Bense, kişisel anlamda, şahsıma şans üstüne şans tanındığını, ders üstüne ders verildiğini biliyordum. Ders için Şeyh Efendi'nin önüne her oturuşumda, bana yol gösteriyordu. Aslında hiçbirşey bilmediğimi çok iyi bildiğim halde, onu etkilemeyi ve bildiklerimi ona arzetmeyi öylesine istiyordum ki. Kendisinin bir hafız olup olmadığı yolundaki şüphelerimi nihayet yendikten sonra, kendi bilgimi terk edip ona teslim oldum. Şeyhimin onun hakkında söylediği onca açık seçik şeye rağmen, bu şüphenin hâlâ devam etmesi şaşırtıcıydı. Ama o şüphe gene de oradaydı işte; nitekim Şeyh Ahmed de beni iyice kendine çekmek için bu şüpheyi vesile yaptı. Çoğu kez ben okumaya başlayınca, o da uyuklamaya başlar, ya da öyle görünürdü, ama bir tek kelimeyi ya da harfi yanlış telaffuz etsem, gözünü hiç açmadan, hemen düzeltirdi. Onunla yaşadığım bu basit tecrübe, çocukken çok sık duyduğum bir deyişteki hikmeti anlamama vesile oldu. "Her kapalı göz uyku değil, her veda ayrılık değildir." Şimdi, bu sözleri, tamamen ayrı bir çerçeve içinde, şaşırtıcı yeni zenginlikleriyle kavrıyordum. İçimde bunca şüpheyle bu noktaya geldikten sonra, ardı ardına gelen tecrübeler teslim olmaktan Başka bir seçeneğim olmadığını öğretiyordu. Sadece, nihayet teslimiyet gösterdiğim bu noktada biraz olsun ilerleme kaydettim ve nihayet birşeyler öğrenmeye başlayabildim. Bu öğrenme, hem içe, hem de dışa doğruydu. Bu defa, derslerin dışa doğru olan yanı, tecvid ve kıraâtti. Bu dersler kıymetliydi şüphesiz, ama Kur'an'ın sadece 'kemiği'ni oluşturuyordu. İçe doğru olan dersim ise, kalbimde büyüyen ve artık beni tamamen yeni ve farklı anlamlara yönelten o duygu sayesinde gerçekleşti. Ancak teslimiyet ve kalbimin keşfi sayesinde, Kitab'ın 'iliği'nin lezzetini ilk kez tattm. Biri Şemseddin-i Tebrizî'ye sordu: 'Marifet nedir?' 'Kalbin Allah'ı tanımakla ihya edilmesidir,' diye cevap verdi.... 'Marifet kalptedir, zikir dildedir' (Eflakî’ninTheWhirling Ecstasy adlı kitabından) Bir gün bir ders sonrası, Tekke'de Şeyh Ahmed'le birlikte oturuyordum. Cebinden küçük bir ilâhi kitabı çıkardı ve en etkileyici, büyüleyici bir makamda söylemeye başladı. Hayretle ve serapa hazla dilsiz kesilmiş halde dinledim. İlâhinin orta yerinde ağlamaya başladı. Gözyaşları, akıl ermez bir aşk ve duyguyla yanıp tutuşan bir volkanik akıntının boşanan selleri gibi akıyordu. Sevincinin boyutları ya da üzüntüsünün derinliği arasında bir ayırımda bulunmaktan âciz, ne edeceğimi bilmeden, önünde sessizce oturdum. İyiden iyiye etkilenmiş, nutkum tutulmuş ve duygularla dolup taşmış olmama rağmen, gözümden tek damla yaş akmadığını farkettim. Daha sonra, bana bu mısraları kendi Şeyhinin yazdığını söyleyince, derin bir üzüntüye kapıldım. Kendi Şeyhime duyduğum sevgiyi düşündüm; sımsıcak sevgi yaşları döken asil kalpli Şeyh Ahmed'inki ile mukayese edince, çok yetersiz ve eksik göründü. Şeyh Ahmed ile bu görüşmemizin üzerinden çok geçmeden, Şeyhimle bir telefon görüşmesi yapma fırsatım oldu. Kendisine, yaşadığım tecrübeyi ve kendimle Şeyh Ahmed arasında ne kadar az ortak yan gördüğümü anlattım. Kendime yönelik şikâyetlerimi dinleyince, kim olduğumu ve ne gibi bir makama geleceğimi asla tam anlamıyla bilmeyeceğimi söyleyerek beni şiddetle uyardı. Sonra da sevgiyle dedi ki: "Şu anda beklediğin şey, sahip olacağın ya da bizzat erişebileceğin bir şey değil. Sen hapşıramıyorum diye kaygılanıyorsun, ama Şeyh Ahmed çoktan grip olmuş." Şeyh Ahmed'den ben nasıl birşeyler öğrendimse, halkamızdaki her mürid de aynı yolla birşeyler öğrendi. Programı, kendisini tek tek her birimizle ve hepimizle düzenli, yakın bir temasa sokuyordu ve birkaç hafta içinde, birbirimizi karşılıklı anlama gayretimiz sayesinde, iletişimimizde tamamen istediğimiz, inandığımız ve güvendiğimiz bir düzey tutturmuştuk. Her birimiz kendi enfüsî mücadelemizin nev'i şahsına münhasır özelliklerine uyan bir ders aldıysa da, bazen bir başka müridin mücadelesi ile özdeşlememiz sayesinde de dersimizi aldığımız oldu. Bu da bizi bir grup olarak, kolektif biçimde daha kapsamlı derslere ya da Tarikat'da bir manevî tekemmüle erişmeye açtı. Şeyh Ahmed ile geçirdiğimiz zaman azaldıkça, çok geçmeden onun da gitmiş olacağı gerçeği kendini yavaş yavaş hissettirmeye başladı. Beni büyük bir nezaketle, ama ısrarla gideceği konusunda uyarıyordu, ama ben hiç oralı değildim. Daha sonra, bir gün namaza durmak üzere olduğumuzda, bu mesajın anlamını nihayet kavradım. Eliyle namazı benim kıldırmamı işaret etti ve gülümseyerek gözlerime bakıp "ene misafir" -ben seferîyim- dedi. Böylece beraberliğimizin ne şimdi, ne de daha sonra kalıcı ya da sabit olamayacağını ima ediyordu. Şeyh Ahmed, tıpkı leylakların çabucak solması gibi aniden geldi ve bizi büyük bir süratle, zamanından önce terketti. Sanki bizimle kısa ve uçucu bir an için birlikte olmuş, sonra da bir uçağa binip maviliklerde kaybolmuş gibiydi. Narin bahar tomurcuklarınınkigibi tatlı rayihası, benimle kaldı; bana bellettiği her duada, bir gülün eşsiz taç yaprağı gibiydi. Şeyh Ahmed'in gidişi, beni sersemlemiş ve yarı yarıya afallamış halde bıraktı, oysa bu, benim için yeni bir duygu değildi. Yıllar içinde öylesine sıkça bu duruma düştüm ki, bu duygu benim normal duygu hali'min bir parçası gibi görünmeye başlamıştı. Bir müridin hayatı değişimlerle ve eşyayı olduğu gibi anlamayı öğrenme yolunda karşılaştığı zorlu imtihanlarla doludur. Kendimi bu âşinâ noktada bulunca, Şeyh Ahmed'le yaşadığım olayları bir bir gözden geçirdim ve onun hayatıma girmesiyle neler kazanmış Olabileceğimi anlamaya çalıştım. Arapça derslerinin, Kura’n üzerinde bukadar yoğunlukla durmanın ve neredeyse iki ay geceler boyunca anlamını pek azımızın kavradığı ve aslında bilmeye de pek meraklı olmadığı dua ve münacatlar okumanın faydası neydi? Bu soruları yaklaşık iki ay boyunca kafamda evirip çevirdikten sonra, aniden bir kapalı devre cevaplar akmaya başladı. Bu arada, Şeyhimiz bizi beklenmedik bir toplantıya çağırdı. Çok geçmeden sonmuş gibi görünen şeyin aslında sadece bir başka başlangıç olduğunu ve Şeyh Ahmed Tekke'den gitmiş olsa da onun hayatımdan çıkmadığını anladım. Şeyhin davet ettiği bu toplantı, kendi arayışçı kalbimin esrarını önümde açan sonraki bir dizi olayın ilki oldu; üstelik olayların akışı içinde Şeyh Ahmed Efendi ile tekrar karşılaşacaktım.
Toplantı günü, Şeyhimiz gayet net ve hiçbir muğlaklığa meydan vermeksizin, bizi bir araya toplamaktaki temel amacının, Tevekkül imtihanında büyük bir hezimete uğradığımızı bildirmek olduğunu belirtti. Şeyh Ahmed, bizden ayrılışının hemen ardından, Şeyhe ilerleme kaydedip kaydetmediğimize dair bir rapor iletmişti. Şeyh Ahmed, davranışlarımızın ve hizmetimizin eleştirilecek hiçbir yanı olmadığını, ama Kur'an öğrenmekle ya da bununla ilişkili Arapça temel derslerle hiç mi hiç ilgilenmediğimizi söylemişti. Sözlerine devam eden Şeyh, müslümanların gittikçe ender hale gelen küçük bir insan grubu olduklarını, pandalar misali neslinin giderek azaldığını ve tükenmeğe eşiğine geldiğini, dünyanın cazibesine teslim olduklarını da ekledi. "Dünyayı unutun,"diye uyardı bizi. "Başarılarınızı, başarısızlıklarını da unutun. Hedeflerinizi bir tarafa bırakın! Vaktinizi hikmetli kullanın yeter, her an gemiyi kaçırabilirsiniz, Nuh'un gemisinin kapılarının kapanacağı saat gelip çatabilir. Sizin derdiniz şehid olmak, Allah’ın birliğinin şahidi olmak olmalı."
Uçak kapısının aşina fakat ani bir "tıss" sesiyle kapanışını duyduğumda, birden bu uyarıyı hatırladım. Şeyh Ahmed bizden ayrılalı bir yıl olmuştu ve ben şimdi Hacc’a gidiyordum. Mekke yolunda birkaç şehri ziyaret edecektim, bunlar arasında Şeyh Ahmed'in memleketi Konya da vardı. Yola çıkmadan evvel Şeyhimle görüştüm; bana nereye gitmem ve kimleri görmem gerektiği konusunda bir gezi programı sundu. Ayrıca beni umutlandırmak için teşvik edici sözler de söylemiş ve eklemişti: "Senin derviş olmanı istiyorum. Zaten, dönüşünde seni derviş yapacağım ve başına külah koyacağım." Bu sözler de önümde açılan olaylar dizisinin ve daha büyük derslerin önemli bir parçasını oluşturacaktı. Şeyh kalbimdekileri harfiyen biliyordu ve benim kalbimde, yola yeni çıkmış müridlerin çoğu gibi abes şeylerle ve aslında önemi olmayan şeyleri isteyen boş umutlarla doluydu: manevî yolda ilerleme isteği, bir mevki, bir unvan, bir nişan ya da bir cübbe isteği -ki bunların hiçbirinin bir dervişin ya da fakirullah denen, mal mülk açısından yoksul, ama Allah aşkınca zengin insanların kalbindekilerle hiç ilgisi yoktu.
Bu yolculuğun ilk bölümünde, Yugoslavya'nın Belgrad şehrine geldim. Havaalanından otobüsle tren garına gittim. Gara girdiğimde tümüyle çaresiz kaldığımı gördüm. Her şey Slavca yazılmıştı ve polisler dahil hiç kimse, hatta enformasyon kulübelerindeki görevliler bile ingilizce bilmiyordu. Allah'a şükür ki, genç bir çocuk elimdeki tesbihi fark etmişti. Birkaç kez önümden geçtikten sonra, sanırım bana bir de alıcı gözüyle bakmak için, kalabalığın içinde gözden kayboldu. Derken birden, yoktan varolmuşcasına, yanında, daha sonra babası olduğunu öğrendiğim bir adamla yeniden belirdi. Önümde saygılı bir niyazla eğilip birazdan "Huuu" diye fısıldayarak, kendilerinin derviş olduğunu belli ettiler. İngilizce bilmiyorlardı, ama gene de bir şekilde iletişim kurmuştuk ve beraberce trene bindik. Güneş yavaş yavaş tipik, ama güzel küçük bir Yugoslav evinin kırmızı kiremitli damının ardında batarken, trende tablo gibi bir dağ yamacında ağır ağır ilerliyordu. Ertesi sabah derviş ve oğlu, trenden indiler. Beni de, memleketlerinden trene binen bir başkasına emanet ettiler, onun yardımıyla, dosdoğru Prizren'deki Tekke'nin kapısına bırakıldım. Eğer seyahatlerin bir kalbi olmuş olsaydı, Prizren'de kalışım herhalde bu seyahatin kalbi olur, orada geçirdiğim her anda, aşk dolu bir kalp vuruşuna dönerdi. Kendimi evimdeymişim gibi, huzur içinde hissediyordum ve ayrıldığımda hayli hüzünlendim. Gelişimin sabahında beni, Şeyh Câmîi'nin karısı Mima Hanım karşıladı. O ve Şeyh Cami, Amerika'da hayli uzun süre bizimle birlikte bulunmuşlardı, onları yeniden görmek beni hayli rahatlatmıştı. Mima Hanım, beni büyük bir samimiyetle karşıladı, ailemi ve isimlerini tek tek sayarak, Tekkemizdeki diğer müridleri sordu. Daha sonra Şeyh Câmi Efendi geldi, birlikte kahvaltıya oturduk –Hatırladığım ilk şeylerden biri, Şeyh Nûn'un benim gelişimden sadece bir gün önce Prizren'de bulunmuş olmasıydı. Bu insanların dolaşma tarzları bana ilginç geliyordu. O sıralarda dikkatimi üstünde özellikle odaklamış olmasam da, yıllar önce, gökten zembille inmiş gibi bana kendi Şeyhinin mesajını getiren Garip Adamın sırrını belki bilir diye de bir umut vardı içimde. Ama Prizren'deki günlerim gayret ve şevkle dolu oldu, o yüzden Şeyh Nûn'u çok fazla düşünemedim. Her gün, bazen bir, bazen daha da sık, Şeyh Cami Efendi'nin evinde beraber yemek yiyorduk. Bazen de, dervişlerin sofrasına oturuyordum. Bir dervişin aslında nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye başladığım yer Prizren oldu. Onlar arasında yaşadım, çalışmalarını ve eğlenmelerinigördüm. Allah’a aşklarının ateşinden yükselen sıcaklığı ve zikirlerinin hazzındaki yakıcı sevinci hissettim. Bu insanlar dünyanın tadı tuzu olmalıydılar. Kalpleri aşk ateşiyle yanıp tutuşuyordu, kendilerini tamamen Allah'ta fani etmişlerdi ve Şeyhlerine sarsılmaz bir sadakatle bağlıydılar. Halleri, tavırları lekesizdi; tevazuları öylesine içten ve yapmacıklıktan uzak, hizmetleri öylesine sevgi dolu ve cömertti ki onları sevmemek ve onlar gibi olmayı istememek insanın elinde değildi; hiç olmazsa, benim elimde değildi. Prizren'deyken, Hazreti Pir Seyyid Ahmed Rufai'yi ve Kosova bölgesindeki Rufai Şeyhlerini duydum. Hem Şeyh Cami, hem de benim Şeyhim, Hazreti Pir'in silsilesindeydi. Prizren'de kaldığım süre içinde, Şeyh Cami, her gün, Hazreti Pir'in hayatına dair Güney Slavca belgeleri Arnavutça ve İngilizceye çevirmekle meşgul oldu. Hizmetimin bir bölümü, onun hazırladıklarını gözden geçirip daktiloya çekmekti. Hazreti Pir'in hayat tarihçesini ve son derece mümtaz manevî faziletlerini, işte bu çalışma sayesinde öğrendim. Prizren dervişleri, Şeyh Câmîi'nin sevgi dolu muhabbetleri, olağanüstü zikir meclisleri, Prizren Tekkesi'nin nuru, Hazreti Pir Ahmed Rufai'nin keramet dolu hayatı üzerimde silinmez izler bıraktı. Bir gün Şeyh Cami ile birlikte Tekke'den çıkıyordum ki, bu manevî etkinin bütün ihtişamıyla kalbime indiğini hissettim. O anda tecelliye mazhar toprak misali tekrar tekrar alt üst oldum ve nurun üzerime bir yıldırım misali vurduğunu gördüm. Hazreti Pir'e karşı içimde öyle muazzam bir sevgi doğmuştu ki. İçimde derinlerde bir yerden selgibi aktığını duyuyordum. Kendisini sanki çoktan beri tanıyormuşum gibi geldi. Tekke kapısının eşiğinde, ayaküstü, bu tecrübemi Şeyh Câmîi'ye iletmeye çalıştım. Zaten biliyor gibiydi. Ona Hazreti Pir'e bağlanmayı arzu ettiğimi söyledim, gülümsedi.
"Amerika'ya bir daha geldiğimde," dedi, "Sana Rufai Dervişi biati vereceğim. Şimdi de verebilirim ama, halkanda diğer kardeşlerinin huzurunda olursa daha iyi olur diye düşünüyorum, hem böylece Şeyhinin de haberi olur. Ama üzülme, seyahatinde hep koruma altında olacaksın ve hem kendi Şeyhinden, hem de benden alacağın biatlar, Peygamber Aleyhissalâtü vesselâmın iki ağızlı kılıcı Zülfikâr gibi, hayatın boyunca seni hıfzedecek." O gün, hayatımın en güzel ve en önemli günlerinden biri oldu. Öylesine çok yoldan, Öylesine çok sevgi geldi ki. Sevinç ve umutla dolup taştım. Prizren'den ayrılma vaktim yaklaşınca, Şeyh Cami beni daha da yakınına çekti. Sadece ikimiz, bazen de bir iki dervişle birlikte uzun saatler geçirdim. Ziyaretimin sonlarına doğru, Prizren'den sonraki güzergâhım hakkında bana tavsiyelerde bulundu ve ayrılma hazırlıklarıma yardımcı oldu. Yola çıkmadan bir gün önce ciddi derecede rahatsızlandm. Sofrada, biraz da elimde olmayarak, yemeği çok kaçırmıştım. Dervişler, sofradaki yemeklerin hepsinden yemem için ısrar etmişlerdi. Nitekim, Doğu'ya yolculuk yapmış olan herkes, bu insanların samimi ve cömertlik dolu misafirperverliğinden kurtulmaya çalışmanın imkânsızlığını bilir. Nasılsa o gün takatim iyice tükenmişti; çok geçmeden kusmaya başladım, ardından gelen ishalle de adamakıllı bitap düştüm. Şeyh'e görüşmemeye çalıştım, çünkü bilmesini istemiyordum. Tuvalete gidip gelirken, kendi hâlimi düşünmeye başladım. Neden tam da ayrılmaya hazırlanırken hastalanmıştım acaba? Orada kalmayı çok istiyordum gerçi ama, böylesine garip bir tarzda mı yerine gelecekti bu arzum? İkinci defa tuvalete gidince, birden ferahladım. Bütün vücuduma bir ferahlık hali geldi. Kendimi daha iyi hissederek, Şeyh Cami ile başka birilerinin daha bulunduğu muhabbet odasına girdim. Şeyh, beklendiği gibi, ne olduğunu, nerelerde kaldığımı sordu, ben de ona söyledim. Rahatsızlığımın yiyecekten olmadığını söyledi, yoksa başkalarının da hastalanması gerekirdi, "Ama belki de," dedi,"miden bu şekilde yemeye alışkın değil." Şeyh Cami çok müşfik ve kibar bir insandı. Bana rahatsızlığım için elinden gelen her şeyi yapmaya hazır olduğunu söyledi ve ayrıca, bu halde beni yola koyamayacağını belirtti. Ben de, hastalığımda henüz ne olduğunu anlamadığım bir dersin saklı olması gerektiğini söyledim. Bunun üzerine, şu öyküyü anlattı: Bir camide uzun uzadıya oturup ellerini açıp Allah'a dua eden iki adam varmış. Duasını ilk bitiren adam, kulak kabartıp ötekinin nasıl dua ettiğini dinlemeye başlamış, bakmış ki adamın dilinde uzunca bir şikâyet listesi var: "Allah'ım, ayaklarım ağrıyor, n'olur onlara şifa ver; sırtımı ağrıdan hareket ettiremiyorum, ona da bir şifa ihsan et. Sonra başım da çatlayacak gibi, ona da bir deva ihsan eyle. Ha bir de şurda, boynumun yan tarafında bir ağrı var, ve hele omuzum... romatizmadan bir türlü kımıldatamıyorum..." Adam böylece dua ederken dinleyen adam, sonunda ensesine sert bir şaplak indirerek lafını böler: "Sen en iyisi Allah 'tan yeni bir beden iste." "İnsanlar hasta olmasaydı" dedi Şeyh, şefkatle beni süzerek, "Tekke'ye gelmezlerdi.Tekke tıpkı bir hastane gibidir. Biz senden yeni bir insan olma duası etmeni istiyoruz. Sen Prizren'e bir nûr getirdin ve biz de seni hiç unutmayacağız. Aynı şekilde, sen de bizden çok istifade ettin. Hizmet olarak, tercümeleri edite ettin, bu arada sen de kazandın, çünkü bir mürid için Pir'inin hayatını öğrenmek kâfi bir kazançtır. Şimdi git ve dinlen evlâdım. Sabah erken kalkmalıyız." Yeniden odamdaydım; sokağa ve çevredeki tepelere bakan pencereden seyre daldım. Şehirden ayrılma vaktinin gelip çattığını görerek, Şeyh Cami, dervişler ve oradaki insanlarla geçirdiğim günleri bir gözden geçirdim. Buluşmamız ne kadar tatlı olmuştu, ama sanki saniyelerden ibaretmiş gibi uçup giden bugünler ne kadar da kısa sürmüştü. Koyun postu yatağıma uzanıp, bunaltıcı Prizren gecesinin seslerine kulak kabarttım: komşuların evlerinde dostça sohbetleri, ben uykuya daldıkça giderek hafifleyen Türk müziğinin egzotik ahengi. Gün doğmadan gene pencerenin önünde buldum kendimi, yerini şafağa bırakan Prizren gecesine fısıltıyla veda ettim. Uzaklarda bir müezzinin ahenkli daveti, solgunlaşıp aydınladığa dönüşen karanlığın içinde, derin bir tatlılıkla sardı beni. Namaza hazırlanmak için pencereden ayrılırken, Şeyhimizin çok zikrettiği bir Rübaiyat geldi dokundu dudaklarıma:
Hem bu güne hazırlananlara Hem de yarınlara dalıp gidenlere Bir müezzin haykırır karanlığın minaresinden "Biçareler: Felahınız ne orda, ne şurda."
Yolculuk için veda etmek ve sabah namazını kılmak üzere Şeyh Câmi ile Tekkeye gittim. Tekrar dışarı çıktığımda, herkes oraya toplanmıştı. Mima Hanım, Şeyhin annesi Arife Hanım, kızlar, küçük oğlu ve birkaç derviş, hep birlikte durup resim çektirdik, çok geçmeden sonra Şeyhin arabasına binmiş, yola düşmüştük. Prizren'den ayrıldığım gün, hoş bir gündü. Güneş ışıl ışıl parlıyor, gökyüzü alabildiğine berraktı; oraya buraya, geniş mavi bir halının üstündeki yastıklar gibi bulut kümecikleri serpiştirilmişti. Şeyh direksiyonda, ben yanında, oğlu ve dervişleri Yakup ile Fatmir arkada, dünyevî tek bir kaygımız olmaksızın tehlikeli dağ yollarında hızla ilerledik. Bütün camlar açıktı, bir yelkenlide gibiydik... Meltem yüzlerimize vuruyor, güneş ışınları var gücümüzle söylediğimiz ilâhiler Eşliğinde dansediyordu. Üsküp'e üç saat süren yolculuğumuz, birkaç dakika sürmüş gibiydi. Daha neye uğradığımı anlamadan, otobüse binmiş el sallıyordum.
_________________ " Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."
|