Gerçek ve Sözde Aydınlar
S. Ahmed Arvasi
Bir milletin hayatında "aydınların" çok önemli bir yeri vardır. Bir millet, sayıca ne kadar çok, kültürce ne kadar zengin olursa olsun, kendine öncülük edecek "aydın kadrolara" muhtaçtır. Müşahedeler göstermektedir ki, yeter "sayı" ve "kalitede" aydına sahip olmayan cemiyetler, kolay kolay başarıya ulaşamamaktadırlar. Artık, herkes rahatça görmektedir ki, ekonomik, sosyal, kültürel ve politik savaşların ağır yükünü "aydınlar" çekmektedir. Kısaca denebilir ki, milletlerarası her türlü savaş, "aydın kadrolar" arasında cereyan etmektedir. Bu savaşlarda, "aydınların başarısı", milletlerini hakkı ile temsil edebilmeleri ölçüsünde artar. Esasen, gerçek mânâda "aydın", kendi milletine, kendi tarihine, kendi kültür ve medeniyetine, kendi mukaddeslerine, kendi millî ülkü ve hedeflerine yabancılaşmadan çağdaşlaşabilen kimse demektir. Ancak bu niteliklere sahip aydınlardır ki, milletlerine faydalı olabilirler. Bunun aksine, kendi milletini hor ve hakir gören, milletinin şerefli geçmişini karalayan ve hattâ inkâr eden, kendi kültür ve medeniyetinden utanıp yabancı kültür ve medeniyetlere özenen, milletinin moral değerlerine cephe alan, millî ülkü ve hedeflere yabancılaşan ve bu acıklı durumunu "çağdaşlık ve ilerilik" olarak reklâm eden "sözde aydınlar" ise milletlerine "sömürge idarelerinden" daha fazla zarar verirler. Bu noktada belirtelim ki, yukarıda sözünü ettiğimiz "gerçek aydınlar" ile "sözde aydınlar" arasında, kaçınılmaz bir mücadele vardır. İtiraf edelim ki, bu mücadele, içinde Türkiyemiz'in de bulunduğu İslâm Dünyasında hayli çetin cereyan etmektedir. İslâm Dünyası'nın son iki asırdan beri yaşamakta olduğu buhran, "aydınları" da bölmüştür. Durum, ülkemizde de aynıdır. Çeşitli vesilelerle bir araya gelindiğinde, bu manzara daha iyi görülmektedir. Şimdi "aydınlarımızın" üzerinde rahatça an/aşabilecekleri "asgarî müşterekleri" çok azalmıştır. Kendi aralarında rahatça konuşamamakta ve diyalog kuramamaktadırlar. Gerçekten de bir "milliyetçi" ile bir "beynelmilelci" nasıl anlaşabilirler? Yine, "Türkiye Tarihini", Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi olarak bir bütünlük içinde değerlendiren kimse ile, Anadolu'daki tarihî maceramızı hanedanlara ve rejimlere- göre parçalayıp birbirinden koparan bir kimse nasıl anlaşabilir? Bunun yanında, Türk-İslâm Kültür ve Medeniyetini, yepyeni bir rönesans ruhu ile ihya etmek isteyen kadrolar ile milleti, şu veya bu "yabancı kültür ve medeniyet”e yamamaya hazırlamak isteyen insanlar nasıl anlaşabilirler? Vicdanını, aydınlık inançların ışığında arındırıp yaşamak isteyen kimselerle, ısrarla "ben ateistim" deyip fırsat buldukça, bunlara saldıran kişi ve kadrolar nasıl anlaşabilirler? Milletimizin gelişme, kalkınma, çağdaşlaşma ve bütünleşme konusunda, uzlaşması mümkün olmayan görüşleri benimseyenler nasıl el ele versinler? Belli ki, eğitimimizde bir sakatlık var... Yıllar yılıdır, muhtaç olduğumuz "kadroları" yetiştirmekte başarılı olamıyoruz. Bu konuda yetkililer, parlak lafların ötesinde, yaralara merhem olacak bir çare getiremiyorlar. Yani, milletçe özlediğimiz icraat yok... Sadece laf... O kadar! Evet, bütün mesele, ülkemizi "sözde aydınların" tasallutundan kurtarıp "gerçek aydınlara" yol açmak...
***
HÜR İNSAN
S. Ahmed Arvasi
Sayılarda anlaşmak kolaydır da, kelimelerde ve kavramlarda anlaşmak zordur. Bu sebepten ilim adamları, matematiği yalnız bir ilim olarak değil, «metodoloji» olarak da ele almışlardır.
Günümüzde «hür insan» (özgür insan), «tutsak insan» sözünün çok ve sık kullanıldığına şahit oluyoruz. Eğitim insanı «özgürleştirmeli, tutsak etmemelidir» kabilinden beyanlara ve yazılara sık sık rastlar olduk.
Gerçekten nedir hürriyet? Hangi insan «hür» hangi insan «tutsak»tır? Eğitim, insanı nasıl «hür» yine nasıl «tutsak kafalı» edebilir?
Hürriyetin gerçekte birçok tarifi ve yorumu vardır. Felsefede «hürriyet, etkisiz tepki yapabilmektedir». Yani insanın, hiçbir dış etkiye maruz kalmadan, hiçbir zorlama olmadan, kendi iradesi ile davranabilmesidir. Oysa bu mümkün değildir. Çünkü her yaratık gibi, insan da çok faktörlü bir determinizme bağlıdır, insanı da faaliyete zorlayan biyolojik «psikolojik, tabii, ekonomik, sosyal, kültürel ve politik sebepler vardır ve insan davranışı bunlardan bağımsız değildir. Bugün, ister politika meydanında, ister politika dışında konuşan, yazan ve beyanat veren hiçbir kimse yoktur ki, böyle bir determinizmin dışında bulunsun. A ve B adındaki iki şahıs, bir konuda inandıkları düşüncelerini ortaya koyarken, birbirine zıt düşebilirler. Söyler misiniz, bunlardan hangisi «özgür», hangisi «tutsak» insandır? Her ikisi de, bu cemiyetin çocuklarıdır, her ikisi de aşağı yukarı aynı eğitimden geçmişler, her ikisi de içinde doğup büyüdükleri sosyal, kültürel, ekonomik ve politik ortamdan etkilenmiştir, fakat farklı kadrolarda yerlerini bulmuşlar, şimdi karşılıklı geçmişler «sen tutsak insansın», «ben özgür insanım» mı demektedirler? Yadırgadığımız nokta şurasıdır : Eğitilmiş her insan, etkilenmiş ve bu etkileri şahsiyetinde yeni bir terkibe ulaştırmış kimsedir; dolayısı ile kendinden çok cemiyetinin mahsulüdür. İnsanın, kendi şahsiyetinde çok az payı vardır. Hürriyet, yoksa bu payın adı mı?
18. yüzyıl Avrupası'ndan dünyaya yayılan bir «liberte» (hürriyet) çığlığı vardı. Bu çığlık, o tarihlerde ve bir yüzyıl sonra bile, «ferdin toplumdan kopardığı ve koparmak istediği alternatifleri» ifade ediyordu, Kişi, toplumunun koyduğu politik, dini, ahlâki, hukukî, fikrî,... normaların sertliğinden şikâyet ediyor. «Sosyal kontrolün» baskısını hafifletmek istiyordu. Liberal adam (özgür insan), «toplumun sansüründen» rahatsız olan, «özel hayatına» değer veren ve kendini yaşamak isteyen bir tipti. Alman fikir adamı Nietzsche (Niçe)'de, «sürü'den kurtulmak», «topluma tapınmaktan» kaçmak, «ego»yu tanrılaştırmak biçiminde ortaya çıkan, önce «individüalizme» (ferdiyetçiliğe), sonra da anarşizme varan bu hürriyet (özgürlük) anlayışı, sert toplumcu reaksiyonlara ve direnişlere vesile olmuştur. Şu halde hür insan (özgür adam) «cemiyete kafa tutan, onun din, ahlâk, hukuk ve töresine» ters düşen adam da olamaz.
Şu halde kimdir hür insan (özgür insan)? Hep düşünen, araştıran, kritik eden, karar vermekte acele etmeyen, karar verdikten sonra azim ve sebat göstererek yolunda yürüyen kimse midir? Buna, belki diyebiliriz. Ama bir şartla, düşünme, araştırma, kritik etme, karar verme, inanma ve sebatla yürüme vetiresine yön ve biçim veren hareket noktasını bilmek kaydı ile. Çünkü felsefe tarihini dolduran fikir adamları, politika sahnesini kaplayan kişi ve kadrolar düşünme, araştırma, kritik etme, karar verme, inanma ve sebatla yürüme gibi zihni ve ekli fonksiyonlara mutlaka yer veriyorlardır, fakat çıkış noktaları ve bunlara yön veren prensipleri farklıdır. Bununla beraber, her biri bir diğerini «tutsak kafalı» olmakla itham edebilir. O halde önemli olan hareket noktasını seçmekte midir? Yani hür insan (özgür insan) ilk adımını sağlam atan insan mıdır? Ferdi, ahlâk anlayışının temeline olan Nice mi, yoksa ahlâk anlayışının temeline toplumu oturtarak bir vazife şuuru ile hareket etmemizi isterken E. Durkheim mi sağlam adım atmıştı? Bunlardan hangisi «özgür kafalı» hangisi «tutsak' kafalı» idi? Görülüyor ki, bu da çıkış kapısı vermiyor. Türk - İslâm ülküsü açısından durum daha farklı bir biçimde ele alınmalıdır. İslâm dünyasının yetiştirdiği ünlü ilim ve din adamlarından. îmam-ı Kuşeyrî (milâdî: 985-1074), (esas adı Ebül Kasım Abdülkerim Bin Havazin'dir), Risale-i Kuşey-rîyye adlı kitabında hürriyeti, «Allah�tan gayrısına kul olmamak» biçiminde tarif eder. Bu anlayış, Islâmın hürriyet tarifini özetler. Gerçekten de müslüman, Allah'tan gayrısına kul olmaz ve hareketlerine Allah'ın rızasından başka bir çıkış noktası aramaz. O ««egosunu» da, toplumu da putlaştırmaz. Bu sebepten objektif ve sübjektif bütün sahte mabutları kafasında ve gönlünde kırar, mutlak varlık olan Allah'tan gayrı ilâh tanımaz. İslâm'ın «Allah'tan başka ilâh yoktur» parolası, insana hür olmanın da sırlarını verir.
Bütün bunlardan sonra denebilir ki Türk-İslâm ülküsünde hürriyet, «Allah'tan başka ilâh yoktur» ölçüsü ile hareket edebilmektedir. Bize, bu muhteşem cümleyi öğreten yüce ve şanlı peygambere selâm olsun. *** PEYGAMBERLER, FİLOZOF DEĞİLDİR
S. Ahmed Arvasi
«Felsefe» ayrı şeydir. «Din» ayrı şeydir. Bunlar arasında fark bulamıyanlar, ya cahildir, yahut ard niyetli... «Akıl» ile «Vahiy» arasındaki farkı kabul etmeyenlere «filozof» ile «peygamber» arasındaki farkı kabul ettiremezsiniz. Bütün idrakini, beş duyunun sınırları içinde «tutsak» eden ve kendini aşma cehdini duymayan bir akıl, «renkleri idrak edemeyen bir kör» gibidir, ona boşuna «sezgiden, ilhamdan, vahiyden» söz etmeyin. Unutmayınız, «peygamberlere iman etmeyen kimse» mümin değildir. İslâmın «basiretinden» mahrumdur. Oysa, filozof ile peygamber arasındaki fark, inkâr edilemez.
Peygamber «din» kurucusu, filozof «sistem» sahibidir. Din, vicdanı «iman» ile, aklı tefekkürle. cemiyeti getirdiği «norm»larla besleyen ve kavrayan bir ilâhî nizam» dır. Felsefe ise, vicdanları etkilemeye, cemiyete «norm» getiremeyen, sadece aklı, bir «sistem içinde» düşünmeye götüren bir zihin çabasıdır.
Filozof, varlığın mahiyeti, bilginin doğuşu ve kaynağı, hareket ve iradenin sebebi üzerinde belli metodlar ve kanunlar içinde düşünür. Varlıkları ve oluşları, beş duyunun verileri ile yorumlar, kendini tatmine çalışır. Gücüne göre, az veya çok «bir entellektüel zümreyi» de peşinden sürükleyebilen filozoflar da vardır. Filozofun «sistemi», kendi düşüncesi ile varlık, bilgi ve irade konusunda geliştirebildiği ve kurabildiği bir sentezi ifade eder.
Filozofun geliştirdiği bu sistem, «şüphe» ile kurulmuştur; aklın tereddütleri törpülene törpülene gelinen nokta, filozofun «idrakinin sınırı»dır. Bu, bir bakıma aklın sustuğu, fakat «sonsuzluğa» hasret duyan insan şuurunun tedirgin olduğu noktadır.
Filozofun, determinizme ve objektivizme bağlı «buz gibi» bir akıl ile gelebildiği nokta, belki organizmamıza yeter, fakat ruh ve vicdanımız, «şuurumuzu» sonsuzluğun, tükenmezliğin, «mutlak hakikatin» ateşi ile tutuşturur. Âleme, «buz gibi bir bakış» ile değil «şefkat, merhamet ve aşk» ile yönelen bir «göz ve gönül» arar. Peygamberlerin ve velîlerin ellerindeki sıcaklığı, filozofun «soğuk» ellerinde bulamazsınız. İnsanlık bu sebepten peygamberleri daima, folozoflara tercih etmiş ve onların etrafında toplanıp kenetlenmiş, onları canlarından aziz bilmiştir.
Peygamberler, akla değer verir, düşünmeyi ibadet sayar, fakat insan aklının ve idrakinin sınırlı bir güce sahip olduğunu da bilirler. Beş duyumuzun, olayların ve varlıkların kabuğunda dolaştığını, ulaşabildiği bilgilerin itibarî olduğunu, vicdanı şüpheden kurtarıp «imana» götüremediğini, bu sebepten aklı aşan bir bilgi yoluna, «vahye» muhtaç bulunduklarını, kendilerine doğuştan verilen çok yüce bir idrak gücü ile kavramışlardır.
Filozoflar, aklın ve şüphenin doğurduğu girdapta bunalırken, peygamberler iman ve aşkın huzuru içindedirler. Filozof, kendine ulaşan verilere acaba «eşyadan mı, yoksa zihinden mi geliyor?» diye şüphe ile yönelirken, peygamber, ister eşyadan, ister tabiattan, ister canlıdan, ister cansızdan gelsin, her varlığı ve veriyi «ilâhî bir mesaj» olarak okur. Filozof «kesrette» bunalır, peygamber «tevhidde» mutlu olur. Filozofun idraki determinizmin dişlileri arasında ufalanırken, peygamber «sünnetüllahı» hayranlıkla seyreder.
Kültür ve medeniyette filozofların etki ve rolünü küçümsemek istemiyoruz. Ancak kültür ve medeniyetlerin doğuş ve kuruluşlarında peygamberlerin» rolünü ve değerini küçümsemeye kalkışanları uyandırmak istiyoruz. Tarihi inceleyiniz, kültür ve medeniyetlere, hiçbir filozof, peygamberlerin getirdiği ruh ve heyecanı getirmemiştir. Beşer tarihinin en önemli simaları daima peygamberler, en çok okunan kitapları ise «mukaddes kitaplar» olmuştur. Kültür ve medeniyetler, «mukaddes kitapların» ışığında kurulup gelişti. Tarihte, asla «lâik» bir medeniyete tesadüf edemezsiniz. *** İNSAN, ALLAH'I BİLMEKLE YÜKÜMLÜDÜR
S. Ahmed Arvasi
insanlardan gayrı varlıklar, sanki bilmekten çok bilinmek için yaratılmışlardır. Onlar. insan gibi «bilmenin çilesini» yaşamıyorlar.
İnsandan gayrı her varlık, zarfına konmuş bir mektup gibi, kendinde yazılanlardan habersiz olup muhatabının eline ulaşmayı bekliyor. Sistemimizi aydınlatan güneş bile kendisinin farkında değil, bilmenin çilesini yüklenmemiş. İlim, insan şuurunun şanlı aydınlığında yoğrulur. Bu sebepten insan şuuru, kâinatın içine asılmış, en gerçek aydınlık kaynağıdır.
İnsan, maddesi ve bedeni ile çok küçük ve önemsiz bir varlıktır. Lâkin, kâinata ve varlık âlemine bir gözlemci olarak yönelen ruh ve şuuru ile gerçekten muhteşemdir. Bu sebepten «en güzel surette yaratılmış» ve «Allah'ın yeryüzündeki kutlu vekli» olmuştur.
İnsan, kendini incelerken, objet-sujet bütünleşir diyoruz. İnsanın idrak ve şuuru da varlık tezahürlerinden birisi olmakla birlikte, diğer varlıklardan farklı olarak yalnız bilginin konusu olarak kalmamakta, bilginin şuuruna da varabilmektedir. İnsan, varlığın ve varlık tezahürlerinin idrak ve şuuruna varan, yani bizzat varlığın üzerine kapanan ve onu kritik eden bir varlık kıvılcımıdır.
Bilgi, hiç şüphesiz, varın varla temasının şuurudur. Her bilgi, varlığı ve varlık tezahürlerini ifade eder. Yok olanın bilgisi de yoktur. İdrakimiz, yok ile temas sağlayamaz, çünkü «yok yoktur» ve yok olandan bir veri (donne) gelemez. Şu halde, yokun yokluğu esastır ve «hiçlik» tanrılaştırılamaz.
Buna göre, bütün varlık tezahürleri ve varlıklar, ancak «Mutlak Varlık» ile var olabilmektedir. Mutlak Varlığın varlığı ise mutlaktır. Mutlak Varlığın yokluğu düşünülemez, çünkü muhaldir. Mutlak Varlığın inkârı, bütün varlığı varlıkta tutan sacece Mutlak Varlık olan Allah'tır.
Allah, mevcut varlıkların ve varlık tezahürlerinin idrakimizde ve şuurumuzda meydana getirdiği izlenimlerin çok, pek çok ötesinde duran ve beş duyumuzla yakalayamayacağmız Mutlak Varlık�tır. Allah, varlığımıza «Şahdamarımızdan daha yakın» olduğu halde, idrakimize sonsuzca uzaktır.
Allah'ı beş duyu ile yakalama çabası boşunadır. Putperestlik, beş duyu ile yakalanan şeyleri «tanrı» sanmaktır. Bu sebepten İslâm'da, hiçbir objektif varlık ve değer tanrılaştırılamaz. Yine İslâm'da tasavvur edilen, hayalî ve sübjektif bir «tanrı» anlayışı da kesin olarak red edilmiştir. Çünkü, Mutlak Varlık, tasavvur edebilecek bir güçte yaratılmamıştır. Beş duyumuz ve beş duyu ile sınırlandırılmış idrakimiz, ancak, zaman ve tezahürleri idrak edebilecek ve yorumlayabilecek bir biçimde yaratılmışlardır. Bu sebepten «Mutlak Varlığı» tasavvura çalışan bir idrak, kendini «gizli şirk»ten kurtaramaz. Allah, objektif bir varlık, ve sübjektif bir tasavvur değil, yokluğu yok eden Mutlak Varlık' tır.
*** MUTLAK VARLIK SADECE ALLAH'TIR
S. Ahmed Arvasi
Madde, hayat ve ruh, itibarî (relatif) varlıklardır, Mutlak Varlık ise sadece Allah...İtibarî ve izafî varlıklar, yokolan varlıklar demek değildir. Varlıklarını Mutlak Varlığa borçludurlar. O'nunla vardırlar, O'nunla varlıkta durmaktadırlar. İtibarî ve izafî varlıklar, ne «hiç» tirler, ne de «hep»; onlar, sıfır da olamazlar, sonsuz da olamazlar.
Hayat ve ruh konusundaki görüşlerimizi ileride açıklamak üzere, biz, şimdilik, madde ve üç boyutlu varlıklar ve tezahürlerine, neden «mutlak» gözü iie bakamadığımızı açıklamaya çalışalım.
«Mutlak» olan iki şeyden söz edilebilir: Birincisi «Mutlak Varlık», ikincisi de «mutlak yokluk». Mutlak Varlık Allah'tır, mutlak yokluk ise «yok»tur. İslâm'da Allah, benzeri ve zıddı olmayan varlıktır. İslâm, «Mutlak Varlık»ta var olma cehdini getirdiği halde, Budizm, «mutlak yoklukta» tükenme ıstırabını savundu. Oysa varlıktan hiçliğe (Nirvanaya) giden bir yol yoktur. İslâm'a göre: «Herşey Allah'tan geldi, yine Allah'a dönecektir.»
Mutlak Varlık olan Allah, sonsuz ve tükenmez varlık olduğundan üç boyuta veya üç boyutlu varlık tezahürlerine irca edilemez. Yahut madde ve tezahürleri, mutlak varlık itibar edilemez. Çünkü, üç boyutlu varlık tezahürleri sınırlı, dolayısı ile bir yerde tükenmesi gereken varlık dalgalanmalarıdır. Üç boyutlu varlık tezahürlerini istediğiniz kadar ufalayın, daima üç boyutlu kalacaklarından sıfıra (hiç'e) dönüşemezier. Yine istediğiniz kadar büyütün «sonsuzlaşamazlar». Görülüyor ki, üç boyuttan sıfıra da, sonsuza da gidilemez. O halde, üç boyutlu varlıklar ve her türlü maddî varlık, ister tek başlarına, ister toptan düşünülsünler, her durumda sınırlı varlıklardır.
Bu açıdan bakılınca, şayet kâinatımız, üç boyutlu parçacıkların ve varlık tezahürlerinin bir kompozisyonu ise, hiç şüphesiz o da sonludur ve sınırlıdır. Sınırlı varlıkları, istediğiniz kadar üstüste, yanyana getiriniz veya düşününüz, daima sınırlı kalacaklardır.Boşuna yorulmayınız, sınırlı tuğlalarla «sonsuzluk duvarını» öremezsiniz. Ayrıca, sınırlı idrakinizin sınırlarına sonsuzluk adını vermek vehminden vazgeçiniz. Kâinatımız, maddeden inşa edilmişse, mutlaka sınırlıdır. Materyalizmin bu konuda iki önemli çelişkisine işaret etmek gerekir: Birinci çelişme, sınırlı değerlerle sonsuza ulaşma çabasıdır. İkinci çelişme de, maddeyi mutlak ve temel varlık kabul ettikten sonra, aynı zamanda bunların üç boyutlu (dolayısı ile sınırlı varlık) olduklarını kabul etmeleridir. Bu durum, ister istemez onları, yoklukla çevrili varlık çelişkisine düşürecektir.
İnsan, ancak Allah'a inanmakla Mutlak Varlık şuuruna ulaşabilir; çelişkisiz «sonsuz varlık» kavramını edinebilir. Allah, mutlak varlık olarak, varlığı ile sonsuzluğu ifade ettiğinden «yokluğu imkânsız» kılmakta, «zât» ve «sıfatları» ile tükenmeyen yegâne varlık olmaktadır. Allah, sonsuz varlık olduğundan bir tanedir. Birden fazla sonsuz varlık olamaz. Çünkü, biri diğerini sınırlamış olurdu. Allah «ahad» (bir) dir. Bu, İslâm'ın vazgeçilmez, temel prensibidir. Müslüman, beş duyu ile yakalanmayan, tasavvur edilemeyen «bir tek Allah'a» inanır ve iman, «gaybe» (gizli olana) dır. Allah, tek ve mutlak varlık olduğundan, herhangi bir yabancı etkiye maruz kalamayacağından yegâne mutlak irada sahibi olan varlıktır.
*** YARATIKLAR, YARADAN'ıN «MESAJLARIDIR»
S. Ahmed Arvasi
Âlem, bir «Kitab-ı Ekber» (en büyük kitabı) dir. Yer ve gökler, bu kitabın sahifeleri, maddî, hayatî ve ruhî tezahürleri ile bütün varlık ve olaylar ise, bu kitaba yazılmış «mesajları» yahut Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile «âyetleri» ifade ederler. Bu büyük kitabın muhatabı da «düşünen insan»dır. Düşünen insanın rehberi de akla yol gösteren ve onu vahyin aydınlığında yürüten «Kitabullah» tır.
Madde, hayat, ruh, varlık tezahürleri olup varlıklarını Mutlak Varlık'ta bulurlar, ancak O'nunla varlıkta durabilirler. O, diledikçe vardırlar. Muhalfarz, Mutlak Varlık olmasa idi, herşey mutlak yoklukta kalacaktı, yani varlıkları muhal olacaktı. Görülüyor ki, yokluk bile ancak O'nunla «yok»tur. Allah, mutlak varlığı ile, yokluğu yokluğa mahkûm eden varlıktır. «Kur'ân-ı Kerîm'in açık hükmüne göre, «herşey O'ndan geldi, yine O'na dönecektir.»
İmam-ı Gazalî'ye göre: «Mahlûk (yaratıklar), Hâlık'ın (Yaradan'ın) anahtarıdır». Her varlık, ister madde, ister hayat, ister ruh olsun, Mutlak Varlık olan Allah'tan idrak ve şuurumuza ulaşan «âyetleri», «haberleri» ve «mesajları» ifade ederler Bunları idrâk hususunda ise insanlar, farklı gözüküyorlar. Bu idrâk, peygamberlerden «vahiy», velîlerde «ilham», mü'minlerde «basiret» ve bütün insanlarda «haberdâr» olma biçiminde derecelenmiştir.
Madde, ilâhî mesajın kâğıdı ve mürekkebi mesabesinde olup duyularımıza hitap eder. Böyle olunca, madde, Mutlak Varlıktan idrâk ve şuurumuza ulaşan veri (donne) ve uyaranların, duyu organlarımızın karakterine uyarak müşahhaslaşmasıdır. Varlık tezahürlerinin, duyu organlarımızın izafî karakteri ise ortadadır. Bu sebepten yüce peygamberimiz (O'na selâm olsun) «Rabbim bana eşyanın sırlarını aç» diye dua etmişlerdir.
Hayat, ilâhî mesajın kompozisyonu mesabesinde olup sübjektif yapımızla akraba verileri ifade eder. İdrâk ve şuurumuzun, varlık tezahürleri içinde, kendi sübjektif yapısına ve işleyişine uygun tezahürleri bulması demektir.
Ruh ise, ilâhî mesajın ihtiva ettiği mânâ olup, Mutlak Varlık olan Allah'ın emir ve irâdesinin insanla ilgisini ifade eder. Biz ruhu, materyalistler gibi, «organizmanın fonksiyonları)» olarak tarif etmeyiz. Ruh, yüce kitabımıza göre,«Rabbani emirler» cümlesindendir. Ruhun varlığı, organizmanın varlığına bağlı değildir.Ruhun sadece,organizma ile ilgisi vardır;organizmanın dağılıp yok olması ile ruh, yok olamaz. Sevgilimizden gelen «mektubun» kaybolması veya yok olması «aramızdaki ilginin» de kaybolması ve yok olması mânâsına gelemez. İlâhî mesajın kâğıdı gibi duran organizmanın çürüyüp mahvolması ile mesajın ifade ettiği ilgiyi ve mânâyı temsil eden ruh ölmez. O sevgili diledikçe vardır.
Ne madde, ne hayat, ne de ruh tanrılaştırılabilirler. Ne de O'ndan bir parça olabilirler. İmam-ı Rabbani Ahmed Faru kî Hazretleri (1561 -1624) Allah'ı «bütün varlık tezahürlerinin ötesinde» aramamız gerektiğini ifade buyurmuşlardır. Buradaki «öte» sözü zaman ve mekân içinde düşünülmemelidir. İdrâkimize gelen herşeyin, yine idrâkimizin «ötesindeki» ebedî bir hakikati koşturma şeklinde düşünülmelidir. Madde, hayat ve ruhun gerçek mahiyetleri, mutlak varlık olan Allah'ın «zât ve sıfatlarına» yaklaştıkça çözülebilir.
Allah, mutlak varlıktır. O objektif ve sübjektif hiçbir varlık tezahürü ile ifade edilemez. Sevgiliden gelen mektubun ne kendisi, ne kâğıdı, ne kompozisyonu, ne de taşıdığı mânâ «sevgiiinin kendisi»dir. Sevgili bana «şahdamarımdan daha yakın» olduğu halde, idrâkime sonsuzca uzak duruyor. Fakat, «mesajın» O'ndan geldiği muhakkaktır. İslâm'da tasavvuf,bu sırrı kurcalamaya çalışır. Mutasavvıflar «eserde müessiri gören» aşk sarhoşluğu dönemini geçtikten sonra «sevgilinin ele geçmezliği» ile geri dönerler. *** İSLÂM'DA TASAVVUF
S. Ahmed Arvasi
islâm'da tasavuf, ne Budizmin «Nirvanasına», ne Hıristiyanların «mistisizmine», ne Yahudi'nin «kabalizmine», ne Auguste Comte'un «insanlık dinine», ne de Spinoza'nın «panteizmine» benzer. Böyle bir benzerlik arayanlar, ya cahil olmalı, yahut ard niyetli...
İslâm'a göre, tek ve mutlak varlık sadece Allah'tır. Diğer varlıklar, itibarî (relatif) ve geçici hüviyette olan fâni yaratıklardır. Maddî, manevî bütün varlık tezahürleri «Kitab-ı Ekber» olan kâinatımıza serpilmiş «âyetlerden» ve «mesajlardan, ibaret olup Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının tecellileridir. Bütün,varlığın sahibi, bütün hayatî kıpırdanışlarm kaynağı O'dur, fakat, beş duyumuzla idrak ettiğimiz veya tasavvur ettiğimiz hiçbir şey O değildir. Sadece O'nunla var olan ve O'nunla varlıkta duran, O'nun eserleridir.
Eserde müessir aranır, sezilir, ancak, hiçbir eser O değildir. O, bize «şahdamarımızdan daha yakın» ve fakat «idrakimize sonsuzca uzaktır». Yaratıkları tanrılaştırmak ise küfürdür, «şirk»tir.
İmam-ı Rabbani gibi, tasavvuf büyüklerine göre, Muhyi-din-i Arabi'nin «Fübus-üt Hikem» adlı kitabında ortaya koyduğu «vahdet-i vücût» telâkkisi, tasavvufun başlangıç noktası olan «fena» mertebesindeki «velî»nin sübjektif müşahadelerinden ibarettir. Fenâfillah (Allah'ta yok olan kişi), «velayetin başlangıcındadır» ve henüz «bekâbillah» mertebesinden uzaktır, «Lâ mevcude illallah» (Allah'tan başka varlık yoktur) diyebilecek bir ruh hali içinde boğulmuştur. Fenâfillah, yaratıkları ilâh sanmamakta ve fakat Allah'tan başka varlık görememektedir. Bu konuda, Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubailerinde şöyle buyururlar:
«Kul kendinden büsbütün geçmedikçe, onun gönlünde Tanrı birliği gerçekleşmez. Tanrı'yı birlemek demek, senin varlığının O'nunla birleşmesi demek değildir. Yoksa, bâtıl birşey Hak olmaz. (Bakınız, Mevlâna - Rubailer - «M, N. Gençosman» Sf. 95,Rubai: 464.)
Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin «vahdet-i vücût» telâkkisini, Spinoza'nın «panteizmi» (hulûliye) ile karıştırmak asla doğru değildir, İslam'ın gerçekten büyük mutasavvıfı İmam ı Rabbani Ahmed Farukî Hazretlerine göre «vahdet-i vücût, (aşk sarhoşluğu demek olan) sekr'den ileri gelir. Muhabbetin kaplamasından doğar». (Bakınız, İmam-ı Rabani - Mektubat - 290. mektup). Vahdet-i vücut, bir ruh hali olup tasavvufun başlangıcındaki «ve!î»de meydana çıkar ki, İmam-ı Rabbanî'ye göre buna «vahdet-i şuhût» demek daha uygun olur.
Büyük Mevlâna, «fena mertebesindeki velî'nin konuşmasını» uygun görmemiş, tehlikeli bulmuş, «hâmuş olmayı» (susmayı) tavsiye buyurmuştur. İslâm'da tasavvuf, şeriata aykırı düşmek demek değildir. Şeriat ve tasavvuf, İslâm'ın dış ve iç nizamını ifade eder, bir bütünlük halinde insanı «dıştan» ve «içten» kuşatır. İslâm, bunların aykırılığı üzerine değil, ahengi üzerine kuruludur. Tevhidin sırrı «kelime-i şehadettedir».
*** ALLAH KATINDA «DİN» İSLÂM'DIR
S. Ahmed Arvasi
İslâm dini, kendinden önce gelen bütün peygamberleri tasdik eder ve hepsini saygı ile anar. Bununla beraber, Bu yüce peygamberlere ait tebliğlerin bozulduğuna ve artık işe yaramaz duruma getirildiğine inanı..
Bu sebepten, tahrif edilmiş ve hâlâ «Mukaddes Kitap» adı verilen eski dinlere ait metinlere uymamızı vaşaklar. Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'in emirleri kesindir: «Hak din, Allah İndinde İslâm�dır. Kitap verilenler ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı, ihtilâfa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki, Allah, hesabı çabuk görücüdür.» Kur'ân-ı Kerîm, Al-i İmran, âyet: 19).
Yahudilerin ve Hıristiyanların, kendilerine gönderilen peygamber tebliğlerini bozduklarını da Kur'ân-ı Kerîm şöyle haber verir: «Yahudiler Ureyr Allah'ın oğludur dedi(ler), Hıristiyanlar da Mesih (isa) Allah'ın oğludur dedi(ler). Bu onların ağızları ile (geveledikleri cahilce) sözlerdir ki, (bununla güya) daha evvel küfredenlerin sözlerini taküd ediyorlar...» (Et Tevbe Sûresi, âyet: 30).
«Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.» (Kur'ân-ı Kerim, Al-i İmran Sûresi, âyet: 85).
Şu halde, müslümanın temel görevi nedir? İşte, bu sorunun cevabı: «Fitne kalmayınca, din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın.» (Kur'ân-ı Kerim, El-Bakara Sûresi, âyet: 193).
Bütün mesele islâm'ı doğru anlamada, doğru inanmada, peygamber tebliğlerini saptırmadan yaşamadadır. «İslâm-ı asrın ışığında değil» asrı İslâm'ın ışığında kritik edebilmektedir Yüzyılımızın karanlık ve iç paralayıcı gidişine İslâm'ın nuru ile bakabilmektedir. Asrımızın cerahatli idrâkini İslâm'ın «neşteri» ile deşebilmekîedir. Asrın çirkinliklerini dine bulaştırmaktan kaçınmaktır.
İtikat ve ibadete «bid'at» katan, İsiâmiyeti kendi dar idraklerine göre tamamlamaya kalkan beyinsizler, kendilerine ne acı verirlerse versinler, asla «İslâm'a hizmet» etmemektedirler.
Bununla, İslâm, yeniliklere kapalıdır demiyoruz. Bid'at. dinin itikat, ibadet ve esaslarına taallûk eden konulorda, dinde olmayan şeyleri dine katmak demektir. Yoksa, dinin itikat, ibodet ve esaslarına taallûk etmeyen yeniliklere bid'at denmez.
«İlim İslam'ın kaybolmuş malıdır, nerde bulursa almalıdır» diye buyuran yüce Peygamberimiz (O'na selâm olsun) ilmî gelişmeyi emreder. Ancak, kimsenin dini, değiştirmeye, kendi dar idrâkine göre yorumlamaya, saptırmaya hakkı yoktur. Din, Allah'ındır ve Resûlullah'ın tebliğlerinden ibarettir. Ashab-ı Kiram ve onların izinde yürüyen «Ehl-i Sünnet vel Cemaat» âlimlerinin ve imamlarının hassas, titiz ve samimi gayretleri ile islâm bugüne gelmiştir. Onu bozmaya bundan sonra da kimsenin gücü yetmeyecektir.
*** İSLÂMİYET, HERHANGİ BİR KAVMİN DİNİ DEĞİLDİR
S. Ahmed Arvasi
Kur'ân-ı Kerîm'in muhatabı, herhangi bir kavim, zümre ve sınıf değildir. O, bütün âlemlere ve bütün insanlara hitap eder.
Yüce Kitabımız'da sıksık« Ya! Ben-i Âdeme.» (Ey! Adem-oğulları) ve «Ya! Eyyühennasü» (Ey! İnsanlar) hitabına rastlarız.
Kur'ân-ı Kerîm'in «Kalem sûresinin 52. âyetinde belirtildiğine göre: «O, (yani Yüce Kitabımız) ancak âlemlere zikr (ve nasihat) dir», yine yüce Peygamberimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, «Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik» (Kur'ân-ı Kerim, El-Enbiya Sûresi, âyet: 107).
Bizzat, yüce Peygamberimiz, bu hususu birçok hadîsleri ile teyid etmiş bulunuyorlar. Meşhur bir hadîslerinde «ben, siyahlarla kırmızılara ba'solundum» diye buyururlar. Kur'ân-ı Kerîm'in El-Â'raf Sûresinin 158. âyetinde de Peygamberimize hitaben şöyle buyuruiur: «De ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize (gönderilen) Allah elçisiyim.» İmam-ı Birgivî (milâdî 1523 -1573), «Peygamber, şu insandır ki, onu Hak Taâlâ, sair halka gönderir, ona vahiy ettiği ahkâmı halka tebliğ için, o halk (tümü ile) o peygamberlerin ümmeti olur. Onlardan imana gelenlere ümmet-i icabet denir gelmiyenlere ümmet-i davet denir» diye yazar. (Bakınız, Şerh-i Vasiyyet-e! Muhammediye, sayfa: 50, Kostantiniyye (İstanbul) 1241 baskısı). İmam-ı Birgivî Hazretlerinîn bu açıklamasından sonra şöyle diyebiliriz: Şan'lı peygamberimiz Hazrt-i Muhammed (O'na selâm olsun) son peygamberdir, dolayısı ile dünya var oldukça, mevcut olan ve olacak bütün insaniar O'nun«ümmeti»dir. O geldikten sonra O"na inanan müslümanlara «ümmet-i icabet», O'hun dâvetine icabet etmeyenlere de «ümmet-i davet» adı verilir. Bu sebepten, yüce peygamberimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O bütün varlıkların, ırkların peygamberidir.
Peygamberimiz, bir insan olarak, bir anadan ve babadan doğacaktı ve yine aynı zaruretlerle bir «kavmin» içinde bulunacaktı. Ancak, O'nu, herhangi bir kavmin, ırkın, ailenin ve zümrenin dar kalıpları ve sınırları içinde hapsetmeye çalışmak, yüce dinimizle ve mukaddes kitabımızla çatışmaya düşmek olur. İslâmiyete «Arab'ın dini», yüce kurtarıcımıza «Arab peygamberi» diyenlere müslüman denemez. Peygamberimiz ve O'nun yüce kadrosu olan «Sahabî»ler, zaman-mekân üstü, âlemşümul ve mukaddes varlıklar olarak kabul edileceklerdir Yüce peygamberimiz ve aziz kadrosu etrafında ırk ve kavmiyet münakaşası yapılmaz. O ve kadrosu getirdikleri ve savundukları «âlemşümul hakikat» dolayısı ile sevilecek ve istisnasız saygı göreceklerdir.
Şurası da asla unutulmamalıdır ki, İslâmiyet, herhangi bir kavmin ve ırkın tekelinde olmadığı gibi, herhangi bir sınıf, zümre, aile ve partinin de tekelinde değildir. İnanan herkes bu dindendir, hiç kimse bir «mümini» dininden çıkaramaz. Mümin, inandığı sürece müslümandır.
*** İSLÂMİYET VE TÜRKLER
S. Ahmed Arvasi
Türkler, en eski devirlerden beri «muvahhit» olan, yani tek Tanrıya inanan bir milletti. Türk milletine, zaman zaman İran ve Hindistan'dan bulaşan şamanist- budist inançlara, hattâ Yahudi ve Hnstiyan itikatlarına rağmen o, daima kültürünün özünde «muvahhit» olma esprisini korumasını bilmiştir. Türkler, asırlarca hep İslâmiyet'i aramış gibidirler. Daha önce denediği hiçbir «din» Türk'ün vizdanını tatmin etmemişti. Türkler herhangi bir baskı altında kalmaksızın temiz ve hür vicdanları ile İslâmiyet'i seçtiler, sekizinci yüzyıldan sonra, dalga dalga bu dine katıldılar. Tarihte hiçbir millet, bu kadar iştiyakla, bu kadar büyük dalgalar halinde yeni bir dine koşmamıştır. Muvahhit Türk Mileti, islâmiyet'te «tevhid»in en muhteşemini bulmuş, onunla coşmuş ve âdeta kendinden geçmiştir. Karahan Hakanı Abdülkerim Satuk Buğra Han islâm'la şereflenen ilk Türk hakanı olmuştur. Türk-İslâm Ülkücüsü için bu hakanın ismini yaymak ve genç vicdanlara heyecanla işlemek vazifesi düşer. Bu yüce hakanın adı asla unutturulmamalıdır. Türk milletinin vicdanında yatan menkıbelere göre, Abdülkerim Satuk Buğra Han İslâmiyet'i rüyasında bizzat şanlı kurtarıcımız olan Peygamberimizden öğrenmiştir. Milleti ise kendisine itirazsız uymuştur. Böylece İslâm'a 10. yüzyıldan itibaren çok büyük dalgalar halinde katılan Türk milleti, 11. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasının siyasî lideri oldu. Tuğrul Bey «Sultan-ül Müslimin» ilân edildi. 16. yüzyılda da Yavuz Sultan Selim Han ile de «Resul-ü Ekrem»in «halifesi» yani kutlu vekili olmakla şereflendi. Nihayet, Türk, islâmiyet ile o derece kaynaştı ki, Avrupalı İslâmiyet'e «Türk'ün Dini» demeye başladı. Daha sonra imparatorluğumuzu yıkmak isteyenler, bu sefer yüce dinimize «Arab'ın Dini» diyerek, güya millî hiseerimizi rencide ederek bizi, yüce dinimizden soğutmak istemişlerdi. Oysa, yüce peygamberimiz bu «ilâhi dini» Arab bedevilerine kabul ettirmek için ne kadar zahmet çekmişlerdi. Hiç şüphesiz, İslâmiyet, şu veya bu «kavmin» dini değildir. O bütün insanlığın haysiyetini kurtarmak için, Allah'ın «âlemlere rahmet olarak» gönderdiği âlemşümul ve ilâhi bir dindir. Her ırk, kavim ve her fert karakterini ve şahsiyetini kaybetmeksizin bu dine girebilir. Hiç kimseye bu konuda bir imtiyaz verilmediği gibi, engel olma yetkisi de verilmemiştir. Bütün bunlarla beraber, islâmiyet, milletlerarası bir din olmayıp milletler-üstüdür. Yani islâm international değil, universel'dir. Bunlar arasındaki farkı daha önceden belirtmiştik. İslâmiyet'i kabul etmekle milletler yok olmaz. Aksine güçlenir. İslâmiyet, milletleri inkâr etmez, aksine milleti, nitelikleri içinde tutarak geliştirir. Millî kültürü ve müeseseleri, kendi inanç ve ölçüleri içinde yeniden bir terkibe zorlar. Ondaki küfrü atar, ancak millî şahsiyeti korur. İslâmiyet, kendine aykırı olmamak şartı ile «örfe» (Töre'ye) uymayı emrettiğinden milletin üslûbunu yansıtır. Din, sosyal yapıyı bütünü ile etkilediği halde, milletin şahsiyet ve üslûbunu inkâr ve ihmal etmez.
|