Cerrahi Tekkesi Postnişini Ömer Tuğrul İnançer'in 2003 Nisanında Türk Edebiyatı Vakfında yaptığı sohbetin yine Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları tarafından neşredilmiş metni]
Evvelâ hepinizi saygılarımla selâmlarım. Ben, sohbet edeceğiz zannı ile bu büyük daveti kabul ettim. Ama bu sohbet olmaktan çıkıp sadece benim konuşmama döndürülmüş meğer, bilmiyordum. Ben öyle zannedildiği kadar çok iyi konuşmasını bilen bir adam değilim de öyle bir şöhret hikâyesidir gidiyor. Türk Edebiyatı Vakfı'nın daveti olduğu için, özellikle tasavvuf hayatının lisanımıza kazandırdığı deyimler ve terimler üzerinde durmak istemiştim. Ama netice itibarıyla lisan günlük hayatın bir gereksinimidir. Bak nasıl alıştırdılar lâzımesidir yerine gereksinim kullandırmaya. Lâzımesidir desem, gençler "lâzımlık" gibi anlıyor. Yalan değil, bazen farz-ı mecaz söylüyorum sonunda sadakALLAHülazim diyor dinleyenler. Bu lisanımızı katle çalışanların muvaffak olduğunun göstergesidir. Bu, işin acı tarafı; bal yemeye geldik, acı biber yemeye değil buraya. Ama aklımızda da bulunsun bal yiye yiye biberin tadmı unutmayalım, biberin de bir tadı vardır, bazen yakar, bazen terletir. Bazen de mahveder.
Evet günlük hayatın lâzımesi de lisandır. İnsanların anlaşmasının en büyük vasıtasıdır.
Ve tasavvuf hayatı zannedildiğinin ve öğretildiğinin çok ötesinde, günlük hayatımıza fevkalâde girmiştir. Biz tasavvufsuz adım atmayız ama farkında değilizdir.
Tabi tasavvufu oturup seccadenin üzerinde tespih çekmekten ibaret zannedenler bunu böyle kabul etmezler, anlamazlar. Tasavvuf, bir hayat tarzıdır. Daha doğrusu İslâm bir hayat tarzıdır. Bir sistemden ibaret değildir. Bu inanç sisteminin ana kitabı olan Kelâm-ı Kadim iki cilt kapağı arasında öpüp başa konacak, ölü arkasından okunacak, sonra da rafa kaldırılacak bir kitap değildir. Hayatın ta içindedir. Tuvalete girmeyi bile hükme bağlamıştır; sol ayakla girilir, sağ ayakla çıkılır. Ona bile karışır, yatak odasına bile karışır, her şeye karışır. Demek hayatın tam ortasındadır. Demek ki tasavvuf ta hayatın tam içindedir. Evvelâ bu tespiti yapmak zorundayız. Sadece öğretici bir kitap değildir. Kur'an'm öğretici tarafı da asla inkâr edilemez. Her öğretici kitabın tahkiye usulü denen bir metodolojisi vardır. Nitekim, dinin bir inanç sistemi değil bir hayat sistemi olduğunu anlatmak, hayatın tam içinde olduğunu anlatmak için çümlesiz bir anlatım da bulunmuştur. Herhangi bir hükmü bir yerde değil birçok yerde bulursunuz. Bir namaz kaç yerde birden geçer, bir oruç kaç yerde birden geçer, Musa (aleyhisselâm) kaç yerde birden geçer. O tercümeli Kur'an-ı Kerimlerin fihristlerine bakarsanız, bir bahsin kaç yerde geçtiğini kolayca tespit edersiniz. Niye .böyle? Bu bir cümle kurulmadan ifadedir ki; hayatınız sizin ey kullarım. Bazen uyursunuz bazen uyanırsınız, gün olur gece olur, bahar olur yaz olur, güzellerde naz olur. (Arkası kendi kendine geldi).
Sormuşlar Hz. Mevlâna'ya "Niye bu kadar çok şaka yapıyorsunuz?" diye, "Devamlı cennet kokusu alan insanların abus durması mümkün müdür?" demiş. Biz şakayı ve latifeyi severiz. Ve onun da sululuk, lâubalîlik değil Cenab-ı ALLAH'ın "Lâtif" ism-i şerifinin tecellisi olduğunu biliriz. Ayrıca ciddiyetin, samimiyet ve lâubalîliğin ayrımını yapabiliriz. Öğrettiler bize. İşte bunun için ara sıra lâtife yapacağız. Biz Türk toplumu olarak -bunları size anlatmamın gereği yok ama söze bir yerden başlamak lâzım- İki tarla komşusu köylü dayı konuşurlarken, e bu sene de hava şöyle böyle gitti, öteki de he ya haklısın şöyle böyle gitti, öteki yine, havalar yine böyle gitti, ya uzatma demiş, ya hele bir sigara tutuştur.
Girizgâhsız olmaz. Bu da bir girizgâh, ama Türk Edebiyatı Vakfı'nın konferanslarının muhterem dinleyicileri bu girizgâha hacet bırakmayacak kadar bilgili oldukları için bu hususu fazla uzatmayacağım.
İstanbul'a gelelim. Biz Kur'an-ı Kerim'in bu dağınık gibi görünen özel metodolojisini İstanbul'daki havatımıza uygulamışız. 1950'den sonraki imar faaliyetlerinde sadece Eminönü ilçesinde 126 tane cami, mescit ve tekke yıkılmıştır. Bunun böyle olmadığını kabul ettiğimiz zamanlara bakarsak eğer şu anda bile elhamdülillah her köşe başını dönüşte bir tekke, bir zaviye, bir türbe bulunur. Yahya Kemal Beye sormuşlar "İstanbul'un nüfusu kaç?" diye, İspanya'da sefir iken. Düşünmüş düşünmüş, 180 milyar vardır demiş. Ne yapıyorsunuz ya! demişler. VALLAHi demiş Konstantiniye'nin kuruluşuyla beraber bütün insanları sayarsak o kadar etmiştir. Çünkü biz ölülerimizle beraber yaşarız. Çünkü müminler ölmez. Bir yerden bir yere göç ederler. Sahib-i Şeriat (sallALLAHü aleyhi ve sellem) böyle buyuruyor: "Müminler ölmez." Yunus Emre Hazretleri başka türlü söylüyor. "Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez." Her mümin âşıktır. Nüfus kâğıdı müminlerinden bahsetmiyoruz. Öyleyse ölüm ve hayat ayrımı yok. Yoksa benim evimin bahçesinde bir yatır bulunabilir. Misali mi? Üsküdar Mevlevîhanesi alt katı kabristan, üst katı semahane. Bütün köşeleri döndüğümüz zaman mutlaka bir hazire görürüz. Nedir bu? Hem hayatın geçici olduğunu biliriz hem de onlar korkulacak kişiler değillerdir. Hem de korktuğumuz, zanlar içerisinde korktuğumuz ebedî hayat korkulacak bir şey değildir. Bunun öğretisi içindir. Yani hayatın tam içindedir. İşte bizde tasavvufî hayatı biraz daha özelleştirerek hayatın içine nasıl girmiş, özellikle konuşmalara nasıl girmiş ondan bir iki temasta bulunacağız.
"Ee illALLAH be!" kullanırız bunu değil mi? Kullanır mıyız? "Ee illALLAH be!" Herhangi bir tekkede zikrullah meclisini idare eden zatın, zikrin bittiğini gösteren tabiridir illALLAH. Yeter demektir. Hadi oraya girelim biraz müsaadenizle. Kelime-i Tevhid çekmekten maksat bir defa Lâ-ilâheillâllah diyebilmektir. Bütün o yetmiş binler yüz kırk binler bir defa diyebilmek içindir.
Biz okuma yazma öğrenmek için bile -şimdi sistem değişmiş, biz o zaman öyle öğrendik, çubuklar çizdik, yataylar çizdik, çarpılar çizdik sonra onları harf hâline getirdik ve okuma öğrendik, yazma öğrendik- kimden öğrendik? Okuma yazma bilen annemizden, babamızdan, dayımızdan mı yoksa Hazreti Öğretmenden mi? Eğer öğretmenlik, muallimlik bir meslek olmasaydı herkes bir kitap alır, okumayı da yazmayı da ilmi de öğrenirdi. Peki kitap okuyarak öğrenmekte insan nerede? Hz. insan nerede? Ben okuyup öğreneceksem... Bakın unutmayın Allah insana insandan tecelli eder, kitaptan Kur'an'dan değil. Onun için insan lâzımdır. Okuma yazma için dahi insan öğretmen lazımsa, gönül ve ruh tedavisi için mutlaka bir muallim lâzımdır ama mürşitlerden...
Şemsettin Sivasî Hazretleri, tarik~i Halvetiyenin (Şemsiyye) kolunun piri, Sivas'ta bir hazret. "Sür çıkar ağyarı dilden, tâ tecelli ede hak
Padişah konmaz saraya, hâne mamur olmadan" diyor...
Eve bir misafir geleceği zaman evdeki hanımlarımız hemen bir toz alma daha yapıyorlar en azından, bir iki geldim gittim, çay getirdim götürdüm, toz olmuştur belki diyerek. Ee gönül hanesine ALLAH gelecek. Evde toza kire tedbir olur ya... Ama bunu sen anlayamazsın, bunun için bir bilenin olması ve tecelli-i ALLAH'a bir hazırlık yapması lâzım. İşte lâilâhe sözü ile mürşit, senin kalbini ilâhlardan temizler. Hepimizin cüzdanları kalbimizin üstünde duruyor. Her biri ilâh...
Öyle demiş Bektaşî babası, paraya bakmış bakmış; "Ulan nerede basıldığını bilmesem sana ALLAH diyeceğim" demiş.
Lâilâhe, ki mürşit söyler, illâllah'a hep beraber girilir. Belli bir miktarda söylenir en sonunda zikrullahı idare eden zat, tevhidin sanki sonuncu illâllahıymış gibi yüksek sesle ''İllALLAH Muhammeden Resulüllah" der bitirir. İşte günlük hayatta... Hani çocuklarımızın karşısında... İllALLAH senden be yaka silktim. Her gün her tekkede kullanılan tevhidin son cümlesinin günlük hayatımıza yansımasıdır.
Tiryakilik zor iş. 3. Selim devri ulemasından bir Bıyıklı Mehmet Efendi var. Bütün ulema sakallı olduğu hâlde o, Yavuz Sultan Selim Han gibi sadece pala bıyıklıdır. Bu arz ettiğim hakikattir. Muhterem, vaaza başlayacağı zaman, huyuuyt yaparmış. Biraz da celalli bir zat, soramıyorlar "efendim nedir bu yaptığınız" diye. Siz bana dur deyin, ben bilemem saati, lâf yürür gider, daldan dala atlarız, duramayız. Bir yumuşak zamanında sormuşlar: Efendim nedir bu yaptığınız huyuuyt diye?
Haa demiş; Bir köyde üç delikanlıydık, bir gün epey bir uzaklaştık köyden, kıra gittik orada aniden bir yağmur başladı, bir çınar kovuğunun içine sığındık, derken o sırada küçük bir sürüsü olan bir çoban geldi. Biz tabi koyunları sevdik, oynaştık, itiştik kakıştık. Derken o çoban dedi ki ; Size hiç büyükleriniz söylemedi mi? -Yağmurun yağdığı zamanlar duaların kabul olduğu zamanlardan biridir. Hadi bu kadar oyun yeter, şimdi biraz dua edin. Bir arkadaşım dedi ki "ben öyle bir zengin olayım ki padişah bile benden borç alsın." Bir arkadaşım dedi ki "ben çok yüksek idarî mevkilere geleyim." Ben de "ben öyle bir âlim olayım ki herkes bana sorma ihtiyacını hissetsin" dedim. Şimdiki vezir-i azam var ya, o mevki isteyen arkadaşımız. Kapalıçarşıda küp ile altını olan filânca sarraf var ya, o işte zengin olayım diyen arkadaşımız. Ben de benim; her şeyi soruyorsunuz elhamdülillah, ilmim var. Ama, çoban ne dedi biliyor musunuz? "Yarabbi ben senin rızanı istiyorum." Düdüğü çoban çaldı. Onun için huyuuyt yapıyorum dedi. Düdüğü çoban çaldı.
Bu Bıyıklı Mehmet Efendi hazretleri fena hâlde enfiye tiryakisi. Ramazanda tiryakilerin yanına fazla yanaşılmaz, usuldendir. Kabak tadı verir. Burada bacılarımı görüyorum. Şeriat, Şeriat-i Muharnrnediye öylesine ince, öylesine lâtif ve öylesine zariftir ki, huysuz bir herifin, bizim hemcinslerimizin azarını işitmesin diye yemeğin tadına bakma iznini veriyor oruçlu olan kadına, var mı böyle bir incelik insanların kurduğu sistemde? Ben böyle söyleyince propaganda yapıyorsun diyorlar. Yalan mı söylüyorum? Propaganda yüzde ellisi yalan lâf demektir.
Ben yalan söylemiyorum ki! Bütün ilmihâl kitaplarını açın bakın! Oraya yalnız, istismar edilmesin diye hocalar bir istisna koymuşlar, -huysuz kocalar diye- affedersiniz huysuz olmayan koca var mıdır? Hepsi huysuz.
İşte öyle bir ikindi vakti ramazandan sonra, bazen yeni yetişme talebeler hocalara açmaz sual sormaya bayılırlar. O ilmin gereklerinden biridir. Sonra tövbe ederler. Ama o tövbe bir başka yeni yetişmekte olan talebenin ona açmaz sual sormasıyla o hak helâl edilir. Demişler ki Bıyıklı Mehmet Efendi hazretlerine, "Cenabıhak kün (ol) diye emretti, oldu. İyi ama muhatap kimdi? Eğer bir şey varsa ol demeye lüzum yok..". Yoksa, yok 'a nasıl hitap edilir?" Biraz durmuş Mehmet Efendi, "ulen keratalar" demiş. Çıkarmış enfiye tabakasını "61 bana, cevap size" demiş, enfiyeyi çekmiş "Hah aklıma geldi, Cenabıhak zatından sıfatına öyle söyledi" demiş. "Hadi aldınız mı cevabınızı? Hadi uğurlar olsun."
Âşıklar Sultanı Mevlâna Celâleddin Rumi Hazretlerinin uzun bir nasihatinin ardında Türkçeye çok güzel tercüme edilmiş bir cümle vardır:
"Ya göründüğün gibi ol ya olduğun gibi görün!" Ben tiryakiyim, ben olduğum gibi görünürüm. Lâfın arkası gelmiyor. Bir kül tablası rica ediyorum.
Bundan (bu sigaradan) da illALLAH
|