Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Küreselleşme Sürecinde Kimlik, Din ve Türkiye’nin Gerçekleri
MesajGönderilme zamanı: 29.07.09, 13:49 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.04.09, 13:19
Mesajlar: 55
Küreselleşme Sürecinde Kimlik, Din ve Türkiye’nin Bazı Gerçekleri

Prof. Dr. Hasan ONAT


I

İnsanlık tarihi, belki de insan onuru ile bu kadar oynandığına hiç şahit olmamıştır. Kimlik inşa etme faaliyetleri, doğrudan insan onurunu tahrip etmektedir. Bir başkasının, ya da bir toplumun kim olduğunu belirlemek, üstelik de tarihten, her türlü gerçeklikten uzak olarak, birilerinin çıkarları doğrultusunda belirlemek insan onurunu hiçe saymaktan başka bir şey değildir.
Hiç kuşkusuz, kendi varlığının farkında olan her insan, doğal olarak kim olduğunun da farkındadır veya farkında olmak istemektedir. Hayatın doğal akışı içerisinde, eğer insanın varlık yapısını değiştirmeyi hedef olan ciddi bir tehdit yoksa, kimlik bilinci doğal seyrinde gerçekleşir. İnsan varlığına yönelik tehdit ve tehlikeler, bireysel ve toplumsal planda kimlik sorununa yol açar; hatta ciddi kimlik krizlerini beraberinde getirir.
19 ve 20 asırlar, küresel ölçekte bir kimlik krizinin gittikçe artan bir tarzda, dünyanın her yerinde, bir şekilde varlığını hissettirdiği bir zaman dilimi olmuştur. İnsan varlığının küresel ölçekte tehdit altında olması, kimlik krizinin de küresel bir boyut kazanmasına yol açmıştır. Bu krizin, giderek bütün insanları esir alması, hadisenin kökleri üzerinde ciddi olarak kafa yorulmasını gerektirmektedir. Gerçekten de, yaygın kimlik krizinin, Batı uygarlığının dünya ölçeğinde etkisini hissettirmesine paralel olarak gelişmesini tesadüflerle izah etmek pek mümkün değildir. Özellikle Müslümanları hedef alan, “uygarlaştırma” adına gerçekleştirilen sömürgecilik, I. ve II. Dünya Savaşları, milyonlarca insanın ölümü, soykırımlar, “demokrasi ve insan hakları” adına Irak’ta oluk oluk akıtılan kan; bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin beraberinde gelen güç artışının getirdiği “güç sarhoşluğu”, bir yanda açlıktan ölen, öte yanda can sıkıntısından intihar eden insanların varlığı; değerler hiyerarşisinin kaybolması ve benzeri sebepler, kimlik krizinin hemen akla gelen tezahürleri arasında sayılabilir. Bir yandan zoraki kimlik inşa faaliyetleri, diğer yandan da hiç kimsenin kimliğinden memnun olmayışı, kimlik krizinin hafife alınmaması gerektiğini düşündürmektedir. Bu kriz, uzun vadede, insanların bir arada yaşamalarını imkansız hale getirecek gibi görünmektedir. Böyle giderse, Müslümanlar, bir arada yaşama kültürünü unutacaklar; Batılılar da, bir arada yaşama kültürünü asla öğrenemeyeceklerdir.
İnsanlık, bir bütün olarak, belki de tarihinin en zor dönemlerinden birisini yaşamaktadır. Kristal bir vazoya benzeyen “güven”, çatlamıştır; korku bütün dünyada egemen olmaya başlamıştır. Batı uygarlığının küresel ölçekte tehlikeli bir virüs gibi yaydığı “varoluşsal anlam boşluğu”na dayalı anlam krizi, yeryüzünde halen yaşamakta olan her insanı bir şekilde etkilemekte ve insanlığın geleceğini de ciddi olarak tehdit etmektedir. İnsanlık, geçmişte hiç olmadığı bir biçimde anlamsızlık duygusu ile beslenen ciddi bir kimlik krizinin içine yuvarlanmıştır. Küreselleşme süreci doğrultusunda ortaya çıkan toplum mühendisliği ile hedeflenen kitleler için yeni kimlik inşa etme girişimi, kimlik krizini derinleştiren hususların başında gelmektedir. Küreselleşmenin aktörleri, kendi iç bütünlüklerini, her türlü aidiyeti kullanarak, her yolu deneyerek korumaya ve sağlamlaştırmaya çalışırken, “Genişletilmiş Büyük Orta Doğu” gibi birtakım projelerle, hedef alınan bölgelerin haritaları değiştirilmektedir. Kendi varlığının farkında olan her bireyin, kimlikten öte kendi varlığının tehdit altında olduğunu hissetmemesi için hiçbir sebep yoktur.
Batı uygarlığının demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, laiklik gibi küresel ölçekte kabul görmesi istenilen yüksek değerleri, Batılılar tarafından tahrip edilmektedir. Bosna Hersek’te, Irak’ta ve dünyanın başka bölgelerinde akan kan, Batı uygarlığının başat değerleri ile birlikte, insanın insan olma onurunu da eritmektedir. Fransa’daki yangınlar, “adaletin”, “kardeşliğin”, “eşitliğin” Batı tarafından ne kadar içselleştirildiğini (!) ortaya koymuştur. Danimarka’dan başlayarak dalga dalga bütün dünyayı etkileyen “Karikatür Krizi”, her ne kadar Rasmussen tarafından düşünce ve ifade özgürlüğü ile açıklanmaya çalışılmışsa da, “Yahudi soykırımının abartıldığı”nı iddia eden İngiliz tarihçinin Avusturya’da üç yıl hapis cezasına çarptırılması ile birlikte, Batı’nın çifte standardının çarpıcı bir örneği olarak tarihteki yerini almıştır. İran’ın uranyum zenginleştirmesine gösterilen tepkilerin, 200 kadar nükleer başlığa sahip olduğu bilinen İsrail’in başını çektiği bir kampanya ile engellenmek istenmesi; “nükleer silaha sahip olan ülkelerin insanlığı bir bütün halinde yok etme imkanının sadece kendileri ile sınırlı tutulması”nı istediklerini düşündürmektedir. Ne derler, “takke düştü, kel göründü”. Küreselleşme, Batı’nın takkesini düşürmüş; “takiyye”sini gözler önüne sermiştir. Hele, 11 Eylül 2001 sonrası, İslam’ın şiddet ve terörle birlikte anılır olması, hem Batı’nın özeleştiriden korktuğunu ve kaçındığını, hem de insanlığın küresel kimlik krizine çözüm için zemin teşkil edecek “yüksek güven kültürü”nü yaratmaktan aciz olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Özeleştiriden kaçmak, daima bir zayıflık belirtisi olmuştur.
İnsanlar, kimliklerini, saldırıya uğrayan en zayıf aidiyetlerini öne çıkartarak tanımlama eğilimindedirler. Kimlik krizinin, dünyanın her yerinde kendisini hissettirmesi, mevcut gidişin, insanın varlık yapısını yok etmeye başladığının kanıtı olarak anlaşılabilir. Realitelerle örtüşmeyen sun’i kimlik inşa faaliyetleri, bir süre insanları avutsa bile, zamanı gelince, güneşi gören kar gibi erimeye mahkumdur. Eskilerin deyişi ile “yalan dünya”, şimdi bize beyaz camdan gösterilen dünyadan daha sahih bir dünya idi. “Yalan dünya” ifadesi, dünyanın gerçek çehresini anlayabilmek için bir anahtar görevi görüyordu. Günümüz insanı, gerçeklerle örtüşen bir dünya algısına ulaşabilmek için, tutunacak dal bulmakta zorlanmaktadır. Çünkü, insanın kafasındaki “insan” imajı da, insan gerçeği ile örtüşmemesi bir yana, içten içe insan varlığını kemirerek mevcudiyetini sürdürebilmektedir. İnsan ister istemez, Hz. Musa’nın asasını özlemektedir. Büyünün bozulması için Musa’nın asasına ihtiyaç vardır.

II

İnsanın kendisi hakkındaki algısında, insan olma özünün dışındaki her şey, zamana ve zemine bağlı olarak sürekli değişmektedir. Önüne çıkan her şeye isim verme yetisine sahip olan insanoğlu, kendisi gibi olan diğer insanları görünce, kendisinin, adeta Tanrı’nın biricikliğinin, eşsiz ve benzersiz oluşunun kanıtı imişçesine, özgün ve tek bir varlık olduğunu da benliğinin derinliklerinde hissederek, kendisine isim verme ihtiyacı hissetmiştir. Eski Türklerde isim, gösterilen kahramanlığa göre verilirmiş. İsim sahibi olabilmek, kendini kanıtlamaya bağlıymış. Aslında bugün de öyle değil mi? “İsim yapmak” denilen şey, adını yapıp ettikleriyle başka insanlara öğretmek değil mi? Burada ilginç olan husus, insanın, ancak hemcinsleri sayesinde kendi kimliğinin farkına varabilmesi. Demek ki, başka insan olmasaydı, ya da bizler toplum içinde yaşamasaydık, kimlik sorunu diye bir sorun da olmayacaktı.
Kendi varlığının farkında olan her insan, öncelikle, diğer insanların, onun da, onlar gibi bir insan olduğunun farkında olmalarını ister. Bu elbette yeterli değildir; herkesin sosyal hayattaki en önemli amaçlarından birisi, Tanrı’nın insana bıraktığı manevra alanı içinde, yaratıcı yeteneklerini göstererek bulunduğu yeri genişletmek ve toplumun akışında daha etkin olmaktır. Aslında, “adını tarihe yazdırmak”, “kalıcı bir isim bırakmak”, “iz bırakmak”, ya da en basit ifadesiyle “unutulmamak” denilen şey de, insanın varlığının diğer insanlar tarafından kabul edilmesi ve gücünün etkilerinin diğer insanlar tarafından da bilinmesi ve anlaşılmasından başka bir şey değildir. İnsanın içinde bulunduğu evrende, insan eli değmeden hazır bulduğu her şey, “Sünnetullah” dediğimiz, Yaratılışın Yasaları çerçevesinde, bir şekilde akıp gitmektedir. Bu yasaların programı, hiç kimseye danışmadan çalışmaktadır. İnsan söz konusu olduğu zaman, hem Yaratılışın Yasaları, hem de insanın koyduğu yasalar birlikte etkin olmak durumundadır. İnsanoğlu, Yaratılışın Yasalarını, Yasaların izin verdiği/açıldığı, insanın da anlayıp açıklayabildiği oranda çözme, hatta kısmen onlarla oynama imkanına sahiptir. Buna, insanın madde üzerindeki tasarruf imkanı demek de mümkündür. Bilim dediğimiz şey, en temelde Yaratılışın Yasaları’nın anlaşılıp açıklanmasından başka bir şey değildir. Bilgi gücünü elde eden insanoğlu, Yaratıcı’nın kendisine bahşettiği yaratıcı yeteneklerle kültür ve uygarlık yaratmakta; bilim ve teknoloji üretebilmektedir. İnsanın gücü, kısmen Tanrı’nın yarattığı varlık alanında, ağırlıklı olarak da insana bırakılan manevra alanında etkin olmaktadır. İşte, insanın kimlik algısının temelindeki en önemli unsurlardan birisi olan “insanın yaratıcılık” boyutu, ortaya çıkan yaratıcılığın tezahürlerine/sonuçlarına göre, hem insanın kendisi, hem de diğer insanlar tarafından kimlik merkezli olarak değerlendirmeye alınmaktadır.
İnsan kimliğinin oluşmasında, varoluşsal kök öğe kan bağı merkezli olsa da, dil ile birlikte sosyal unsurlar hemen devreye girmektedir. Bir başka ifadeyle, kimlik, daha çok insanın toplumsal bir varlık oluşuyla ilgilidir. Yaratılışı gereği sosyal bir varlık olan insan, diğer insanlarla birlikte yaşarken varlığını daha derinden hissetmekte; hayatın anlamını bulabilmek için çaba sarf etmektedir. Temel kimlik bilgileri, birey kendi kimliğini kurmak için özel çaba sarf etmediği müddetçe, bireyin dışındaki diğer insanlar tarafından bireye yüklenmektedir. Burada ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır: Bireye yüklenilen bilgilerin önce gerçeklerle ne ölçüde örtüştüğü; sonra da, bireyin kendi kurguladığı kimliğin, sonradan yüklenilenlerle ve gerçeklerle ne kadar örtüştüğü meselesi.
Bireyin erkek ya da dişi olması doğuştan gelen bir özelliktir. Ancak erkeklik ve kadınlık rolleri, doğuştan gelen farklılık üzerine sonradan, toplum, içinde yaşanılan ortam, örf adet ve gelenekler, din ve kültür tarafından sonradan inşa edilmektedir.
Kimlik, daha önce de dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, en temelde insanın varlık yapısı ve kendini algı biçimi ile ilgilidir. “Bireyin kimliği denilen şey, en geniş anlamıyla onun tüm özelliklerini kapsar. Hem kişinin kendisini nasıl gördüğü, hem de toplum tarafından nasıl görüldüğü kimlik kavramıyla bağlantılı durumlardır. Kimlik, kişinin yaşamda kendine biçtiği-uygun gördüğü rol veya kendisini algılayış biçimi şeklinde tanımlanabilir. Bu nedenle insan yaşamında gelişimin temel özelliklerinden en önemlisi ‘kimlik (identity) arayışı’dır. Kimlik uzun çabalar sonucu ulaşılabilen öznel bir süreklilik, bütünlük ve tutarlılık duygusudur. Yine ve belki sadece, kişinin ‘kim olduğu’ ile ilgili kendi kendine sorduğu sorunun cevabıdır. Bu soruya verilen cevap; bedensel yapı özellikleri, yaşananlar, cinsiyet, etnisite, yaş, statü, toplumsal konum, meslek gibi insanın hem kendini algılayışı, hem de başkaları tarafından algılanışı çerçevesinde şekillenmektedir”. (E. Göka-M. Beyazyüz, “Yeni Dünya Düzeninin Kimlik Siyaseti: Psikolojik Bir Bakış Denemesi”, Türkiye Günlüğü, sayı 83, Kış 2005, 17-18).
İçinde yaşadığımız koşullar, hem bireyin kendisini doğru algılamasını, hem de, “öznel bir süreklilik, bütünlük ve tutarlılık duygusu”nun sağlıklı bir şekilde gelişmesini engellemektedir. “İnsanların kimlikleri, bireysel-ruhsal geçmişlerinin ve toplumsal yapının ortaklaşa etkileşimiyle kurulur. Bireysel yapı ve aile ortamı çok güçlü ise en zorlu toplumsal dönemeçlerin yarattığı baskı bile kolaylıkla olmasa da atlatılabilir. Ama kimlik eğer yeterince sağlam değilse en ufak dalgalanma bile kişiyi dağıtabilir. Kimlik duygumuzu zedeleyen şeylerin başında sahip olduğumuz değerlerin ve amaçların geçersizleştiğini görmek gelir”. (Göka-Beyazyüz, aynı makale, 20-21). İnsanlık, W. Frankl’ın ifadesiyle, “varoluşsal anlam boşluğu”na yuvarlanmıştır. Öyleyse çıkış yolu da öncelikle, bu “varoluşsal anlam boşluğu”ndan kurtulmaktan geçmektedir.
Kimlik sorunu küreselleşme ile daha bir öne çıkan, bir o kadar da gittikçe karmaşıklaşan sorunlardan birisi… En temelde, doğrudan insanın varoluşsal boyutu ile ilgili… Kendi varlığının farkında olan bir insan, doğal olarak, “ben kimim” sorusunu kendisine soracaktır. Kendi varlığının farkına yeni yeni varmaya başlayan bir çocuğa “sen kimsin” diye sorulduğu zaman, alınan cevap öncelikle sadece isim olmaktadır; daha sonra da çoğunlukla, babanın veya annenin (daha çok da babanın) adı zikredilerek “ben falancanın oğluyum/kızıyım” şeklinde devam etmektedir.
Küreselleşme, beraberinde ciddi bir kimlik krizi getirmektedir. İnsanların, birey ve toplum olarak kendilerini algılamaları, kim oldukları sorusunu doğru olarak cevaplandırabilmeleri, artık çok kolay değildir. Zorluk, kimliğin biyolojik aidiyet üzerine, toplumsal hayatın doğal akışı içerisinde, başta kültür, değerler ve ekonomi olmak üzere pek çok faktörün birlikte etkin olmasıyla inşa edilmesinden kaynaklanmaktadır. İnsanlığın içine sürüklendiği hızlı kültür değişimi, bireysel ve toplumsal kimlik inşa faaliyetlerini de hızlandırmıştır. Artık, hem bireylere, hem de toplumlara “kimlik”leri dikte edilmektedir. Toplum mühendisliği, Batı Uygarlığının dayattığı tek tip moderniteyi, yeni kimlikler inşa ederek kalıcı hale getirmeyi hedeflemektedir. İşin en kötü yanı, kimliğin oluşumunda etkin olan bütün aidiyetler de yeniden inşa edilmeye çalışılmaktadır. Belki eskiden, sadece ne olduğumuzla, ne olduğumuza inandığımız arasında sorunlar vardı; şimdi, buna ne olduğumuz ve ne olduğumuza inanmamız gerektiği hakkında bize söylenenler de eklendi. Belki de sonuncusunun küreselleşme ile, ikinci bir “ben”, yedek bir “ben” halinde daha bir öne çıktığını söylemek de mümkün. Çünkü, birilerine kim olduğunu söyleme hastalığı, hiç kuşkusuz eskiden de vardı; ancak, hiç bu kadar edepsizce olmamıştı herhalde…
Küreselleşme, gerçekten de insanlık tarihinin şahit olduğu, en hızlı, en köklü sosyo-kültürel değişimi beraberinde getirmiştir. Öyle ki, insanın algı biçimi bile değişmektedir. Brzezinski’ye hak vermemek elde değildir: İnsanlık “sıkıştırılmış” bir zaman diliminde yaşamaya başlamıştır: “Günümüzde tarih artık sona ermemiş ama sıkıştırılmıştır. Geçmişte tarihi dönemler arasında bulunan belirli aralıklar insanlara tarihi gelişmeleri rahatça anlamalarına imkan veriyordu. Oysa günümüzde birbiri üzerine tamamlanmadan binen tarihi olaylar perspektifimizi yoğunlaştırıyor ve tarihi olayları algılama duygularımızı şaşırtıyor.
“Başka bir deyişle söylemek gerekirse, şu anda algılamaya başladığımız dünyadan çok daha farklı bir dünyada yaşadığımızı söyleyebiliriz. Zihnimiz bu yeni gerçeği algıladığı zaman, dünya belki de bugünden düşünemeyeceğimiz kadar değişmiş olacak. Çağdaş tarihimizin en belirgin özelliği istikrarsızlığı olmuştur. Bu nedenle de çağımızın anlamı konusunda yoğun tartışmalar yapmak gerekecektir.
“Ayrıca gelecek bir yana, günümüzde bile daha genişi algılama yeteneğimiz dünyanın özellikle gelişmiş bölgelerinde bütün yerleşik değerlerin yıkılması ile daha da güçleşmiştir. Çağımızda totaliter görüşlerin tümü, memnuniyet verici bir biçimde gözden düşmüştür. Ama bu arada ahlaki değerleri tanımlayan dini değerler de gerilemiş ve ahlaki değerlerin yerini çılgın bir tüketicilik düşüncesi almıştır. İnsanlığın kendisini ve çevresini denetleme gücü inanılmaz bir biçimde ararken, maddi beklentilerimiz bunlarla bile kıyaslanamayacak bir biçimde artmıştır. Aynı zamanda da toplumun ahlâki kriterleri ve kendini kontrol yetenekleri de giderek daha az belirgin oluyor. Ahlaki belirsizlik de tarihi algılamanın artmasına yardımcı olmuyor”. (Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, VII-VIII).
Algı biçiminin değişmesi, doğal olarak kimlikle ilgili birtakım değişmeleri de beraberinde getirecektir. Cevat Özyurt, küreselleşme sürecinde kimlikle ilgili değişimleri şöyle sıralamaktadır:
“a) Küreselleşme sürecinde belli bir kimlik biçimi değil tüm kimliklere (ulusal kimlikler dahil) olan ilgi ve bağlılık artmıştır.
b) Bütünleşme açısından farklı yönlere gönderme yapan kimlikler gündemdedir.
c) Kimlik hem sabit mekan arayışı (toplulukçuluk, fundamentalizm) hem de hayatın belli kesitinde kişisel stratejik tercihler (postmodern kimlikler) halini almıştır.
d) Kimlik toplumsal tabakalaşmanın yeni araçları haline gelerek, küresel zenginleri ve küresel yoksulları var etmiştir.
e) Kimlik hem egemen güç ve çevrelerden özgürleşmeyi ifade etmekte hem de yeniden egemenlik kurmanın aracı haline gelmektedir.
f) Kimliklerin güçlenmesi bir yandan demokratik bir toplumu mümkün kılarken, diğer yandan ayrımcılık zihniyetini güçlendirmektedir.
g) Kültürel karşılaşmaların farklılıkları ortadan kaldırıcı biçimde işlediği yerde, kimlik özgün bir direnme odağı haline gelmekte ve bu karşılaşmalardan etkilenerek yeniden yapılanmaktadır.
h) Kültürel karşılaşmalar üst kimliklerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır”. (Cevat Özyurt, Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma, İst. 2005, 290).
Kimlik bağlamında düşünülecek olursa, küreselleşmenin en dikkat çekici yönlerinden birisinin, hem farklılıkları yok ederek, hem de alt kültür, kült ve kimlikleri tetikleyerek kimlik krizine derinlik kazandırması olduğunu söyleyebiliriz. Bu süreçte, karşımıza, ister istemez “çok kültürcülük” sorunu çıkmakta, liberal demokratik yönetimlerin, toplumsal yaşamda ortaya çıkan farklı kültürlere, farklı geleneklere ve “öteki”nin değerlerine karşı nasıl bir tutum takınması gerektiği tartışılmaktadır. Avrupa Birliği yolundaki Türkiye’nin, müzakereler sürecinde “azınlık” kavramıyla yeniden karşılaşması, “hazım” meselesinin önümüze konulması, medyaya yansıyan “vicdan testi” meselesi, meşhur “Karikatür Krizi”nde Danimarka merkezli salt özgürlükler üzerinden yürütülen, Müslümanların hassasiyetini pek önemsemeyen tartışmalar, sosyolojik açıdan bu konunun yeterinden fazla sancılı olduğunu/ olacağını düşündürmektedir. “Kültürel kimliklerin eşdeğer saygı esasına göre değerlendirilmesi” gerektiğini dile getiren Taylor’ın, “farklı kültürlerin göreceli değerlerinin açık seçik ortaya döküleceği o son ufuk çizgisinden henüz çok uzaktayız” (Çokkültürcülük Charles Taylor vd. Hz. Amy Gutman, İst. 1996, 80) şeklindeki tespitleri, çokkültürcülük doğrultusunda, tanınma, hoşgörü, azınlık gibi kavramların daha çok konuşulacağını göstermektedir. Alaın Touranıına’ın, aynı zamanda bir kitabının adı da olan “Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz?” (çev. O. Kunal, İst. 2000) sorunun içinde gizlenmiş kaygıları fark etmek pek zor değildir. Bu sorunun cevabının, “birlikte yaşamak isteyip istememeye” bağlı olduğunu unutmamak gerekmektedir. İşin gerçeği, Batı’nın, kendisinin yarattığı “öteki”ne tahammül etmesinin pek de kolay olmadığını/olmayacağını yaşanılan gerçekler ortaya koymaktadır. İnsan ister istemez, demokrasi, laiklik, eşitlik, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi konulardaki söylemlerin, birtakım gerçeklerin gizlenmesine yönelik olarak kullanılıp kullanılmadığını düşünmek zorunda kalmaktadır. Küreselleşmenin belki de en iyi taraflarından birisi, çifte, ya da çoklu standartların, takiyyenin küresel ölçekte gizlenmesine imkan vermeyişi olmalıdır…

III

İnsanın kimliği, aidiyetler diyebileceğimiz bir tür koordinatlarla belirlenmektedir. Bu koordinatların bir kısmı doğuştan gelir; bir kısmı da sonradan kazanılır. Soy-sop, içinde yetişilen ortam, mekan algısı, ortak tarih bilinci, ortak kültür, din bu aidiyetlerden hemen akla gelenlerdir. Hiç kimsenin, annesini, babasını seçme hakkı yoktur; her ne kadar kısmen üzerinde oynama imkanı olsa da, genetik mirası bütünüyle reddetme imkanına kimse sahip değildir. Belirli bir yaşa kadar, içinde yaşanılan ortam konusunda karar vermek de bireyi aşan bir durumdur.
Kimlik konuşulunca, ister istemez akla Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikleri Gelmektedir. Kitabı okurken, “Acaba Hıristiyan olmasaydın, bu kadar rahat yazabilir miydin?” diye sormak geçiyor insanın içinden. Kökünde bir Türk damarından söz etmesi, pek çok Türk okuyucusunun gururunu okşamış olmalı. Müslüman kültürü tanıması, Müslüman olmamasına rağmen, “Batı’nın kendisini bir şekilde dışarıda, öteki olarak” tuttuğunu, satır aralarına gizlemesi, Batılılardan çok, Batılı olmayanların ona yakınlık duymalarına yol açıyor. Şöyle diyor Amin Maalouf: “Bütün dönemlerde, meşru olarak ‘kimlik’ denebilecek kadar her koşulda ötekilerden son derece üstün, tek bir ana aidiyet olduğunu düşünen insanlar olmuştur. Kimileri için ulus, kimileri içinse din ya da sınıf. Ama hiçbir aidiyetin mutlak surette baskın çıkmadığını anlamak için dünyada olup biten farklı çatışmalara bir göz gezdirmek yeter. İnançlarının tehdit altında olduğunu hisseden insanlar arasında, bütün kimliklerini özetler gibi görünen şey dinsel aidiyet oluyor. Ama tehdit altında olan anadilleri ve etnik gruplarıysa, o zaman dindaşlarıyla kıyasıya savaşıyorlar”. (Ölümcül Kimlikler, çev. Aysel Bora, İst. 2000, 18).
Hiç kuşkusuz kimlikler adiyetler olmadan olmaz. “Bir insanın kimliği başına buyruk aidiyetlerin birbirine eklenmeleri demek değildir; kimlik bir ‘yamalı bohça’ değildir, gergin bir tuval üzerine çizilen bir desendir; tek bir aidiyete dokunulmaya görsün, sarsılan bütün bir kişilik olacaktır”. (Amin Maalouf, 27)
Din, kimliğin inşa edilmesinde etkin olan öğelerden sadece birisidir. Din, hiçbir zaman tek başına kimlik inşa etmeye yetmez. Ancak, bütünüyle dinden uzak bir kimlikten söz etmek de mümkün değildir. Dinin kimlik inşa etmede belirleyiciliği, bireyin ve onun içinde yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyine göre değişir. Bu etkinlik, hem olumlu, hem de olumsuz olabilir.
Din, insanın olduğu her yerde var. Kültürün şekillenmesinde başat etken dindir. Bir tür paradigma işlevi de görür. Din, kaynağını insanın varlık yapısında bulur. Belki de bu yüzden, din, makes bulduğu toplumun gelişmişlik düzeyine göre kurumsallaşıyor. Din-kültür ve din-toplum arasındaki çift yönlü ilişki, sosyal bir varlık olan insanı doğrudan etkilemektedir. İnsanın dine karşı tutum ve tavırları, bu etkinin sadece düzeyini ve niteliğini değiştirmektedir. Bir kültür evreninin içine doğan her insan, o toplumdaki yaygın din anlayışının etki çemberinin içinde bulur kendisini.
Din, en temelde insan hayatına anlam kazandırmak için var. Bu sebepten, dinin, insanın en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirmesi için bir araç olduğunu söylüyoruz. Din, insanlara, insanca yaşayabilmenin temel ortak paydasını kazandırmaktadır. Din, insan için vardır. İnsanın din anlayışının merkezinde de, Tanrı tasavvuru yatar. Daha açık bir ifade kullanmakta fayda vardır: İnsanın sahip olduğu Tanrı tasavvuru, hem din anlayışını, hem kimliğini inşa eden kurucu bir tasavvurdur. Belki de bu yüzden Tanrı algısındaki çarpıklıklar, insanın hem kimliğini, hem de kültür ve uygarlık anlayışını doğrudan etkilemektedir. Tevhid, insanı özgürleştirerek, sağlıklı bir kimlik ve kişilik inşa etmesini kolaylaştırır. İnsan, aklını doğru kullanmayı başardığı zaman, Tanrı’nın varlığına kolayca inanabilir; belki de inanmak zorunda kalır; çünkü inanmak, inanmamaktan daha kolaydır. “Zorunda kalır” diyoruz; çünkü akıl için, Tanrı’nın varlığına inanmak bir tür zorunluluktur; başka bir çıkış yolu yoktur. Durum böyle olunca, ister istemez insanın aklına, “bu Tanrı, niçin bu kadar gizli; kendisini daha kolay anlaşılabilir olarak takdim edemez miydi?”; ya da “insanı, Tanrı’yı daha kolay anlayabilecek şekilde yaratamaz mıydı?” şeklinde bazı sorular gelmektedir. Sanki insan olmanın sırrı da burada yatmaktadır. Yüce Yaratıcı, evrendeki varlıklar içinde, sadece insanı yaratıcı yeteneklerle donatmıştır. İnsan, kendisine tanınan sınırlı imkanlarla ortaya bir şey koyduğu zaman, ister istemez onun fark edilmesini, taktir edilmesini istemektedir. Yaratan-yaratılan ilişkisinde düğümün “Yaratıcı’nın farkına varmak” olduğunu söylemek pek yanlış olmasa gerektir. Eskilerden aklımda kalan “Ben bir gizli hazine idim; bilinmek istedim ve insanı yarattım” şeklindeki ifadeler de, insanın anlam arayışının merkezinde “Tanrı”nın varlığının farkına varmak olduğunu gösteriyor. Yaratan, kendisinin bilinmesini istiyor. Yaratılmış bir varlık olarak insan, kimliğini inşa ederken, Yaratıcı’sını bildiğinde, ya da sağlıklı bir Tanrı tasavvuruna kavuştuğunda, özgürlük temelli, dengeli, sağlam bir kimlik oluşturma imkanına kavuşabilir. Bu durum, aidiyet duygusunun metafizik boyutu ile ilgilidir. Tanrı inancı, insanın evrenin boşluğunda kaybolup gitmesini engelleyen, insana tutunma imkanı sağlayan bir inançtır. Bazı insanların, hayatlarının ileri dönemlerinde, daha önce tanıyamadıkları, bilemedikleri annelerinin babalarının peşine düşmesi de, yine bu aidiyet duygusunun ve tutunma ihtiyacının farklı bir tezahürü olarak değerlendirilebilir. Kanaatimizce, işin özünde insanın “yaratılmış” bir varlık olduğunun bilincinde olması yer almaktadır.
Allport şu tespitte bulunur: “Kişiliğin hiçbir bölgesinde yetişkinlerin dini tavırlarındaki kadar çocukluk izlerinin kolaylıkla bulunabileceği başka bir alan yoktur”. (Gordon W,Allport, Birey ve Dini, çev. Bilal Sambur, Ank. 2004, 71). Bu ifadeler, insanların bir ömür boyu, çocukluklarında karşılarına çıkan din anlayışının ve dinsel sembollerin etkisi altında kalmaya mahkum olabileceklerini düşündürmektedir. Gerçekten de, içinde yetiştiğimiz, çocukluğumuzun geçtiği ortamın din algısının etkisinden bir ömür boyu kurtulabilmek pek de kolay değildir. Öyle ki, bu durum, insanların ileriki yaşlarında din konusundaki tutum ve tavırlarında da belirleyici olmaktadır. Dinin kimlik üzerindeki etkisi, bize, çocukların yetişmesi ve kimliklerini inşa etmeleri açısından ciddi bir sorumluluk yüklemektedir. Özellikle, çocukların sordukları sorulara tutarlı ve doyurucu cevap bulmaları önemli bir husustur. Anne baba, Tanrı’nın kendilerine bir emaneti olan çocuklarına, onların içine doğdukları “ilahi sevgi”yi içselleştirme imkanı sağlamalıdır. Dinin evrensel güzelliklerini, “ilahi sevgi” yumağında yaşayarak öğrenen insanlar, daha sağlıklı bir kimlik inşa edebilirler. Esas olan, çocukların özgürce düşünebilmelerini ve sahip oldukları yaratıcı yeteneklerin farkında olmalarını sağlamaktır.
Özellikle çocukluktan gençliğe ve gençlikten de olgunluğa geçiş dönemleri, dinsel açısından sıkıntılı dönemler. “Dine yönelik eleştirilerin çoğunluğu onun gelişmemiş biçimlerine yöneliktir. Kendi kendini tatmin güdüsünün ötesine geçememiş ve olgunlaşmamış dindarlık biçimleri eleştiri konusu olurlar. Dinin psikojenik değeriyle ilgilenmek yerine olgunlaşmamış dindarlık biçimleri bencil çıkarlar ya da arzusal tatmin için uyutucu fonksiyon icra ederler. Olgunlaşmamış dini duygu kendi kendini objektifleştirmediği zaman düşünme yeteneğini kaybeder ve bireyi bir yere yerleştirebilen ve davranışlarının kalitesini ölçebilen bir anlam konteksi sunmakta başarısız olur. Son olarak olgunlaşmamış dini his kişilik üzerinde bütünleştirici olmaz. Tecrübenin diğer bölgelerini dışlamakla o kesik ve parçalı bir hale gelir. Sadece çok yoğun olduğu zamanlarda kişiliğe kısmi bir bütünlük getirebilir”. (Allport, 73). Bireysel ve toplumsal kimlik açısından, olgunlaşmış dini duygunun önemi inkar edilemez. Allport şöyle diyor: “Olgunlaşmış dini hissin tamamlılık ve tutarlılığını abartmaktan kaçınmakla birlikte onu olgunlaşmamış biçiminden ayıran nitelikleri şöyle sıralayabiliriz. Karşılaştırılacak olursa, olgun his (1) çok farklılaşmıştır; (2) türeyen bir tabiatta olmasına rağmen dinamik bir karaktere sahiptir; (3) tutarlı bir ahlakın üreticisidir; (4) tam olarak bütündür; (5) entegre olma yeteneği vardır; (6) temelde höristiktir”. (Allport, 75-76).
Din, kimliğin şekillenmesinde en etkili olan aidiyet boyutlarından birisi, belki de en önemlisi olduğu açıkça görülebilmektedir. Ancak, dinin, toplumsal ve kültürel kimlik açısından hem birleştirici, hem de parçalayıcı rolünün zaman zaman birlikte etkin olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Din çift yönlü kesen bir kılıç gibidir. Toplum güçlü ve sağlıklı olduğu zaman, din, birlik-beraberliği, üretimi teşvik eder; insanların yaratıcı yeteneklerinin etkin kılınmasını sağlar. Bunun tersi de doğrudur; dindeki temel ortak payda kaybolduğu, dinin dinamik boyutu öne çıkmadığı zaman, “tekfir” mekanizması işlemeye başlar; din egemenlik aracı olarak işlev görür ve parçalamaya başlar. Benzer bir durum tespitini, bireysel kimlik açısından da yapmak mümkündür. Bireyin kimlik bütünlüğünde, fıtrata uygun sağlıklı din anlayışının olumlu katkısı ne kadar fazlayla; sağlıksız, sorunlu kimliklerin oluşmasında, ya da kimlik bunalımında çarpık din anlayışının rolu de bir o kadar fazla olmaktadır.
Din, getirdiği Tanrı tavvuru, insan ve evren tasarımı ve insana önerdiği değerler ile, kimlik oluşumunu doğrudan etkilemektedir. Daha önce de dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, bütünüyle dinden bağımsız olarak bireysel ve toplumsal kimlikten söz etmek mümkün değildir. Esas itibariyle insan hayatına anlam kazandırmak için var olan din, insanlara insanca yaşayabilmenin temel ortak paydasını kazandırır. İnsanoğlunun içine sürüklendiği küresel kimlik krizinden çıkış, “anlam”ı ve “anlam arayışı”nı yeniden merkeze almakla mümkün olabilecektir diye düşünüyoruz. Bir başka ifadeyle, kimlikler, “öteki” üzerinden değil, anlam üzerinden ve fıtrata uygun olarak oluşursa, bireysel ve toplumsal mutluluğu beraberinde getirebilir. Bunun için de, dinin evrensel anlam kodlarının yeniden çözülmesi ve hayata taşınması gerekmektedir. Aslında, küresel ölçekli insanlığın geleceği tehdit eden sorunların çözümü için de dinden yardım almaktan başka çare yoktur. Bu noktada, dini her şey zanneden, hayatın bütününü dinleştirerek sorunların çözüleceğini düşünenlerin de, dinsel olan her şeyden korkan ve kaçanların da, bir uzlaşı çizgisine gelmeleri gerekmektedir. Aslında her şeyi dinleştirmekle, dini yok farzetmek arasında pek de fazla bir fark yoktur. Her iki durumda da, din, sağlıklı etki gücünü yitirmektedir. İşin tuhaf tarafı, dinin insan fıtratındaki güzellikleri harekete geçiren sağlıklı etki gücü yok olduğu zaman, onun yerini hurafelerin, batıl inançların ve birtakım ön yargıların alıyor olmasıdır. Dinden uzaklaşıldığı zaman, irrasyonel eğilimler tetiklenmiş olmaktadır. Ayrıca, insanoğlunun sahip olduğu “güç”ü yerinde ve etkin kullanabilmesi için de, yine dinin desteğine ihtayaç vardır. Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerde ortaya çıkan muazzam “güç” artışı, eğer kontrol edilmezse, insanlığın sonunu hazırlayabilir. Kimlik ve güç arasındaki ilişkiyi göz önüne alacak olursak, insanlığın geleceğinin, insanın aç gözlülüğünün, hırsının dizginlenmesi, gücün kontrol edilmesi ile doğru orantılı olduğunu görebiliriz.
İnsanoğlu, “Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görmeyi” ve birbirine katlanmayı öğrenmek zorundadır. Bu da ancak, kimlik bilincinin insanın fıtratına uygun bir biçimde, doğru bilgi ve değerlerle bezenerek oluşmasına bağlıdır. Sağlıklı kimlik bilinci, yüksek güven kültürünün yaratılabildiği ortamlarda daha kolay gelişebilir. Dinin, toplumsal plandaki en önemli hedeflerinden birisinin adalete dayalı ahlaklı bir toplum oluşturmak olduğu bilinmektedir. Dinin kurucu ilkeleri, aynı zamanda yüksek güven kültürünün kök hücreleri olarak da işlev görmektedir. Bugün insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu değerlerin başında yüksek güven kültürünün geldiğini hatırlamakta fayda vardır. İnsanoğlu, kimliğini de, kişiliğini de, güvenli ortamlarda sağlıklı bir şekilde inşa edebildiği gibi, yaratıcı yeteneklerini de ancak özgür ve güvenli ortamlarda etkin kılabilmektedir.

IV

Türkiye’de, bütün insanlığın içine sürüklendiği kimlik krizi, daha derin ve sancılı yaşanmaktadır. Bunun hem konjonktürel, hem de tarihsel pek çok sebebi vardır. Binlerce asırlık bir devlet geleneğinin mirasçısı olan Türkiye’yi, insanlığın kaderini belirleme noktasında kökleri rahat bırakmamaktadır. Dünyanın her yerinde yaşanan her olay, hem küreselleşmenin doğal sonucu olarak, hem de tarihimizden dolayı bizi bir şekilde ilgilendirmektedir. Türk milleti, bir tür yeni Ergenekon sayılabilecek olan Anadolu’ya sıkıştırıldığının farkında olduğu gibi, burada da rahat bırakılmadığının farkındadır. Bir tür varlık-yokluk mücadelesinin içinde olduğunun da farkındadır. Ancak, henüz ne yapabileceği, nasıl yapabileceği konusunda karar verememiştir; kafalar karma karışıktır. Bunun sebebi biraz da, tarihiyle, değerleriyle, kimliğiyle kavgalı olmasıdır. Sanki, mağlup medeniyet travması, bizi suçlu aramaya itmişir; herkes önüne çıkan herkesi ve her şeyi suçlu sayarak için içinden, daha doğrusu sorumluluktan sıyrılmak istemekte gibidir…
Türk tarihinin en ciddi travmalarından birisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde yaşanmıştır. Bu travma, bir milletin kalbinin ve beyninin dışındaki organlarını kaybetmesi gibi bir şey demektir. Üç kıtada kök salmaya çalışan Osmanlı Çınarı’nın gölgesinden pek çok devlet ortaya çıkmıştır. Bu travma, Batı uygarlığı karşısında sadece Osmanlı’nın değil, koca bir İslam uygarlığının mağlubiyeti anlamına gelmektedir. Türkiye ve İran’ın bir kısmının dışında Müslümanların yaşadıkları bütün topraklar, Batılıların sömürgesi haline gelmiştir. Sömürge dönemini müteakip ortaya çıkan halkı Müslüman olan devletler, Batıların cetvelle çizdikleri sınırlar içinde, Batılıların çıkarlarına hizmet edecek şekilde belirlenmiştir. Bugün sayıları bir buçuk milyara yaklaşan Müslümanların, içine düştükleri açmazın, yaşadıkları sorunları çözümsüz zannetmelerinin, kendi iç dinamikleri ile sorunların üstesinden gelemeyecekleri şeklindeki ithal önyargılarının temelinde bu mağlubiyet psikolojisinin yattığını söylemek, pek yanlış olmasa gerektir.
Osmanlı’nın enkazı üzerinde, Anadolu’da yeni bir devlet yükselirken, İstiklal Savaşı, mağlubiyet psikolojisinin içselleştirilmesini engellemiş; Türk Milleti’nin özgüvenini yeniden diriltmiştir. Ne yazık ki, Cumhuriyeti kuran iradenin, yeni bir uygarlık meş’alesi yaktığı gerçeği kısa sürede unutulmuş; Atatürk’ün “çağdaş uygarlık düzeyi” hedefinin yeni bir uygarlık projesi olduğu pek anlaşılmamış, ya da anlaşılmak istenmemiştir. Atatürk, Türk milletinin gönlünde yatan aslanı, dünyanın mevcut gerçeklerini de hesaba katarak diriltmek istemiştir. Bu yeniden dirilişin üç önemli ayağı vardır: Tarih, dil ve din. Bunların bir toplumun bağışıklık sistemini diri tutan, besleyen ana damarlar olduğunu hatırlamakta fayda vardır.
Tarih bilgi ve bilinci eksikliği, bağışıklık sistemini çökerten etkenlerin başında gelmektedir. Popüler kültür, insanlara geçmişi ve yarını unutturmakta, günlük hafıza ile, günü yaşayan insan tipi üretmektedir. Köklerinden kopan toplumlar, esen rüzgara göre şekil almaya kalkarlar. Türkiye’de sağlıklı tarih bilinç ve bilgisinin olmayışı, insanları geçmişi bütünüyle kutsallaştırmak, ya da bütünüyle reddetmek gibi bir ikilemin içine sürüklemiştir. Her iki hal de, geçmişin doğru anlaşılmasını engellemektedir. Bu durum, sorunlara tarihsel bir perspektiften yaklaşmayı imkansız hale getirdiği gibi, toplumun, bir bataklığa saplanan insan gibi sürekli geçmişin sorunlarıyla boğuşmasına, çırpındıkça daha çok batmasına sebep olmaktadır.
Dünyada, dilinin, kültürünün ve değerlerinin var olduğu yerlerin, gücünün, varlığının anlamının farkında olmayan Türkiye’nin dışında ikinci bir ülkenin varlığından söz etmek pek mümkün değildir. Dünyada iki yüz milyonu aşkın insan vardır, Türkçe konuşan, Türk kültür değerlerini yaşayan ve yaşatmaya çalışan… Günümüzde, dünyanın her yerinde Türklerin mevcut olduğu gerçeği bir yana, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya, ağırlıklı olarak Türk yerleşim birimleridir. Türkiye’nin, Atatürk’ün sağlığında oluşturulmaya çalışılan Türk dünyasi ile ilgili politikasının, bugün ne ölçüde var olduğunu ciddi olarak sorgulamak gerekmektedir.
Türkiye, bütün kurum ve kuruluşları ile devlet olarak, yediden yetmişe millet olarak köşeye sıkışmış/sıkıştırılmış durumdadır. Devlet köşeye sıkışmıştır; “ulus devlet” döneminin tamamlandığı konuşulmakta, değişim ve yeniden yapılanma talebi bütün alanlarda kendisini hissettirmektedir. Adalet mekanizmasının sağlıklı işlemeyişi, “hukukun üstünlüğü” nosyonunun anlamını kaybetmesine yol açmaktadır. Siyasilerin ülkenin ve milletin menfaatini ön planda tuttukları konusunda ciddi kuşkular vardır. Devletin kurumları arasındaki sürtüşmeler, devletin saygınlığını zedelemektedir. Millet köşeye sıkışmıştır; alt kimlik, üst kimlik tartışmaları derinlerdeki enerji birikiminin habercisi gibidir, devletin kurum ve kuruluşları güven vermemektedir, değerler hiyerarşisi tepetaklak olmuş, toplumu bir arada tutan temel ortak payda ve toplumun istikametini belirleyen yüksek hedefler kaybolmuştur. İnsanların sinir katsayıları gittikçe yükselmektedir. Herkes, sanki patlamaya hazır bomba haline gelmiştir.
Türkiye, bir yandan AB sürecinde “nasıl hazmedileceği” tartışılan, öte yandan toprakları üzerinde pek çok topluluk tarafından hesap-kitap yapılan; etnik sorunlarla boğuşturulmak istenen; etrafı ateş çemberi gibi bir ülkedir. İşin ilginç yanı, irtica tartışmalarının, başörtüsü sorunun, laik-dindar geriliminin Türkiye’nin bağışıklık sistemini içten içe zaafa uğrattığının hiç önemsenmemesidir. Türkiye, adeta mevcut sınırları içinde, AB- ABD kıskacında kıvranmaya mahkum edilmiş gibidir. İnsanlarımız, özellikle son elli yılda, ciddi olarak bir ufuk daralmasının içine sürüklenmiş; sorunların ülkenin kendi iç dinamikleri ile çözülemeyeceği gibi bir kanaat yaygınlaştırılmış ve bu millet özgüvenini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu durum, küreselleşmenin de etkisiyle, toplumu derin bir anlam ve kimlik krizinin içine sürüklemiştir. Belki de bu sebepten hemen herkesin kafası çok karışıktır. Belki de bu yüzden, iç ve dış tehdit algılamaları sağlıklı yapılamamaktadır. Güven duygusu zayıflayınca, sağlıklı düşünme ve sağlıklı kararlar alabilme gücü de zayıflamakta; ortak akıl etkin olma imkanını yitirmektedir.
Bütün bu hususlar, Türkiye’de yaşanan derin kimlik krizini anlama konusunda ipuçları niteliği taşımaktadır. Kimlik krizi bağışıklık sistemi üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir. Bir toplumun bağışıklık sistemi, tıpkı insan vücudunun bağışıklık sistemi gibi çalışmaktadır. Bağışıklık sistemi güçlü olduğu zaman, pek çok sorun kimse farkına varmadan, kendiliğinden çözümlenmektedir. Sistemde zaaflar baş gösterince, basit sorunlar karmaşık hale gelmekte, çözüm odaklı düşünme biçimi, yerini sorun üreten bir düşünce biçimine terk etmektedir. Toplumsal hayatın doğal akışı engellendiği zaman, her şeyin rengi olumsuza dönüşmeye başlar.
Bağışıklık sisteminin güçlü olması ve sağlıklı bir şekilde işlemesi, öncelikle insanların kendilerini her bakımdan güven içinde hissetmelerine bağlıdır. Güven, en temelde özgürlük ve yaratıcılık anlamına gelmektedir; çünkü insanoğlu, ancak kendisini güven içinde hissettiği zaman özgürlüğün ve yaratıcılığın anlamını yakalayabilir. Bu aynı zamanda hayatın anlamını yakalamak anlamına gelmektedir. Özgürlüğün olmadığı yerde yaratıcılıktan ve üretimden söz etmek anlamsız olacağı gibi, güven kültüründen hiç söz edilemez. Aynı şekilde, yaratıcığın önünün tıkanması, insan özgürlüklerinin en azından kısıtlanması demektir.
Toplumsal hayatın doğal akışı, adaletin ve hukukun üstünlüğü anlayışının etkin olmasını ve toplumun bütün kesimlerince içselleştirilmesini gerektirmektedir. Temel hak ve özgürlükler, Anayasa tarafından güvence altına alınmıştır. Özgürlük, hiçbir zaman keyfilik olarak anlaşılmamalıdır. Tam tersine özgürlük, sorumluluk duygusu ile birlikte gerçek anlamını bulabilmektedir. Birey, haksızlığa uğradığı zaman, yasal yoldan haklarına kavuşacağına inanabilmeli ve güvenebilmelidir. Toplumun bütün bireyleri, kendilerinin özgür ve kanun önünde eşit olduklarını bilmek ve kendisini devletin güvenlik kalkanının içinde hissetmek durumundadır. Türkiye’de, bireysel ve toplumsal hayatın doğal akışı, ya geçmişten miras kalan sorunlar yüzünden, ya da kasıtlı olarak üretilen, “saman altından su yürütme”yi kolaylaştıracak engeller sebebiyle zorlaştırılmaktadır. Bu tür engeller, küresel ölçekte etkisi altında olduğumuz kimlik krizinin toplumsal bilinçaltındaki olumsuzluklardan da beslenerek yaygınlaşmasına ve derinleşmesine sebep olmaktadır. Bireysel ve toplumsal hayatın doğal akışını engelleyen her oluşum, bireysel ve toplumsal kimlikle irtibatlandırılmaya çalışılmakta; özellikle başarısızlıklar, yetersizlikler “kimlik” maskesiyle kamufle edilmektedir. Böylece, bireysel ihtiraslar ve çıkarlar, kimlikler kullanılarak toplumsal alana taşınmakta; çirkin boyut kolayca gözden uzak tutulabilmekte; düşmana/ öteki karşı ortak cephe oluşturmak mümkün olmaktadır. Böyle bir süreç başladığında, akla gelebilecek her şeyin, istenildiği zamanda ve arzu edilen koşullarda kimlikle bağlantılı hale getirilmesi, muşruiyetin gereği olarak anlaşılabilmektedir. İş bulamıyorsanız, bunun sebebi, etnik kökeniniz, ya da dinsel aidiyetiniz olarak görülebilir/ gösterilebilir; böylece başarısızlığın gerçek sebebi de ustalıkla göz ardı edilebilir. Bu durumun, kimlikle ilgili gerçek sorunların görülmesini ve doğru anlaşılmasını engellediğini de hatırlamakta fayda vardır.
Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler”indeki şu tespitleri, Türkiye’yi anlama konusunda bize ışık tutacak gibi görünmektedir; “Zaten çoğu zaman, kendinizi en fazla saldırıya uğrayan aidiyetinizle tanımlamaya eğilimlisinizdir; kimi zaman bu aidiyeti savunacak gücü kendinizde bulamadığınızda onu gizlersiniz, bu durumda o sizin içinizin derinliklerinde kalır, gölgeye sinip ödeşme saatini bekler; ama ister sahip çıkılsın ister izlensin, ister fazla açık etmeden ya da gürültüyle ilan edilsin, kendinizi özdeşleştirdiğiniz kimlik odur. O zaman söz konusu aidiyet –renk, din, dil, sınıf…-bütün bir kimliğinizi istila eder. Onu paylaşanlar dayanışma içinde olduklarını hissederler, birbirlerine benzerler, birbirlerini harekete geçirirler, birbirlerine karşılıklı cesaret verirler, ‘karşı taraftakilere’ cephe alırlar. Onlar için ‘kimliğini kabul etmek’ zorunlu olarak bir cesaret eylemi, kurtarıcı bir eylem haline gelir…”. (Amin Maalof, Ölümcül Kimlikler, 27) . Türkiye’de, kimliğin ne olduğu sorgulanmaksızın, yerli yersiz “kimliğini kabul etmek”, ya da “kimliğini kabul ettirmek” türündeki söylem biçimlerinin cesaret örneği olarak görülmesine, bundan sonra daha sık rastlayabiliriz. Küreselleşme, zaten yaralı olan “bilinç”e tuz basmaktadır. Bilinçaltındaki olumsuzluklar, insana tanımlanabilenlerden daha çok acı verir. Hele bu olumsuzluklar, transfer edilmiş travmaları sembolleştirerek gelişiyorsa, sonucun tahmin edilenden daha acı olmaması için hiçbir sebep yoktur.
“Her yaralı topluluğun içinde doğal olarak önderler belirir. Öfkeli ya da hesapçı bu kişiler, yaralara merhem olan ‘sonuna kadar gidelim’ söylemleriyle ortaya çıkarlar. Bir hak olan saygıyı karşıdakilerden dilenmemek gerektiğini, ama bunu onlara dayatmak gerektiğini söylerler. Zafer ya da intikam sözü verir, zihinleri ateşler ve zaman zaman incinmiş kardeşlerinden bazılarının için için rüyalarına girmiş olabilecek aşırılıklardan da yararlanırlar. Artık dekor hazırdır, savaş başlayabilir. Ne olursa olsun, ‘ötekiler’ bunu hak etmişlerdir, çok eski zamanlardan beri ‘bize çektirdikleri her şeyi’ ‘bizler’ bir bir hatırlamaktayızdır. Bütün cinayetleri, bütün haksızlıkları, bütün aşağılanmaları, bütün korkuları, isimleri, tarihleri, rakamları”. (Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, 27-28).
Eskiden, ortak dil ve kültür, din ve ortak tarih bilinci bir insanın kendisini tanımlaması için yeterde artardı bile. Fransız İhtilali öncesinde, özellikle Müslümanlar arasında öne çıkan ögenin çoğu zaman Müslümanlık olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Ancak, bu Müslümanlık, İslam ortak paydasından önce, sahip olunan mezhebin, tarikatın tanımlamış olduğu bir İslam olarak etkin oluyordu. İnsanlar, ahirette bile mezheplerine göre kendilerine bir yer bulabileceklerine inanıyorlar ve kendilerine sorulacak, “hangi mezheptensin, imamın kim?” gibi sorulara hazır cevaplarla kendilerini donatıyorlardı. Bugün bile hala anlam ve öneminden çok fazla bir şey kaybetmeyen “Dört Hak Mezhep” anlayışı, hem mezhebin dinle nasıl özdeşleştirildiğinin, hem de sosyolojik gerçeklerin din anlayışını nasıl biçimlendiğinin kanıtı olarak, asırların imbiğinden süzülüp bugüne ulaşan ilginç bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.
Küreselleşmenin de etkisiyle yaygın hale gelen kimlik krizinin Türkiye’deki ilginç bir örneğinin Sosyolojik açıdan en belirgin tezahürlerini, değişim sürecindeki Alevilik’te yakalamak mümkündür. (Bk. Hasan Onat, Değişim Sürecinde Alevilik, Köprü Dergisi, sayı 62, 1998) Daha önceleri, Aleviliğin iki ana damarı olan Kızılbaşlık ve Bektaşilik, sadece ve sadece dinsel bir aidiyet ifade ediyordu. Osmanlı’nın 1826-1839 arasını bir kenara bırakırsak, Bektaşilerle tarihleri boyunca pek ciddi sorunu olmamıştı. Hatta, Bektaşiliğin bir tür devlet tarikatı olduğunu söylemek bile mümkündü. Kızılbaşlığın farklılaşma sürecinde de etkin olan ana unsur din anlayışı idi. Daha açık bir ifade kullanmak gerekirse, Osmanlı da, Safeviler de, iki Türk devleti olarak iktidar kavgalarını, maalesef din zemininde yürütmeyi tercih etmişler; savaşın meşruiyetini dini argümanlar üzerinden temin etme yoluna gitmişlerdi (Hasan Onat, Kızılbaşlık Farklılaşması Üzerine, İslamiyat VI, 2003, 111-126). Bu durum, Türk tarihinin en ciddi kırılmalarından birisini beraberinde getirmiş; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de, Osmanlı’nın geleneğine bağlı kalarak koca Safevi Devleti’ni orada yaşayan Türkleri görmezlikten gelmesine sebep olmuştur. Aynı aymazlığın hala devam ettiğini üzülerek müşahede etmekteyiz. “Onlar Şii, biz Sünniyiz” ifadesinin, İran’ın meşhur “Devrim İhracı” hikayesiyle tekrar öne çıktığı ve özellikle diri tutulmaya çalışıldığı dikkat çekmektedir. İçeride laiklik konusunda gösterilen hassasiyet, İran söz konusu olunca Sünniliğin öne çıkarılmasında bir sakınca görmemektedir.
Cumhuriyetin kuruluşu, Osmanlı’nın çekirdeği hüviyetinde olan Anadolu’da, hem dinsel, hem de etnik açıdan bir ortak payda oluşturmuş; herhangi bir ayrıma gidilmeden –Türk, Kürt, Alevi Sünni vs.- bir bütün halinde omuz omuza İstiklal Mücadelesi gerçekleştirilmiş; bağımsızlık temin edilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde herkes kendi temsilcisini bulmuştur.
Küreselleşme, gerçekten de devletin, güç odaklarının, geleneklerin, hatta toplumun birey üzerindeki baskısını hafifletmekte; bastırılmış kimliklere, alt kültürlere ve kaybolmaya yüz tutmuş kültlere yeniden dirilme imkanı sağlamaktadır. Bu bağlamda, kapalı bir toplum niteliği taşıyan Alevilik, iki şoku birden yaşamıştır; köyden kente göçün getirdiği şok ve küreselleşmenin getirdiği şok. Bu ikisi hem ortak, hem de çok farklı istikametlerde çalışmaktadır: Kent hayatı, Aleviliğin klasik örgütlü yapısını sarsmış; Dedeler’in etkisi günden güne azalmış; mensupları Aleviliğin ne olduğunu sorgulamaya başlamışlardır. Küreselleşmenin de katkılarıyla kendi varlığının farkına varmaya başlayan Alevi-Bektaşiler, aynı zamanda bir erime sürecinin içinde bulmuşlardır kendilerini. Bu erozyon, içten bir Alevilik inşa faaliyetini gerektirmiştir. Bu süreçte, “Alevilik” kavramının sosyolojik olarak 19. asrın ortalarından itibaren hem Kızılbaşlığı, hem de Bektaşiliği kapsayacak bir biçimde kullanılmaya başlandığı hatırlanmış; Aleviliğin mevcut haliyle bölgeden bölgeye farklılık arz ettiğinin farkına varılmıştır. Alevilerin kendilerini Kürtçülüğün, Ateizmin ve Sünnileşmenin kıskacında hissetmeleri, kimlik bakımından ciddi bir panik yaşanmasına yol açmıştır. Konu hakkındaki ciddi bilgi boşluğu, maalesef, keyfi Alevilik inşalarına sebep olmuştur. Alevilik tartışmalarının TV’lere ve yazılı basına taşınması, Türklük ve İslam ortak paydasını nazarı dikkate almadan herhangi bir şey yapmanın pek mümkün olamayacağını, sağduyu sahiplerinin önüne koymuştur. Küreselleşme şoku, görebildiğimiz kadarıyla daha çok çift yönlü bir işlev görmüştür: Birincisi, Alevilik konusundaki farklılıkları –ya da yaratılmak istenilen farklılıkları- öne çıkartarak, “azınlık” kavramını yeniden tartışmaya açıp, Alevileri “dinsel azınlık” kategorisi içinde gören/gösteren bir yaklaşımla, Aleviliğin “din” olduğu teziyle yeni bir Alevilik inşa faaliyeti ortaya çıkmıştır. Bunun AB’nin de desteklediği bir proje olduğunu söylemek mümkündür. Bir avuç insanın dillendirdiği bu tezin, Anadolu genelinde şiddetle reddedildiği, bir Aleviyi kızdıran soruların başında ona “Sen Müslüman mısın?” şeklindeki sorunun geldiği açıkça görülmüştür. Bu tür gelişmeler, Alevilerin, özeleştiri niteliğinde “Ne oluyoruz? Nereye gidiyoruz?”şeklinde birtakım sorular sormalarına, dikkatlerin “ortak payda” arayışına yönelmesine sebep olmuştur. Cemal Şener’in “Alevilerin Etnik Kimliği” isimli kitabı bu arayışın örneklerinden birisi olarak gösterilebilir. İkincisi, Alevileri, köklerini aramak ve inançlarını sorgulamak zorunda bırakmıştır. Bu doğrultuda, laiklikle, bilimle, akılla örtüşen bir Alevilik arayışının açılma; Aleviliğin inançlarının sorgulanmaması gerektiği şeklindeki düşüncelerin de kapanma olarak, bu sürecin yan ürünleri olduğunu söylemek de mümkündür.
Alevilikle ilgili inşa faaliyetleri, ağırlıklı olarak dinsel aidiyet ekseninde gelişmektedir. En sağlıksız olan boyutun “Sünnilik üzerinden bir Alevilik inşa etme” çalışmaları olduğunu hemen belirtmek istiyoruz. Tarih bilincinden ve doğru bilgiden yoksun olarak, mitolojiden beslenen kök arayışları, her ne kadar uzak durulmaya çalışılsa da Alevilik’i Şiilik’e yaklaştırmaktadır. Transfer edilen seçilmiş travma Kerbela, Emevilerle ilgili eleştirilere rağmen, Arap kültürünün hem Türklerin İslam anlayışında, hem de Alevilik inşa faaliyetlerinde etkin olmasına yol açmaktadır. Kerbela olayının, insanlık tarihinin şahit olduğu en acı vaklardan birisi olması, o olayda Türklerin rolü olmadığı, Türklerin bu olaydan yaklaşık bir asır sonra kitleler halinde Müslüman olmaya başladığı gerçeğinin göz ardı edilmesine yol açtığı gibi, bu olayın taraflarının Şii ya da Sünni olmadıklarının, daha doğrusu o zaman diliminde Şiiliğin de Sünniliğin de olmadığının unutulmasına da sebep olmaktadır. Bu olayda, Yezid ve bütün Emeviler Sünni zannedilmektedir. Oysa, Kerbela olayı, Müslümanların ondört asrı aşan tarihlerinde, hiçbir grup, hiçbir cemaat, hiçbir mezhep tarafından tasvip edilmemiştir. “Ali Osman” adını birlikte isim olarak kullanan Anadolu insanı, hiçbir zaman Yezid, ya da Muaviye adını çocuklarına vermemiştir.
Türkiye’de yaşanan kimlik krizinin iyi anlaşılması ve doğru değerlendirilmesi, hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından, hem de insanlığın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Türk milleti ve Türk Devleti, hem kendisi için, hem de bütün insanlığın geleceği için var olmak zorundadır. Bunun için de, Türkiye’de, kimlik inşaına temel teşkil edecek ortak paydanın yeniden bilinç düzeyine çıkartılması gerekmektedir. Bağışıklık sistemindeki zaaflar, yapay gündemlerle enerji boşalmasına yol açmaktadır. Toplumun büyük hedeflerden yoksun kalması, kafa karışıklığını ve kargaşayı besleyen unsurlardan birisidir. Bu millet, bizi biz yapan temel ortak paydayı bilinç düzeyine taşıyıp, yeni bir uygarlık hedefine kilitlendiği zaman, tekrar farklılıkları zenginlik olarak görmeye ve değerlendirmeye başlayacaktır.





V

Dünyada olup bitenler dikkatle okunduğunda, kimlik krizinin küresel ölçekte yaygın ve etkin olduğunu fark etmemek elde değildir. Bu durum, bir şeylerin küresel ölçekte ters gittiğinin kanıtı olmalıdır. Demek ki, insanlığın yeni bir insan, yeni bir bilim-teknoloji, yeni bir tabiat, yeni bir evren ve yeni bir metafizik anlayışına ihtiyacı vardır. İnsanlığın geleceği, kimlik algısına temel teşkil edecek, insanca yaşayabilmenin temel ortak paydasının ortaya çıkmasını sağlayacak yeni bir perspektife, hatta insanın anlam arayışına cevap olabilecek, insan fıtratına ve eşyanın tabiatına uygun yeni bir genel paradigmaya bağlıdır. Bilim ve teknolojinin ürettiği gücün kontrol edilmesi ve insanın hırsının ve açgözlülüğünün dizginlenmesi gerekmektedir. Nasıl küresel şiddet ve terörün ilacı, evrensel ölçekte bir “yüksek güven kültürünün yaratılması”ndan geçiyorsa, aynı şekilde küresel kimlik krizinin üstesinden gelinmesi de, “insan olmanın başlı başına bir değer” olduğunu insana hatırlatacak bir “yüksek anlam bilinci”nin yaratılmasından geçmektedir. Her insanın “biricik” ve “özgün” bir varlık olduğu anlaşılmadan, sağlıklı bir kimlik bilincinin gelişmesi pek mümkün olmayacaktır.
Kimlik, en temelde insanın varlıksal yapısı ile ilgili bir bilinçlilik durumudur. Birey ve toplum planında sağlıklı kimlik bilincinin gelişebilmesi için, öncelikle, insan olmanın gereği olan temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, her insanın “insan olma onuru” ile ayakta durmayı başarabilmesi gerekmektedir. İnsanların kimliklerini daha çok tehdit altında olduğuna inandıkları aidiyetleri üzerinden inşa etmeye çalışmaları, “özgürlük” sorununun olduğu yerde sağlıklı kimlikten söz edilemeyeceğini göstermektedir. Evrendeki yaratıcı yeteneklerle donatılmış varlık olan insan, yaratıcılığını ancak, güvenli ortamlarda gerçekleştirebilmektedir. İnsan yaratıcılığının önündeki her engel, aynı zamanda sağlıklı kimliğin oluşmasının da engeli olarak görülmelidir. Bu hususla ilgili olarak Toynbee’nin uyarısının düşünülmeye değer olduğunu görüyoruz: “Din bana, bilince sahip ve sonuçta kaçınılmaz bir seçim yapma gerekliliği olan bir varlığın yaşamı için bir zorunluluk olarak görünüyor. İnsanın gücü ne kadar büyürse dine olan gereksinimi de o kadar artıyor. Eğer bilimin uygulaması din tarafından ilham ve idare edilmezse, bilim hırsa göre uygulanacak ve hırsa o kadar etkili hizmet edecektir ki yıkıcı olacaktır”. A. Toynbee- D. Ikada, Yaşamı Seçin, çev. Umut Arık, Ank. 1992, 50). Din, hiçbir zaman, bireysel ve toplumsal kimliğin oluşumunda tek aidiyet ögesi olamaz; ancak, bugün gelinen noktada, küresel kimlik krizinden çıkabilmek için, dinin desteğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu söylemek mümkündür. Bir başka ifadeyle, din, birey ve toplum planında sağlıklı bir kimlik inşaına ciddi olarak katkı sağlayabilir. Bu katkının daha çok anlam boyutunda olması gerektiği unutulmamalıdır.
Küresel kimlik krizinin, dayatılan kimlik inşa faaliyetleri ile yakın bağlantısı olduğu bilinen bir husustur. Batı uygarlığının tüm insanlığa bulaştırdığı, “varoluşsal anlam boşluğu”nun ürünü olan anlamsızlık hastalığı, dayatılan sun’i kimliklerle daha da kalıcı hale gelmektedir. İnsanoğlunun sağlıklı bir kimlik geliştirebilmesi için, insanın evrendeki yeri, hayatın anlam ve amacı, eşyanın hakikati, yaratılışın yasaları konusunda doğru bilgiye dayalı sağlıklı bir yüksek anlam bilincine ihtiyaç vardır. Bunun için de, Batı uygarlığının temsilcisi olduklarını iddia edenlerin, demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi yüksek evrensel değerleri kendi çıkarları için tahrip etmekten vazgeçip, Batı tipi moderniteyi dayatmak yerine, her toplumun kendi modernitesini yaratmasına imkan sağlamayı düşünmesi gerekmektedir. Batı, bir bütün halinde, dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmekten, kendi yarattığı “öteki”nin kimliğini belirlemeye çalışmaktan vazgeçmediği müddetçe, kimlik krizi küresel ölçekte yayılmaya ve insanlığın geleceğini tahrip etmeye devam edecektir.
Başta Türkiye olmak üzere halkı Müslüman olan bütün ülkelerde ciddi bir kimlik krizinin ve kimlik-sistem çatışmasının yaşandığı açıkça görülmektedir. Toplumsal sistem ve kimlik, birbirinden farklı istikametlerde çalışmaktadır. Hızlı sosyo-kültürel değişim, küreselleşmenin de etkisiyle, toplumun tüm katmanlarında çözülmelere ve yeniden yapılanmalara yol açmaktadır. Bu değişimin sağlıklı olabilmesi için, toplumsal sistem ile toplumsal kimliğin uyum içinde ve aynı istikamette çalışması gerekir. Her şeyden önce Türkiye’nin toplumu bir arada tutan temel ortak paydayı yeniden keşfederek, sağlıklı bir uzlaşı kültürü için gerekli olan temel altyapıyı kurması lazımdır. “Toplumlarda kimlik değişimi veya eski kimliğin korunması için önkoşul bu konuda uzlaşmanın sağlanmasıdır. Diğer taraftan sistemsel bütünleşme de toplumsal sistemlerin varlıklarını sürdürmelerinin önkoşulunu oluşturur. Yeterli ölçüde uzlaşma ve bütünleşme sağlanamadığı zaman ise toplum kimliğini yitirir ve parçalanır. Uzlaşma ve bütünleşme toplum içindeki bunlara yönelik eylemlerle gerçekleştirilebilir. Uzlaştırıcı ve sistemi bütünleştirici eylemler toplumsal kimlik ve sistemlerin önkoşulunu oluştururlar. Bu nedenle de eylem kavramı toplumsal çözümlemenin odak noktası haline gelmiştir.” (Erhan Atiker, Bireyseleşme ve Toplumsal Farklılaşma, İst. 1998, 6)
Türkiye, insanlığın maruz kaldığı kimlik krizini daha derinden ve daha sancılı yaşamaktadır. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, bu krizin sancılarının, aynı zamanda yeni bir uygarlığın mayalanma sancıları ile karışmış olmasıdır. Türk milletinin, insanlığa söyleyeceği ve vereceği çok şeyler olmalıdır. Bunun için de, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesine, bizi biz yapan temel ortak paydanın bilinç düzeyine çıkartılmasına ve sağlıklı bir kimlik bilincine ihtiyaç vardır.

Bibliyografya

Alaın Touranıına, Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz? çev. O. Kunal, İst. 2000.
Amin Maalof, Ölümcül Kimlikler, çev. Aysel Bora, İst. 2000.
Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, çev. Menemencioğlu, İst. 1996.
Arnold Toynbee- D. Ikada, Yaşamı Seçin, çev. Umut Arık, Ank. 1992.
Cemal Şener, Alevilerin Etnik Kimliği, İst. 2002.
Cevat Özyurt, Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma, İst. 2005.
Charles Taylor vd.,Çokkültürcülük, Hz. Amy Gutman, İst. 1996,
Erhan Atiker, Bireyseleşme ve Toplumsal Farklılaşma, İst. 1998.
Erol Göka- M. Beyazyüz, “Yeni Dünya Düzeninin Kimlik Siyaseti: Psikolojik Bir Bakış Denemesi”, Türkiye Günlüğü, sayı 83, Kış 2005.
Gordon W. Allport, Birey ve Dini, çev. Bilal Sambur, Ank. 2004.
Hasan Onat, “Kızılbaşlık Farklılaşması Üzerine”, İslamiyat VI, 2003.
Hasan Onat, “Değişim Sürecinde Alevilik”, Köprü Dergisi, sayı 62, 1998.
M. Naci Kula, Kimlik ve Din, İst. 2001.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Küreselleşme Sürecinde Kimlik, Din ve Türkiye’nin Gerçekleri
MesajGönderilme zamanı: 16.05.11, 01:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.04.09, 13:19
Mesajlar: 55
Alıntı:
Başta Türkiye olmak üzere halkı Müslüman olan bütün ülkelerde ciddi bir kimlik krizinin ve kimlik-sistem çatışmasının yaşandığı açıkça görülmektedir. Toplumsal sistem ve kimlik, birbirinden farklı istikametlerde çalışmaktadır. Hızlı sosyo-kültürel değişim, küreselleşmenin de etkisiyle, toplumun tüm katmanlarında çözülmelere ve yeniden yapılanmalara yol açmaktadır. Bu değişimin sağlıklı olabilmesi için, toplumsal sistem ile toplumsal kimliğin uyum içinde ve aynı istikamette çalışması gerekir. Her şeyden önce Türkiye’nin toplumu bir arada tutan temel ortak paydayı yeniden keşfederek, sağlıklı bir uzlaşı kültürü için gerekli olan temel altyapıyı kurması lazımdır.


Temel ortak payda İslam'dır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye