı Celîl, ihlas-ı halîl, kurb-i cezil23. Tarikatin vacipleri de şu altı şeydir : Taleb-i sahib-kemal ve tekarrüb-i Zü'1-Celal, şevk-i visal-i La-Yezal, havf-i mülk-i bî-zeval fi'l-eyyamı v'el-leyal, reca fi külli ahval, zikr 'ale'd-devam, fikr-i tavassul-i Hayy-i Müte'al. Tarikatin sünnetleri yine altıdır : Cemaatla namaz, seherlerde uyanıklık, devam-ı vuzu', huzur-ı bi'llah, zikr-i bi'llah, sulaha ve muktedaya itaat. Müstehapları da altıdır : Sürûr ve beşaşetle misafir gözetmek, kendi halince misafir kabul etmek, misafir nekadar fazla durursa ganimet bilmek, misafirliği uzatmak, misafir ne isterse yapmağa çalışmak, Ahmed Yesevî'ye ve şeyhe dua etmek. Tarikat adabı da kezalik altıdır : iki dizi üzerine çöküp tevazu' ve edeble oturmak, kendisini herkesten alçak görmek, herkesi kendinden efdal görmek, cümle şeyhleri ve azizleri bilip karşılarında sakinâne durmak, şeyhler meclisinde destursuz lakırdı söylememek, kendi şeyhinin ve başka şeyhlerin velâyet sırlarını ve keramet rumuzlarını hatırasında saklamak 24.
Hoca Ahmed Yesevî'ye göre mübtediler mürûru, mutavassıtlar südûru ve müntehiler zuhuru dört şarta bağlıdır : Birincisi mekan, ikincisi zaman, üçüncüsü ihvan, dördüncüsü rabt-ı Sultan. Saliklerde tefrika-i hatır olmamak ve evrad ile meşgul bulunmak için evvela mekanın ma'mur olmağı lazımdır. Talipler arasında ve memleket içinde işsizlik ve ihmali gerektiren bir usanç olmaması için, zamanın ârızalarından mâsun olmak lazımdır. Bütün makamâtta ve halvet ve erba'înlerde şevki mucib olmak için, fakr-ü fenaya talib hakikî ihvan da bulunmalıdır. Bunlardan sonra, Sultan'a bağlılık da lazımdır ki, Sultan'a bağlılık, irfan sahipleri arasında rüçhanı mucib olur26. Yesevîler'e göre, saliklerin tarîkının müntehası ve mücahidlerin merhalelerinin gayesi fakr yoludur. Hazini, bu yolun meşakkatlarini şu suretle anlatıyor : "Fakr yolunda 1â yu'ad vela yuhsâ seferler olur. Ol cümle seferlerden alem-i batın ve kişver-i gaybü'1-gayb içinde üçyüzaltmış derya ve kırkdört berzah ve perde ve hicablar açılır ve her berzah ve perde ve hicab tahtından ve zımnından ve zuhurundan kırkdört yol çıkar ve dokuz taht ve her taht üzre bir müstakil sultan-ı mütecemmil emrü ferman ve hükmeder. Çün ol taht-gah ve sultanlardan geçilse, iki azîm kapı ve refîü'1-bünyan bab-ı hümayun ve der-i meymun zuhur eder ve herbir kapı ve bâb-ı hümayûn ve der-i meymûn karşısında üç derya-yı mehîb ve 'amik mevc urur. Bu kapı ve derya-yı mevvacdan 'ubur olup geçilse, nagâh bir kubbe peyda olur ve altı yol ki onsekizbin alem, ol altı yolun başında mütahayyir ve mütegayyir ve muztar kalmışlar fakr ü fena ile. İş bu menâzil ve merâhil beyâbân-i fakr ü fena ki mehip ve acîbdir; muktedasız ve kılağuzsuz sülûk ve 'ubur ve mürûr kılmak müteazzir ve muhaldir. Bu menâzili geçmeyince fakr idrak olunmaz 26.
Ahmed Yesevî'ye göre, hakikî bir sufînin riyazet ve mücahedeye alışması, yeme-içme ni'metinden, halvet ve şehvet ve işretten uzak kalması lazımdır; dünya alayişini bırakarak, teveccüh ve murakabeyi kendisine san'at kılmalıdır ki, halis sufî olabilsin; bu yüzden, Yesevîye tarîkatinde salikler için üç türlü mücahede ve riyazet ta'yin edilmiştir. Onlara göre, nafile orucu üçüncü güne varırsa, batından gubar ve zulmet kalkar; beşinci güne varırsa, mugayyebât-ı cin ve ervah-ı tayyibe musahhar olur; altıncı güne varırsa, gönül deryalarının pınarları açılır ve akmağa başlar; eğer dokuzuncu güne varırsa, kalblerin ve kabirlerin keşfi hasıl olur; lakin bütün bu riyazet ve mücahedeler, şeyhin izin ve tensibiyle olmalıdır, öyle olmazsa, fayda değil, aksine mazarrat hasıl olur27.
Cevahirü’l-Ebrar’da Yesevîlik'in usul ve adâbı hakkında teferruata ait -fakat tarîkatin hususiyetlerini göstermek bakımından çok mühim- birtakım tafsilat daha vardır ki, onları umumî hatları ile naklediyoruz : "Yesevîye tarîkında her mülakatta selam verilirken sol elin arkası yere konularak, sağ eli kendi sırtında çenber yapmak adettir. Derviş, sol ayağını yere koyar, sol yüzünü de yere koyarak, sağ ayağını kurbanlık koyun gibi ökçeden uzatır. Tazarru' ve inkısar ile Pîr'in huzurunda yüz teessürle kusurunu söyler. Nihayet Tekbîr ile Pîr yetişir ki, onun kurbanlık koyun suret ve hey'etini (……….) [ölmeden önce ölmek] keyfiyetine eriştirir; nasıl ki şerî'at-i mutahhare'de büyükten küçüğe selam sünnettir, yoksa bunun aksi değil. Eğer Hazret-i Pîr, onun kusurunu söylemezse, cevap olarak kurban Tekbîrini tevfîr ederler. Dervişin, pirin Tekbir'i eda ni'metine teşekkür olarak, yine kusurlarının afvını eda ederken vasıflandırıldığı tarzda, sol eliyle çekilip gitmesi lazımdır; eğer elinde birşey varsa, niyaz ederek arzeder; eğer hazır birşey yoksa niyaz etmesi kafîdir. Batın yolunu feth için kusurlarının afvını dilemesi ve bu suretle, iktida ettiğinin karşısında niyaz etmesi kurb-i ilahî'yi mûcibtir. İktida ettiğinin, anun niyazına karşılık duası icabete makrûndur. Sûfî-i salik, taksir ve niyaz kapısında mukîm ve müstakim olmadıkça, icabet kapısı ve kurbet dergahı anun yüzüne açılmaz ve onun muradı yüz göstermez; nasıl ki, Ahmed Yesevî, "Niyaz yol açar" demiştir. Derviş teheccüd (gece vakti kılınan nafile) namazını kısa sureler okumak suretiyle kılmalıdır; zira uzun surelerle kılmak herkesin işi değildir. Onaltı rek'at teheccüd namazını hususî adabiyle kıldıktan sonra, iki defa kelime-i temcîd ve üç defa salavat-ı hams okumalıdır. Bundan sonra hazin sesle ve tazarru' ve teellümle yüzbir kerre estağfiru'llah ve beş kerre de "hasbi Rabbi Cellallah mafi kalbi Gayrullah” (…….)ve 5 kerre istiğfar, üç kerre kelime-i istiğfar, yüksek sesle ve kemal-i şiddetle yüzbir kelime-i Celal okunur. Sonra Zikr-i erre ile iştigal olunur. Bu zikri öyle kuvvet ve şiddetle eda etmelidir ki, derviş terlesin; zîra sûfilerin tahkikatına göre tarikat cünûbü ancak bu suretle tathîr edilebilir. Sonra eğer gecenin uzunluğu müsait ise, "Yasin, Müzzemmil, Suretü'l-A'la, Elem-neşrah, İnna enzelna, Liîlafi Kureyşin sureleri tilavet edilir. Seher zamanında Cenab-ı Hakk'a sûz-ü güdazla münacat makbûl-i ilahî olur. Salat-ı F'ecr'den sonra, yirmibeş Subhanallah, yirmibeş El-Hamdulillah, yirmibeş La-ilahe İlla'llah ve yirmibeş Allahu ekber tekrar olunur. Yüzbir İsm-i Celal çekilir ve aşk ve şevk ve heyecanla Zikr-i erre'ye devam olunur; zira Zikr-i erre mahv-ü fena îras ve fakr-ü baka ihdas eder. Bundan sonra, hazz-ı nefs ile murakabe edilir ve kemal-i ta'zimle Yasin tilavet, olunur. Cenab-ı Hakk'a istiğfar edilir. Şeyhlerin ve aba ve ecdadın ruhlarına Fatiha okunur. Meclis ehli ile musafaha edilir. Hazret-i Enes'den rivayet edilen bir hadis-i şerif mealine göre, "Her kim sabah namazını cemaatla kılar, sonra oturup güneş doğuncaya kadar zikr ile meşgul olur ve sonra yine iki rek'at kılarsa, bir hac ve tam 'umre ecri gibi ecre mazhar olur"; bu sebeple, tesbih ve tehlil ve kıraat ve hatm ve dua ve musafahadan sonra, kemal-i niyaz ve tazarru' ile iki rek'at İşra' namazı kılınır. Her rek'atta, Fatiha'dan sonra beş Kulhüvallah okunur. Kul ya ve Kulhuvallah ile iki rek'at istihare namazı kılınır ve dört rek'at kuşluk namazının ilkinde Vedduha, ikincide Elemneşrahleke, üçüncü ve dördüncüde Mu'avvezeteyn okunur. Zuhr namazının dört rek'at sünnetinde dört Kul, ikindi namazının dört sünnetinde de -ilk rek'atta dört, ikincide üç, üçüncüde iki, dördüncüde bir olmak suretiyle- on Ve'l-'asr okunur. Salatın edasından sonra tevazu ve tazarru ile yetmişbir Es-. tağfirullah, yüzbir İsm-i Celal çekilerek Zikr-i erre'ye iştigal olunur. Akşam olup ortalık kararınca, makberenin zulmet ve vahdeti hatırlanarak dua ve reca edilir. Vazife-i büzürgan olan beş malum Sûre, her beş vakit namazdan sonra tilavet edilmelidir; eğer bu müyesser olmazsa bir Fatiha ve Ayete'l-Kürsî ve üç İhlas suresi okumalıdır ki, rahmet ve mağfiret sebebi olsun. Mevlid gününe rastlayan Pazartesi günleri oruç tutmak mendub (makbul)'dür. 'İbad a'malinin arz günü olan Perşenbe günleri oruç tutmak da makbuldür 28.
25. Halvet;
Yeseviyye tarîkında "Halvet"in bilhassa ehemmiyyeti ve kendine mahsus adâbı vardır. Hoca Ahmed Yesevî'ye göre "Halvet" kelimesindeki harflerde birçok anlaşılması güç hikmetler mündemiçtir. Buradaki hı (.) halî'den, lam (.) leylden, vav (.) vuslat'tan, te (.) hidayetten alınmıştır. Halvet esnasında nefse ve şeytana ait hazlar yanıp mahvolur. Hak cezbelerinden nar ve nur zuhûra gelir; insanlık karanlıkları ve başka kederleri kalkar; batın tabakaları nurlanır ve temizlenir ve daha bunun gibi nice nice feyizler hasıl olur. Halvet ikidir ; Biri şeri’at halveti, diğeri tarikat halvetidir. Şerî’at halveti olmayınca ikincisi olmaz. Şerî'at halveti, bütün ayıp sayılan fiillerden ve meş'um sözlerden, başka noksanlık ve günahlardan tamamıyle tevbe etmek esasına dayanır; böyle olmazsa, tarikat saliki halvetine layık olmaz. Bunun gibi oruç da, bütün uzuv ve duygu organlarının, şer'an yasak edilen v.b. şeylerden masun ve mahfuz kalması suretiyle olmalıdır. Tarikat halveti hakkında eski büyük mutasavvıfların birtakım görüş tarzları ve onlara göre konulmuş muhtelif erkan ve kaideler vardır29. Halvet-güzîn olacak salikin tabîatına göre o esnada nasıl hareket etmek lazım geleceğini, ancak mürşid-i kamil ta'yin edebilir; zira aksi takdirde mazarrat muhakkaktır.
Hazini, Yesevî tarîkatinde halvetin an'anevî şekillerini ve merasimini şu suretle anlatıyor : Mürşidin muvafakati ile bir gün önce halvet tasfiyesi için oruçlu olmak gerektir. Halvet arefesinde sabah namazından sonra tesbih ve tehliller teksir ve zikr-i mülakkan ve vird-i murahhas irad olunur. Zikru'1lah edasından sonra saf bağlayıp kıbleye karşı yüksek sesle sekiz Tekbîr getirilir; bundan maksat, nefs-ü heva ordusuna karşı açılan harbin başlangıcında Cenab-ı Hak'tan yardım ve zafer dilemektir. O günün ikindi namazından sonra ma'bed ve halvethanenin delikleri, kapıları, bacaları kapatılır ki, halvete girecek müridin sülûkuna hava ve soğukluk bir zarar vermesin. Sonra mürîd, me'zun ve me'mur olduğu evrad ve istiğfar ve ezkar ile ta güneş batıncaya kadar Tanrı'ya yalvarmakla gözyaşı dökmekle iştigal eder. Namazdan sonra, yemek için el yıkanır; hizmet eden kimse, ibrik ile iftar için sıcak su getirir. Onunla iftar edilir ve artık su verilmez. Bundan sonra, Ahmed Yesevî'nin kerametleriyle bitmiş olan kara-darıdan halvet çorbası verilir; eğer bu bulunmazsa kızıl-darıdan da olabilir. Herkese bu çorbadan ayrı ayrı verilir; bundan maksat kimsenin iştiraki olmamasını ve bu suretle feyz zuhuruna mani' bir hal hasıl olmamasını te'mindir. Ondan sonra, harareti teskin için bir küçük karpuz veya bir miktar ayran verilebilir. Yemekten sonra Kur'an-ı Kerim'den bir sure veya birkaç ayet tilavet olunur. Ayak üzre saf saf durup yüksek sesle üç Tekbîr edilir; daha sonra, oturulup ta'zîm ve hürmetle gece yarısına kadar zikrullah'a iştigal olunur. Bu esnada dervişleri teşvik etmek, hararetlendirmek için Yesevîye şeyhlerinin Hikmet adı verilen ilahîleri hazin sesle ve telkinlerle-okunur 30. Bundan sonra, başka bir yerde başlar tıraş edilir. Ustura ve taş hazır olunca tekrar üç Tekbîr edilir. Tıraştan sonra halvethane içinde saf saf olup dört cihete karşı -önce kıbleden başlamak şartiyle- üç Tekbîr getirilir; bu bitince, bir halka teşkil edilip, zikre başlanır; bu, mum sönünceye kadar devam eder. O sönünce "külfeti ref ve kesafeti def için" birkaç saat istirahat edilir. O esnada nice hicablar kalkıp, ilahî nurlar inkişaf eder. Dervişler, rü'yalarını destur ile şeyhe söyleyip ta'bir ettirirler. Rü'ya eğer hayr ise niyaz etmekle, eğer şer ise Taksir demekle ref olur ve Allah'ın lütfu ile hayırlara döner. "Eğer niyazmendlik ve te'hir babında te'hir ve ihmal karşılarsa", terakkiden kalıp tenezzül çekmesine delildir. Gece gündüz bu suretle halvet ve kırk gün tamam olur. Matbah hademeleri herkesten önce destur ile halvethaneden çıkarak kurbanlar keserler. Bu kurbanların kanlarını köpeklere vermeyip gömmek ve kemikleri saklamak adettir31.
Kesilen kurbanların boğazlarını kebap ederek soğuk su veya ayranla halvet ehline verirler. O gece halvethanede kalınmaz; sair dostlar ve sofiler evlerinde dinlenilir. Sonra sabah namazında toplanıhp zikredilir; üç Tekbîr ile hayr yad kılınıp niyaz olunur ve sonra herkes kalb rahatlığı ile evlerine dağılır, işte, Yesevîye tarîkatında pek meşhur olan halvet'in şekil ve mahiyeti budur 32.
26. Zikr-î Erre :
Yesevîye tarîkatinin ve sülûkları Hoca Ahmed Yesevî'de nihayet bulan Türk mutasavvıflarının hususiyetlerinden biri de, Zikr-i Erre adı ile meşhur bir zikirdir. Zikredenin hançeresinden bıçkı sesine benzer birer ses çıktığı için, buna bu namı vermişlerdir. Menkabeye göre, Hızır Aleyhis-Selam birgün Ahmed Yesevî ile sohbet etmeğe gelmiş ve Hoca'yı her gün şen ve gönlü ferah bulurken, o defa sıkıntı ve üzüntü içinde görmüştü; hayret ve teaccüple sebebini sordu : "Bu alî hâllere ve makamlara erişmiş iken kederine sebep nedir?" dedi; Hoca o vakit şu cevabı verdi : "Rufeka ve fukaranın batınlarını kasavet kabzetmiş; izalesini imkansız gördüğüm için kederli ve sıkıntı içinde kalmışım". O zaman Hızır Aleyhis-selam, "Ah, ah!" diye zikru’llah'a başladılar; o kasavet yok oldu ve bu zikr, emirleri ile, bütün silsilede vird oldu. İşte Yesevîye tarikatindeki Zikr-i .Erre'nin esas ve mahiyeti ve Yesevîlik'e girmesi, menkabeye göre, böyledir 33 ve esasen, Yesevîye tarîkati de Cehriye'dendir34.
Zikr-i erre'nin te'sir ve feyzine dair birçok rivayetler vardır : Türkistanlı Şeyh Mevdud müridlerinden Şeyh Mahmud Halveti Zavrânî, Semerkand nahiyelerinden birinde Hoca Ubeydullah'a yakın bulunuyordu. Telkînat-ı cehriyyesinin velvelesi ve zikr-i erre'sinin gulgulesi, Hoca Ahrar'ın murakabe ve zikr-i hafiyyesine muarız olduğundan, bundan vaz geçmesi için mahsus mektup yazdı. Şeyh Mahmud, bu mektubu alır almaz öpüp başına koydu ve ciğer-sûz bir ah çekerek, öyle bir zikr-i erre'ye ve telkînat-ı cehriyeye başladı ki, mektubu getiren adamla sair ihfa tarafdarları dehşet ve hayret içinde kaldılar. Hoca Ahrar, bu halden gücenip, ihya-yı leyl ve istihare ile onu tebdîle çalıştı; lakin bir türlü muktedir olamadı ve nihayet onun mağlup değil, galip olduğunu i'tiraf büyüklüğünü gösterdi. Görüşüp mahabbet ettiler; aralarında kuvvetli bir dostluk hasıl oldu 35. Reşahat’ta etrâfıyle anlatıldığı gibi, Mevdud Şeyh'in ileri gelen halîfelerinden Kemal Şeyh, Şaş vilayetinde otururdu; Hoca Ubeydullah, Horasan'dan Taşkend'e geldiği zaman, onunla çok defa mülakatta bulunmuştu. Taşkend'de birgün Kemal Şeyh, Hoca'yı ziyarete geldiği zaman Hoca Ubeydullah kendisi için zikr-i erre etmesini recâ etti. Kemal Şeyh, müridlerine uyarak, yedi-sekiz kerre kuvvetle zikretti. O vakit Hoca Ubeydullah, "Yeter, gönlümüze dert sirayet eyledi!" diye bu zikrin feyizli te'sirini i'tiraf eyledi36.
Zikr-i minşarî adı da verilen bu zikr tarzı hakkında Şeyh Muhammed Gavs şu bilgiyi veriyor : Zikr-i minşarî'nin yolu, iki elini iki uyluğunun üzerine koyarak ve nefesini göbeğine doğru vererek "ha!" demeli; sonra nefesi göbek altından kımıldatarak medd ile ve başı, beli, sırtı müsavi gelecek surette şiddet ile "Hay!" demeli ve bu suretle tekrar edilmelidir. Bir marangoz, tahtanın üzerinden nasıl bıçkıyı çekerek seslendiriyorsa, zakir de kalbi düzelmek ve safa peyda etmek için zikri, levh-i kalb üzre çekmelidir. Bazı şeyhler zikr-i minşarî'yi "Hu, Hay!" sözleriyle ifa ederler; bazıları ise, “Allah” söziyle ifa ederler. Bu zikrin verimi, iktisab edenlere malum olacağı veçhile sayılamıyacak kadar çoktur27. Şeyh Salim ibn Ahmed Seyhan Bâ'alevî-i Hadramî'nin "zikr-i minşari"nin ifâ tarzı hakkında verdiği izahlar daha etraflı ve vazıhtır : Zikr-i minşarî beş suretle ifa edilir. Hepsinde de, zikreden kimse, karnını azıcık sıkarak nefesini göbeğinin altından yukarıya doğru çeker; sonra karnını azıcık gevşeterek ve nefesini göbeğine doğru uzatarak geriye verir. Bu cihet adeta, marangozun tahta üzerinde bıçkıyı uzatması ve çekmesi gibidir. Beş suretten birincisi: Zikreden kimse, iki dizinin üzerine oturur; ellerini iki uyluğunun üzerine koyar; nefesini göbeğinden damağına doğru çekmeğe başlar; "Ha!" der; sonra nefesini göbeğine doğru uzatarak başı, beli, sırtı müsavi olacak surette şiddetle aşağıya verir, "Hay!" der. Bu sadalar adeta bıçkıyı, marangozun tahta üzerinde ileri geri çektiği vakitte çıkan sesine benzer. "Hâ!" ile işaret, Ayet-i nefse; "Hay!" ile işaret,- Ayât-ı âfâka'dır; yahut aksinedir. Bu cihet birincide vücubun imkan üzre galebesine, yahut ikincide imkanın vücub üzerine galebesine göredir. İkinci suret: Nefesini çekerken "Hu!", aşağı verirken "Hay!" demektir; yahut her ikisinde de "Allah" demektir. Üçüncü suret: Nefesini çekerken "Allah", aşağıya verirken "Hu!" demektir. Dördüncü suret : Her iki halde de "Hay!" demektir. Beşinci suret : Her iki halde de Daim, Kaim, Hâzır, Nâzır, Şâhid demektir. Bu zikrin faydaları çok olup Zekerîya Aleyhi's-selam'dan menkuldür38.
27. Yesevî'den Gelen Tarikatlar:
Sülûk silsilesi bakımından Hoca Ahmed Yesevî'ye mensup bulunan tarîkatler başlıca ikidir : Nakşbendîye, Bektaşîye. Bunlardan başka mesela İkanîye gibi birkaç tane küçük şu'be daha Ahmed Yesevî'den gelmekte ise de, hakikatte bunları ayn birer tarikat saymak doğru olamaz. Her büyük tarîkatte onun esas hatları dışına çıkmamak üzre, birtakım küçük kolların doğduğu görülür. Bu gibi kolların birçoğu, hatta layıkıyle tesbit bile olunamamıştır. Nakşbendîliğin, Ahmed Yesevî ile alakalı sayılması tarîkatin pîri Hoca Bahâü'ddin Nakşbend lakabiyle tanınmış Muhammed b. Muhammedü'1-Buharî'nin, Yesevî şeyhlerinden "Kasam Şeyh" ve Halil Ata ilc bir müddet beraber bulunarak onlardan feyz almasından dolayıdır. Hoca Bahaü'ddin, ilk zamanlarında Emir Seyyid Kelal'ın işareti gereğince Kasam Şeyh yanına geldi; iki-üç aydan fazla orada bulundu; sonunda Şeyh, ona teşrif verdi ve "Benim dokuz oğlum vardır, sen onuncususun ve hepsine müreccahsın!" dedi. Bundan sonra Kasam Şeyh Nahşab'dan Buhara'ya geldikçe Hoca ona fevkal'ade riayet ederdi39.
Hoca Bahaü'ddin'in Yesevîlik'le ikinci bir alâkası da, yine Yesevî şeyhlerinden Halil Ata'dan nasib aldığından dolayıdır. Kendisi onunla konuşmasını bizzat şu suretle anlatıyor : İlk zamanlarımda rü'yamda Hakim Ata'nın beni bir dervişe ısmarladığını gördüm; saliha bir ceddem vardı, ona rü'yamı naklettim; Türk şeyhlerinden nasibim olduğu şeklinde ta'bir etti. Birgün, o rü'yamda gördüğüm dervişe Buhara pazarında rast geldim; lakin mülakat edemedim. Akşam evime birisi geldi. Derviş Halil denen o dervişin benimle görüşmek istediğini söyledi. Niyaz ve şevkla derhal meclisine vardım. Eski rü'yamı anlatmak istedim; Türkçe olarak onun kendisine esasen malum bulunduğunu anlattı. Tesadüf, o dervişi Maveraü'nnehr'e hükümdar yaptı; Sultan Halil ünvanını aldı. Benimle o zamanda da mülakat etti ve şefkat gösterdi; gah lutf ve gah 'unf ile bana tarikat adâbını öğretti. Altı sene kadar bu suretle yanında kaldım; feyz ile sülûkte çok terakki ettim. Halk arasında onun hizmetinde bulunurdum; yalnız iken mahrem-i hassı idim. Muahharen Sultan Halil'in saltanatı hâleldar oldu; bir lahzada o eski devletten eser kalmadı. Bunu görünce gönlüm dünya işinden tamamen soğudu. Buhara'ya gelip civar köylerden birinde sakin oldum40".
Hakikatte, Hoca Bahaü'ddin Nakşbend'in manevî terbiyesi Hoca Abdü'l-Halık Gucduvanî'dendir; bu sebeple onu Hacegan silsilesinden addetmek hiç de yanlış sayılamaz; bu yüzden, Nakşbendîlik bir yandan Kasam Şeyh ve Halil Ata vasıtasıyle Yesevîlik te'sirinde kaldığı gibi, diğer yandan da Hoca Abdü'l-Halık Gucduvanî'nin, Ahmed Yesevî'den sonra Yusuf Hemedanî halîfesi olması itibarıyle de -tabii olarak- birçok cihetlerden Yesevîlik'le benzerlik gösterir. Hoca Bahaü'ddin'den sonra Nakşbendîlik, Maveraü'nnehr ve Horasan Türkleri arasında çok yayılmış, Yesevîlik nüfuz sahasını bir bakımdan daraltmıştır; lakin Nakşbendîlik'in umumî hatları itibariyle Yesevîlik'ten pek farklı olmadığını ve Orta-Asya'da az zaman zarfında yayıldığını evvelce onun zemin hazırlamasına borçlu bulunduğunu da ilave etmeliyiz41.
Ahmed Yesevî'den gelen ikinci büyük bir tarikat da Bektaşîlik'tir. Hoca'nın menkabevî hayatından bahsederken, Bektaşî an'anesinde ona nasıl bir yer verilmiş olduğunu anlatmıştık (§ 14. Bektaşî An'anesi). Bazı silsilenamelerde Hacı Bektaş Velî'nin tarikat silsilesi başka başka şekillerde gösterilmekle beraber, hakikatte bütün bunların hiçbir tarihî kıymeti olamaz; çünkü, yukarıda Aşık Paşazade'ye dayanarak anlattığımız gibi. Hacı Bektaş, Osmanlıların kuruluşundan önce Anadolu'ya gelip yerleşmiş meczup bir dervişti ve hiçbir veçhile bir tarikat kurmamıştı; esasen şahsiyeti de, böyle büyük bir tarîk kurabilmesine mani' idi. Anadolu Türkleri arasmda VII. yüzyıldan başlayarak VIII. - IX., hatta X. yüzyıllarda şiddetle devam eden dinî kaynaşmalar arasında, başka birçok çeşitli mahiyette mezheb ve tarîkatler gibi Bektaşî tarîkati de -daha önce değilse bile herhalde- IX. yüzyılın ilk senelerinde layıkıyle teşekkül etmiş ve kendisine Pîr olarak da -VII. yüzyıldan beri tarihi mahiyeti unutularak halk arasında menkabeleri teşekkül etmiş olan- Hacı Bektaş Velî'yi seçmiştir43. Hacı Bektaş Velî'nin, Yesevî müridlerinden olduğu hakkında menkabede mevcut rivayet, Osmanlıların teşekkülünden önce Anadolu'ya birçok Yesevî dervişlerinin gelmesi sebebiyle onun da bunlardan sayıldığı tarzında te'vil ve tefsir olunabileceği gibi, hakikaten Hacı Bektaş'ın Yesevî müridlerinden olmak ihtimali de vardır. Bu iki ihtimalden hangisi doğru olursa olsun, Bektaşî Tarîkati Hacı Bektaş'ın meydana koyduğu birşey olmadığı için, bu tarîkatin Yesevîlik'le alakasını gösteremez. Ayinlerinde Türkçe'nin -Arapça ve Farsça yerine- tarikat lisanı olması, tıpkı Yesevîlerde olduğu gibi halk vezni ve lisanıyle yazılmış sade Türkçe ilahîlerin aralarında pek çok tutunması gibi dış benzeyişlere rağmen, Bektaşîlik'le Yesevîlik arasında hiçbir hakikî bağ mevcut değildir; çünkü Bektaşî tarîkatinin daha ilk kuruluş anlarında bile ona intisab edenler bütün haram olan şeyleri mubah gören zındıklar gibi telakki edilmiş44, yahut Hurûfiyye taifesinden addolunmak suretiyle45 "hariç ez-şerî'at" sayılmıştır. Tarikatın daha ilk kuruluş zamanlarına ait olan bu hal, onun daha önce başka tarikatlar gibi şerî'at dairesi dahilinde bir tasavvuf mesleki iken, sonraları birtakım hurufîlerin ve mülhid ve zındıkların eline geçerek eski mahiyetini kaybettiği hakkında umumiyetle beslenen zannın tarihen yanlış olduğunu kuvvetlendiriyor.
Tibyan-ı Vesailü'1-Hakâyık yazarı, bu iki büyük tarîkatten başka Yesevîlik dallarından diğer iki tarikat daha gösteriyorsa da, hakikatte bunlar bir tarikat olmayıp, tarikat dahilinde bir koldan ibarettir. Bu iki koldan birincisi "İkaniye'dir ve Mevdud Ata halîfelerinden Şeyh Kemal İkanî'ye mensuptur46. Taşkend vilayetinde oturan bu şeyhi Hoca Abdullah, Horasan'dan Taşkend'e geldiği zaman tanıdı ve hakkında pek büyük saygı ve sevgi gösterdi; bu karşılıklı sevgi neticesi olarak daima biribirleriyle konuşurlardı. Kemal Şeyh'den gelen İkaniyyc sülalesini yukarıda gösterdiğimiz için burada tekrara lüzum görmüyoruz (§ 23 İlk Halîfeleri), ikinci kola gelince, Tibyan-ı Vesail, hatta bunun ismini bile zikretmiyerek, bunun Hadım Şeyh'den -yukarıda zikrettiğimiz bir silsile ile- Şeyh Hacegî-i Kaşanî halîfelerinden H. 975 (M. 1567-68)'de ölen Şeyh Ahund Molla Hired Azîzan'a eriştiğini bildirmekle yetiniyoruz.
28. Netice:
Yesevîlik ve Hoca Ahmed Yesevi hakkında şimdiye kadar verilen tahlilî tafsilattan sonra, Orta-Asya Türk sûfiliğinin başlangıç ve mahiyeti ve başlıca esas hatları ve hususiyetleri hakkında terkibi bir fikir verebilmek mümkündür. Hakikaten, Ahmed Yesevî’nin Türk tarihindeki ehemmiyeti, yalnız beş-on parça, yahut birkaç cilt tasavvufî manzumeler yazmış eski bir şair olmasında değil, İslamiyet'in Türkler arasında yayılmağa başladığı asırlarda, onlar arasında, ilk defa bir tasavvuf mesleki vücude getirerek ruhlar üzerinde asırlarca hüküm sürmüş olmasındadır. Ondan önce Türkler arasında Tasavvuf mesleklerine girmiş adamlar yok değildi (§ 4 Türkistan'da Tasavvuf) lakin onlar, ya büyük İslam merkezlerinde Acem kültürünün te'siri ile acemleşmişler, yahud, yeni dinin umumîleşmesi için büyük Türk kitleleri arasına girerek orada unutulup gitmişlerdi; içlerinden hiçbiri, kendilerinden sonra da yaşayıp devam edebilecek kuvvetli birşey te'sisine muvaffak olamamıştı; halbuki Hoca Ahmed Yesevî kuvvetli şahsiyetiyle, Türkler arasında asırlarca yaşayan büyük bir tarikat kurdu ki, bu, bir Türk tarafından ve Türkler arasında kurulmuş olan ilk tarîkattir. İşte, bundan dolayı Yesevîlik'i ve Ahmed Yesevi'yi tedkik etmekle, Türk tasavvufunun en eski ve en aslî bir kısmını açıklamış oluyoruz.
Yesevîlik, yani Türk sofîliği Acem kültürünün hüküm sürdüğü bir sahada ve büyük bir Acem mutasavvıfımn kuvvetli te'siri altında doğdu; lakin, ancak üç göbekten beri İslamiyet'i kabul etmiş Hemedanlı bir Mecusî ailesinin çocuğu olan Şeyh Yusuf Hemedanî, eski Hind ve İran akîdelerini İslamiyet esaslariyle te'lif ve te'vile çalışan o geniş ve serbest düşünceli Acem mutasavvıflarından değildi. Kelimenin bütün manasıyle, şer'î ilimlerde çok derinleşmiş bir Hadis alimi olduğu için, Kitab ve Sünnet'i herşeyin üstünde tutuyor ve te'vili, ancak şerî'atçıların kabul edebilecekleri daireden ileriye götürmüyordu 47. İşte, daha sonraları Yesevîlik'te hakim olan esasları burada aramalıdır. Şeyh'inin fikirleriyle tamamen dolmuş ve esasen büyük bir alim olan Hoca Ahmed Yesevî, Yesi'ye döndüğü zaman, o fikirleri yaymağa ve telkîne çalıştı ve az zamanda büyük bir başarı kazandı. İslamiyet dairesine yeni giren ve felsefî fikirlerin inceliklerinden henüz birşey anlamayan basit ye sade bir çevrede, yine aynı mahiyette basit ve sade dinî ve ahlakî esasları telkin eden, daha doğrusu dinî ve ahlakî propaganda yapan bir tasavvuf meslekinin bu başarısı tabiî idi. Bilhassa Ahmed Yesevî, halka anladığı bir lisan ve alışmış olduğu edebî şekillerle hitabediyordu; bundan dolayı başarısı bir kat daha büyük oldu.
Yesevîlik hiçbir zaman ince ve derin bir "Panteizm" neşr ve telkînine çalışmamış olduğu gibi, onda, çeşitli kaynaklardan gelen çeşitli 'akidelerin kaynaşmasından hasıl olma birtakım fikir ve telakkilere de rastlanamaz48. Kurucusunun şahsiyetinden başka, geliştiği sahanın manevî ve fikrî tarihi de, böyle birşeye hiç elverişli değildi. Eski bir din ve onun doğurduğu yüksek bir felsefe ile asırlarca alışkanlık hasıl eden, uzun müddet çeşitli medeniyetlerin med ve cezri altında kalarak onların manevî rüsûbiyle yakından alâkadar olan çevreler için mümkün ve hatta tabiî olan bu hal, Ahmed Yesevî’nin yetiştiği asırdaki Türk çevresi için hemen hemen tamamiyle imkansızdır.
Türkler o zamana kadar Hind, Çin, İran, hatta bir dereceye kadar Hıristiyan fikir ve akîdesi ile temas etmiş olmakla beraber, onları kendilerine hiçbir suretle mal etmemişlerdi; kendilerine has olan eski iptidaî dinin basit telakkileri Türkleri tatmîne yetiyordu; bu yüzden, yeniden yeniye alışmağa başladıkları İslam esas akîdelerinin dışına çıkmak, o kadrodan taşmak için hiçbir ihtiyaç duymuyorlardı49. Ahmed Yesevî'nin irşad sesinin ilk aksettiği yer olan Seyhun sahasında eskiden birtakım Budist manastırları bulunması, Yesevîlik üzerinde ufak bir Hind te'siri bulunmasını bile intaç etmemiştir ve edemezdi50, yalnız, Ahmed Yesevî ve halîfeleri tarafından yayılan Yesevîlik esas telakkîlerinde değil, fakat halk arasmda yayılmış olan birtakım Yesevî menkabelerinde eski iptidaî dinin bazı izlerine rastlanıyor ki, bu da beşeriyetin dinî gelişme tarihinde umumiyetle rast gelinen tabiî bir hadisedir51. Yesevîlikten epeyice zaman sonra kurulan ve yayılan ve onunla pek sıkı bağlantıları, benzerlikleri bulunan Nakşbendîlik de, Yesevîlikle aynı esas vasıfları haizdir diyebiliriz 52.
Seydî Alî Reis'in ifadesi, XVI. asırda bu zikrettiğimiz yerlerden başka Harezm'de, Ejderhan'da, Batı İran'da Yesevî şeyhlerine rastlandığını göstermektedir. Bunlara ilaveten esasen Hindli olup, Temeşvar'da Lippa kal’asında ölen Eş-Şeyhü'ş-şerîf Muhammedü'l-Hindî adlı bir Yesevî dervişinden bahsedeceğiz. Esasen Agralı olan bu Şeyh, Ataî'nin ifadesine göre, "Şeyh Hacı Bektaş hizmetinde inti'aş bulan Şeyh Rıza hulafâsından Ahmed Yesevî tarîkatında bir pir" imiş; Hümayûn Şah'a vezir olarak onunla birlikte H. 960 (M. 1552-53)'da Şah Tahmasb yanına sığınmış, lakin Sünnîliği sezilip hayatının tehlikede olduğunu anlayınca Osmanlı memleketine kaçmış. Sultan Süleyman'ın ihsan ettiği yevmiye 120 akçe vazife ile dört sene İstanbul'da oturduktan sonra, Temeşvar'da Lippa kal'asına 20,000 akçe ze'ametle gidip oturmuş ve orada H. 974 (M. 1566-67)'de vefat etmiştir (Şakayık Zeyli, c. I., s. 191). Yukarıda, Evliya Çelebî'nin "Rum'daki Yesevî dervişleri" hakkında verdiği bilgi de, bu tarîkatin yayıldığı sahaları pek iyi gösterebilir.
Tarih bakımından Yesevîlik'in Orta-Asya'da gelişme ve yayılmasını pek açık bir surette ta'kib edebilmek mümkün değildir; lakin doğruya az çok yakın bir ihtimalle, buna dair bazı tafsilat verebiliriz. Mevcut vesikalardan çıkarılabildiğine göre, bu tarikat, önce Seyhun çevresinde Taşkend ve civarında tutunduktan sonra, Harezm civarına yayılmış, diğer taraftan Maveraü'nnehr'de kuvvetlenmeğe başlamıştır. Seyhun vadisinden ve Harezm'den kuzey batıya doğru Kıpçak havalisine yayılan, müteferrik dervişleri vasıtasıyle Horasan, Azerbaycan, Anadolu bölgelerine kadar gelen bu tarîkatin tarihî gelişmesi hakkında, esasen yukarıda da mevcut menkabelerden istidlal suretiyle biraz tafsilat vermiştik (§ 16 Netice). Burada ilave olarak şunu söyliyelim ki, bilhassa Türklere mahsus sayabileceğimiz bu tarikat, Nakşbendîlik'in ortaya çıkmasına kadar Türk memleketlerinde umumiyetle hüküm sürmüş bulunuyordu; Nakşbendîlik'in ortaya çıkmasından sonra -Nakşbendîlik'in Yesevîlik'le alakası dolayisiyle Hoca Ahmed Yesevî'nin büyük şöhretine tabiî hiçbir halel gelmemekle beraber- bilhassa Maveraü'n-nehr Türkleri arasında Nakşbendîlik büyük bir yer kazandı ve bu tarikat Horasan ve Harezm'i de kapladı; lakin bu hal, Yesevîye şeyhlerinin Türk aleminin her tarafına yayılmalarına bir engel değildi; nitekim X. asırda Horasan'da Yesevî halîfelerine rastladığımız gibi63, yine aynı asırda Orta-Asya'nın çeşitli yerlerinde, hatta Kabil'de, Diyarbakır'da, Hicaz'da, İstanbul'da Yesevî şeyhlerine rastgeliyoruz 64, bununla beraber, artık o asırda Nakşbendî tarîkati Yesevilik'ten çok daha fazla bir ehemmiyeti haizdi65. Yalnız, Seyhun mıntıkası ile Kırgız-Kazak Bozkırları'nda Hoca Ahmed Yesevî'nin nüfuz ve ehemmiyeti hiçbir suretle eksilmedi ve hiçbir tarikat onun işgal ettiği yeri tutamadı. Kırgız-Kazaklar'ın bu büyük pîr hakkında asırlardan beri besledikleri sonsuz hürmet hissi ve takdis, yukarıda açıkladığımız gibi (22 § Bugünkü Yesi), herhangi bir velîye, bir mürşide karşı beslenen hürmet ve takdis hissinden daha başka bir mahiyette ve ondan çok daha kuvvetlidir. Herhalde, asırlar boyunca teşekkül etmiş, olan çeşitli tarikatlar arasında Türk hususiyetine en çok malik tarikat Yesevîlik'tir diyebiliriz66.
s. 118
( Metinde yer alan ancak hacim kaygısı ile burada yer verilmeyen Dipnotlar için kitaba başvurulması önerilir.)
***********
http://anonymouse.org/cgi-bin/anon-www. ... r/lit2.htm