Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Prof.Dr. Hamid Algar'ın Nakşibendilik Kitabı Hakkında
MesajGönderilme zamanı: 20.01.10, 12:57 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
Alıntı:
Prof.Dr. Hamid Algar'ın "Nakşibendilik" Kitabı Hakkında

Murat ARIKAN


İnsan Yayınlarından çıkan ve şimdiye kadar hiç bir başka kitapta görmediğim ölçüde çok ve afaki hatalarla dolu bu kitap Nakşibendilik hakkında bütünlüklü bir çalışma değil, yazarın çeşitli zamanlarda yazdığı İngilizce makalelerin bir derlemesi niteliğinde… Tekrarları saymazsak sayıları 90 civarında olan bu hatalardan görece önemsiz veya tartışmaya açık olanları bir tarafa bırakıp geri kalan içinde bazı hataları da aynı maddede birleştirerek 37 madde halinde aşağıda açıklamaya çalıştım.

Kitap içerisinde Said Nursi-Nakşibendilik ilişkisi, Bosna’da Nakşibendilik ve Zeynullah Resulev hakkındaki
makaleleri okuduğuma memnun oldum, kitabın istifade edilecek tarafları da var ama o kadar fazla hata içeriyor ki kitabın bu haliyle basılmasına ancak hata gözüyle bakılabilir ve tasavvuf konusunda derinliğine bilgisi olmayan birinin de okumasını mahzurlu görürüm.

Kitaptaki İran-Safevilik-Nakşibendilik eksenli makalelerin böyle bir kitapta yeralmasını manasız buldum, Nakşibendi
Geleneğindeki Melameti Unsurlar makalesi de gayet zorlama ve manasız duruyor, makalenin kendisi de başarılı değil ve okuru ikna etmekten çok uzak, bunların yeni baskılarda çıkarılması kitabı daha kompakt hale getirecektir. Bunlar yapılmadan ve kitabın çok ciddi bir incelemeden geçirilip hatalarından arındırılmadan ikinci basımının yapılması çok büyük bir hata olur. Yine kitap son 20 yılda Türkiye’de Nakşibendiliğin gelişimine hiç değinmediği gibi zamanımızın büyük Nakşibendi cemaatlerinden yeterli ölçüde bahsetmemiş. Eserde bazı Halidi kolları arasındaki uygulama farklarına mesela Gümüşhanevi dergahının halvete olan vurgusuna karşın Sami Efendi'nin halveti bir yöntem olarak kullanmaması gibi farklara ve cemaatlerin farklı sosyolojik yapılarına değinilmesi de yerinde olurdu. Yine böyle bir eserde Osmanlı uleması ve zürefası içinde Nakşibendi olanlardan daha fazla bahsedilmesini beklerdim.

İsim dizini olmaması da kitabın önemli bir eksiğidir. Tüm eksiklikler ve hatalar düzeltilse bile bu kitabın yayınevinin arka kapakta yazdığının aksine bir başvuru kaynağı veya bir klasik olmaya aday falan olamayacağı açıktır, tarikat-ı aliyye hakkında bu kadar hatalarla ve özensizliklerle dolu bir kitabın yazılıp bir de böyle bir iddiayla yayınlanmasını da herhalde ahir zaman alameti olarak görmek lazım.

Osmanlı zamanında böyle eserleri ehl-i tarik kimseler yazarlardı; Hüseyin Vassaf, Bursalı Mehmet Tahir Efendi
gibi... Yayınevinin bu hatalarla dolu kitabını başvuru kaynağı ve bir klasik adayı olarak sunduğu Hamid Algar ise Tasavvuf Dergisinin aşağıda online bulabileceğiniz 15. sayısındaki röportajında bir şii alim olan Ayetullah Humeyni'yi "büyük bir arif" ve "islamiyetin bütün boyutlarında kendisinde birleştiren bir şahıs" olarak tanımlıyor ve bir çok şeyhi tanıyıp sohbetinde bulunmasına rağmen kendisi gibi biriyle tanışmadığını ifade ediyor. Tasavvuf ve tarikatlar hakkında çok eser veren ve memleketimizde tutulan bir başka kişi de şii Abdülbaki Gölpınarlı'ydı, ne diyelim; ahir
zaman....

http://www.tasavvufdergisi.net/sayi_15.html


1) Yazar 13. sayfada Menzil cemaatinin merhum şeyhi Abdulhakim
Hüseyni Hz’nden “kesinlikle normal dışı olan bir Nakşibendi kaynağı”
diye söz etmiş. Bu ifadeleri edebe sığdıramadığım gibi talihsiz ve
haksız buldum, bu mübarek zat gayet geleneksel bir şeyhti, yazarın
alıntıladığı görüşü de onu bu geleneksellikten çıkarmaz, o bir yana
bir görüşten ötürü böyle saygısızca etiketlemek büyük hatadır. Ben
Abdülhakim efendinin yazarın bahsettiği sohbetlerini okudum ama “Hz
Ali’nin Hz peygamberle (s.a.v.) doğrudan inisiyatik bir ilişkiden
mahrum olduğu” ifadelerini hatırlamıyorum, acaba Hamid Algar kendi
kitabında çokça örneklerini gördüğüm gibi yine bir şeyleri yanlış mı
anlamış. Yine yazar bu notu Nakşibendilerin Bekri soya gururla
yaptığı vurguya örnek olarak vermiş, ben şimdiye kadar hiçbir
Nakşibendi eseri veya cemaatinde Alevi soydan ziyade Bekri soydan
gelmekten ötürü duyulan bir gurur diye bir şeye rastlamadığım gibi
böyle bir şey olsaydı bile bunu ifade edecek son insanlardan biri
Abdulhakim Hüseyni Efendi olurdu, çünkü kendisi seyyiddir ve Hz
Hüseyin yoluyla Hz Ali’nin soyundan gelmektedir. Her durumda
yazarın “Bekri gurur” ifadesi de, verdiği örnek de hatalıdır.
Yazarın gerek bu sayfa gerekse diğer yerlerde sahabelerin adlarının
başına Hz ifadesini getirmeyip sadece isimleriyle anması da edeben
yanlıştır, en azından türkçe tercümede bu düzeltilmeliydi. 23.
sayfada Ubeydullah Ahrar Hz için geçen “dehşetli bir siyasi
şahsiyet” sözünü de pek edebe sığdıramadım, ne demek dehşetli?!
Yazar 410. sayfada da seyyid kelimesi “Hz Peygamber’in soyundan
geldiğini iddia edenler” diye açıklamış, bu açıklamayı da edebe
sığdıramadım, ne demek iddia edenler? Siyadet şeceresi diye bir şey
var, ne yani yazar seyyid olan herkese iddiacı gözüyle mi bakıyor?
166. sayfada yazarın kullandığı "muteber bir seyyid" sözü de böyle
bir başka ifadedir; mu'teber demek i'tibar sahibi, i'tibar edilen
demektir; tüccar için, esnaf için hatta alim için mu'teber sıfatı
kullanılabilir ama seyyidler için kullanılamaz, seyyidlerin hepsi
i'tibar sahibidir ve başka hiç bir meziyetleri olmasaydı bile
muteber olmak için seyyid olmaları onlara yeter. Yazar bu ifadeyi
eğer siyadeti şüphe götüren kimseleri nazar-ı itibara alarak
yazdıysa kullandığı ifade yine de yanlıştır, çünkü böylelerine zaten
seyyid denmez.

2) 49. sayfada ve 405. sayfada Esad Erbili Hz’nin Mevlana Halid
Hz’nin soyundan geldiği yazılmış. Esad Erbili Hz seyyiddir, Mevlana
Halid Hz ise Hz Osman soyundandır, o bir yana Mevlana Halid Hz’nin
bütün erkek çocukları küçükken ölmüştür diye bilirim ve şimdiye
kadar Esad Erbili Hz hakkında böyle bir neseb yakınlığı bilgisi
duymadığım gibi Mevlana Halid’in soyundan geldiği söylenen herhangi
bir şeyhi de duymuş değilim.

3) 233. sayfada mürşidinin Delhi’den ahrılırken Mevlana
Halid’e “dini yüceltmek ve güçlendirmek için dünyayı elde etmeye
çalış” dediği yazıyor, başka bir makalede 415. sayfada yazar bunun
tam tersini ifade etmiş ve Mevlana’nın üstadına "esas gayesinin din
uğruna dünyayı istemek olduğunu" söylediğini yazmış; hangisi doğru,
bu sözü kim kime söyledi, aynı kitaptaki iki makalede bu çelişki
neden?

4) Yazar 44. sayfada şeyh Ubeydullah’ın İran idaresine isyanını
Şiilik husumetine bağlamış, bu yanlıştır, bu olay tamamen şeyhin
köylerine İranlı yöneticilerce haksız olarak el konması sonucu
çıkmıştır, tamamen bir mülk meselesidir. Yazar aynı iddiayı 86.
sayfanın dipnotunda ve 510. sayfadaki islam ansiklopedisi maddesinde
tekrar ediyor.

5) Yazar 295. sayfanın dipnotunda Şükran Vahide ve Frederick de
Jong’un Küçük Aşık’ın Gümüşhanevi Hz’nin halifesi olduğu
açıklamalarının temelsiz olduğunu yazmış. Oysa Algar kitaptaki başka
bir makalede 424. sayfada tutmuş haksız çıkardığı kişilerin
yaptığının aynısını yaparak bu zatı Gümüşhanevi Hz’nin halifesi
yapmış; insan aynı kitapta bu tezatı görünce “bu ne perhiz bu ne
lahana turşusu” diyor.

6) 103.sayfada Nakşibendi silsilesi içinde Harakani ve Farmedi
Hazeratı arasında Ebu’l-Kasım Cürcani ismi yer alıyor, hiçbir
Nakşibendi silsilesinde bu zatın adı geçmez, yazar acaba bu ismi
nereden ve niçin eklemiş.

7) 237. sayfada "yaygın kanaatin aksine" şeriatın emrettiği
ibadetlerin tasavvuftaki özel ayinlerce tamamlanacak eksik
uygulamalar veya tarikatın hayata geçirilmesi için bir ön şart
olmadığı yazmış. Ben yazarın bu çok temel hatalı ifadelerinin hangi
birini nasıl düzelteyim? Algar’ın yaygın kanaat dediği şey neyin
nesidir, hangi müslüman şeriatın emrettiği ibadetlerin tamamlanması
gereken eksik uygulamalar olduğunu düşünür ki?? Öbür yandan şeriatın
emrettiği ibadetlerin mükemmelen yapılmasının tarikatın hayata
geçirilmesi için bir zorunluluk olmadığını düşünen tek bir hak
tarikat mensubu var mıdır, Hamid Algar’ın bu ifadesi neyin nesidir?

8) Yazar 20. ve 65 sayfalarda bir iki menakıbı kaynak göstererek Şah-
ı Nakşıbend’in bir dönem cellatlık yaptığını yazmış, hatta kitabın
sonunda İslam ansiklopedisine yazdığı maddelerden oluştuğu anlaşılan
kısımda da bu geçiyor. Böyle bir şey hiçbir yerde kabul görmemiştir,
menakıbın birinde gördü diye koskoca Şah-ı Nakşıbend’i cellat yapan
Hamid Algar’a bu yaptığından ötürü ne denir okurun takdirine
bırakıyorum, eğer son kısım benim anladığım gibi İslam Ansiklopedisi
maddelerinden oluşuyorsa böyle bir şeyi ansiklopediye aldıklarından
ötürü yayıncı İSAM yetkililerine de teessüf ederim. Daha önce
gördüğüm bazı hatalarından ötürü Hamid Algar’a madde yazdırılmaması
gerektiğini kendilerine vaktiyle yazmıştım, bu okuduğum kitap ne
kadar haklı olduğumu göstermiştir.

9) 81. sayfada Algar Mevlana Halid-i Bağdadi’nin rabıtayı ısrarla
kendisiyle sınırlı tutmak istemesinin siyasi bir boyutu olduğunu ve
o da tarikat kolunu merkezi, disiplinli bir organizasyon altında
birleştirmek olduğunu yazıyor. Bu hataya 421. sayfada da düşülmüş ki
bu ikincisi anlaşılan ve maalesef İslam Ansiklopedisinde yazarın
yazdığı madde oluyor. Yazarın anlamadığı ve anlamayıp yorum yaptığı
hatalı konu şudur; kemale ermemiş ve şeyhinden de bunun için izin
almamış bir halife kendisine rabıta yaptıramaz. Abdullah Dehlevi Hz
Mevlana Halid’e mutlak hilafet vermiştir ve o hayattayken dahi
Mevlana kendisine rabıta yaptırıyordu çünkü onun kemale erdiğini
görmüştü. Ancak şu var ki genç yaşta vefat eden Mevlana Halid
hayattayken kendi halifelerini henüz kemale erişmiş olarak görememiş
ve onlara da böyle bir mutlak hilafet vermemiştir, şu sözü
meşhurdur “benim müridim yoktur, benim yarım müridim vardır, o da
İsmail’dir”. Sözünü ettiği halifesi yerine bıraktığı İsmail Enerani
Hz’dir. Mevlana’nın burada gözetmek istediği şey siyasi saikler,
tarikatı merkezileştirmek değildir sadece tarikat adabıdır ki zaten
rabıta edilmeye izinli ve ehil olmayan bir kimseye rabıta etmek
müridlere de yarar getirmeyebilecektir. Mevlana Halid genç denecek
bir yaşta vefat ettikten sonra halifeleri kemale ermiştir. Algar’ın
bu tür hatalara düşmesinin sebebi benim kanaatim o ki tarikatı
dışardan bir seyirci olarak değerlendirmesinde yatıyor.

10) 421. sayfada yeralan İslam ansiklopedisi maddesinde Mevlana
Halid vefat ettikten sonra arzuladığı birlik bir müddet sonra
dağıldı, hankahı hiçbir zaman tarikat merkezi haline getirilemedi,
halifeleri bağımsız hareket ettiler diyor. Yazar acaba Mevlana
Halid’in vasiyetini ve mektuplarını okumamış mıdır, tarikat
çevrelerindeki kanaatlerden habersiz midir de bunları yazmıştır?
Mevlana Halid halifelerine hiçbir zaman İsmail Enerani Hz’ni mutlak
varisi olarak göstermemiş, diğer halifelerine ona tam itaat vasiyet
etmemiştir ama eşitler arasında birinci ve sözünün dinleneceği bir
kişi tarzında sunmuştur. O bir yana İsmail Enerani Hz de zaten ondan
15-17 gün sonra taundan vefat etmiştir. Dolayısıyla Algar’ın bu
durumu Mevlana Halid Hz’nin çok sayıda ve çok geniş bir coğrafyadaki
halifelerinin merkezi idareyi koruyamamaları gibi bir yeniklik
hikayesi olarak ifade etmesi yanlıştır.

11) 81. sayfada Mevlana Halid’in Nakşibendiliğe getirdiği en büyük
yeniliğin rabıtaya benzersiz ölçüde vurgu yapması olduğunu yazmış.
Oysa örneğin Türkiye’de Halidi olmayan bir Nakşıbendi şeyhi olan
Süleyman Hilmi Tunahan Hz ki silsilesi Abdullah Dehlevi Hz’nin başka
bir halifesinden yürümüştür, rabıtanın önemine belki en fazla vurgu
yapan bir Nakşıbendi şeyhi idi, demek ki rabıtaya verilen önemi
Halidiliğin getirdiği bir yenilik olarak görmek doğru değildir. 242.
sayfada yazar bu kez Halidiliğin bir tarikat altkolu olarakortaya
çıkmasının en büyük etkeninin rabıta olduğunu yazmış, bu da verdiğim
Tunahan Hz örneğinde görüldüğü gibi hatalı bir yorumdur. Bu konuda
getireceğim bir başka delil şudur; Nakşibendi silsilesinde İmam-ı
Rabbani'den sonra gelen kendi oğlu şeyh Muhammed Masum Hz
Mektubat'ında rabıtanın zikirden daha faydalı olduğu ve ondan daha
yakın kavuşma yolu olmadığını ifade etmiştir ki kendisi Mevlana
Halid-i Bağdadi'den 100 küsür yıl önce yaşamıştır, silsilede
aralarında bir kaç şeyh vardır.

12) 298. sayfada yer alan ve dipnotta da yer verilen Said Nursi-
Şerafeddin Dağıstani diyalogu hakkında Algar’ın yazdıklarının
yanlışlığını yazar Arif Ekim ifade etmişti, ilgili yazısının
webadresi aşağıdadir. Dipnotta yeralan Badıllı’nın anlatımına
gelince, Badıllı bu diyalogun olduğu 1936 senesinde veya bir sene
sonra doğmuştur, dolayısıyla aktardığı bilgiye şahit değildir ki
iddia ettiği çirkin şeyin yani Şerafeddin Dağıstani Hz’nin Said
Nursi Hz’nin talebelerini devamlı olarak kendi halkasına katmaya
çalıştığı ama biri hariç başaramadığı iddiasını böyle aktarıyor. Bu
iddianın gülünçlüğünü Şerafeddin Dağıstani Hz hakkında biraz bilgi
sahibi herkes takdir edecektir http://www.yalova77.com/077/kose/?
yazar=51&yazi=316

13) 316. sayfanın dipnotunda güvenilir olduğu kesin olmayan bir
kaynağın İmam-ı Rabbani’nin Mehdi’nin bir Müceddidi olacağını
söylediği ifadesine yer verilmiş. Hamid Algar anlaşılan bilmiyor ama
Hz Mehdi’nin Nakşibendi olacağı İmam-ı Rabbani tarafından ifade
edilmiştir, bunu Menzil cemaatinin merhum şeyhi Abdulhakim Hüseyni
Hz de ondan naklen sohbetlerinde söylemiştir. Nazım Kıbrısi Hz'nin
cemaati de Hz Mehdi'nin bir Nakşibendi olacağına inanır.

14) 307. sayfada Ebu Davud’un Sünen’indeki Kitabü’l-Melahim kısmında geçtiği bahsedilen İstanbul’un fethi ahir zamanda Mehdi’nin ordusu tarafından yapılacak fetihtir, dolayısıyla Algar’ın yorumu hatalıdır. Bu vesileyle şahsi bir değerlendirmemi burada not düşeyim; kanaatim odur ki Ahmed bin Hanbel’in Müsned’indeki meşhur İstanbul’un fethi hadisinin 1453 fethinden çok ahir zamandaki fetihle ilgisi olmalıdır. Fatih her ne kadar samimi bir müslüman ve mücahid idiyse de içkiyi öven ve erkek güzelliğine aşkı işleyen divan şiirleri yazmıştır, resmini yaptırmak için İtalya’dan ressam getirtmiştir, Hanefi olmasına karşın da yasak olan bazı deniz ürünlerini yerdi. Ayrıca fetih ordusunda hristiyan birlikler de vardı ki eskiden beri bu olagelmiştir örneğin 1402 Ankara savaşında tebamız olan Sırp despotu ve birlikleri bizim yanımızda savaşmıştır. Dolayısıyla ben Fatih ve fetih ordusunu o hadiste övülen “ne güzel kumandan, ne güzel asker” ifadesiyle çok bağdaştıramıyorum. Resulullah (s.a.v.) İstanbul’un ilk kez fethinden bahsetmiş olabilir, Muaviye zamanındaki seferi ve Eba Eyyub El-Ensari Hz’nin burada vefat etmesini illa Müsned'deki hadise bağlamak da doğru olmayabilir, bu sadece rakip bir devleti ortadan kaldıracak bir cihad seferi de olabilir.

15) 405. sayfada Es’ad Erbili Hz’nin manevi takipçileri arasında
Sami Ramazanoğlu Hz ve Mehmed Zahid Kotku Hz sayılmış. Mehmed Zahid
Efendi başka Halidi kolu olan Gümüşhanevi koluna mensuptur ve Es’ad
efendisiyle bir ilgisi yoktur, bunun tam tersi olarak Sami Efendi
Es'ad efendiye bağlanmadan önce bir süre Gümüşhanevi dergahına devam
etmiştir.

16) 494. sayfada ki bu da anlaşılan yazarın İslam Ansiklopedisi’ne
yazdığı bir madde; yazar İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ta Muaviye b.
Ebi Süfyan’ı idealleştirmeyi uygun gördüğü yazıyor; ben Mektubat’ta
şimdiye dek böyle bir “idealleştirme”ye rastlamadım, acaba yazar
başka bir Mektubat’ı mı okudu veya bu kitapta sıkça görüldüğü üzere
bir başka çıkarım ve yorum hatası mı yaptı?

17) 34. sayfada İmam-ı Rabbani’nin tarikatın şeriatın hizmetkarı
olduğuyla düşüncesini ifade ederek kabuk-çekirdek tasnifine karşı
koyduğu yazılmış ama imam-ı Rabbani’nin böyle bir tasnifi
reddettiğine dair delil getirilmemiş, zaten bunlar zıt kavramlar
değildir ki İmam-ı Rabbani buna karşı çıksın, Algar bu yorumu
anlaşılan kendi yapıyor. Ayrıca bu tasnifte tarikatın şeriata olan
üstünlüğüne dair imalar olduğu da yine yazarın kendi yorumudur, bu
tasnif bir önceki safhaya tamamen ittiba etmeden bir sonrakine
hakkıyla geçilemeyeceğini ifade eder o kadar, hiçbir mutasavvıf da
Algar’ın kendi çıkardığı imaya işaret eder bir şey söylememiştir…
Yazar benzeri bir yorum hatasını 79. sayfada şeriat-tarikat-hakikat
üçlemesinde Mevlana Halid için şeriatın en üstün unsur olmadığını
iddia ederek yapmış.

18) Yazar 48. sayfada Abdülhamid’in Rifailik ve Şaziliye gibi Arap
illerinde geniş ölçüde temsil edilen tarikatların şeyhleriyle olan
ilişkileri sebebiyle Halidiliğin devrinin en önde gelen tarikatı
olamadığını söylüyor, bu tamamen yanlıştır, Abdülhamid böyle bir
tarikatın yayılmasına vs. karışmazdı, zaten öyle biri de değildi,
Halidiliğin bu dönemde en önde gelen tarikat olmadığı da yazarın
kendi düşüncesidir, ben İstanbul’daki tekke sayılarından
eyaletlerdeki bölgesel yaygınlığına kadar birçok sebepten bunun
tersinin doğru olduğu kanaatindeyim.

19) 50. sayfada adı geçen Reşadiyeli Şerafeddin Efendi Şerafeddin
Dağıstani Hz’dir, 30 yıldan fazla Reşadiye’de mukim olduğundan
yazarın bu isimlendirmeyi kullanmasında beis görmem ancak 51.
sayfada Amasya’lı Şeyh İsmail diye bahsettiği kişi İsmail Şirvani
Hz’dir ve Amasya’lı değildir şimdi çoğu Azerbaycan’da kalan
Şirvan’lıdır, Amasya’da birkaç yıl kalmıştır ve türbesi oradadır, bu
isimle de bilinmez ve böyle adlandırılması da doğru olmaz.

20) Yazar 71. sayfada ve kitabın daha birçok yerinde Babürlüleri
Moğollar diye adlandırıyor, makaleler İngilizce olduğundan ve
Anglosakson tarihçilikte bu devlet yanlışlıkla da olsa Moghul-Mughal
olarak adlandırıldığından bunu tolere edebiliriz ama türkçeye
çeviride bunu Timurlu veya Çağatay Türkleri olarak çevirmek
gerekirdi çünkü Babür ve soyundan geldiği Timur Moğol değil
Türk’tür, Timur bunu kendisi de gururla ifade etmiştir, Babür de
Çağatay türkçesinde konuşur ve yazardı, devletinde ordu dili de
türkçeydi ki urduca lisanı da zamanla buradan türemiştir.

21) 96. sayfada Mevlana Halid’in İstanbul’da meşhur şahsiyetlere
ders vermesinden sözedilmiş, oysa Mevlana Halid İstanbul’a hiç
gitmemiştir.

22) 222. sayfada “Melametilerde olduğu gibi ilk dönem Nakşibendiler
de farklı bir kıyafet giymekten çekinirlerdi” diyor, iyi de bu olsa
olsa bir ortak özellik olabilir, buna Melameti unsur denir mi? Bu
örneği sözkonusu makalenin başarısızlığına ve inandırıcılıktan
uzaklığına bir örnek olarak veriyorum.

23) 236.-237. sayfada Necip Fazıl Kırakürek’in bir eseri kaynak
gösterilerek bazı şeyhlerin II.Abdülhamid’le sorun yaşadığı
yazılmış. Bu eserde benim bildiğim Es’ad Erbili Hz’nin sürgününden
sözeder, başka şeyhlerin böyle sorunlar yaşadığı acaba bu eserde
zikrediliyor mu yoksa sadece bir örnek mi Hamid Algar’a “bazı
şeyhler” diye bir genelleme yapma gücü vermiş doğrusu merak ettim.

24) 263. sayfada Sami Ramazanoğlu Hz'nin yerine Musa Topbaş Hz'nin
geçtiği yazılmış, bu ifade doğrudur ancak kendisinin diğer önemli
halifesi olan Hacı Hasan Efendi'nin de adının zikredilmesi
gerekirdi, onun da ayrı bir cemaati ve irşad faaliyetleri vardı.

25) 21. sayfada Abdulkadir Geylani Hz’nin sözü “bu ayağım her
velinin boynundadır” sözü hatalı olarak “olacaktır” diye verilmiş,
arada çok anlam farkı vardır.

26) Yazar 264. sayfanın dipnotunda Şeyh Nazım Kıbrısi Hz’nin
müridanı için “zamanının çoğunu Mehdi’yi beklemekle geçirir”
şeklinde bir istihzai ifade kullanmış. Yazarın bilmesi gerekir ki
kendisinin kitapta saygılı bir şekilde bahsettiği Sami Ramazanoğlu
Hz de hayatının son zamanlarında arzulu bir biçimde hep Hz Mehdi’yi
beklemiştir. Hz Mehdi’yi beklemek eğer hakkı verilirse büyük bir
iştir, ben tasavvuf ve tarikata dışardan bakan Hamid Algar’ın bunu
anlamasını beklemiyorum ama hürmetsizlik edişini de okur olarak
tolere etmiyorum.

27) 266. sayfada Erbakan’nın Refah partisinin başarısından ötürü
Esad Coşan’a Mehmed Zahid Efendi’ye gösterdiği hürmeti göstermediği
gibi bir ifade var, bu yazarın kendi yorumudur; Erbakan pekala
Mehmed Zahid Efendi’ye duyduğu yakınlığı Esad Coşan’a duymamış veya
bazı başka müridler gibi onda aynı yüksek kemali görmemiş de
olabilir, meseleyi illa siyasi boyuta taşımak veya Refah’ın
başarısına bağlamak gerekmez.

28) Yazar 14.-15. sayfalarda Nakşibendiliğin bir dönemini ifade eden
Tayfuriyye ismini temelsiz ve çürük bir şekilde reddediyor,
Hucviri’nin eserinden yaptığı yorum yazarın kendi çürük çıkarımıdır.

29) 297. sayfanın dipnotunda Algar Said Nursi Hz’nin söylediği bir
söz hakkında şüphe izhar ediyor; işaret ettiği nokta yani millet
kelimesinin Osmanlıdaki anlamı Algar’ın dediği gibidir ancak Algar
19. yy’da milliyetçi akımların güçlendiğini ve millet tanımının da
bu anlamda zaman içinde değişmeye başladığını unutuyor. Said Nursi
Hz'nin bu sözü söylediğini (millet lafzını kullanıyor muydu
hatırlamıyorum) ben de okumuştum, hatta Maide suresi 53. ayetin
Türkler hakkında olduğu kanaatinde olduğunu söylüyordu. Algar'ın
Said Nursi Hz'nin bu sözü söylediği 1925'te millet kelimesinin
kullanımının artık günümüzdeki manasını aldığını bilmesi gerekirdi.

30) Yazar 237. sayfada Nakşibendiliğin şeriata aşırı bağlılığı kaide
haline getirdiğini yazmış. Aşırı demek gereğinden fazla demektir,
bir de makul olmayan manasındadır; şeriata bağlılığın aşırısı mı
olur, bu nasıl bir ifadedir? Burada doğru olan ifade Nakşibendilikte
şeriate tam ittibanın özellikle altının çizilmiş olduğu olmalıdır.
Kaide haline getirmek lafzı da doğru değildir ama orasını açıklayıp
uzatmayacağım.

31) 404. sayfada Halet Efendi için Müceddidi-Mevlevi ifadesi
kullanılmış, böyle bir tarikat kolu yoktur, Halet Efendi mevlevi
olmasının yanı sıra Halidi olmayan bir Müceddidi tarikat koluna
mensuptu, yazar da kitabın başka bir yerinde bunu zaten belirtmiş
ancak bunu ifade için Müceddidi-Mevlevi denmez.

32) 258. sayfada ve kitabın başka yerlerinde Halidilerin 1859'daki
Kuleli Vak'ası'na ve 1876'da Sultan Abdülaziz'e karşı yapılan
nümayişlere sebep oldukları yazıyor. Kuleli Vakasına şeyh Feyzullah
Efendi ve şeyh İsmail Efendi iştirak etmişlerdir ama bunun hazırlık
ekibinde farklı kesimlerden bir çok insanlar da vardır, dolayısıyla
burada iştirakten sözedilebilir, sebep olmaktan sözedilemez. 1876'da
olanlar da muhtemelen bu kapsamda değerlendirebilecek şeylerdir,
yazar muhtemelen burada da olayı boyutundan saptırıp hatalı yorum
yapıyor. Kuleli Vakası'ndan 2 sene sonra vefat eden sultan
Abdülmecid vasiyetinde her cuma gecesi 10 Halidi dervişinin
türbesinde hatm-i hace yapmasını vasiyet etmiştir, eğer bu vakaya
Halidiler sebep olsaydı herhalde böyle bir vasiyette bulunmazdı.
Kaldı ki iki tane şeyh böyle bir olaya karıştı diye
yazar "Halidiler" diye genelleme yaparak da ayrıca hatalı yorum
yapmaktadır.

33) Yazar 319. sayfanın dipnotunda açıkça belirtmemiş; Mevlana Halid-
i Bağdadi Hz Halet Efendiyi şeyhi olan Mevlana Celaleddin Rumi Hz'ne
havale etiği sırada Halet Efendi henüz gözden düşmemişti ve
İstanbul'daydı, bir süre sonra Konya'ya sürülmüştür ve idamı burada
gerçekleşmiştir, başı Galata Mevlevihanesi'nde, vücudu Konya'da
medfundur. Algar kendisinin boğdurulduğunu yazmış, buna ben de başka
bir iki yerde rastlamıştım; mesele şu ki madem boğduruldu niçin
sonradan kafası kesilip başı İstanbul'da, gövdesi Konya'da
defnedildi ve neden baştan başı kesilmedi? İdamı gerçekleştiren bir
saray görevlisi olduğundan bir hata yapılmış olduğunu sanmıyorum.
Dolayısıyla bu boğdurulma meselesinin iyice araştırılması gerekir.

34) Kitabın fihristindeki sayfa numaraları kitabın içeriğine
uymuyor; bütün maddelerde 2 sayfalık bir sapma sözkonusu.

35) Eserde meşayihin nesebinden pek bahsedilmemiş, beklerdim ki çoğu
eserde olduğu meşayihin seyyid, Hz Ömer veya Hz Osman neslinden
olduğu bilgileri olabildiğince verilsin. Yine Said Nursi Hz'nin
Nakşibendi şeyhleriyle olan münasebetinden bahsederken Es'ad Erbili
Hz'yle olan münasebetinden bahsedilmesi iyi olurdu.

36) Eser yazarın çeşitli makalelerinin çeşitli kişilerce
çevirilerinin derlenmesinden müteşekkil ancak çevirilerde bir takım
düzeltmeler yapılmamış, örneğin isimler ingilizce hallerindeki gibi
bırakılmış, veya başarısızca aktarılmış; Sirhindi, Gilani, Dihlevi,
Vahhabi, Şaziliye, Emkanaki, Şehrazur, Taha Hakkari, Abdullah İlahi
gibi… Bunlar Serhendi, Geylani, Dehlevi, Vehhabi, Şazeliye,
İmkenegi, Şehrizor, Taha-yı Hakkari, Abdullah-ı İlahi diye
aktarılmalıydı. Kitapta birçok yerde Mahzar Can-ı Canan’ın adı
Cancanan diye geçiyor, bu en azından Türkçe yazımda
kullanılmamaktadır, her zamanki kullanımın tercih edilmesi
gerekirdi. 20.sayfadaki “bir Padişah Kazan” ifadesi bir Kazan(Gazan)
han olmalıydı. 91. sayfada geçen Afgan padişahlığı ifadesi de
yanlıştır, doğru terim monarşisi olmalıdır, hükümdara da padişah
değil şah denirdi. 72. sayfanın sona eren üçüncü paragrafının son
cümlesinde cümle düşüklüğü var. 93. sayfada 1959’da Irak’a gözedip
Pehlevi sarayıyla aynı ilişkileri kurdu diyor ama Irak’ta İran şah
ailesi Pehlevilerin sarayının işi ne, kadı ki 1959’da Irak’ta
monarşi de yoktu.164. sayfada yine anlaşılan bir başka çeviri hatası
da dipnotta şeyhülharem yerine şeyhülharam yazılmasıdır. Ebu
Muhammed Medeni Hz’ninismi 263. ve 264. sayfalarda yanlışlıkla Ebu
Mehmed Medeni ve Ebu Mdyden Medeni olarak geçiyor. 265. sayfanın son
cümlesinde “halef olarak halef oldu” şeklinde bir cümle düşüklüğü
var. 298. sayfada Şerafeddin Dağıstani Hz’nin ismi hep Şerefeddin
diye yazılmış. 335. sayfanın dipnotunda Count kelimesi bu şahsın adı
değil ünvanıdır, kont olarak tercüme edilmeliydi. 298. sayfanın
dipnotunda Cemaleddin Kumuki isminin doğrusu Cemaleddin
Gazikumuki’dir. 31. sayfada dipnotta geçen Raşid Rahmeti Aral
isminin doğrusu Reşit Rahmeti Arat’tır. Kitapta farklı makalelerde
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hz’nin şeyhi Ervadi Hz’nin adı 47., 295
(burada bir de Ahmed bin Süleyman yerine Süleyman demiş), 370., 375.
sayfalarda Arvasi olarak geçmiş, 375. ve 424 sayfalarda ise doğru
olarak geçiyor. 267. sayfada iki kez adı geçen Ahmed Hiznavi isminin
doğrusu Ahmed Haznevi Hz’dir. 32. sayfada yanlışlıkla Ahmedi
Sirhindi yazılmış.

37) 42. sayfasında geçen Mevlana Halid-i Bağdadi’nin doğumu 1193
tarihinin miladi karşılığı 1776 olarak verilmiş, doğrusu 1779’tur.
256. sayfada kendisinin vefat tarihi 1826 olarak verilmiş, doğrusu
1827’dir. 263. sayfada Şerafeddin Dağıstani Hz’nin doğum tarihi
olarak 1876 verilmiş, doğrusu 1875’tir. 333. sayfada Ubeydullah
Ahrar Hz’nin vefat tarihi 1441olarak verilmiş, doğrusu 1490’dır.
351. sayfada Niyazi-i Mısri Hz’nin vefat tarihi 1693 olarak
verilmiş, doğrusu 1694’tür. 337. sayfada İmam-ı Rabbani Hz’nin vefat
tarihi 1625 olarak verilmiş, doğrusu 1624’tür. 403. sayfada
Müstakimzade’nin vefat tarihi olarak 1787 verilmiş, doğrusu
1788’dir. 404. sayfada Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hz’nin vefat
tarihi 1894 olarak verilmiş, doğrusu 1893’tür. 419. sayfada Muhammed
Raşid Erol Hz’nin vefat tarihi 1994 olarak verilmiş, doğrusu
1993’tür. 473. sayfada Bedahşi Hz’nin vefat tarihi olarak 1547
verilmiş, doğrusu 1517’dir. Said Nursi Hz’nin doğum tarihi 278.
sayfada 1876, 279. sayfada “üç yıl önce 1870’de” ifadesinden
anlaşıldığı üzere 1873 olarak verilmiş, 282. sayfada ise 1900
senesinde 17 yaşında olduğu yazıyor. 40. sayfada Murad Buhari Hz'nin
vefat tarihi 1719 ve kitabın bir çok başka yerinde de 1729 olarak
verilmiş ama doğru tarih 1720'dir. 151. sayfada Mehmed Emin Tokadi
Hz'nin vefat tarihi 1746 olarak verilmiş, doğrusu 1745'tir. 63.
sayfada Gucdüvani Hz'nin vefat tarihi 1220 olarak verilmiş ama daha
çok kabul gören vefat tarihi 1179'dur. 511. sayfada Mevlana Halid
Hz'nin vefat tarihi olarak verilen 1826 tarihinin doğrusu 1827'dir.


Murat ARIKAN tarafından İnsan yayınlarını uyarı için gönderilen ve bir örneği de Ağustos-2007 tarihinde yahoogroups/tasavvufvesufiler de yayınlanan bu değerlendirme, (kırmızı işaretli kısımdaki 14.nota katılmak mümkün değildir) önemine binaen "arsiv" olarak kaydedildi.

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye