MG: 26. Bölüm: Seyr u Sülûk Mertebeleri
Gölge mertebesi (daire-i zıll) Allah’ın vâcibî isim ve sıfatlarıdır. Bu mertebe mahlûkâtın taayyünlerini (hakîkatlerini, a‘yân-ı sâbitesini) ihtivâ etmektedir. Ancak peygamberler ile büyük meleklerin hakîkatleri bundan müstesnâdır. İlâhî isimlerden her birinin gölgesi şahıslardan bir şahsın mebde-i taayyünüdür (hakîkatidir). Bu gölge mertebesi hakîkatte isim ve sıfatlar mertebesinin tafsîlidir.
Meselâ “İlim” sıfatı hakîkî bir sıfattır. Cüz’iyyât (ilmin alt unsurları, detay parçaları) o sıfatın gölgeleridir ve icmâl (ilmin özü) ile irtibatlıdırlar. O hakîkatin her cüz’ü (parçası), peygamberler ve melekler dışındaki şahıslardan bir şahıstır. Peygamberler ve meleklerin mebde-i taayyünleri ise, bu gölgelerin asıllarıdır. Yani bu tafsîle gelen cüz’iyyâtın küllîleridir, hulâsasıdır.
Meselâ İlim, Kudret, İrâde gibi sıfatlar (küllî sıfatlardır) birçok şahıs bir sıfatta ortaktırlar.
Meselâ Son Peygamber’in (a.s) mebde-i taayyünü “İlim” sıfatıdır. Bu sıfat, bir başka itibarla Hz. İbrâhim’in mebde-i taayyünüdür. Bir başka itibarla da Hz. Nûh’un mebde-i taayyünüdür, hakîkatidir. Hepsine salât ve selâm olsun.
Demişlerdir ki, Hakîkat-i Muhammedî (Hz. Muhammed’in hakîkati) icmâl mertebesidir (ilâhî isim ve sıfatların hulâsası mertebesidir). “Vahdet” diye adlandırılan taayyün-i evvel, bu gölge mertebesinin merkezidir. Bu gölge mertebesini (dâiresini) taayyün-i evvel zannetmişler, onun merkezini de icmâl bilip “Vahdet” diye adlandırmışlardır. Dâirenin çevresi gibi olan o merkezin tafsîlini de “Vâhidiyyet” zannetmişlerdir.
Gölge mertebesinin üzerindeki makâmı ki ilâhî isim ve sıfatların (asılları) dâiresidir, mâhiyeti bilinmeyen Zât (sırf zât, lâ taayyün) olarak düşünmüşlerdir. Böylece sıfata, Zât’ın aynısı demiş oldular, sıfatı Zât’a zâid bilmediler.
Gerçekte bu, isimler ve sıfatlar dâiresi diye adlandırılan ve gölge mertebesinin aslı olan üst dâirenin (mertebenin) merkezidir.
Hakîkat-ı Muhammedî de o asıl dâiresinin merkezidir. O merkezin gölgesine “Hakîkat” demek, gölgeyi asıl ile karıştırmaktan kaynaklanmıştır. Peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olan Hz. Ebû Bekr’in mebde-i taayyünü, isimler ve sıfatlar dâiresine bitişik olan bu dâirenin üst noktasıdır.
İsimler ve sıfatlar dâiresi ise, peygamberler ve melâike-i kirâmın mebde-i taayyünüdür. Onun üzerindeki diğer bir daire de, bu aslın aslıdır. Diğer bir daireden olan bir yay (yarım dâire, kavs, yarım mertebe) ise onun (önceki mertebenin) asıllarındandır.
Bundan sonra başka bir şey (tam mertebe) zuhûr etmedi. Sâdece sözü edilen bu yay zuhûr etti. Orada bir sır vardır ama onu bana bildirmediler.
Bu asıl mertebeleri Zât mertebesinde sırf îtibârdır ve zâid sıfatların kökleri olmuşlardır.
(Bu fakîr) mânevî yolculuğunu buraya ulaştırdığı zaman zannetti ki işin sonuna geldi. Ona şöyle nidâ ettiler: “Aştığın ve gördüğün bu tafsîl, “ez-Zâhir” isminin tafsîli idi ve mânevî uçuşun iki kanadından biri idi. "el-Bâtın” ismi ise henüz ileridedir. Onu tafsîliyle sona ulaştırırsan kendi uçuşun için iki kanadı da uçar hâle getirirsin”.
Allah’ın yardımı ile el-Bâtın isminin seyri (yolculuğu) da tamamlandı, diğer kanat da zuhûr etti, matlûba uçuş müyesser oldu.
“Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakîkaten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler” (el-A‘râf, 7/43).
el-Bâtın isminin seyri hakkında ne yazılabilir ki? O seyrin hâline münâsip olan gizlemek ve örtmektir. O makâmdan şu kadarı açıklanabilir ki, ez-Zâhir isminin tafsîlindeki seyr, sıfatlardaki seyrdir, ancak orada Zât düşünülmez.
el-Bâtın isminin seyrinde ise yolculuk her ne kadar isimlerde ise de, bu isimlerin içinde Zât düşünülür. Meselâ “İlim” sıfatında Allah Teâlâ’nın Zât’ı düşünülmez. el-Alîm (Bilen) isminde ise ilim perdesinin ardında Zât düşünülür. Çünkü “Alîm” ilmi olan zât demektir. O halde “İlim”de seyr, ez-Zâhir isminde seyrdir; “el-Alîm”de seyr de el-Bâtın isminde seyrdir. Diğer sıfatları ve isimleri de buna kıyas et!
el-Bâtın ismiyle ilişkili olan bu isimler, mele-i a‘lâ meleklerinin mebde-i taayyünleridir. Bu farkı küçük zannetmeyesin ve “İlim”den “el-Alîm”e az bir yol vardır demeyesin. Aslâ! Yeryüzünün merkezi ile Arş’ın zirvesi arasındaki mesâfe, söz konusu farka göre, okyanusun damlaya oranı gibidir.
Bu Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir (el-Hadîd, 57/21).
ez-Zâhir ve el-Bâtın isimlerinin kanatları meydana geldikten sonra uçuş ve yükselişler müyesser olunca anlaşıldı ki, bu mânevî yükselişler asâleten ateş, hava ve su unsurlarının nasibidir. Melekler de bu yükselişlerde (bize) ortaktırlar. Çünkü onlar da bu unsurlardan bir hisse sâhibidirler.
Bu seyr esnâsında vâkıada (rüyâda veya uyku ile uyanıklık arasında) gösterdiler ki, sanki bir yolda gidiyorum. Çok yürümekten yorulmuştum. Bir baston ve asâ istiyordum ki onun yardımıyla yürüyebileyim. Ama bulmak mümkün olmadı. Yürümeme yardımcı olsun diye her çalı çırpıya tutunuyordum, yürümekten başka çâre bulamıyordum. Bu şekilde bir süre yürüyünce bir şehrin kenarı (mücâvir alanı) görüldü. O alanı geçtikten sonra bu şehre girdim. Bu şehrin, bütün isim, sıfat, şuûn ve îtibâr mertebelerini, hattâ bu mertebelerin asıllarını da kapsayan, asılların da asıllarını ve ayırt edilmeleri ilm-i husûlîye bağlı olan zâtî îtibarların sonlarını ihtivâ eden “taayyün-i evvel”den kinâye olduğunu bildirdiler.
Bundan sonra eğer bir seyr vukû bulursa o ilm-i huzûrîye münâsiptir. Bu taayyün-i evvel, (peygamberlere mahsus) velâyet-i kübrâ ve meleklere mahsus olan velâyet-i ulyâ gibi bütün velîlik mertebelerinin sonudur. Peygamberlerin ve meleklerin bütün velîlik makâmlarını kapsamaktadır.
Bu makâmda akla geldi ki, acaba bu taayyün-i evvel meşâyıhın bahsettiği Hakîkat-ı Muhammedî midir? O olmadığını bildirdiler. Hakîkat-ı Muhammedî, yukarıda zikredildiği gibi başka bir mertebedir.
Bu sebeple o şehrin üstünde vukû bulacak olan seyr (yolculuk) “kemâlât-ı nübüvvet” (peygamberliğin yüksek hâlleri ve bilgileri) mertebesinde olacaktır. Bu makâm asâleten peygamberlere âittir. Büyük velîler de onlara tâbî olmak sâyesinde bu makâmdan bol nasip alırlar.
İnsanın letâifi arasında bu kemâlâttan asâleten büyük nasip alan toprak unsurudur. İster emr âleminden olsun, ister halk âleminden, insan letâifinin diğer tüm unsurları bu makâmda o temiz unsura tâbi ve bağlıdırlar. Bu toprak unsuru insanlara mahsus olduğu için, insanların seçkin (havâss) olanları meleklerden üstün olmuştur.
Anlatıldığı üzere, her ne kadar dört unsurun kemâlâtı nefs-i mutmainne kemâlâtından daha yukarıda ise de, nefs-i mutmainne bu velîlik makâmı ile irtibâtı ve emr âlemine dâhil oluşu sebebiyle sekr (mânevî sarhoşluk) makâmındadır ve istiğrâk makâmında kendisinde muhâlefet gücü kalmamıştır.
Dört unsurun ise nübüvvet makâmı ile ilişkileri daha fazla olduğu için onlarda sahv (ayıklık) hâli gâliptir.
Dolayısıyla kendisiyle ilişkili bazı faydaların elde edilmesi gâyesiyle, dört unsurda muhâlefetin sûretini (görüntüsünü) bırakmışlardır.
***
MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)
İmâm-ı Rabbânî
Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun SUFÎ Kitap Yayınları
|