RABBANÎ MEKTUB - 285
(Abdulkadir AKÇİÇEK Tercumesi)
285. MEKTUP
MEVZUU: a) Samağ, veed, raks ahkâmı beyanındadır. b) Ruha miitallik bazı maarif..
***
NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Seyyid Muhibbillah Mankpurî'ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile..
Allah'a hamd olsun; selâm seçmiş olduğu kullarına..
*** Bilesin ki,
Allah-ü Taâlâ, seni doğru yola irşad eylesin. İrşad yolunu dahi sana ilham eylesin.
Semağ, vecd o cemaata faydalıdır ki; takallüb-ü ahval ile muttasıf, tebeddül-ü evkat ile müttesimdirler. Bir vakitte hazır, bir başka vakitte ğaibdirler.. Bazan bulurlar, bazan da yitirirler.
Bunlar, kalb sahipleridir.
Sıfat tecellileri makamında, bir sıfattan diğer sıfata geçerler. Bir isimden, diğer isine tahavvül ederler.
Hallerin televvünü, bunların vakit kazancıdır; emellerin dağınık olması, bunlara makam hasılatıdır. Halin devamı, bunlar için muhaldir. Vaktin istimrarı, bunların şanında mümtenidir.
Bir zaman, kabz içindedirler; bir başka zaman dahi bast..
Bunlar, vaktin çocukları ve onun mağlubudurlar. Bir kere, uruc ederler, bir başka kere de hübut ederler.
Tecelliyat-ı zatiye erbabına gelince., bunlar kalb makamından tamamı ile kurtulmuşlardır. Mukallib-i kalb ile ittisal etmişlerdir. Bütün halleri ile, hallerin köleliğinden kurtulmuş; hallerin muhavviline dönmüşlerdir.
Ve., bunların vecde, semağa ihtiyaçları yoktur. Bunların vakitleri daimîdir; halleri sermedîdir. Belki de, bunların ne hali vardır; ne de vakti.. Bunlar, vaktin babalandır; temkin erbabıdır. Bunlar, öyle bir vuslat bulmuşlardır ki; asla rücuu yoktur. Bunlar için, hiç bir şekilde yitirme yoktur.
Zira, bir kimsenin yitirmesi olmayınca; bulması dahi olmaz.
Evet..
Müntehilerden bir taifeye dahi, semağın faydası olur. Hem de, vaktin istimrarına rağmen.. Bunun beyanı, bu bahsin sonunda tafsilatı ile yazılacaktır inşaallah..
***
Şöyle bir şey sorulabilir:
— Hatem'ür-risalet Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
— «Benim Allah ile bir vaktim olur ki; oraya ne mürsel nebi, ne de mukarreb melek girebilir.»
Bu hadis-i şeriften anlaşüıyor ki: Vakit, daimî olamıyor. Ne buyurulur?.
Bunun için şu cevabı verebilirim:
— Bu hadis-i şerifin sıhhatini kabul ederim.
Ancak, bazı meşayih, bu hadis-i şerifte vaki olan:
— «Vakit.»
Lafzından, daimî vakti murad etmişlerdir. Yani:
— «Allah ile benim için daimî vakit..»
Demeğe gelir. Bunda şekli yan yoktur.
İkinci olarak, müstemir vakte, bazan, özel keyfiyet arız olur. Bu durumda mümkündür ki, burada:
Lafzından murad, nadir vakit ola.. Onunla murad dahi, o nadir keyfiyettir. Bu manaya göre, şekli durum ortadan kalkar.
***
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
— Mümkündür ki, nağme dinlemenin, bu nadir keyfiyetin tahlilinde medhali buluna.. Durum böyle olunca, müntehi dahi, bu keyfiyeti tahsil için, semağ dinlemeye muhtaç olur.
Bunun için dahi şu cevabı veririm:
— Bu keyfiyetin taHakkuku, çoğunlukla, namazın edası sırasında olur. Her nekadar namazın dışında bazan zuhur eder ise de; bu da o namazın neticesi ve semeresidir.
— «Gözümün nuru namazdadır.»
Hadis-i şerifi dahi, bu nadir keyfiyete işarettir. Bir başka hadis-i şerifte ise, şu mana geldi:
— «Kulun Rabbına en yakın olduğu vakit, namazdadır.»
Allah-ü Taâlâ dahi şöyle buyurdu:
— «Secde et; yaklaş.» (96/19)
Hiç şüphe edilmeye ki; her bir vakitte ilâhî yakınlığın daha ziyade ve gayrın nefy mecali yine onda daha şiddetli olduğu olur.
Üstte anlatılan âyet-i kerime dahi işaret eder ki: O anlatılan vakit namazdadır.
Vaktin istimrarı, vasim devamı üzerine delil olarak, meşayihin ittifakı vardır.
Bu manadan olarak. Zünnun-u Mısrî şöyle dedi:
— Dönen olduysa, ancak yoldan döndü; vâsıl olan dönemez.
— Yaddaşt..
Tabiri dahi, huzurun devamından ibarettir. Ve bu: Yüce Mukaddes Zat ile, Hacegân tarikatında olması mukarrer bir iştir. Allah ruhlarının kudsiyetini artırsın.
Hülâsa..
Vaktin devamını Ltkâr etmek, vusulün olmadığına alâmettir.
Meşayihten bazıları, meselâ, İbn-i Ata ve emsali zatlardan az bir cemaat, vâsıl olanın, sıfat-ı beşeriyyeye dönmesine cevaz vermişler ise de; bundan vaktin devamlı olmadığı anlaşılır. Ancak, bu muhalif söz rücuun cevazında olup vukuunda değildir. Zira rücu, vaki manasından ayrı bir şeydir. Bu elbette böyledir; erbabına dahi bu mana gizli değildir.
Vâsıl olanın, dönemeyeceği üzerine, meşayihin ittifakı sabit olmuşur. Bazılarının muhalefeti var ise de, bu da rücuun cevazına dairdir
***
Müntehilerden bir taife için, Lâyezali Cemal'in müşahedesine vâsıl olduktan sonra, kendilerinde kuvvetli bir soğukluk hâsıl olur.
Bunlar, kemalât derecelerinden bir dereceye de vâsıl olduktan sonra; kendilerinde tam bir nisbet hâsıl olur ki bu: Onların vuslat mendillerine yükselmelerine de mani olur. Vuslat menzillerinin mühim olan derecelerini dahi, henüz kat etmemişlerdir. Son yakınlık derecelerinin sonuna varamamışlardır.
Bu kimselerde bürudet bulunmasına rağmen, uruca meyilleri vardır; kemal manada yakınlığı dahi temenni ederler. İşte anlatılan bu suret takdirine göre; semağ, bunlar Hakkında faydalıdır: harareti dahi mucib olur.
Durum, yukarıda anlatıldığı gibi olunca, her vakitte, seınağ yardımı ile yakınlık menziline uruc bunlara müyesser olur. Amma sükûnet bulduktan sonra, o menzillerden inerler. Ne var ki. beraberlerinde, o uruc makamlarından ve bir renk, bir vasıf getirir ve ona boyanmış olurlar.
Bu vecd, kayıptan sonra değildir. Zira, kayıp bunlar için, yoktur. Bunu, vaslın devamlı olmasına rağmen, vuslat menzillerine terakkileri dolayısı ile elde etmişlerdir.
Müntehilerin ve vâsılların semağı ve vecdi dahi bu kabildendir.
Evet., bunlara fenadan ve bekadan sonra her nekadar cezbe ihsanı olmuş ise de; kendilerine kuvvetli bir soğukluk arız olduğundan, onunla yetinmemişlerdir. Yani: Uruc ve vuslat menzillerinin terakkilerini tahsilleri için.. Dolayısı ile semağa muhtaç olmuşlardır.
Meşayihten bir başka taife ise., velâyet derecesine ulaştıktan sonra; nefislerini kulluk makamına bırakırlar. Ruhları dahi, asli makamında mukaddes zat tarafına müteveccihtir. Burada dahi, nefislerinin bir sıkıştırması yoktur.
Ruha her ne zaman, nefs-i mutmainle makamından bir meded gelirse., kulluk makamında rüsuh bulur; temekkün eder. Ruha dahi, bu imdad sebebi ile, matlub ile has bir münasebet hâsıl olur.
Bu büyüklerin itminanı, ibadettedir. Sükûnları dahi, ubudiyet ve taat haklarını eda etmektedir.
Uruc meyli bunların tabiatlarında yoktur. Suud şevki dahi içlerinde azdır. Şeriata mütabaat nuru, alınlarında parlar. Basiret gözleri, sünnete ittiba sürmesi ile sürmelenmiştir. Böyle olunca, hic şüphe edilmeye ki: Basiretleri keskin olur; pek yakında bulunanı görmekten aciz kaldıklarını bunlar uzaktan görürler.
Her nekadar bunların urucu az ise de; lâkin, kendileri nurani olup asıl olan nurla münevver olmuşlardır.
Onların bu makamda, büyük şanları ve yüksek kadirleri vardır.
Dolayısı ile, bunların semağa ve vecde ihtiyaçları yoktur. Semağ namına bunlara ibadet verilir. Uruc namına, asalet nuru ile nurlanmış olmaları kendilerine yeter.
Semağ ve vecd ehlinden mukallid olan bir cemaat, bu büyüklerin azim şanına vukufları yoktur. Kendilerini aşıklar sanırlar isimlerini de:
— Z ü h h a d . (zahidler.)
Koyarlar. Yine onlar sanırlar ki: Aşk ve mahabbet, raks ve vecde inhisar etmiştir.
Yine müntehilerden bir taifeye: Seyr-i ilellah meşleklerini kat edip bekabilleh ile taHakkuk ettikten sonra, kuvvetli bir cezbe verilir. Bu şekilde, cezbe zinciri ile, çekilip alınırlar. Orada bürudet sirayeti memnudur; tesliye dahi caiz değildir.
Bunlar, uruc için, garip işlere muhtaç olmazlar. Semağın ve raksın, bunların dar halvetine giriş yolu yoktur. Ne vecd, ne de tevacüd, bunlara göre makbul bir şeydir.
Bu incizabî uruc ile. mümkün olan vusul mertebesinin sonuna ulaşırlar.
Resulûllah S.A. efendimize mütabaat sebebi ile, ona mahsus olan makamdan nasibe nail olurlar.
Vusulün bu çeşidi, efrad taifesine mahsustur; kutuplara bu makamdan nasip yoktur.
Anlatılan çeşitten bir vuslata varan vâsıl, eğer âleme döndürülürse.. bu sırf Sübhan Hakkın fazlı ile olacaktır. Ki: İstidadlı kimselerin terbiyesi ona havale edilir.
İşbu zat, anlatılan halde nefsini ibadete atar; ruhu ise., mukaddes zata müteveccihtir. Hem de nefis olmadan..
Anlatılan zat, kemalât-ı ferdiyeyi cami olup tekmilât-ı kut biyeyi havidir. Burada:
— Kutup..
Dediğimizden murad, kutb-u irşad olup kutb-u evtad değildir.
Zıllıyet makamlarının ilimleri, maarif derecelerinin asliyeti buna müyesser olmuştur. Hatta, bunun bulunduğu makamda ne zili vardır: ne de asıl.. Zira bu zat: Zilli da, aslı da geçmiştir.
Cidden böyle kâmil ve mükemmel bir zatın varlığı bulunmaz bir şeydir.
O kadar ki: Uzun asırlardan, uzun zamanlar geçtikten sonra onun zuhuru olsa dahi, bir ganimettir. Âlem, onunla nurlanır. Onun nazarı, kalb marazlarına şifadır. Onun teveccühü, beğenilmeyen düşük huyları atar.
Bu, öyle bir zattır ki: Uruc mertebelerini tamam etmiş; ubudiyet makamına nüzul ederek, ibadetle mutmain olmuştur; onunla ünsiyet etmiştir.
Bu taifeden bazıları, abdiyet makamı için intihab edilmiştir; ki, onun üstünde bir makam yoktur. Yani: Velâyet makamları arasında.. İşbu zat, onunla müşerref olur.
Mahbubiyet mansıbının kabiliyeti ona bırakılmıştır.
O velâyet mertebelerinin kemalâtini camidir. Davet derecesi makamlarını dahi havidir.
Nübüvvet makamına has olan velâyetten dahi hazzını almıştır. Hülâsa, şu mısra, onun Hakkında olsa pek doğrudur: Toplanmış güzellikler onda bütünüyle..
***
Semağ ve vecd, müpediler için muzırdır; onun yükselmesine münafidir. İsterse, şartlarına göre olsun. İnşaallah, semağın şartlarından bir nebze, bu risalenin sonunda yazılacaktır.
Müptedinin vecdi maluldür. Hali vebaldir. Hareketi tabiîdir. Harekete geçmesinde dahi, nefsanî heva karışıktır. Müptediyi kasd ediyorum; erbab-ı kulubdan dahi değildir. Zira erbab-ı kulub müptedi ile müntehi arasında mutavassıttırlar. Müntehi ise., fanifillah ve bakibillah olmuştur. Vâsıl olan kâmil dahi budur.
İntiha için, bazısı bazısının üstünde dereceler vardır. Vusul için dahi mertebeler vardır ki; sonsuzlara kadar kat edilmesi mümkün değildir.
Hülâsa..
Semağ, mutavassıtlar ve müntehilerden bir taife için faydalıdır. Bu mana daha önce de anlatıldı. Lâkin, şunun bilinmesi gerekir ki: Semağa erbab-ı kulub muhtaç değildir. Ancak, bunlar arasında, henüz cezbe devleti ile müşerref olmayıp da, mesafeleri riyazet ve ağır mücahedeler ile kat etmek isteyenlere bu durumda, semağ imdada gelir ve onlara muin olur. Amma erbab-ı kulubdan meczuplar zümresinden olanlar; ki bunların mesafeyi kat etmeleri cezbenin yardımı ile olacaktır. İşte bunlar, semağa muhtaç değillerdir.
Şunun da bilinmesi gerekir ki; semağın faydası, erbab-ı kulub için mutlak değildir. Bundan faydalanmaları, bazı şartlara bağlıdır. O şartlar olmadan olmaz; o zaman iş boş olur, savrulup giden kuru ağaç kabuklarına döner.
Bu şartlar cümlesindendir ki: Nefsinin kemal bulduğuna itikad etmeye..
Eğer nefsinin tamam olduğuna itikad ederse., o: Mahpustur.
Evet, hali yukarıda anlatıldığı gibi olana semağ, urucdan yana bir şey getirir. Amma, semağ vaktinde çıktığı makamdan, sükûnet bulduktan sonra, düşer.
Halleri istikamet üzere olan büyüklerin kitaplarında, semağın beyan edilen şartları vardır ki; onların pek çoğu, bu zamanın adamlarının çoğunda yoktur. O eserlerden biri de Avarif'ül-Maarif, adlı kitaptır.
Bu zamanda şayi olan semağ, şu anlarda alışılmış olan içtima hic şüphe edilmeye ki: Muzırdır; hem de katıksız. Hale münafidir. Onda uruc için, hiç bir ümit yoktur. Onunla suud ve terakki dahi tasavvur edilemez.
O mahalde semağın yardımı yoktur; amma o mahfilde semağın mazarratı mevcuddur.
Bir Tenbih..
Semağ, bazı müntehilere nisbetle faydalı ise de., lâkin onlann önlerinde, henüz uruc mertebeleri bulunduğu için, vasat olanlardan sayılırlar. Husulü mümkün olan uruc mertebeleri tamamı ile dürülmedikçe, intiha bunlarda yoktur. Bunlar için:
— İntiha..
Tabirinin kullanılması, ancak, seyr-i ilellah nihayeti itibarına göredir. Bu seyir dahi, ism-i ilâhîye olacaktır. Salik, dahi bu durumda, o ismin mazharıdır. Bundan sonraki seyir, o ismin kendisinde ve ona taalluk eden şeylerde olacaktır. O ismi ve ona taalluk edenleri geçtikten, ki onlar: Erbabına in kişaf eder; hakikî müsemmaya da vâsıl olduktan sonra, o zaman orada fena ve beka hâsıl olur. İşte hakikî müntehi o zaman olur. Sevr-i ilelahın hakikati dahi, o mahalde taHakkuk eder.
İsme kadar olan seyri, seyr-i ilellahtan olarak, birinci nihavet saymışlardır; bunu dahi ondan itibar etmişlerdir. Bu mertebede fenanın ve bekanın husulüne dahi, velâyet ismini itlak etmişlerdir.
— Seyr-i fillah için nihayet yoktur.
Denilmesine gelince., bu seyir, beka zamanında ve uruc menzillerini aştıktan sonra olan seyirdir. Bu seyrin nihayetsiz oluşunun inanası dahi şöyledir.
Eğer seyir, bu isimde tafsilatı iie vaki olur ve onda derc edilen suunat, ile tahalluk ederse., onun nihayetine ulaşamaz. Zira, her isim sonsuz şuunatı şümulüne almıştır. Amma, o isimden terakki isterse.. o zaman mümkün olur ki; onu bir adımda aşıp geçe., nihayetin nihayetine vara.. Şayet orada istihlâke varırsa., ne büyük şereftir. Eğer oradan halkın terbiyesi için geri dönerse., o ne büyük fazilettir: keramettir.
Sanmayasın ki, o isme ulaşmak kolay bir iştir. Can vermek lâzımdır ki; o devletle müşerref oluna.. Acaba o kimdir ki: Akranı arasında bu büyük devlet ile müşerref olup imtiyaz bulmuştur.
Tenzih ve takdis olarak hayal ettiğin çoğu kez, teşbihin ve lankisin aynı olur. Hatta, tenzih olarak hayal ettiğin pek çok mertebeler; ruh makamından daha aşağı ve daha düşüktür. O tenzih ki, arşın dahi üstünde olduğu hayali sana gelir; amma o teşbih dairesine dahildir. Münezzeh olarak, keşf olan bu durum, ruhlar âleminden gelmektedir. Zira, arş buudların nihayeti ve cihetlerle hududludur. Amma, ruhlar âlemi, cihetlerin ve buudların ötesindedir. Kaldı ki, ruh lâmekânîdir; ona mekân sığmaz. Ruhun isbatı dahi, arşın, ötesindedir.
Vehmetmeyesin ki, ruh senden uzaktır ve seninle onun arasında uzun mesafe vardır. Zira, durum öyle değildir. Çünkü ruhun nis-beti, lâmekânî olmasına rağmen, bütün zamanlara aynı seviyede gelir.
— Ruh arşın ötesindedir.
Kavli için, başka bir mana vardır; oraya varıncaya kadar anlayamazsın.
***
Sofiyeden bir taife; tenzihi ruha vâsıl oldukları ve onu arşın üstünde buldukları için, hayal ettiler ki: O, Şanı Yüce Allah'ın tenzihi dir. Bu makamın ilimlerini ve maarifini dahi, çetin ilimlerden zanttettiler. Bu makamda, istivanın esrarını da hallettiler. Hak olan şu ki. Bu nur, ruhun nurudur.
Aynı karışık durumun benzeri, Fakir'e dahi arız oldu. Ki bu: O makamın husulünde olmuştu. Lâkin, Sübhan Hakkın inayeti bana yetişti; beni vartadan kurtardı. İşte o zaman anladım ki: O nur, ruhun nuru olup ilâhî nur değildir.
Bir âyet-i kerime meali:
— «Allah'a hamd olsun ki: Bunu bize hidayet etti. Allah bize hidayet etmeseydi; biz buna kavuşamazdık.» (7/43)
Ruh, lâmekâni olduğundan lâmisalî olaraktan da yaratıldığından: şüphesiz, iştibah mahalli olmaktadır..
Allah, Hakkı hak eder; bu yola hidayet eden odur.
Onlardan bir cemaat ise., o nuru alırlar da inerler. Yani: Arşın üstünde bulunan ruh nurunu.. Kendilerine dahi o nurla beka hâsıl olur. Böyle olunca da kendilerini teşbih ile tenzih arasını cem etmiş sanırlar. Bu nuru, kendilerinden ayrılmış buldukları zaman dahi, sanırlar ki: Bu makam, cemden sonra farktır. Sofiye arasında bu misilu mugalatalar çoktur.
İhtiyatın mahalli, galat zanlarının bulunduğu yerden koruyan Sübhan Allah'tır.
***
Bilinmesi gerekir ki.
Ruh, her nekadar bu âleme nisbetle lâmisli (misilsiz) ise de, lâkin, hakiki olan lâmislîye nisbetle misli dairesine dahildir. Sanki o: Misli olan âlem ile, Hakikî Mukaddes sat arasında bir berzahtır; her iki tarafın vasfı dahi kendisinde vardır; her iki tarafın itibarı da onda sahihtir. Amma, hakikî manada lâmislî böyle değildir. Zira, misli için ona varacak yol yoktur.
Bir salik, bütün ruh makamlarını aşmadıkça, bu isme vâsıl olamaz.
Onun için uygun olur ki: Başta bütün sema tabakalarını geçe; hatta arşı dahi.. Tamamı ile imkân levaziminden dahi çıkacaktır.
Bundan sonra ikinci olarak, ruhlar âleminin lâmekânî mertebelerini geçmesi lâzım gelir. İşte o vakit, bu isme vâsıl olur.
Bir şiir:
Mevlâna sanır kendi vâsıl; Zandan gayrı ona ne hâsıl?.
*** Sübhan olan o Yüce Zat, ötelerin ötesindedir.
Bu halk âleminin ötesinde, emir âlemi vardır. Emir âleminin ötesinde dahi; esma, şuunat zilli, asalet, icmal ve tafsil olarak vardır.
Yakışan odur ki: Hakikî matlup bu zıllî, aslî, kevnî, ilâhî, icmalî ve tafsili mertebelerin ötesinde taleb edile..
O kimdir ki, bu nimete ermiş. ola.. O ne büyük devlet sahibidir ki: Bu devlet ile müşerref ola.. Bir âyet-i kerime meali:
— «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah, büyük fazlın sahibidir.» (62/4)
***
Akıllı olana yakışır ki: Üstün himmet sahibi ola.. Bu yolda, her kolay gelen işe sarılıp onunla yetinmeye.. Matlubu, ötelerin de ötesinde araya..
Bir şiir:
Nasıl erilir o saadete hep oralar;
Yüksek yüksek dağlar, tehlikeli uçurumlar.
***
Bir Başka Tenbih..
Bilesin ki,
Vaktin devamı ve istimrarı o şahsa bırakılmıştır ki; mutlak fena ile taHakkukundan sonra, bekabillah ile müşerref olmuştur. Hususî olan ilmi dahi, huzurî ilme tebdil edilmiştir.
Bu bahsi, bir beyan ile izah edelim..
Bilesin ki,
Herhangi bir ilim ki: Âlime, kendi zatının ötesinden hâsıl olur; bunun ona husul yolu Malumun sureti, âlimin zihninde husule gelmesidir.
Herhangi bir ilim ki: Onun husulünde, suret husulüne ihtiyaç yoktur; o, insanın kendi zatını bilmesi olup huzurî ilimdir. Zira, zat, kendi nefsi ile âlimin yanında hazırdır.
Malumun sureti, husulî ilimde hâsıl olduğu süre: O, müteveccihin zihninde malumdur.
O suret, zihinden zail olduğu zaman, o zihni teveccüh dahi zail olup gider.
Husulî ilimde teveccühün devamı, âdeta muhaldir. Ama, huzurî ilimde böyle değildir. Zira bu makamda, bilinen şeyden gaflet mutasavver değildir. Şundan ki: Bu ilmin taHakkuk menşei, âlimin zat huzurudur. Bu huzur da, daimî olduğu süre; ilim dahi, aynı şekilde bizzat daimî olur. Teveccühün, onun gayrına kayması mümkün değildir.
Bekabillahta dahi, huzurî ilim vardır; bunun da zevali mümkün değildir.
***
Zannetmeyesin ki:
— Bekabiilah..
Demek, salikin kendini Sübhan Hakkın aynı bulmasıdır. Nitekim, bu taifeden bazıları, Hakkalyakini bu ibare ile anlatmışlardır. Amma, o böyle değildir.
Zira: Bekabillah öyle bir şeydir ki, mutlak fenadan sonra müyesser olur. Bu misillu ilimler ona münasip değildir.
Bazılarının söylemiş olduğu Hakkalyakin dahi, o bekaya münasiptir ki: Cezbede hâsıl olur. Amma bizim maksudumuz olan beka bu değildir.
Bir şiir:
Vallahi, bilemezsin şarap tadı hoş; Ta ondan tadıp sarhoş olmadıkça boş..
***
Teveccühün istimrarı, huzurun devamı ancak bekabillahta sabit olurlar. Bekabillah ile taHakkuktan evvel, teveccühün devamına imkân yoktur. Her nekadar bu mana, birçoklarına; bu makama vusul bulmadan evvel tevehhüm yollu gelir ise de, hak olan benim tahkikimdir; doğrusu bana ilham olunandır.
Doğruyu en iyi bilen Sübhan Allah'tır. Dönüş ve gidiş onadır.
Evvel âhir âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun.
Daima ve her zaman, salât ve selâm onun Resulüne..
***
|