12. Bölüm: Allah’ın Zâtı Hakkındaki Bilginin Üç Mertebesi:
Zât hakkında ilme’l-yakîn bilgi, O’nun zâtına delâlet eden işâretleri izlemek ve müşâhede etmekten ibârettir. Çünkü zâtı müşâhede, kendisine tecellî gelen kişinin nefsinden başka bir şeyde olmaz (o kişi Allah’ kendi içinde müşâhede eder). Kendi dışında gördükleri ise hepsi tesirler ve delâletlerdir. Çünkü taayyünât, Allah’ın zâtına delâlet eder. O hâlde kendisine tecellî gelen kişinin sûreti hâricinde, sûretlerde ve nurlarda olan tecellîler ilme’l-yakîne dâhildir. Görülen her sûret, ortaya çıkan her nur, renkli veya renksiz nur bu konuda eşittir (ilme’l-yakîn mertebesindedir).
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (k.s) Leme‘ât şerhinde bunu açıklamak için şöyle buyururlar:
Beyit: Ey Dost! Seni her yerde arıyordum, Her ân senin haberini ondan bundan soruyordum.
Bu beyit âfâkî müşâhedeye işârettir ki ilme’l-yakîni ifâde eder. Bu âfâkî müşâhede (Allah’ dışarıda arama ve alâmetlerde izleme hâli) maksûd olan Allah’tan bir haber vermediğine göre, ayrıca tesir ve alâmetleri hâricinde O’nun huzûrunda olma bilincini bahşetmediğine göre, -nitekim sıcaklığın haberi ateşin yanında olmayı ifâde etmez, sâdece delil ve alâmetlerle bilinir- bu kişi ilme’l-yakîn (aklen bilme) dâiresinden yükselemez, ayne’l-yakîne (bizzat görerek bilme mertebesine) ulaşamaz.
Kutbü’l-aktâb Nâsıruddîn Hâce Ubeydullah (Ahrâr k.s) buyurmuşlardır ki: “Seyr (mânevî yolculuk) iki türlüdür: Seyr-i müstatîl (düz yolculuk) ve seyr-i müstedîr (dâiresel yolculuk). Seyr-i müstatîl uzaklık içinde uzaklıktır. Seyr-i müstedîr ise yakınlık içinde yakınlıktır.Seyr-i müstatîl, sâlikin maksûd olan Allah’ı kendi dâiresinin hâricinde aramasıdır (seyr-i âfâkî). Seyr-i müstedîr ise kendi gönlü etrâfında dolaşması ve maksûdu orada aramasıdır (seyr-i enfüsî)”. Ayne’l-yakîn, kulun, taayyün perdesinin kalkmasından sonra Hak Teâlâ’yı müşâhede etmesidir. Bu müşâhede, bu yüce tâifeye (sûfîlere) göre idrâk-i basît (sâde algılama) diye ifâde edilir. Bu idrâk, sıradan insanlarda da olur ancak aradaki fark şudur: Seçkin insanlar Allah’ın varlığı hâricindeki şeyleri görmezler. Diğer insanlar ise bunun tersidir. Bu idrâk, bilmeye aykırıdır, burası hayret (şaşırma ve algılayamama) makâmıdır. İlim bu müşâhedeye aykırı olduğu gibi, ayn (ayne’l-yakîn, görme) de bu ilme perdedir.
Nitekim Şeyh-i Ekber (İbnü’l-Arabî) Kitâbü’l-Hucub’da şöyle demiştir: “İlme’l-yakîn, ayne’l-yakînin perdesidir. Ayne’l-yakîn de ilme’l-yakînin perdesidir”. Bir başka yerde de şöyle buyuruyor: “Allah’ı hakkıyla tanıyan kişinin alâmeti, gönlünden haberdâr olması ve kendisinde ilim bulamamasıdır. Bu, ötesinde başka mârifetin bulunmadığı kâmil bir mârifettir (Allah’ı tanımadır)”.
Hakka’l-yakîn, Allah Teâlâ’yı O’nunla görmek ve sâlikin Allah’ı kendi özü ve hakîkati olarak bulmasıdır.
Bu, bekâ billâh mertebesinde oluşur. Çünkü hakîkî fenâdan sonra sâlike Allah tarafından vücûd-i mevhûb-i Hakkânî (Allah vergisi bir varlık) bahşederler. Sekr ve kendinden geçme hâlinden sahv ve ayıklığa gelmeyi nasip ederler. Orada ilim ve ayn (bilme ve görme) birbirinin perdesi olmaz. Sâlik görürken bilir, bilirken de görür. Hakk’ın aynısı olarak bildikleri bu taayyün, bu mertebede kevnî taayyün (kâinâta âit beliriş) değildir. Çünkü bu mertebede ondan bir eser kalmamıştır. O taayyün Hakkânî’dir, Hakk’a âit bir beliriştir ve büyük zâtlar tarafından “Vücûd-i mevhûb-i Hakkânî” diye ifâde edilmiştir. Nitekim bu anlatıldı.
Sûrî tecellîlere mazhar olanlar (dünyevî sûretlerde ve eşyâda Allah’ı görenler) kendi taayyün ve sûretlerini Hak Teâlâ olarak bilirler, öyle zannederler. Bunlar, kendilerine fenânın gelmediği kevnî taayyünler yani dünyevî belirişlerdir. Bu fark, tasavvuf yolunda henüz ortalarda bulunan sâliklere gizli kaldığı için onlar hakka’l-yakîn mertebesinde de bu kevnî taayyünleri Hak Teâlâ olarak hayâl etmişlerdir. Onların bu yanlış anlaması, büyük zâtlar tarafından eleştirilmiştir. Yolun ortasında olanlar, hakka’l-yakîn mertebesinin kendilerine daha ilk adımda yani keşfü’l-melekût dedikleri tecellî-i sûrîde nasip olduğunu zannetmişlerdir.
***
MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)
İMÂM-I RABBÂNÎ
Doç Dr. Necdet TOSUN
SUFİ Kitap
|