(210. Mektup)
ÖNEMLİ UYARILAR
M. İhsan Oğuz
Bu mektubumu, önceki son iki mektubumun tamamlayıcısı ve onların bir devamı olarak yazıyorum. Şimdiye kadar sizinle aramızda geçen bâzı hususların hatırlanmasında faydalar olacağı ümîdindeyim:
1 - Eşinizin rahatsızlığı önemli olduğu halde, siz bunun önemini gereği gibi anlamayıp nefsin ve şeytanın kışkırtmasına kapılarak erkek doktora göstermekten çekinmiş; bu taassubunuzdan dolayı rahatsızlığın tehlikeli bir hâl almasına sebebiyet vermiştiniz. Bu durumu anlayınca, size ameliyattan çekinmemenizi; mütehassıslara tedkik ve muayene ettirerek vakit geçirmeksizin ameliyat yaptırmanızı ısrarla bildirmiş idim. Bir takım tereddütlerden sonra, hastalığın tehlikesi kendini gösterince ameliyat yaptırmak zorunda kalmıştınız. Eğer ben taassup ehli bir kimse olsaydım; "Sakın aileni erkek doktorlara gösterme" der, ameliyat yaptırmanızı engeller, ailenizin ölümüne sizinle birlikte yol açmış, ortak bir katil olmuş olurdum. Böyle yapmadım. Sizi adetâ zorlayarak ve körü körüne saplandığınız taassupları kırarak ameliyat yaptırdım. Ameliyatın yapıldığı gün ve saatlerde de, seccade üzerinde Allah Teâlâ'ya duâ ve yakarışta bulundum. Şânı Yüce Allah, bu saf ve temiz kalbli evlâdımı lütuflandırdı, kurtardı. Allah'a hamdederim. Eğer bu hareketler olmasaydı; sırf sizin taassubunuz sonucu, irâdenize ilişkin bir kaza olarak aileniz vefat ederdi. Dünyâ hayâtınız mahvolur, sayısız güçlük ve ıztırapların ömür boyu ardı arası kesilmezdi. Bu felâketin ne olduğunu, başına gelmeyen bilmez.
2 - Sizin geceleri geç vakitlere kadar kitap okumakta olduğunuzu kardeşinizden ve bizzat sizden öğrenmiş, bunun zararlı olduğunu anlamıştım. Birçok konuşma ve yazışmalardan sonra bunlardan vazgeçirmiş, gereksiz kitapların satılmasını da sağlamıştım. Kastamonu'ya geldiğiniz zaman, bu fazla okumanın maddî durumunuz ve sağlığınız üzerindeki olumsuz etkilerini de aslında görmüştüm. Şükretmek gerekir ki; biraz geç ve zor da olsa, söz dinlediniz, evden kitapları temizlediniz, tehlikeden kurtuldunuz. Eğer taassup sahibi ve anlayışsız bir kimse olsaydım, sizin bu okuma durumunuzu övgüyle karşılar; “Aman çok oku, evliyanın eserlerinden insan kemâl ve anlayış sahibi olur” der, sizi daha çok okumaya yönelterek aklınızı, belleğinizi, anlayış yeteneğinizi mahveder, sağlığınızı bir daha düzelmeyecek derecede bozardım. Böyle yapmayarak sizi korudum. Şimdi ne halde olduğunuzu bilmiyorum. Yalnız, mektuplarınızın bâzılarında Nefehâtü'l-Üns'den, Makâmât-ı Hâce-i Büzürk'den, Mektûbât-ı Kudsiyye'den bahsetmiştiniz. Bu konuda bâzı kısa şeyler yazmıştım ki, bunları okumanın da şu anda sizin için faydalı olmayacağı merkezinde idi. Eğer şimdi yine kitap okumakta ısrar ediyor, eski hâlinize dönmüş bulunuyorsanız; aşağıda yazacaklarıma dikkat eder, ona göre durumunuzu yeniden düzeltirsiniz.
İyi biline ki: Hâl ehli velîlerin şiir veya nesir tarzındaki eserlerine düşkün olup onları Kitâb ve Sünnetten daha zevkli bulmak, nefis ve şeytandan gelir. Bunların meşrebleri çeşitlidir. Herbiri, yenik düştüğü hallerin etkisi altında bulunur. Ona göre yazar, söyler, içinde bulunduğu hâli dile getirir. Çünkü; her makamın sözü, her sözün makamı vardır. Hâl ehli olanların sözleri, fiilleri ve ahlâkları Kitâb ve Sünnet’in bildirdiklerine aykırı olursa, onlara kesinlikle uyulamaz. Onların hâle mağlûb, gönülleri muztarip olduğu dönemlere ilişkin söz ve görüşlerinde, Kitâb ve Sünnete mutlaka aykırılıklar bulunur. Çünkü; hâlin mağlûbudurlar... Bu aykırılıkların Hak yolunda muhabbetten ve manevî sarhoşluktan kaynaklanması nedeniyle, bir bakıma özürlü sayılırlar. Fakat; bu özür onlara, yâni hâlin mağlûbu olanlara mahsustur. Kitaplarını okuyanlar ve o halde olmayanlar, özürlü sayılamazlar. Onlar için, Kitâb ve Sünnetin genel hükümlerine yapışmak zorunludur. Yoksa; hak yolundan sapmalarından ve hattâ îmandan çıkmalarından korkulur. Bundan dolayı; nihâî kemâle ermemiş tasavvuf ehlinin eserlerini okuyanlar, onlardaki sözleri kendilerine mâl ederek varlık ve benliğe düşerler. Bir ilim ve ma'rifet sahibi oluyoruz sanarak haberleri olmadan sapıklık çukuruna yuvarlanırlar. Yüksek din tahsilleri de yoksa, tamâmiyle nefsin ve şeytanın kuklası ve oyuncağı olarak manen helak olurlar. Artık, kulaklarına söz girmez. Kendi yanlış ve câhilce anlayışları üzerinde ısrar ederler, irâdelerini bu yanlış anlayışlara dayandırdıklarından, Allah Teâlâ da (İlâhî âdet ve töresi gereğince) irâdelerine göre muamele eder; hayatları böylece son bularak (Allah korusun) dünyâ ve âhiret ziyanına uğrarlar.
Bir kimse kesin delillerle bilerek ve görerek bir zâtı hoca edinirse, onun her söylediğini ve bildirdiğini yoruma kaçmadan öylece kabul etmesi ve uygulaması zorunlu olur. Bunu yapmayan bir kimse, Kitâb ve Sünneti sözde kabûl ettiği halde hükümlerini kendi yanlış anlayış ve bilgisizliği ile fiilen uygulamayarak nefsinin ve şeytanının aldatma ve saptırmalarına kapılmış demektir. Aynı zamanda bu hâl, manevî ilgi ve bağlılığı da bozar. Peygamber Aleyhisselâm'a bağlılık gösterip de bildirdiklerine uymayan bir sahabe yoktur. Aksi hâlin, îman ve İslâm ile bir ilgisi olmaz. Asıl olan ve kurtuluşa erdiren yalnız Kitâb ve Sünnettir, O'na başka bir mânâ vermeden uymaktır. Bunun tersi de mutlak bir sapıklık ve mahrumiyet, tehlike ve felâkettir. Hâl ehlinin eserlerinde yer alan çeşitli görüşler ve farklı meşrebler, insanı şaşkın eder. Hepsine uysa, mümkün olmaz. Bâzısını alsa, diğerleri kalır. Özetle; bunların uyuşmazlık ve çekiştirmesi arasında perîşân olur, ne yapacağını bilemez bir hâle gelir. Nefis ve şeytan da, doğru gibi görünen bu en uygun vesileyi süsler, körükler, sapıklıktan sapıklığa, varlıktan varlığa, gösterişten gösterişe sürükleyerek sahibini sonunda mahvedip helak eyler... İşte; hâl ehli olanların ve manevî sarhoşların kitaplarını okumanın sonucu!...
3 - Siz bir zaman oldu, bize bâzı hediyeler göndermek istediniz. Biz bunu uygun görmedik. Bunun üzerine siz, "Ben sizin evlâdınız değil miyim? Evlâd babaya bir şey göndermez mi? Baba da kabul etmez mi? Eğer evlâdınız isem, izin veriniz" diye ısrâr ettiniz. Biz de bunu içtenlikle yaptığınızı düşünerek; sırf yanlış bir anlayışa kapılıp inancınızın sarsılmaması ve feyz almanızın sekteye uğramaması açısından geri çeviremedik. Bu gibi hareketlerin sünnette olduğunu, hoca ile talebe arasında meydana geldiğini; bunların yalnız Hak Teâlâ'nın rızâsını kazanmak niyeti ile yapılması, başka bir maksad ve karşılık için olmaması gerektiğini bildirdik, iş böylece devam etti. Fakat; bu hâl ile, dünyevî çıkar güdenler arasında bir benzerlik vardır. Bu durum, hak ehli olanla olmayan arasında da görülür ve devam eder. Başlangıçta olan tasavvuf yolcularının, bilgisizlik ve anlayışsızlıkları sebebiyle bâzı hâl ve hareketlerden dolayı inançları sarsılır. Nefis ile şeytan da, hîleli ve saptırıcı delillerle bunları aldatırlar. Mürîdin muhabbeti bozulur, vesveseye düşer. Hak ehli için böyle bir şey düşünülemeyeceğinden; nisbet yok olur, yâhut zayıflar. Feyz kapıları kapanır, bir sürü boş ve asılsız şüpheler yoğunlaşır. Böyle bir kimse, artık Hak'tan yüz çevirmiş olur. Hak Teâlâ da, bu yüz çevirme sebebiyle ondan yüz çevirir; iş korkulu bir hâle doğru gider. Eğer hoca güçlü değilse, Cenâb-ı Hak da yüz çevirenin irâdesini iyiye kullanamaması sebebiyle yardım etmezse; mürîd inançsızlık, güvensizlik, muhabbetsizlik girdabına düşer, manen mahvolur. Hoca güçlü ise, hak ehlinden olup insanları hakka çağırmakla görevli bulunuyorsa; iş bu derece korkulu bir hâle gelmeden önce mürîdin dikkatini çekmeye, hak ve hakîkati bildirerek onu kurtarmaya çalışır. Bu hâl üç defa olur, dördüncüye izin yoktur. Artık mürîd, nefis ve şeytanı ile başbasa kalır. Onun manen mahvoluşundan dolayı sorumlu olmaz. Çünkü; hoca irşad ve teblîğ görevini yerine getirmiş, yapmıştır. Zîrâ; irşâd ehli için hak ve hakîkati bildirmekten başka bir görev yoktur. Nitekim; Yüce Allah Habîbi'ne (Mâ ale'r-rasûli ille'l-belâğ) "Peygamber üzerine tebliğden başka bir görev yoktur" buyurmuştur. (1) İşin gerçeği böyle olunca; İrşad sahibi bir velîden tasarruf beklemek, "Benim hâlimi kendiliğinden bilsin de tasarruf etsin, baskı yapsın" demek, çirkin ve anlamsızdır. Yüksek Allah dostlarının ve peygamberlerin yol ve gidişatlarına aykırıdır. Bu gibi arzu ve istekler, nefis ile şeytandan gelir. Amma; kul irâdesini iyiye kullanıp inanç ve muhabbetini bozmaz, kötü düşünce ve vesveselere karşı Allah Teâlâ'nın korumasına sığınırsa; Yüce Allah dilerse sırf lütuf ve insanıyla peygamber elinde mu'cize, irşad sahibi velîden de olağanüstü bir hâl meydana getirerek kulu tehlikeden kurtarır. Eğer dilemez, kul da kendi iradesiyle buna elverişli olmazsa, iş korkulu olur. Hiçbir yerden fayda göremez; nefsinin, şeytanının, irâdesini kötüye kullanmasının kurbânı olarak mahvolup gider. Onun için; gücü yettiğince Allah Teâlâ'nın emirlerini tutan, yasaklarından sakınan, işlerinde dosdoğru olan zâtların imtihan edilmesine, onlar hakkında kötü inançlar beslenmesine izin verilmemiştir. Aksi hâl, tehlikeler teşkil etmiştir. Bundan dolayı; eğer sizde bir güvensizlik ve kötü bir inanç meydana gelmişse, sebeplerini açıkça ve hiçbir şey gizlemeden, iyi-kötü bildiriniz. Gereğine bakalım!... Böyle bir şey yoksa; dâima Hak Teâlâ'nın bağışlamasını dileyerek uyanık bulunun. Nefis, şeytan ve dünyânın oyun ve aldatmalarına kapılmayın. Has kulluk, has ümmetlik saadeti yolunda dosdoğru yürüyün... Bir de; olumsuz bir düşünce gelmemek, nefis, şeytan ve dünyânın saptırmalarına imkân vermemek için, bundan sonra hediye göndermeyin ve bu gibi hareketlerde bulunmayın!... Böylece bizi yük altından kurtarın ve rahatlatın. Bize vereceğiniz en büyük ve en değerli hediye; sizin doğru inancınız, iyi ameliniz, faziletli ahlâkınız olsun. Bizi ancak bunlar memnun eder ve sevindirir, başka şeyler değil... İşte; bu hayatî konularda size yaptığım üçüncü tebliğdir. Bundan sonrası size âit olacaktır. Bununla birlikte; dürüst olacağınıza, kesin bir inanç, güven ve teslîmde bulunacağınıza, kendinizi vesveseye, eğri-büğrü hareketlere kaptırmayacağınıza Allah ve Rasûlü'nü şâhid tutarak bize bir daha bozulmayacak derecede güvence verirseniz, biz de tebliğ ve irşad görevine aralıksız devam edeceğimizi şimdiden bildirir ve bu hususta güvence veririz. Doğru yola yönelten ve irşâd eden, hak ve hakikati kabulde başarılı kılan, yalnız Şânı Yüce Allah'tır.
4- Bâzı kimseler, iyi zanları sebebiyle ilim ehlinden saydıkları bâzı kişilere saygı göstererek her sözlerini hak ve hakikatten ibaret sanırlar. Zamanımızda takva ehli âlimler kalmamıştır. (Belki yeryüzünde vardır.) Peygamber vârisi olan sağlam bilgi sahibi âlimler; "Kırmızı Yakut ve Anka Kuşu" gibi adı var kendi yok hükmündedir. Asıl takva sahibi âlimler, Allah dostlarıdır. Şekil ve yüzeyde görünenler değildir. Bunlar insanı saptırırlar. Birkaç kelime ile inançlarını bozarak ebedî saadetlerine engel olurlar. Şimdi onlara kulak asmamak, yüz vermemek, sözlerine güvenmemek gerekir. Çünkü; söyledikleri her sözde bir maksad güderler. Hele bilgisizlik de varsa, sapıklığı kurtuluş olarak gösterip iyi zanda bulunanları mahvederler. Bunlar, insan şeytanlarıdır. Onlardan da korunmak, İblis'ten kaçınır gibi kaçınmak gerektir. Bir kimse fazla ilim ve anlayış sahibi olmak isterse, bunun gerçek hocasını da bulamazsa, Peygamber Efendimiz: “Bildiği ile tam amel edenlere Allah Teâlâ bilmediklerini vasıtalı veya vasıtasız öğretir, vâris kılar” buyurmuştur. Allah'ın hükümlerine ilim ve anlayışla tâbi' olup onlarla amel eden ve nefsini o hükümlerin üzerine çıkarmayan kimse, en yüce maksada kavuşur. Fakat; bu son derece az olur. Çünkü; nefis ve şeytan, insanı çeşitli şekillerde aldatıp saptırarak İlâhî hükümlere boyun eğdirmez. Onların boyun eğdireceği şey; ancak isyan ve bilgisizlik, günah ve azgınlıktır. Bu hususlara da daımâ önem vermek, gâfil olmamak gerekir.
5- Hak ve hakikat yoluna girenlerin hemen hemen yüzde yüzü; bu yola "Keşif, keramet ve olağanüstü bir şey meydana gelsin" diye girerler. Bu giriş, bir belâdır. İbâdeti ile Ma'bûd'u arasına o niyet ve amaçları sokmaktır. Bu, ibâdet ve kullukta Allah'a bir tür ortak koşmaktır. Allah Teâlâ, bu gibi şeylerle kirli ve illetli ibâdetleri kabul buyurmaz. Tam tersine; o haller yasaklanmış olduğundan, "Niçin kulluk ve ibâdetini hâlis kılmadın, başka niyet ve amaçlarla kirlettin?" diye sorar ve hesaba çeker. Bu takdirde, durum çok güçleşir. Emre ve ihlâsa aykırı olan söz konusu hâl ve davranışlardan dâima kaçınmak gerekir. Zîrâ; bu gibi arzular, nefsin oyunlarından, şeytanın saptırmalarından başka bir şey değildir. Nefsinin ve şeytanının esîri olanlar, bu hâl ve nitelikte bulunurlar. Hoca ve mürşid edinmekten amaç da, bu kirli hâl ve düşüncelerden kurtulmak; o mel'unlara karşı koyarak has kulluk ve ümmettik saadeti yolunda dosdoğru yürümek, onların aldatma ve saptırmalarını bilerek ve anlayarak özgürlüğünü kazanmaktır.
6- Has kulluk ve ümmetlik yolunda bulunanlarda istemeden sûrî keşif ve keramet meydana gelirse, o kul bunu reddetmez. Çünkü; istemeden meydana gelmiş, kendi irâdesi karışmamıştır. Fakat; tasavvuf yolunda bulunan bir kişi buna önem vererek “Ben kemâl sahibi oldum, keşif ve keramet ehlindenim derse, nefsânî varlığından da geçmemiş ise; hak yolundan çıkar, hâli mekr ve istidrâca (2) döner. Artık böyle bir kimsenin çevresini cinler ve şeytanlar almıştır. Manen mahvolmuş, hak yolundan koğulmuştur. Eğer olağanüstü hâl ve keşif nefsânî varlığından geçtikten sonra elverirse, o kişi buna önem vermez. Kemâlin kuvvetli bir îmana, amel ve ihlâsa, doğruluk ve dürüstlüğe bağlı olduğunu bilerek Hak yolunda dosdoğru yürür. Tehlikeden uzak kalır. Böyle olanların ilim ve anlayışları, yaratık âlemine ilişkin keşif ve kerametlere tutkun olmaktan kendilerini korur; düşüşe ve tehlikeye sebep olan bu gibi şeylerden korunmaya yeterli olur. Nefsânî varlığından geçmeden önce meydana gelen ve hele irâde sonucu olan keşif ve keramet, felâketlerin en tehlikelisidir. Bu nasıl böyle ise, halk da ona o kadar tutkundur. Allah Teâlâ, tasavvuf yolunda olanları bu gibi belâlara düşmekten korusun.
7 - Beş-on kişide keşif ve keramet meydana geldi. Bunlardan biri, kendine varlık ve benlik getirdiğinden, söz de dinlemediğinden, uzaklaştırıldı. On-beş sene yataklarda süründükten sonra, ölüp gitti. Bir kişi de, izinsiz olarak kendi kendine keşif ve müşahedesini başkalarına açtı. Bu hâlini kötüye kullandı. Birçok güçlük ve sıkıntılara uğradı, işleri bozuldu. Sonunda tevbe ve istiğfar ederek inanç ve itilâsını koruması sebebiyle kurtuldu, uzaklaştırılmadı. Bu gibi haller kendisinde görülen ve fakat nefsânî varlığından geçmeyenlerin, Mürşid’in sözünü dinlemeleri şarttır. Bunun tersi felâkete yol açmaktadır. Bir de; söz konusu haller kendisinde görülenlerin izin verilmeden açıklamada bulunmaları, aynı felâketlere yol açar. Nefis ve şeytan da, sabrettirmeyerek manevî sırları açıklatırlar; belâyı üzerlerine çekip mahvoluşu hazırlarlar. Bunlar, hep ibret alınacak şeylerdir. Üzerine düşülen bu şeylerin içyüzü ve sonucu da, açıklandığı üzere tehlikeden başka bir şey teşkil etmemektedir.
8- Tasavvuf yolunda olan bir kimsenin inanç, muhabbet ve bağlılığı tam ve kuvvetli olmazsa, gerçek anlamda feyz alamaz. Hocanın kemâl ehli ve yeterli olduğu anlaşıldıktan sonra durumunu değiştirmek, nefisten ve şeytandandır. Nefis ve şeytan, o kimsenin yolunu vurmaya çalışmaktadır. Onların azgın köpekler gibi saldırmaları, böyle fayda sağlanacak zamanlarda olur. Tasavvuf yoluna giren bir kişi bunu bilmeli, çok uyanık bulunmalıdır. Yüce istek ve amaçtan mahrum kalmamalıdır.
9- İrşâd ehlinin büyüklerinden biri: "Tasavvuf yoluna girenin bu yola girmekteki azim ve içtenliği kemâle ermiş ise, elinden terazi düşer. Bağlandığı zâtın her hâl ve sözü, hak ve hakîkatten ibaret görünür. Bağlılık ve muhabbetin gerçekliği, bunu gerektirir. Aksi hâl, bir tür yalan ve gösteriş olur. İşte; bunun ehli oldukça azdır. Bu hâl ve nitelikte olanlar, büyük kurtuluş ve mutluluğa ererler" diyor.
10- Tasavvuf yoluna giren bir kimse hocasına karşı bir süre iyi inançlar besler de, sonra bu hâlini değiştirirse; nefsi ile şeytanı onu yedeklemiştir. Başlangıçta göklere çıkarmak, daha sonra kararsızlığa düşmek; ilk baştaki durumunun, ya da müşahedesinin doğru olmadığını, eğer doğru idiyse haktan saptığını bildirir. Artık onun övmesine de, yermesine de bakılmaz. Esasen kemâl ehli yanında övmenin de, yermenin de önemi olmaz. Yalnız ahmaklar ve çok yalancı olanlar böyle şeylerden haz duyarlar. Kemâl sahipleri ise, kesin bir bilgiye dayanmayan bu gibi kuru laflardan nefret ederler. Onların haz duydukları ve memnun oldukları şey; bu yola giren bir kimsenin Dînini, Peygamberini, Allah'ını doğru olarak öğrenmesi, bunda kuvvetli olmasıdır. Onları başka hiçbir şey sevindirmez ve razı etmez.
11- Birgün Peygamber Efendimiz Hazret-i Ömer'in elini tutarak iltifatta bulunmuş. O da, iltifatın verdiği büyük bir sevinçle: "Ey Allah'ın Rasûlü! Seni nefsimden başka her şeyden çok seviyorum" demiş. Habîb-i Ekrem: "Ey Ömer! Beni nefsinden de çok sevmezsen, îmânın tam ve olgun olmaz" buyurmuş... O anda Ömer'in kalbinde başka bir tecellî elvererek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Şimdi seni nefsimden de çok seviyorum" demiş... Peygamber Efendimiz: "Şu anda îmânın kemâle erdi" buyurmuş. Anlayış sahiplerine bu gerçek olayda büyük bir ders ve ibret, kemâle ermek için yolun ve hareketin nasıl olacağına ilişkin büyük bir irşad ve hidâyet vardır.
12- Hâce Nakşibend Hazretleri: "Gerçekte Mürşid, Allah Teâlâ'dır. Bir kimsenin irşâd edilmesi ve hak yoluna iletilmesi istenirse, onu bize ulaştırırlar. Bizden, onun hâl ve kabiliyetine göre, zaman ve mekânın elverişli olması ölçüsünde sözler, haller, keşifler, irşad ve tasarruflar elverir. Bu, bizden değildir. Halk, bizden olduğunu ve bizim yaptığımızı sanır. Halbuki, biz bunların vâsıtası oluruz. Vâsıta ve vesîle olmaktan başka bir şeyimiz yoktur. Hidâyete vâsıta ve vesîle olmak ise, büyük bir husustur" buyurarak her şeyi Allah Teâlâ'ya mahsus kılmakta, kulluk ve vesîlelik şerefinden başka bir kemâl tanımamaktadır. İşte; Peygamber Efendimiz'in, kâmil vârislerinin hâl ve kemâli budur. Bundan başkası kemâl sayılamaz. Yazık ki; halkın çoğunluğu, bilgiden yoksun olmaları sebebiyle pek yanlış olarak eksikliği olgunluk, olgunluğu eksiklik görmekte, boş ve kuru isteklerle değerli hayâtı boşa geçirmektedir.
13- Bir insanın olgunluğu; Allah'ın Kitabına, Peygamber'in Sünnetine, Kâmil Ümmetin İcmâına, Müctehidlerin Kıyâsına ilişkin esasları bilmesine ve gereğince amel etmesine bağlıdır. Bu insanî olgunluklara sahip olanların birinci sınıfını Peygamber'in ashabı, ikinci sınıfını ashaba yetişenlerin büyükleri, üçüncü sınıfını onlara yetişenlerin faziletlileri oluşturur. En hayırlı kuşak olan ilk üç kuşağın kemâl ve fa-zîlet sahibi insanları bunlardır. Uydurma ve sapıklık girmemiş saf ve temiz dîni bunlar uygulamışlar, sonrakiler bunların derecesine ulaşamamışlardır. Tasavvuf yolu, dördüncü kuşakta başlamış; uydurma ve sapmalar, cahillik ve yobazlıklar almış yürümüştür. Onun için; sonrakilerden yüksek fazîlet ve kemâle erişen ve gerçek tasavvuf ehlinden sayılanlar: (Küllü bâtının yuhâlifühüz-zâhir fehüve bâtıl) “Dînin açık hükümlerine aykırı olan her bâtın ilmi, mutlaka bâtıldır.” demişler, yolun doğrusunu bildirmişlerdir. Peygamberimiz de: (Hayru'l-kurûni karnî) “Zamanların hayırlısı benim zamânımdır.” buyurmuştur. Din büyükleri, bu hayırlı zamanda yaşayanların Peygamber'in ashabı, onlara yetişenler ve yetişenlere yetişmiş olanlar olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü; ashabın yolu, ashabın dîni ve îmânı; Kur'an yolu, Kur'an dîni ve îmânıdır. Onlara yetişenlerin ve yetişenlere yetişmiş olanların yolu da aynı yoldur, aynı din ve îmandır. Bu yol ve îmâna uydurma ve sapma karışmamıştır. Bizim Büyüklerimizin tuttuğu yol da budur. Bu Büyükler, Kitâb ve Sünnet hükümlerine kıl kadar aykırı olan yüzbinlerce kerametleri ve olağanüstü halleri bir pula almazlar. Halleri, Kitâb ve Sünnet'e sürekli uymak, bu yolda dosdoğru yürümektir. Onun için; (El-istikâme fevka'l-kerâme) "Hak yolunda dosdoğru yürümek, kerametten üstündür" sözü, onların temel ilkesidir. Bütün kulluk ve ibâdetlerini, başka bir amaç gütmeksizin Allah'ın emirlerini yerine getirmek ve rızâsına ermek için yaparlar. İhlâsın mânâsı da budur. Bu Büyükler, ihlâssız kulluğu, ibâdet ve muameleyi bir felâket ve bedbahtlık sayarlar; bundan son derece korkar ve sakınırlar. Gafletin zıddı olan huzur, onların her zamanki hâlidir. En büyük kerametleri, Peygamber Efendimizin ve ashabının hâl ve gidişatını bilmek ve ona göre hareket etmektir. Bunlar, Hakk'a ermek isteyenleri dâima bu yola yöneltirler. Hâl, keşif veya olağanüstü bir şey beklentisi belâsına düşmemek, Allah Teâlâ'nın rızâsından mahrum kalmamak istek ve azmini aşılarlar. Ashabın şânı da böyle idi. Allah Teâlâ'yı en çok bilenlerin, Peygamber Aleyhisselâm'a en çok uyan ve saygı gösterenlerin, bütün ümmetin en faziletlilerinin bunlar olduğunda görüş birliği vardır. İşte; biz de bu yolun yolcusuyuz. Bu nimetlerini, lütuf ve hidâyetini bahşeden Allah'a hamdederiz.
14 - Mürşidin mürîde muhabbeti, mürîdde muhabbet ve güzel bir inanç olmazsa, hiçbir fayda vermez. Ancak mürîdde de katıksız bir muhabbet varsa fayda verir. Muhabbetin mânâsı da, sevenin sevdiğine her hususta uymasıyla gerçeklik kazanır. Yoksa muhabbet, sözde ve görünüşte sevmek değildir. Bu kuru ve boş lakırdılardan bir şey çıkmaz. Bu sözlere: (İnneke lâ tehdî men ahbebte velâkinnallâhe yehdî men yeşâ') "Sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsin; fakat, Allah dilediğini hidâyete erdirir" (3) ve (Kul inküntüm tuhibbûnallâhe fettebiûni yuhbibkumullâh) "Ey Habîbim! De ki; eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin" (4) âyet-i kerîmeleri ile (El-mer'ü mea men ehabbe) "Kişi sevdiği ile beraberdir" hadîs-i şerîfi delildir.
15 - Dînin yüce gerçekleri, yüksek din öğrenimi yapmakla ve o konuda tam bir ihtisas sahibi olmakla bilinir. Dînî hükümler, az bilgi ile anlaşılamaz. Aksi halde; nefis ve şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulmaya imkân yoktur. "O halde, bu ihtisası yapmayanların hepsi öyle midir?" denirse; ona şöyle cevap verilir: "Hayır, öyle değildir. Yüksek tahsîli olmayanlar, din büyüklerinin (Yâni, fıkıh âlimi ve müctehidlerin) güvenilir kitaplarından, îmâna ve amele ilişkin bilinmesi zorunlu esasları öğrenirler. Yahut; kemâl sahibi bir hoca ve kendisine uyulacak bir yol gösterici bulup onun eserlerinden, söz ve sohbetlerinden aldıkları bilgi ve anlayışla dosdoğru amel ederek cehalet hastalığından kurtulur, ilim ve amel sahibi olurlar. Böylece, dünyâ ve âhiret saadetine ererler. Doğru hiçbir şey bilmedikleri halde birşeyler biliyorum sanarak bilmediğini de bilememek girdabına düşüp her şeyden mahrum kalmazlar... Bu hâl ve benlik; belâ ve gafletlerin en ağırı, temizlenmesi en güç olanıdır." Cenâb-ı Hak herkesi, bu gibi felâketlerden korusun. Âmîn!...
16 - Bu son üç mektubumda anlaşılmamış hususlar, nefse ağır gelir şeyler ve hitâblar varsa; bunları bildiriniz, cevaplarını isteyiniz. Eğer nefsinize ağır gelen kısımlar olursa, bunları hazmederek o duyguyu yeniniz. Zîrâ; nefis ve şeytan dâima kendilerini okşatmak isterler. Bunun tersinden hoşlanmaz, düşman olurlar. Hak ve hakîkati kabul etmemek, kendilerine göre yorumlayarak isyan vesîlesi kılmak, onların hâl ve nitelikleridir. Çünkü; hak ve hakîkat acıdır, onun kabulü insanlar için kolay değildir. Fakat; kendini zorlayarak bunu söylemek, kabul ve tasdik etmek o kadar faydalıdır ki, karşılığında daha faydalı olan ve yükselişi gerektiren bir şey düşünülemez. Onun için; sabredip dayanarak onların isyan ve azgınlıklarını yeniniz, gâlib ve güçlü bir insan olduğunuzu gösteriniz. 17 - Hazret-i Ali, bir savaşta İslâm düşmanı bir yahûdîyi yere düşürüp boynunu kılıçla vuracağı sırada bu yahûdî bütün gücü ile mübarek yüzüne tükürerek hakaret etmiş. "Nasıl olsa öldürülüyorum, son bir hakareti de yapayım" diyerek bu harekette bulunmuş... Allah'ın Yenilmez Arslanı Hazret-i Ali, kendisine böyle bir hakarette bulunan yahûdîyi bırakarak uzaklaşmış. Yahûdî de ölümden kurtularak ayağa kalkmış. Bu muameleden dolayı şaşırıp hayretler içinde kalarak kendisini bırakıp uzaklaşmasının sebebini sormuş. Hazret-i Ali: “Ben seninle Allah rızâsı için savaşıyordum. Tam öldüreceğim bir anda sen bana öyle bir hakarette bulundun ki; nefsim buna dayanamayarak isyan etti, senin öldürülmeni istedi. Beni böylece kendi öfkesinde kullanmak, ameli rızâ çerçevesinin dışına çıkararak kirletmek, sevap değil günah işleme durumuna düşürmek fırsatını buldu. Eğer onun bana bu öfke anındaki kötü kasdını, oyun ve hîlesini bilmeseydim; hemen seni öldürür, Allah Teâlâ'ya değil, nefsime uymuş ve yenilmiş olurdum. Böylece savaş ve cihâdım nefsânî bir hâle döner, yârın Allah'ın huzurunda hesaba çekilir ve sorumlu tutulurdum. Onun için, seni bıraktım. Nefsimin saldırışı şimdi geçecek,'niyetim düzelecek, yeniden savaşmaya başlayacağım” cevâbını verdi. Yahûdî durumu anlayınca; nefsi arınıp temizlenmemiş kimselerden bu işin meydana gelemeyeceğini, aynı zamanda gerçek bir peygamberden başkasının insanları böyle bir kemâle erdiremeyeceğini anladı. Hazret-i Ali'den İslâm'ı kendisine öğretmesi ricasında bulunarak ve O'nun bildirdiği üzere Kelime-i Tevhîd'i söyleyerek Müslüman oldu, dünyâ ve âhiret saadetlerine kavuştu. Bu büyük muameleyi, Allah'ın Arslanı Hazret-i Ali dışında başarabilen pek azdır. Bu kadar büyük bir olaya da rastlanmaz. Fakat; bu ümmet içinde böyle bir kemâlin ehli ve sahibi bulunduğunu bilmek ve ona inanmak da önemlidir. Bu olayı anladıktan sonra, bütün nefsânî ve şeytanî olaylara karşı uyanık davranmak, bundan ibret dersi almak, nefsinin arınıp temizlenmesine çalışmak, bizlere düşen bir görevdir.
Görülüyor ki, nefis ve şeytan pusudadır. Hazret-i Ali gibi bir kahramandan bile bir an için el çekmemekte, fırsatını bekleyerek yenmek ve yere sermek arzusundan vazgeçmemektedir. Halbuki O; Allah'ın Arslanı, Rasûlü'nün Halîfesi, Evliyanın Sultânı'dır. Ona yapılacak kötü kasdın sonucu, bâzan bu kasdın sahibi için mutluluk verici de olur. Yahûdînin öldürülmek üzere iken îmâna gelmesi ve kurtarılması gibi... Herkes nefsini, her hâl ve işte fırsatçı ve amansız bir düşman bilmeli; ondan dâima sakınmalıdır. Yoksa; bir hamle ile insanı kalbinden vurur, yerlere serer, cehenneme yuvarlar, ebediyyen mahv ve helak eder. Onun içindir ki; Âlemin Kıvancı olan Peygamberimiz, bize öğretmek üzere: “Ey Rabbim! Beni göz yumup açıncaya kadar, hattâ bundan daha az bir zaman da olsa nefsimin eline düşürme, güven ve korumandan çıkarma...” diye duâ ve yakarışlarda bulunmuştur. Acaba bizim nasıl davranmamız gerekir?...
18- Yapacağımız en doğru amel ve hareket, Kitâb ve Sünnet'in çizdiği ve bildirdiği amel ve harekettir. Bütün din ve dünyâ ilişkilerimizde, hedefimizin Hakk'ın rızâsı olmasıdır. Bunun için de nefsin ve şeytanın, insan şeytanlarının ve dünyânın aldatma, saptırma ve çekiciliklerine kendimizi kaptırmamak, Kitâb ve Sünnet yolunda sürekli bir uyanıklık ve mücâdele hâlinde dosdoğru yürümektir. Böyle hareket edersek, bütün saadet yolları açılacak, Hakk'ın rızâsı elverecek, İlâhî lutfa ve büyük kurtuluşa eritecektir. Nitekim; Hak Teâlâ Yüce Kitabında: (Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) “O kimseler ki, bize manen yaklaşmak ve rızâmızı kazanmak uğrunda nefisleriyle, şeytanlarıyla, şeytanlaşmış insanlarla uğraşır ve savaşırlar. Biz de onları o yola yöneltir, dilek ve amaçlarına erdiririz”(5) buyurmuş, bu hususu bildirmiştir. 19- Gerçek bir mürşidden alınmayan zikir, nefsi temizleyip arındırmaz. Yalnız sevap kazandırır. Gerçek mürşidden alınan zikir ise; hem sevap kazandırır, hem de nefsi temizleyip arındırır. İstenen, nefsin temizlenmesidir. Zîrâ; nefis temizlenmedikçe, sevabın sürekli olmasına imkân yoktur. Nefsi temizlenmeyen bir kimse ibâdetlerle günde beşyüz sevap kazansa, nefis bunu beşbin günahla hükümsüz bırakır. Amel defterinin günah tarafı dâima ağır basar. Sonuçta, açık çok büyük olur. Fakat; temizlenmiş bir nefisle, ibâdet ve tâatlar süreklilik kazanır. Günah tarafı, buna karşı azdır. Onun için; büyük mürşidler, fazla ibâdet ve tâata önem vermezler. Ancak nefsin temizlenmesine yol açan, nefsânî varlığından geçmeyi kolaylaştıran amel ve cihâda önem verirler. Çünkü; kurtuluş ve mutluluk, insanî olgunluk bundadır. Keşif ve kerametlerin içyüzü yukarıda geçmiştir. Bu yüce amaç karşısında onun hiçbir kıymeti ve yeri yoktur. Hattâ; bu hedef ve amaca erişmeye en büyük engeldir. Kerametlerin en büyüğü; “kuvvetli îman, doğru amel, Kur'an ahlâkı ve gerçek ihlâs” ile birlikte olan ilim ve anlayışla nefsin temizlenmesi, ruhun arındınlmasıdır. Bizim Büyüklerimiz bunlara, "Nefsin Fenası, Kalbin Fenası" demişlerdir. Kalbin fenası Vilâyet-i Suğrâ'nın, nefsin fenası da Vilâyet-i Kübra'nın esas kemâlâtındandır. Bunlara; "Zıllî Fena Fillâh, Aslî Fena Fillâh" da denir. Hakk'a ermenin yüce mertebelerindendir.
(l) Mâide Sûresi: 99 (2) Hak Tealâ'nın kulunu denemek İçin böyle bir hâle izin vermesine (3) Kasas Sûresi: 56 (4) Âli İmranSûresi:3l (5) AnkebutSûresi:69
M. İhsan Oğuz, Mektuplar, 2. Cild, s.335-356.
|