Tarihçi Necdet Sakaoğlu: "Padişahlar Mecburiyetten Kadın Düşkünüydü!"
Mine ŞenocaklıTarihçi Necdet Sakaoğlu “Ecdadımız kadın düşkünü müydü?” sorusunu yanıtladı.
17 Ocak 2011 - 08:30
İnanılır gibi değil, ama senarist Meral Okay dizinin derinliğini savunabiliyor hâlâ. “Çok araştırma yaptık, 3 bin sayfalık belge taradık” diyor. İki bölümünü izledik dizinin, henüz tarihsel sığlık alabildiğine, yanlışları boşverdik zaten... Sonuçta Osmanlı’nın en haşmetli padişahına ve en görkemli dönemine, kostümlerden biraz daha fazla özen gösterilebilirdi, değil mi?
Meral Okay çok şanslı! Çünkü kimse diziyi tartışmıyor aslında. Tartışılan padişahlarımızın kadın ve içki müptelalası olup olmadığı?.. Aslına bakarsanız, dizide öyle bir müptelalık yok, tarihsel yetersizlik tipik aşk hikayesiyle yamanmış, mesele bundan ibaret... Yine de iyi, en azından böylece Osmanlı’yı tartışıp, bilmediğimiz bir şeyleri öğreniriyoruz. Ama sadece bu diziden Osmanlı’yı öğrenmek durumunda kalanların vay haline!
İşte bu tartışmaların göbeğinde gerçekten belge okumuş, dirsek çürütüp tam da Osmanlı sultanları ve saray hayatı üzerine pek çok araştırmaya imza atmış tarihçi Necdet Sakaoğlu’nu aradım utana sıkıla. Zira “Muhteşem Süleyman dizisi üzerine konuşabilir miyiz?” diye sormaktan hicap duyacaktım, bu onun emeğine ayıp olurdu. Elbette arayan tek gazeteci ben olmadığımdan, daha telefonu açar açmaz, “Dizi üzerine konuşacaksak, hiç konuşmayalım” dedi. “Hocam, diziden değil ecdadımızın gerçek tarihinden konuşmak için arıyorum” dedim. Bu şartla söyleşiyi kabul etti.
Dolayısıyla “Muhteşem Yüzyıl” dizisi sebebiyle Necdet Saraçoğlu ile bu söyleşiyi yaptık, ama diziden tek bir kelime bile etmeden...Bu kitaplara dikkat!
Konu 600 yıllık koskoca bir imparatorluk tarihi olunca, söyleşi de uzadı gitti. Akademisyen değil Sakaoğlu, ama objektifliği tescillenmiş, yabancı araştırmalarda hep onun eserlerine referanslar var. Hatta üniversitelerde, onun kitapları diğer akademik unvanlı hocaların kitaplarına tercih ediliyor ve ders olarak okutuluyor... NTV’nin tarih danışmanlığını yapan ve aslında tarih öğretmeni olan Sakaoğlu’nun 30’dan fazla kitabı var ve herkes hemfikir ki, tek bir kitabıyla bile 40 kere profesör olurdu! Ama o, farklı bir ekolün temsilcisi; “Benim çalışmalarımın daha mükkemmelini yapmıştır” dediği Çağatay Uluçay’ın, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Duran ve Reşat Ekrem Koçu’ların ekolünden...
O kariyer yapmak yerine, araştırmayı, yazmayı tercih etmiş. “Divriği’de Ev Mimarisi” ve “Türk Anadolu’da Mengücekoğulları” gibi iki araştırması var ki, tarihçiler “Ondan başkası bu çalışmaları yapamazdı” diyor. Necdet Sakaoğlu kendinden bahsedilmesinden pek hoşlanmıyor. Bu yüzden devamını getirmiyorum. Sadece önereceğim üç kitabı var, en azından bu diziyi izleyenlere; “Bu Mülkün Sultanları: 36 Osmanlı Padişahı” ile “Bu Mülkün Kadın Sultanları: Valide Sultanlar, Hatunlar, Hasekiler, Kadınefendiler, Sultanefendiler” ve “Tarihi Mekanları, Kitabeleri, Anıları ile Saray-ı Hümayun Topkapı Sarayı”... Diziyi izleyenler bir yana, senaristler de okursa hiç fena olmaz! Zira toplasanız 3 bin sayfa bile etmiyor!
Tarihçi Necdet Sakaoğlu ile SöyleşiTarihçi Necdet Sakaoğlu’na,
“Ecdadımız kadın düşkünü müydü?” diye soruyorum.
Önce, “Adamlar cihanı yöneten padişahlar, niye olmasınlar?” diyor. Ardından da tarihsel gerçekleri sıralıyor bir bir: “Öncelikle soylarının yürümesi gerek... II. Mahmut tahta geçmiş, pek çok kadından tam 35 çocuğu olmuş. Ama sadece üçü hayatta kalmış, diğerleri hastalıktan ölmüş. Düşünün onun üzerindeki tarihi sorumluluğu!” Anlayacağınız bugünden bakıp kadın düşkünlüğü diye yaftalanan, aslında soyun devamı için bir mecburiyet!
* Osmanlı’da harem geleneği nasıl başlamış hocam?Bir kere şunu bilelim; Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve Osmanoğulları’nın atası Osman Bey’in haremi ile Tanzimat-ı Hayriye dönemini başlatan Abdülmecit’in haremi arasında hiçbir ilgi yok. Benzerlik de yok. Dolayısıyla en doğrusu Osmanlı haremini padişahlara göre anlatmak ve değerlendirmek. Çünkü harem mütemadiyen her padişahta değişiyor.
* Nasıl?
Bursa Sarayı’nda ömür geçiren padişahların daha mütevazı, daha yalın bir hayatları olduğu muhakkak. Ama o sarayın yapısı, biçimi hakkında bize ulaşan pek bir bilgi yok. Kaç odalıydı, nasıldı, padişahlar orada nasıl yatar kalkardı bilmiyoruz. Yalnız oradaki adetlerin tamamen eski Türkmen adetlerinden, yani çadır yaşantısından yerleşik yaşantıya geçişin birtakım izlerini taşıdığı açık.
* O dönem ne kadar sürüyor?
1370’lere kadar... Yani İznik’i, Bilecik’i, Yenişehir’i de katarsak, 1280’lerden 1370’lere kadar... 100 yıla yakın olan bu süreçte Ertuğrul Bey, Osman Bey, Orhan Bey, Murat Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezit hepsi Bursa ve çevresindeki kasabalarda yerleşmiş ve yalın yaşamışlar. Onların hemen hepsinin eşleri de ya soylu kadınlar ya da şeyh kızları. Mesela Osman Gazi’nin karısı Şeyh Edebali’nin kızıymış. Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi evvela bir tekfurun, yani Bizans soylusunun kızını almış. Kütahya yolu üzerindeki Yarhisar tekfurunun esir edilen kızını... Sonra onunla da yetinmemiş Bizans İmparatoru Kantakuzen’in kızı Theodara’yı almış.
* Orhan Gazi’nin soylu Rum kızlarıyla evlenişinin sebebi ne peki?Gerçi Türk asıllı bir hatundan da söz ediliyor. Ama Orhan Gazi’nin soyu, oğlu Murat Hüdavendigâr’dan sürmüştür ki, onun annesi de Rum hatunlarının ilki olan Nilüfer, yani Holophira’dır... Nilüfer Hatun, cariye konumunda padişah eşlerinin de ilkidir. Oğuz soylu Ertuğrul oğlu Osman’ın kucağına, ana tarafından Rum kanı taşıyan ilk torunları da Nilüfer Hatun koymuştur. Torunların büyüğü Rumeli Fatihi Gazi Süleyman Paşa’dır, küçüğü ise Murad Hüdavendigâr’dır... Nilüfer, Orhan Bey’in başhatunudur. Faslı gezgin İbn Battuta’nın, İznik’te katına çıkıp görüştüğü ve başhatun olarak tanıttığı Beylun da olasılıkla Nilüfer Hatun’dur. Çünkü dediğim gibi Rum soylusu Nilüfer’in asıl adı, Holophira (Holifera) idi. Nilüfer bu adın Türkçeleştirilmişidir. Orhan Gazi’nin, Nilüfer, Asporça ve Theodora; kimlikleri bilinmeyen Beylun Hatun, Maria, ikinci bir Theodora, Efdandise adlı eşlerinden söz ediliyor. Uzun yaşamında, en az dört Rum hatun aldığı, büyük oğlu Gazi Süleyman’ı ve küçük oğlu Halil’i de soylu Rum kızlarla evlendirdiği; kendisinin ve oğullarının evliliklerindeki siyasal gerekçeler nedeniyle bu eşlerin Müslüman olmaya zorlanmadığı; Bizans topraklarının işgalinde bu evliliklerden yararlanıldığı; Osmanlı hareminin ilk yapılanışında da Bizans geleneklerinin etkili olduğu yadsınamaz.
Osmanlı sultanları eşlerinin dinine asla karışmıyor* Gerçekten de Orhan Bey dinlerini değiştirmemiş mi evlendiği kadınların?
İki imparator kızı, bir tekfur kızıyla evlilik yapmış. Üçü de soylu... Ama bu 3’ünün de dinlerini değiştirdiğini zannetmiyorum. Zaten Müslüman adları da yok. Bir tek Holophira’ya Nilüfer denilmiş. Theodora ve Asporça aynı kalmış... Bunlardan çocukları da var. Fakat onların din değiştirdiğine dair bir bilgimiz yok.
* Peki Osman Gazi tek eşli mi?Osman Bey’in kaç eşi vardı, bir mi, iki mi bilmiyoruz. Annesi Hayma Hatun hakkında bilgi vermeyen kaynaklarda Osman Bey’in eşlerine ilişkin bilgiler de net değil. Tarihçilerimizin Osman Bey için yazdıkları yaşam öykülerinin ortak kurgusu şudur; Oğuz soylu Osmancık’a, Hacı Bektaş Veli, külah, tac ve hırka giydirir; Selçuklu Sultanı bayrak ve tabıl gönderir; Ahî şeyhi Edebali kızının verir! Uzağı gören bilge tarihçilerimiz, büyük bir hanedanın doğuşunu ve ona ata olacak uğurlu gaziyi, dört dörtlük bir meşruiyete ve saygınlığa oturtmuşlardır.
* Yani bir tek Edebali’nin kızı Mal Hatun’u biliyoruz?
Evet. Ama onun dışında Ömer Bey’in kızını almış gibi bir durum var. Tam belli değil. Orhan Bey’in ise zaten 3 hanımı var.
* Ama onun dışında bir haremi, cariyeleri yok?
Hayır. Öyle bir bilgimiz yok.
* Peki hocam bu üç eşlilik Müslümanlığa bağlanabilir mi?
Hayır. Tamamen siyasi ilişkiler gerektirdiği için bu evlilikler yapılmış. Kantakuzen Bizans tahtını elde etmek için Orhan Gazi’den destek almaya çalışmış, buna karşılık da kızını ona vermiş. Böyle bir siyasi ilişki söz konusu. Murat Hüdavendigâr’ın da, Yıldırım Bayezit’in de hem Anadolu Türkmen beylerinden aldıkları soylu kızlar var hanımları arasında, hem Sırp prenslerinden, Bulgar krallarından aldıkları var. Bu da onlara miras yoluyla birtakım toprakları daha sınırlarına katma imkanı sağlıyor. Örneğin Yıldırım Bayezit, Germiyan Beyi Yakup Bey’in kızını alıyor. Bunun karşılığında ise ona kızın çeyizi olarak Simav, Tavşanlı ve Kütahya veriliyor. Yani bu bir nevi savaş yapmadan akrabalık ilişkileri kurarak toprakları, sınırları genişletme politikası.
* Osmanlı İmparatorluğu öncesinde, Selçuklu hükümdarları zamanında da bu var değil mi?
Tabii... Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat, Trabzon İmparatoru’nun kızını alıyor oğluna. Yani bu gelenek öteden beri gelen bir gelenek.
* Peki cariye geleneği hangi padişahla başlıyor?Yıldırım Bayezit’in cariyeleri olduğunu biliyoruz. Demek ki en geç Yıldırım döneminde başlamış bu gelenek. Çünkü Timur’la savaşırken esir düşünce sarayı da zaptediliyor, orada ne kadar hatun, cariye varsa esir ediliyor. Oradan öğreniyoruz ki Yıldırım’ın cariyeleri varmış. Yıldırım’dan sonra, oğlu Çelebi Mehmet’in, sonra II. Murad’ın ve ondan da sonra Fatih Sultan Mehmet’in, hepsinin hem soylu kadınlardan eşleri var, hem de cariyelerden. Mesela II. Murad’ın eşlerinden birisi Mara Hatun, Sırp Kralı Brankoviç’in kızı... Ama o da onun dinine ilişmemiş. Mara Hatun ölünceye kadar Sultan Murat’tan sonra çok yaşamış, hatta üvey oğlu Fatih’ten de sonra ölmüş. Ve biliniyor ki bir Sırp milliyetçisi ve aynı zamanda tutucu bir Hristiyan. Kocası II. Murad’ın yanında da, üvey oğlu Fatih’in yanında kaldığı zamanlarda da kendi dininin icaplarını yerine getirmiş.
* Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz hocam?
Çünkü Osmanlı’da dini zorlama diye bir şey yok.
* Halka var mı?
Kimseye yok. Bir Müslüman bir Hristiyan’ı eş olarak alır, koşul şudur; karısı Müslüman olmayabilir ama ondan doğan çocuğunu Müslüman adetleri ve İslam dini ile yetiştirmek zorundadır. Anne Hristiyan, Yahudi, Ermeni olabilir, fark etmez...
* Ama bir papaz kızı olan Hürrem Sultan Müslüman oluyor...Tabii.
* Peki hocam, Osmanlı padişahlarının Yıldırım Bayezit’ten sonra evliliğe sıcak bakmadıkları, çünkü Yıldırım Bayezit esir edilince karısına gözleri önünde tecavüz edildiği söyleniyor. Bu ne derece doğru?
Timur, Yıldırım’ı esir edince onun Bulgar kökenli nikahlı karısını içkili bir çadır eğlencesinde oynatmışlar. Timur da Yıldırım da seyretmişler. Bu da bir yakıştırma ve anlamlandırma... Yoksa bizim tarihimizde böyle bir kayıt yok.
* Bu yüzden Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’ı nikahına almasına kadar padişahların kadınlarına nikah kıymadıkları söyleniyor... Bu doğru değil mi?Dediğim gibi bu bir yakıştırma... Kanuni’nin nikah kıydırması da Hürrem’in 4 çocuğunu doğurmasından sonra... O başka bir şey. “Beni azat et, nikahımı kıy” demiş Hürrem, Kanuni de bunu kabul etmiş. Evlilikleri 1520’den önce, nikah 1530’da... Yani 10 sene sonra.
* Yani, bu geleneği ilk Kanuni bozdu, Hürrem’e nikah kıyarak denemez?
Hayır. Birkaçı hariç, padişahlar harem kurma konusunda son derece ketum davranmışlar, dış dünyaya haremleri ile ilgili dedikodular yayılsın istememişler. O yüzden de haremle ilgili fazla bir bilgimiz yok.
* O ketum davranmayan birkaç padişah kim?
Sultan İbrahim’in var birtakım taşkınlıkları...
Sultan Abdülmecit’in 26 karısı var ama çoğu 23-24 yaşında ölüyor* Gönül ilişkilerine en düşkün padişah hangisi?
Bu sorulara cevap vermek çok zor. Çünkü o dönemi ben yaşamadım. Bir belge de yok...
* Bildiğiniz kadarıyla... Örneğin, Sultan İbrahim’in taşkınları olmuş diyorsunuz...
Başka bir örnek vereyim size, Sultan Abdülmecit Tirimüjgan adlı hanımını, ki o Abdülhamid’in de annesi oluyor, çok severdi. Ve
“Hayatımda beni en çok mutlu eden şey Tirimüjgan’la gece oturup saatlerce sohbet etmek. Onun sesine, anlatımına bayılıyorum. O beni çok mesut ediyor” dermiş. Bu bizim tarihimizin kaydına geçmiş. Bu bir incelik, sevdiği kadınla gece sakin bir odada oturup muhabbet etmek güzel bir şey değil mi? Sonra o Tirimüjgan gencecik yaşında, 23-24 yaşında ölmüş. Ama bakarsanız Abdülmecit’in 26-27 kadını vardır ve dersiniz ki ne kadar çok evlenmiş! Fakat onların ölüm tarihlerini dikkate alırsanız 7’den fazlası bir arada bulunmamış.
* Neden peki?
Saray hayatı kadınlar için, hem Topkapı’da hem Dolmabahçe’de son derece sağlıksız. Topkapı Sarayı’nın harem dairesi hiç güneş almaz. Gündüz vakti gidin, gece gibi karanlıktır. Hiç güneş görmüyor cariyeler. Yüksek harem duvarları var. Zaten pencereler de hep kapalı...
* Bütün bunlar güvenlik adına mı?
Gayet tabii. Harem dışarıya herhangi bir görüntü vermesin endişesiyle... İçerisi rutubet, karanlık, loş... Harem hayatı sağlıklı bir hayat değil. Sonra cariyelerin birisi Kafkasya’dan gelmiş, diğeri Almanya’dan... Bunların geldikleri iklim ve yaşama koşulları çok farklı. Bunu, bir de saraydaki yeme içme düzeni ve ağır disiplinle bir araya getirdiğiniz zaman kadın fiziğinin buna ne kadar dayanabileceği ortada. Ama o zamanlar bu sadece bizde değil Batı saraylarında da böyle... Uzun yaşamak diye bir şey yok. Padişahların da ömrü çok kısa. Osmanlı’da bir Kanuni 72 sene yaşamış, bir de Abdülhamid’i görüyoruz 75 yaşında. İkisi dışında 70 yaşını bulan padişah yok.
* Eceli ile ölmeyen de boğdurulmuş zaten...
O kadar boğulan yok. Mesela Kanuni’nin sekiz şehzadesi var. Bunlardan beşi Kanuni’nin sağlığında ecelleriyle ölüyor.
Tıpkı Wikileaks belgeleri gibi...
* Ama ilk oğlu Mustafa ile Bayezit boğduruluyor. Bir diğer oğlu Cihangir’in ise kederinden öldüğü söyleniyor...Evet, kederinden ölüyor. Çok sevdiği ağabeyi Mustafa’yı babası idam ettirince, zaten çok marazlı bir şehzade, üzüntüden hastalanıp ölüyor.
* Ama onun da ortadan da kaldırılmış olabileceği ihtimalinden söz ediliyor. Nitekim siz de kitabınızda buna yer veriyorsunuz...
Bakın, aynen bugünkü Wikileaks belgeleri gibi uydurup uydurup yazmışlar. O zamanki elçiler, gelen gezginler anlatmış durmuşlar. Neticesi bu! Belge yok.
* Peki hocam ecdadımız kadınlara çok mu düşkün?Niye olmasınlar, olmuşlardır. Adamlar padişah! Kaldı ki mutlaka padişahların soylarının yürümesi isteniyor. Onun için de ne kadar çok çocukları olursa, o kadar uzun süre hanedanın yaşayacağı kabul ediliyor. II. Mahmut’dan önceki iki padişahın, III. Selim ve IV. Mustafa’nın hanedana varis bırakmadan ölmeleri, II. Mahmut’u, şehzadelerinin de küçük yaşlarda ölmeleri nedeniyle, Abdülmecit’in doğumuna kadar Osmanlı hanedanının tek erkek bireyi olmak gibi tehlikeli bir konumda bırakmış. Bu yüzden de annesi ve saray mensupları ona bir sürü hanımlar bulmuş, onlardan da bir sürü çocuğu olmuş II. Mahmut’un... Tam 17 kızı ve 18 oğlu. Ama 16 oğlu kendi sağlığında, çoğu da çocukluk evresinde hastalıktan ölmüş. Geriye bir tek Abdülmecid ile Abdülaziz kalmış. 35 çocuktan, babalarının ölümünden sonra da hayatta kalabilen 3 çocuk var. Bir tek kızı Adile Sultan 72 yaşına kadar yaşamıştır.
Kanuni ihtiyar bir dul olarak yaşıyor* Üstelik II. Mahmut da çok yaşamıyor değil mi? 54 yaşında ölüyor...
Evet. Yani çocuğun çok olması da bir şey ifade etmiyor. Onların hayatta kalma imkanları da önemli... Çünkü o zamanlar çocuk hastalıkları çok yaygın. Özellikle de çiçek. Dışarıdan süt anneler getiriyorlar, onlar hastalık taşıyor aynı zamanda. O zamanki hijyenik koşullar, anlayışlar da çok farklı. Bu kitapta (Bu Mülkün Kadın Sultanları) anlatılan 150-160 padişah kızı var. Bunların içinde 30’unu, 40’ını geçen 50 padişah kızı bulamazsınız..
* O zaman çok kadınla birlikte olmak aslında bir zorunluluk?Evet. Padişah eşleri de aynı şekilde, hep gencecik ölmüş. Hürrem 54 yaşında ölmüş. En uzun yaşayan Kösem Sultan. O da 60’ında ölmüş. Yani öyle bir uzun hayat yok. Veya Abdülmecit’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan... Bir sürü hayırları var, hastanesi yapılmış, camisi var, çeşmeleri var, her şeyi var ama 46 yaşında ölmüş.
* Padişahlar arasında en az eşlilerden biri Kanuni değil mi?Tabii. Kanuni’nin bilinen hasekileri Mahidevran/Gülbahar, Hürrem Sultan ve Gülfem Hatun’dur...
Dahası 1558’de Hürrem öldükten sonra Kanuni’nin hareminde herhangi bir kadın adı geçmiyor. Ve galiba son 8 yılını Kanuni ihtiyar bir dul olarak yaşıyor. Zamanını daha çok dindarlıkla ve şiirle geçiriyor. ***
Kanuni içkiyi yasakladı ama oğlu II. Selim...Tarihçi Necdet Sakaoğlu, Kanuni’nin içki içtiğine ilişkin bir belge olmadığını belirtiyor önce, ardından bir ekleme yapıyor; “Üstelik o, içkiyi yasaklayan padişahtı. Ama oğlu II. Selim tahta geçer geçmez Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’ya, ‘Herkes dilediği gibi yaşasın, içsin, eğlensin’ diye emir veriyor. Sebebi zevk-ü sefa merakı değil, insanları baskıdan kurtarmak...
II. Selim biliyor ki, çok baskı büyük felaketler getirir! O dönemin şeyhülislamları bile içkiye bugünküne göre çok daha hoşgörülüydüler. İçkiyle ilgili öyle divan şiirleri var ki, bugün yazmaya kimse cesaret edemez...”
Hocam dün ecdadımızın kadın düşkünü olup olmadığını konuşmuştuk. Peki ya Osmanlı padişahları içki içer miydi?İçeni de var, içmeyeni de... Kanuni Sultan Süleyman içkiyi yasak eden padişahtı. Ama oğlu II. Selim tahta geçer geçmez içki içilsin diye izin verdi. Sokullu Mehmet Paşa’ya emir veriyor, “İlan edin” diye. “Herkes dilediği gibi yaşasın, içen içsin, oynayan oynasın, eğlensin” diyor...
Sokullu, “Aman padişahım ne yapıyorsunuz, zar zor oturtmuştuk kanunu, herkes içki yasağına uyarken böyle bir şeyi şimdi nasıl yapalım?” diye itiraz ediyor. Sokullu aynı zamanda padişahın damadı... O anda orada bulunan Feridun Bey diye hanedana mensup birisi diyor ki Sokullu’ya, “Padişaha niye itiraz ediyorsun? Padişahın dediği her şeyde hikmet vardır. Padişah yanlış bir emirde bulunmaz! İnsanlığı sürekli baskı halinde tutarsanız sonra büyük felaketler olur. Bazen insanlara gevşeklik tanımak lazımdır. Dolayısıyla padişah isabetli buyurmuştur.” Onun üzerine çarşılarda, pazarlarda, meyhanelerde yasaklar kalkıyor ve içki izni ilan ediliyor.
Kanuni’nin içki içtiğine dair bilgi yok
Peki Kanuni niye içki yasağı koyuyor?Dönem öyle gerektiriyor... Çünkü İstanbul’da birdenbire kahvehaneler, bozahaneler açılmış Kanuni zamanında. Onların ne yapıp ettiğini kontrol etmek mümkün kolay değilmiş.
* Kanuni halka içkiyi yasaklıyor. Peki sarayda serbest mi?
Hayır. Kanuni’nin içki içtiğine dair bir şey bilmiyoruz. Ancak bu saray mutfağına girip çıkanların bir listesi olursa bilinebilir ki öyle bir kayıt yok.
* Dolayısıyla şerbet adı altında içki içildiğine dair bir bilgi de yok?
Ben hiç öyle şerbet deyip içki içildiğini duymadım, öyle bir kayıt okumadım...
Ama sizin “Bu Mülkün Sultanları” kitabınızda de yer alıyor, Kanuni bir gazelinde “Rindler bezminde saki bir aceb nam eyledüm/ Mescidin kandilini meyhaneye cam eyledüm” diyor. Dizelerden anlaşılıyor ama tam olarak ne dediğini Türkçeleştirebilir misiniz?
Önceki dizelerinden başlayayım; “Saki, yani içki dağıtan, sen bana içki vermekte çekiniyorsun, bu adama çok verdim o kadar vermeyeyim artık diyorsun ama sen beni tanımıyorsun. Ben rindler bezminde, yani ayyaşlar meclisinde namlı bir adamım. O kadar namlıyım ki, mescidin kandilini aldım meyhaneye götürdüm kadeh olarak kullandım. Sen ne diyorsun, ben meyhaneyi camiye tercih ederim. Onun için sen bana biraz daha içki ver de içeyim” diyor. Ama böyle dediği için böyle bir adam değil Kanuni...
Muhibbi (sevgi duyan, dost) mahlasıyla şiirler yazan ve mürettep divanı bulunan Kanuni’nin annesi Hafsa, hasekisi Hürrem’le mektuplaşması, isyan eden oğlu Beyazid’in af dileyici manzum mektuplarına verdiği manzum yanıtlar ilginçtir. Bu gazelinde de bunu yapıyor. Rind, meyhane, kandil, mescit bunların hepsi divan şiirinde manzumdur. Şairler bütün manzumları kullanmak isterler.
* Böyle başka bir şiiri daha var mı Kanuni’nin?
Bir şiirinde de diyor ki, onu da Hürrem’e yakıştırıyorlar, “Sûre-i Velleyl okurdum dün namâz-ı şâmda/ Zülfün andım dilberin n’ettim ne kıldım bilmedim...” Kanuni, yatsı namazında, Velleyl Suresi’ni, yani Gece Suresi’ni okurken leyl sözcüğünü telaffuz ettiğinde artık ne ettiğini ne kıldığını bilmediğini söylüyor. Leyl gece demektir. Gece siyahtır. Sevgilinin zülfü, yani saçı da siyahtır. Bu hatırlayış yüzünden her şeyi unuttum ne ettim ne kıldım bilmiyorum diyor. Şimdi bu dizeler üzerine Kanuni namaz kılarken Hürrem’i düşünmüş namazını hiç etmiş mi diyeceğiz? Bu bir şiir... Ama çok açık yüreklilikle yazılmış şiirler bunlar. Bakın Şeyhülislam Yahya Efendi diyor ki, “Mescidde riyâ-pişeler itsün ko riyâyı/ Meyhâneye gel gör ne riyâ ne mürâyı...Yani ’’Bırak mescitte kim ne dedikodu ederse etsin sen meyhaneye gel ne ikiyüzlülük var ne ikiyüzlü’’ diyor. Bunu diyen bir şeyhülislam... Şeyhülislam olduğu için divan şiiri yazması doğal. Fakat bizim bu şiire dayanarak Şeyhülislam Yahya Efendi her gün meyhaneye gidiyor dememiz çok yanlış. Adam din adamlığının yanında aynı zamanda şair. Kullanmış bütün manzumları. Gönlü istediği gibi şiirler yazmış... Bu devirde yapamazsınız. Bu da çok enteresandır.
* Şehzadeler sarayda hapsedilince...
Ama o kültürü bilmeyen böyle bir şey yazabilir mi acaba diye de insanın aklına geliyor...
Belki Kanuni içti. Ama kayıt yok. Yalnız şu var; ilk saltanat yıllarında bu tür eğlencelere falan daha meraklı olduğu biliniyor. 25 yaşında padişah olmuş. Bu şehzadelerin bir sancak beyliği dönemi var. Onlar haremlerini orada kuruyorlar, ava çıkıyorlar, arkadaş ediniyorlar, musahipleri (dünya ve ahiret yol kardeşleri) var. O musahiplerin içinde şair olanlar var, içenler var. Her türlü edebiyattan, tarihten anlayanlar var. O ortamda o şehzade geniş bir kültür imkanı elde ediyor ve toplumun bütün renklerini de tanıyor. Dolayısıyla toplumun üst düzey kültürünü en fazla alan insan olarak yetişiyor. Bu III. Mehmet’in Manisa valiliğine kadar böyle devam ediyor. Ondan sonra şehzadeleri sarayda hapsettikleri için bu iş bitmiş kapanmış.
* Zamanla da Osmanlı çökmüş...
Tabii, çökmeye doğru gidiş başlamış... Çünkü bu tür bir aydınlanma, kültür edinimi, özgürlük tanınmamış. Mesela Kanuni padişah olarak İstanbul’a geldiğinde bu donanımla geliyor. Ama sonraki padişahlar kafesten çıkarılıp tahta oturtulmuş.
KANUNİ’NİN DAMAT İBRAHİM PAŞA’YI ÖLDÜRTME NEDENİ TÜRKLÜĞE HAKARET ETMESİDİRHocam siz “Bu Mülkün Sultanları” kitabınızın önsözüne şöyle başlıyorsunuz;
“1 Kasım 1922’de Saltanat’a, 3 Mart 1924’te Hilafet’e son veren Türkler’in, bu iki kurumu temsil eden Osmanoğulları’nın tarih sahnesine çıkışının 700. yıldönümünü anmaları bir çelişki olarak düşünülmemelidir. Çünkü Osmanlılar’ın küçük bir beylikle başlayıp büyük bir imparatorluğa kadar yükselen egemenlikleri boyunca dayandıkları ana toplum Anadolu Türkleri’ydi. Sınırları pek çok ulusu ve ülkeyi kapsasa da devlet yapısı temelde Türk töresine bağlıydı; resmi yazışma dili de Türkçe’ydi. Türkler ya da Türklük, Osmanlılığın öylesine güvencesiydi ki Rumeli’nden Avrupa içlerine doğru fetihler genişledikçe, yeni topraklara Orta ve Batı Anadolu’dan yörükler, Türkmenler göç ettirilip kök oluşturuluyordu. Osmanlı Devleti, bir cihan imparatorluğu olmakla birlikte dünya onu ‘Türk’ olarak tanıyor; hükümdarlarına da ‘Büyük Türk’, ‘Büyük Efendi’ diyordu...” * Osmanlı İmparatorluğu içinde Türklük vurgusu bu kadar büyük müydü?Kanuni’nin 13 yıl sadrazamlık yapan İbrahim Paşa’yı öldürtme nedeni Türklüğe hakaret etmiş olmasıdır. Tarihçi Gelibolulu Mustafa Âli (1541-1600) yazıyor.
‘Bre Türk!’ deyince boğdurulmuşBen Sadrazam İbrahim Paşa’nın öldürülmesinde daha çok, padişah üzerindeki nüfuzu bakımından kendisine rakip olarak gördüğü için Hürrem Sultan’ın etkisi olduğunu biliyordum...
Gelibolulu Âli’nin tarihi vardır. Künhül Ahbar diye... Bu kitapta da geçer. Kanuni ve İbrahim Paşa çocukluk arkadaşı, sık sık satranç oynuyorlar, muhabbet ediyorlar, şakalaşıyorlar, aralarında her türlü latifeler oluyor. Bazen böyle satranç falan oynarken İbrahim Paşa Kanuni’ye yaptığı bir gaftan veya yanlış bir hamleden dolayı “Bre Türk!” dermiş... Biraz küçümser gibi, “Beceremedin, yapamadın, aklın ermedi” anlamında... Bir iki sefer uyarmış Kanuni; “İbrahim benim atalarım Türkistan’dan gelme. Ben Türküm, bir daha bunu bana deme” diye... İbrahim Paşa aynı zamanda Kanuni’nin eniştesi. Bir Ramazan gecesi yine İbrahim Paşa saraya gelmiş. Beraber iftar etmişler.
* Ama Müslüman değil sonradan oluyor. Aslında Pargalı bir Rum değil mi?Evet. Sonradan Müslüman olmuş. Gelibolulu Mustafa Âli diyor ki, “O gece de beraber iftar etmişler. Yine İbrahim Paşa, “Bre Türk!” deyince, çok içerlemiş Kanuni, ama bir şey dememiş, bir daha üstelememiş, “Bunu bana deme” diye... İbrahim Paşa kendisine ayrılan odaya girmiş yatmış. Arkasından da cellâtlar girmiş. Ertesi sabah boğulmuş cesedi Sarayburnu’nda bulunmuş.” Yani Türklüğüne laf söylediği için çok sevdiği çocukluk arkadaşını, eniştesini, çok güvendiği insanı idama göndermiş Kanuni.
Böyle başka bir örnek daha var mı?
Tabii... Abdülhamit Beylerbeyi Sarayı’nda sürgünken, pencereden bahçeyi seyrediyor. Bahçede çalışan bahçıvanların çoğu da Arnavut. Onlardan biri diğerine ,“Ulan Türk yaptığın işe bak!” deyip hakaret edince Abdülhamit bahçıvanı azarlıyor. “Ben de Türküm, dikkat et konuşmalarına” diyor. Dolayısıyla 16. yüzyıldaki bir padişah da 20. yüzyıldaki bir padişah da Türklüklerini biliyorlar. Bunu dememize bile lüzum yok, Osmanlı’nın resmi lisanı Türkçe zaten.
* Ama o zamanlar asıl kimlik Müslümanlık, Türklük değil!Müslümanlık dini inanç, Türklük kan... Osmanlıların devlet düzeni Memalik-i Şahane-i Osmaniye... Memalik, memleketler, topraklar demek... Devlet adı Devlet-i Aliyye... Yani büyük, yüce devlet... Millet olarak adları da Millet-i İslamiye. Millet-i İslamiye denince de Türkler, Araplar, Arnavutlar, Müslüman olmuş kim varsa, çoğunluk onlardan çünkü. Azınlıklar da Rumlar, Ermeniler, Yahudiler falan... Bir de dediğim gibi Memalik-i Şahane-i Osmaniye deniyor, bu da Osmanlı memleketleri oluyor. Bütün Balkanlar, Mısır, Ortadoğu, Arabistan, Anadolu hepsi içine giriyor. Ayrıca Devlet-i Aliyye deniyor, bu da büyük, yüce devlet anlamına geliyor. Devlet, topluluk, ülke bu şekilde tarif edilmiş oluyor. Ama hepsi Türkçe konuşuyor.
* Oysa bugün sanki Türklük vurgusu Atatürk’le birlikte başladı gibi kabul görüyor...Ulusal kimlik meselesi 18. yüzyıl sonunda Fransız İhtilali ile başlamış bir şey. Yani kendi ulusal kimliğini başka ulusal kimliklere karşı savunma, üstün görme duygusunun ortaya çıkışı... Ve bunun bir sisteme bir siyasal ideolojik yaklaşıma dönüşmesi... Ondan önce kimse böyle bir şey demiyor, böyle bir şey peşinde olan da yok. Daha çok din ve dil tanımlayıcı olan. Bizim Anadolu’nun da, sarayın dili de her zaman Türkçe, din de Müslüman. Bitti! Müslümanlık ve Türklük bütün çağlar boyunca koşut olarak ilerlemiş.
OSMANLI’DA KADINLAR DEKOLTE GİYİNİYOR, HEM DE ÇOK!
* Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’a Mimar Sinan’ın aşık olduğu söylenir. Bu doğru mu?Beni Mihrimah’ın Sinan’la, Rüstem Paşa’yla ilgisinden çok bu portresindeki duruşu, bakışı, giyimi kuşamı ilgilendiriyor. (Avea için hazırladığı ‘Osmanoğulları’nın Ünlü Kadın Sultanları’ kitabının kapağındaki resmi göstererek anlatıyor. Kitabın içinde de pek çok resim var.)
Mona Lisa gibi bir ifadesi var?
Hatta Mona Lisa’dan daha soylu bir duruş, daha hoş bir çehre... Bir hükümdar kızının olması gerektiği gibi... Başındaki hotozu, incili, mercanlı süslemeleri... Burada aynı zamanda başa verilen değeri görüyorsunuz, hep mücevherlerle zümrütlerle süslenmiş. Ama kıyafetine dikkat ederseniz, al renginde sade bir üstlük giymiş. Osmanlı’da baş çok önemli. Üstlük çok sade. Görüyorsunuz bir gerdanlığı bile yok. Eğer boynu, dekoltesi doldurulsaydı biraz daha cinsiyet, cinsellik düşünebilirdik. Ama, dikkat ederseniz her şey baş üzerinde toplanmış. Baş hem görkem olarak hem ziynet olarak vücudun en değerli kısmıdır anlamı var burada.
* Peki dekolte giymiyorlar mı padişah eşleri?
Giyiyorlar, hem de çok!
* Ama halifelik var, şeriat hükümleri var...
Öyle ama son halife II. Abdülhamit’in kızı Ayşe Sultan’ın resmine bakın, başında başörtüsü bile yok. Omuzları açıkta. Padişah kızı, halife kızı... Çoğu böyle. Osmanlı böyle!
BİTTİ
***
Vatan
18.1.2011