Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 8 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Rabbani Tevhid: Vahdet ; Fenafillah ve Allah'ın Ahlâkı
MesajGönderilme zamanı: 05.01.10, 10:10 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
44. Bölüm: İrâdenin Fânî Olması:

Eğer Hakk’ı arayan tâlibin gönül sahası Allah’ın lütfu ile bütün arzu ve dileklerden uzaklaşır ve orada Hak Teâlâ’dan başka istek kalmazsa, o esnâda yaratılmasının gâyesi ortaya çıkar, kulluğun hakîkati yerine gelir.


Bundan sonra o kişiyi eksik insanları terbiye için geri (dünyaya) döndürmek isterlerse, Allah katından ona bir irâde ve ihtiyâr hediye ederler. Böylece o kişi izin verilmiş bir kul gibi, sözlü ve fiilî işlerinde tercih sâhibi ve izinli olur.

Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanma makâmı olan bu mertebede irâde sâhibi kişi ne isterse, diğer insanlar için isteyecek, diğer insanların iyiliğini ve menfaatini düşünecek, kendi menfaatini değil.

Nitekim Allah Teâlâ’nın irâdesinin durumu da böyledir. Hattâ “en yüksek örnekler (sıfatlar) Allah’a âittir” (en-Nahl, 16/60).

Bu irâde sâhibi kişinin her ne isterse meydana gelmesi de gerekmez, hattâ câiz değildir. Çünkü bu şirktir ve kulluk bunu kaldırmaz.

Cenâb-ı Hak Habîbi’ne (a.s) şöyle buyurur: “Sen istediğin (irâde ettiğin) kişiyi hidâyete ulaştıramazsın, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir” (el-Kasas, 28/56).

Mâdem ki insanların efendisinin (a.s) irâde ve dilemesi durduruluyor, o hâlde diğer insanların ne gücü olabilir? Aynı şekilde bu irâde sâhibi kişinin bütün isteklerinin Hakk’ın rızâsına uygun olması da lâzım değildir.

Böyle olsaydı Peygamber Efendimiz’in (a.s) bazı iş ve sözleri hakkında Cenâb-ı Hak’tan îtirâz gelmezdi. Ancak âyetlerde (itiraz gelmiş ve) şöyle buyurulmuştur: “Bir peygamber için uygun değildir ki ...” (Âl-i İmrân, 3/161; el-Enfâl, 8/67; et-Tevbe, 9/113).

Ve yine Peygamber için afv kelimesini kullanmak uygun olmazdı, (oysa Peygamber için afvın bir anlamı vardır) nitekim Allah Teâlâ: “Allah seni afvetti” (et-Tevbe, 9/43) buyurmuştur ve afv kusurlar için düşünülebilir, o hâlde Hak Teâlâ’nın dilediği her şey O’nun râzı olduğu şeyler değildir, küfür (Allah’ı inkâr) ve günah işlemek gibi.

***

MEBDE’ VE ME‘ÂD (RABBÂNÎ İLHAMLAR)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


En son rabbani tarafından 15.01.10, 10:40 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Tevhid:Fenafillah ve Allah'ın Ahlâkı ile ahlâklanmak
MesajGönderilme zamanı: 07.01.10, 09:58 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
7. Bölüm: Vahdet-i Vücûd Ehlinin Yanılgısı

Allah’ın sıfatlarının zâtı ile aynı olduğunu söylemek ve sıfatların zâid varlıklarını inkâr etmek, hakîkatlerin hakîkatine ulaşamamanın sonucudur. Çünkü bu grup insanlar için Hak Teâlâ henüz bu sıfatların perdesinde görünmektedir.

Allah’ın zâtını sıfatlar aynasında gördükleri zaman, aynanın görünmezliği sebebiyle, sıfatlar onların gözünden gizlenir ve onlar da sıfatların olmadığına hükmederler. Onların bu müşâhedesi perdeden yükselip çıksaydı sıfatları zâttan ayrı olarak görürlerdi ve sıfatların var olduğuna hükmederlerdi. Onların vahdet-i vücûda (varlığın birliğine) hükmetmelerinin sırrı ve sebebi budur. Çünkü onların müşâhedesi perdeden yükselememiştir, hattâ mâsivâ perdesindedir.

Mâsivâ (Allah’tan gayrısı) onların gözünden henüz gizlenmemiştir. Sıfatları göremedikleri için onların var olmadığına hükmetmişlerdir. Görülen ayna yokluk aynası olunca, onun bilgisi de mâsivâda mevcut olunca, bu iki sebeple sıfatların hâricî varlığını reddettiler ve ilmî (zihnî, hayâlde) var olduğunu kabul ettiler.

Bu yüzden onların fenâsı tam olmaz. Çünkü mâsivâyı görmezler ama ona şuurları vardır. Mâsivâya karşı şuur ve hissin ortadan kalkması, sâliklerin müşâhedesi mâsivâ aynasından tamamen yükseldiği zaman gerçekleşebilir. Oysa onlar (vahdet-i vücûd ehli) için durum böyle değildir. Onların bekâ hâli de kâmil değildir. Çünkü bekânın kemâli, fenânın tam olmasına bağlıdır. Bu cemâat bekâdan sonra kendilerini Hakk olarak bulurlar. Bu bilginin kaynağı da sekrdir (mânevî sarhoşluktur). Eğer bekânın kemâli ile müşerref olsalardı, kendilerini oldukları gibi, bir şeye gücü yetmeyen kul ve köle olarak görürlerdi.

Bu cemâat cansız varlıklarda ilim, kudret vs. sıfatların bulunduğunu söylüyorlar. Bu sıfatların cansızlarda var olmasını da, Allah’ın zâtî sirâyeti ile izah ediyorlar. Oysa Allah Teâlâ hiçbir şeye sirâyet ve nüfûz etmez. Onun eşyâyı kuşatması da ilmî kuşatmadır (bilmektir), zât bundan münezzehtir. Ancak Allah Teâlâ’yı eşyâyı bilen insanlara benzetmek de doğru değildir. Allah Teâlâ eşyânın (dünyevî varlıkların) yaratıcısı, rabbi, rızık vericisi ve sâhibidir.

Bu sözün hakîkati yukarıda, suyun zâtı ve tabiî meyli bölümünde anlatıldı.

Onlar (vahdet-i vücûd ehli) ise kendi bilgileri ölçüsünde farklı bir hüküm vermişlerdir.

Hakkı hak (doğru) olarak bildiren ve doğru yolu gösteren Allah Teâlâ’dır.

Nakledilir ki, Hâcegân şeyhlerinin (k.s) halka başı olan Hâce Abdülhâlik Gucdevânî’nin şeyhi Hâce Yûsuf Hemedânî’nin meclisinde bir gün büyük zâtlardan birinin hâlleri anlatılıyordu. Yûsuf Hemedânî buyurdular ki: “Bunlar, tarîkat çocuklarının terbiye edildiği hayâllerdir”.

Bütün şer‘î hükümler ve nübüvvet kandilinden alınmış olan ilimler mânâları açık olarak doğruluğun tam merkezindedirler. Onlara aykırı olan bilgi ve görüşler ise, te’vîl (yorum) ve keşf ile elde edilmiş olsa bile yanlış ve eğridirler.

Allah Teâlâ buyurdu: “Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın” (el-En‘âm, 6/153).

Nihâyetin nihâyetine ulaşmanın alâmeti, bu şer‘î hükümlere teslim olmak, boyun eğmek, o ilimleri hayâtımıza geçirmek ve onlarla ahlâklanmaktır.

Keşfi nassa (Kur‘ân ve sünnete) tâbî kılmak ve ilhâmı vahye terk etmek doğru yolun ve istikâmetin ta kendisidir.
Hz. Peygamber’e (a.s) mahsus olan şerîatlar, zât mertebesiyle ilgili ilimlerin hükümleridir. Onlarla amel etmek, nihâyete ulaştırıcıdır.

Aynı şekilde, kendi terbiyecisi olan ilâhî isimle irtibatlı bir peygamberin ilimleriyle amel etmek de, ancak o isimlere ulaştırır.

O hâlde, son peygambere tâbî olmaları sebebiyle Hak Teâlâ’nın nihâyete ulaştırdığı cemâat, ilim ve amelde şerîata kıl ucu kadar bile aykırı olmazlar. Ehl-i hak âlimlerin hem-fikir olduğu gibi, şerîat ahkâmında haddi aşmazlar, geride de kalmazlar. Kendilerine taşıp gelen ledünnî ilimler ve ilhâmlar şerîata uygundur. Belki onlar, bu şerîat ilimlerinin tafsîli ve açıklamasından ibârettir.

Bir şahıs Hâce Nakşbend hazretlerine (k.s) “Seyr u sülûkten maksad nedir?” diye sormuştu. Cevap olarak şöyle buyurdular: “Özet bilginin detaylı olması, delille bilinenlerin keşf ile bilinmesidir”.

Şerîatın zâhirine ve Ehl-i Sünnet ve Cemâat âlimlerinin görüşüne muhâlif olan keşfler, kabûle lâyık değildir. Çünkü o, Hz. Muhammed’e (a.s) has olan doğru yoldan sapmaktır.

Allah Teâlâ buyurdu ki: “Sen şüphesiz peygamberlerdensin. Doğru yol üzeresin” (Yâsîn, 36/3-4).

Muhammedî meşreb olan kişi, bu ilim ve amel nimeti ile müşerreftir. Velâyet-i hâssa-i Muhammedî (Hz. Muhammed’e has olan velîlik) onun nasibi olur. Ona muhâlif olan, muhâlefeti keşfe dayansa ve velîlerden olsa bile, bu Muhammedî velîlik makâmından nasip alamaz, önceki peygamberlerden birinin kademi ve meşrebi üzere olur (onların velâyetinden feyz alır). O ilimler, o peygamberlerin şeriat ilimlerine muvâfık olur. O kişinin seyri yani mânevî yolculuğu da, o peygamberin kademine (hakîkatine) kadar olur. Muhammedî meşreb olan kişi ise bütün ilmî ve amelî kemâlâtı kendisinde toplamıştır ve orta yolun merkezindedir.

Mısrâ:
“Bütün güzellerin sâhip olduğu şeylere, sen tek başına sâhipsin”.

O din ve dünyânın efendisine (a.s) inmiş olan kitap, diğer peygamberlere indirilen bütün semâvî kitapların mânâsını ihtivâ etmektedir. Onun şeriatı da, diğer şerîatların özü ve hulâsasıdır.

Tam fenâ hâli, Muhammedîlerin özelliğidir ve onlara mahsustur, tam bekâ da onların şânına uygundur. Çünkü bekânın kâmil oluşu kul mertebesinde değildir. O nîmet, o efendiye (a.s) merhameten verilmiştir, diğer insanlar ise onun sâyesinde istifâde eden tufeylîlerdir. Bu tufeylîler de onun tâbîleridir. Ona tâbî olmadan bu nimete ulaşmak zordur, hattâ imkânsızdır.

Bu yüksek makâm, nihâyetin nihâyetine ulaşmaya bağlıdır. Bu makam, inişin son (en alt) noktasındadır, o nihâyet de yükselişin en üstündedir. Yani iki zıt uçtadırlar. Ancak bir şey kendi sınırını aştığı zaman, zıddına döner.


***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Tevhid:Fenafillah ve Allah'ın Ahlâkı ile ahlâklanmak
MesajGönderilme zamanı: 11.01.10, 10:58 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
19. Bölüm: Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd

Tâliplere mânevî yolda zuhûr eden tevhîd iki türlüdür:
(1) Tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd) ve (2) tevhîd-i vücûdî (vahdet-i vücûd).

Tevhîdin birinci kısmı (vahdet-i şuhûd) bu yolun zarûrî hâllerindendir. Yani tâlibin (Hakk’ı arayan sâlikin) gördüğü şey bir olmadıkça ve kesret (çokluk) onun nazarından kalkmadıkça, velîlikteki ilk adım olan fenâ makâmından nasip alamaz. Tekliği (vahdet) görmek, her şeyi bir tek görmek değildir. Çünkü bu, bizzat çokluğu görmektir. Ancak o (tâlib) bu bir görme esnâsında çokluğu, tekliğin aynı olarak görür. Bu durum ise hakîkat (gerçeklik) bakımından bir şey ifâde etmez. Aynı şekilde, çokluk imkân âleminin husûsî veya hayâlî şekillerinden ve sûretlerinden ibâret değildir ki, sâdece onları ortadan kaldırmakla tekliği görmek mümkün olsun. Hâşâ ve aslâ!

Burada kıldan daha ince bin tane incelik vardır.
Başını traş eden herkes kalenderliği bilmez.

Aynı şekilde, çokluk gözden kalktığı zaman, dâimâ tekliği görme hâli oluşur, yoksa bu durumda çokluk bazen gözden kaybolup bazen görülür değildir. Çünkü çokluğun gözden kaybolmasının (dâimî olmayıp gelip giden) bu türü, ademe (fenâdan önce oluşan bir tür yokluk, kendinden geçme hâline) dâhildir ve fenâ makâmı ile bir işi ve ilişkisi yoktur.

Bekâ hâlinden sonra halkı irşâd etme makâmında çokluğu görme hâli tekrar el verir, mümkün olur, o makâmda tekliği görmek de çokluğu görmek de dâimîdir. Ancak bu, bazen tekliği görmek, bazen çokluğu görmek şeklinde değildir. Çünkü orada fenâ ve bekâ birbirine karışmış durumdadır. Kişi, fenânın içinde bâkîdir, bekânın içinde fânîdir.

Tevhîdin ikinci türü (vahdet-i vücûd) ise, tarîkatın zarûrî hâllerinden değildir. Bu sebeple bazılarına mânevî yolculuk esnâsında zuhûr eder, bazılarına ise zuhûr etmez.Sülûk mertebelerini kat etmeden önce kalbî çekiliş (cezbe, incizâb-ı kalbî) makâmından yolculuk yapan insanlar bundan (vahdet-i vücûddan) nasip alırlar.

Bu tür tevhîd hâli, daha çok oluşur. “Daha çok” demek, bu yolun (tarîkat) yolcularının hâricindeki diğer insanların yolları îtibâriyledir. Yoksa kalbî çekiliş hâlinde de çoğu zaman bu tevhîd (vahdet-i vücûd) zâhir olmaz.

Tevhîdin bu türünün ortaya çıkmasının temel sebebi, sekr (mânevî sarhoşluk), hâlin galebesi ve kalbî muhabbetin istîlâsıdır. Bu sebeple bu tevhîd, kalp erbâbına mahsustur. Bu kalp makâmından geçmiş olan, kalpten kalpleri çevirene, hâlden hâlleri oluşturana (Allah Teâlâ’ya) ulaşan müntehîler (yolun sonuna erişenler) sekrden sahva (ayıklığa) gelmişlerdir. Onlarda rûhî çekiliş hâli oluşmuştur. Onların bu tevhîd hâli (vahdet-i vücûd) ile işleri yoktur. Onlardan bazılarına hakîkati gösterirler ve geçirirler. Diğer bazılarının ise nefy ve isbât (Allah’tan başkalarını yok saymak ve O’nu var bilmek) ile işleri yoktur.

Önceki sûfîlerin yolunun bu tevhîd ile alâkası pek az idi, belki de onunla hiç ilişkisi yoktu. Onların sülûkü, nefs-i arındırmakla ilgili olan meşhur on makâmı aşmaktan ibâretti. Tevhîd makâmı, kalp tasfiyesindeki kalbî muhabbet makâmıdır. Önceki sûfîlerin, “Ene’l-Hak” ve “Sübhânî” gibi bu tevhîde (vahdet-i vücûda) delâlet eden bazı sözlerini, tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd) ile yorumlamak gerekir ki onların sülûküne uygun olsun.

Evet, cezbe ile karışık olan sülûkte eğer sâlik makâmları aşarken bu tevhîd-i vücûdî yüz gösterirse bu mümkün ve uygundur. Bazılarını bu makâmdan geçirip işin sonuna eriştirirler. Bazılarına ise bu makâm ile ülfet ve dostluk bahşederler de o makâmda hapsolup kalır.

Bilmek gerekir ki, bu dönemde veya daha önceki dönemlerde, tevhîd-i vücûdî murâkabelerinden (tefekküründen) ve kelime-i tevhîdi “Allah’tan başka varlık yoktur” anlamında düşünmeye bir süre devam ettikten sonra oluşan tevhîd-i vücûdîde hayâlin tam bir etkisi vardır. Çünkü bu tevhîd düşüncesi, onun üzerinde çok düşünmek ve alıştırmaları tekrarlamak neticesinde hayâlde sûret bağlar, zihinde yerleşir. Cezbe ve muhabbetsiz oluşmasa bile, muhabbetle fazla irtibâtı da yoktur. Kişinin kendi çabası ve yapmasıyla zihninde oluşmuştur.

Bilesin ki, tevhîd-i şuhûdînin oluşması, tevhîd-i vücûdîden sonradır. Bu her iki tevhîde de yönelen insanlar tevhîd-i vücûdîyi (vahdet-i vücûdu) kabul ettikleri sürece kesreti (çokluğu) görme bağındadırlar. Kesret tamâmen gözlerinden kalkıp tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd) hâsıl olunca, tevhîd-i vücûdîden yükselmiş olurlar.

Bu satırların yazarını bu her iki tevhîd ile de müşerref eylediler. İlk hâllerde tevhîd-i vücûdîyi gösterdiler, birkaç sene o makâmda tuttular. O makâmın inceliklerini ve hakîkatini öğrettiler. Sonunda şefkatin kemâlinden dolayı o makâmdan geçirdiler ve tevhîd-i şuhûdî makâmı ile müşerref eylediler. Her iki makâmın da ilim ve maârifini bildirdiler.

Tevhîd-i vücûdî, seyr-i afâkîdedir, bu seyrin sonu fenâ diye tâbir edilen tevhîd-i şuhûdîdir.
Bekâdan sonra ise seyr-i enfüsî başlar.

Kendilerini sûfîler tâifesinden sayan zamâne çocuklarından bazıları, tâlibin tevhîd-i vücûdîde kendisini Hak Teâlâ ile aynı görmesi hâlini seyr-i enfüsîye dâhil zannediyorlar, eşyâyı Hakk’ın aynısı görmeyi de seyr-i âfâkîye dâhil sayıyorlar.

Doğruyu doğru olarak bildiren ve doğru yola hidâyet eden Allah Teâlâ’dır.

İşin hakîkatini bil.

Sonunda dönülecek olan Allah Teâlâ’dır.

***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Tevhid:Vahdet ; Fenafillah ve Allah'ın Ahlâkı
MesajGönderilme zamanı: 12.01.10, 14:34 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
30. Bölüm: Vehim Mertebesindeki Âlem ve Kayyûmluk

Şüphe yok ki, âlem, Hak Teâlâ’nın mahlûkudur, sebât ve istikrar sâhibidir.
Doğru haberci olan Efendimiz’in (a.s) bildirdiği üzere, âhiretteki dâimî azap ya da sevap türünden ebedî hayatta karşılaşacağımız hususlar, (bu dünyâdaki) âlemin bazı cüzleri ile ilişkilidir (meselâ bu dünyâda iyilik yapan, âhirette sevaba ulaşacaktır).

Zâhir âlimleri bu âlemi mevcûd-i hâricî (gerçekte var olarak) bilirler, onu hâricî tesirlerin kaynağı olarak düşünürler.

Sûfîler ise âlemi vehmî (gerçekte değil, vehim ve hayâl mertebesinde var) bilirler. Vehim ve his mertebesinin dışında âlemin varlığını kabul etmezler. Ancak âlem, vehmin ürettiği bir şey (hayal ürünü) olmadığı için, vehmin ortadan kalkmasıyla da ortadan kalkmaz.
Aslâ! Aksine, Hak Teâlâ’nın yaratmasıyla sağlam bir yer kazanmış, vehim mertebesinde istikrar bulmuş ve mevcûd (varlık) hükmünü elde etmiştir.

Bu büyüklere (sûfîlere) göre, hâriçte mevcûd (gerçek var) olan sâdece Hak Teâlâ’dır. Âlemin ise, ilimdekinden (hayâldekinden) başka bir varlığı yoktur. Hâriçte, onun vehmî istikrardan başka nasibi yoktur.

“En güzel sıfatlar (misâller) Allah’a âittir” (en-Nahl, 16/60).

Mevcûd-i hakîkî olan Allah Teâlâ ile mevhûm-i hâricî (hayâl olarak var olan kâinât), “dönen bir nokta” ile o noktanın süratinden dolayı vehim ve his mertebesinde oluşan “hayâlî bir dâire”ye benzer. O hâlde dâirenin, vehimdekinin dışında gerçek bir varlığı yoktur. Varlık, sâdece o noktadan ibârettir.

Şiir:
“Dilberlerinin sırrının, başkaları tarafından konuşulması daha hoştur”.

Bir araya gelmiş sıfatlardan (arazlardan) oluşan âlemde sıfatların kâim olacağı zât olma ve cevher olma özelliği bulunmadığı için, sıfatların kâim olma işini tam mârifet sâhibi bir ârife verirler. O ârifi, âlemdeki arazların ayakta tutucusu (kayyûmu) yaparlar. O ârife verilmiş olan zâtta mâhiyeti bilinemezlikten (bî-çûn) bir nasip olacaktır.

Nitekim bu konunun açıklaması diğer mektuplarda geçti.

Mâhiyeti bilinmezlikten bir nasip zuhûr edince, (ârife verilen bu zât) görülmekten, bilinmekten, anlaşılmaktan ve vehmedilmekten uzak kalır. Akl-ı selîm onu her ne kadar arasa da, hiçbir şey elde edemez, hızlı bir seyr ile ne kadar uzaklara gitse de, ele bir şey geçiremez, onu ötelerin de ötesinde görür. Cevher olma ve imkân âleminden olma özellikleri kendisinde bulunmasına rağmen, onda cevherlik ve imkân yoktur. Yokluk hükmünden başka bir şey kabul etmez.

Bütün hayırların kendisinde birleştiği Efendimiz’in (a.s) hadîs-i şerifi olarak Nevâdiru’l-usûl’de Abdurrahman b. Semere’den (r.a) şöyle nakledilir:

“Rasûlullah (a.s) birgün biz Medîne mescidinde iken çıkıp geldi ve buyurdu ki:

Dün gece ilginç bir rüyâ gördüm. Ümmetimden bir adamı gördüm, ölüm meleği onun ruhunu almak için gelmişti, derken onun anne ve babasına yaptığı iyilik geldi ve ölüm meleğini geri çevirdi. Ümmetimden bir adamı gördüm, üzerine kabir azâbı yayılmıştı, derken abdesti geldi ve onu bu azaptan kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm, şeytanlar onu sarmıştı, Allah’ı zikretmesi geldi ve onu şeytanların arasından kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm, azap melekleri onu kuşatmıştı, namazı geldi ve onu ellerinden kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm, susuzluktan dili sarkmıştı, havuzun başına geldikçe geri itiliyordu, derken orucu geldi, ona su verdi ve suya kandırdı. Ümmetimden bir adamı gördüm, peygamberler de halka halka oturmuşlardı, ne zaman bir halkaya yaklaşsa kovalanıyordu, derken guslü geldi, onu aldı ve benim yanıma oturttu. Ümmetimden bir adamı gördüm, önünde, arkasında, sağında, solunda, üstünde ve altında zulmet (karanlık) vardı, derken hac ve umresi geldi ve onu aydınlığa çıkardılar (ya da Hz. Peygamber şöyle dedi: Onu bu durumdan kurtardılar). Ümmetimden bir adamı gördüm, mü’minlerle konuşuyordu ama onlar kendisi ile konuşmuyorlardı, derken akrabâyı ziyâreti geldi ve: Ey mü’minler topluluğu, onunla konuşun! dedi. Ümmetimden bir adamı gördüm, ateş yakmıştı ve o ateşi eliyle yüzünden uzaklaştırmaya çalışıyordu, derken sadakası geldi ve onun yüzüne örtü, başına serinlik oldu. Ümmetimden bir adamı gördüm, zebânîler onu her taraftan yakalamıştı, derken iyiliği emretmesi ve kötülükten nehy etmesi geldi, onu zebânîlerin elinden kurtardı ve rahmet meleklerinin arasına dâhil eyledi. Ümmetimden bir adamı gördüm, diz üstü oturmuştu, onunla Allah Teâlâ arasında perde vardı, derken güzel ahlâkı geldi ve onu Allah’a (ilâhî âleme) dâhil eyledi. Ümmetimden bir adamı gördüm, amel defteri sol tarafından verilmişti, derken Allah’tan korkusu geldi, defterini aldı ve sağ eline verdi. Ümmetimden bir adamı gördüm, amel terâzisi hafif gelmişti, sevapları (veya küçük yaşta ölen çocukları) geldi ve terâzisini ağırlaştırdı. Ümmetimden bir adamı gördüm, Cehennem’in kenarında duruyordu, Allah’tan korkup titremesi geldi, onu bu durumdan kurtardı ve götürdü. Ümmetimden bir adamı ateşte gördüm, Allah’a saygı ve haşyetinden dolayı akan göz yaşları geldi ve Cehennem’den kurtardı. Ümmetimden bir adamı gördüm, Sırât Köprüsü üzerinde duruyordu, gök gürültüsünden titrercesine titriyordu, derken Allah hakkındaki hüzn-i zannı (güzel düşüncesi) geldi, titremesi kesildi ve gitti. Ümmetimden bir adamı gördüm, bazen sallanıyor, bazen zorla yürüyor, bazen de tutunuyordu, derken bana gönderdiği salavât geldi, elini tuttu ve Sırât’tan geçirdi, o da yürüyüp gitti. Ümmetimden bir adamı gördüm, Cennet kapılarına gelmişti, ancak yüzüne kapılar kapandı, derken Lâ ilâhe illallah şeklindeki şahâdeti geldi, kapılar kendisine açıldı, bu söz onu içeri soktu”.

***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Tevhid:Vahdet ; Fenafillah ve Allah'ın Ahlâkı
MesajGönderilme zamanı: 15.01.10, 10:39 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
7. Bölüm: İrşâd Makâmı, Teşbîh ile Tenzîhi Birleştirmek ve Fenâ Fillâh:

“Tenzîh”ten (Allah’ı yaratılmışlara benzetmemekten) sonra ortaya çıkan “teşbîh” (O’nu yaratılmışlara benzeterek algılama hâli), tasavvuf yolcusunun ayn-ı sâbitesinin (Allah’ın ilmindeki hakîkatinin) açılıp keşf olunmasından ibârettir. Teşbîh ve tenzîhin bir araya gelmesi hâli ise cem mertebesinden sonraki teşbîhtir. Bu, tenzîhin oluşmasından önce, fark makâmındaki teşbîhtir. Tenzîh ortaya çıkıp Hak Teâlâ’nın hiçbir şeye benzemediği anlaşılınca, o teşbîh yani benzetme hâli yok olur. Sâlikin bu iki hâli (teşbîh ve tenzîhi) birleştirmeye de gücü kalmaz.

Teşbîh ve tenzîhin bir araya getirilmesinin mânâsı şudur: Sâde (katkısız) idrâkin irtibatlı olduğu “tenzîh”, ayn-ı sâbitenin ihtivâ ettiği ilâhî sıfatlar perdesine inince, “teşbîh” olur, bilinir hâle gelir ve katkılı (bir çok unsurdan oluşan) idrâkin irtibatlı olduğu şey hâline gelir. O hâlde halkı irşâd etme makâmı, bu teşbîh ve tenzîhin bir araya geldiği makâmdır. Çünkü sırf tenzîh sâhibi olan kişinin, Allah’ın zâtını idrâk sahasına getirmeye gücü yetmez. Zîrâ zât hakkındaki bilgi, ayn-ı sâbitenin ihtivâ ettiği ilâhî sıfatlar perdesi olmadan oluşmaz. Oysa ayn-ı sâbite tenzîh makâmındaki bu kişiye henüz açılmamıştır. Matlûb olan Hak Teâlâ hakkında bilgisi olmayan bir kişi, başkalarına onu nasıl anlatacak? Yine bu kişi matlûb-i hakîkî olan Allah’ı kevnî sıfatlar perdesinde bilemez ve tanıyamaz. Çünkü o sıfatlara ayna olma gücüne sâhip değildir. Kralın hediyelerini, ancak onun binek hayvanları taşıyabilir.

Fenâ fillâh ancak şu kişiye nasip ve müyesser olur: O, vücûdunun bütün zerrelerini âlemdeki bütün eşyânın aynası olarak görür ve eşyâyı kendi hücrelerinde müşâhede eder. Her bir hücresi, âlemdeki bütün şeylerin rengine bürünür.

Çünkü fenâ fillâhta îtibâr edilen (anlaşılan) zât-ı ilâhiyye mertebesindeki her bir “şân” (şe’n, aslî sıfat) diğer bütün şuûnları (aslî sıfatları) ihtivâ etmektedir. Çünkü bunlar zâttan ayrılmış değillerdir. Öyleyse, Allah’ın zâtı hepsini (sıfatların asıllarının tümünü) içerdiği gibi, O’nun bir şânı da hepsini içermektedir.

Bu sebeple tasavvuf yolcusu kendisine âit kapsamlı her hücreyi, kapsamlı her şân (Allah’ın aslî sıfatı) içinde fânî (yok) eder. Her hücresinin yerinde ilâhî şuûnlardan bir şân bulur. Detaylı olarak bunu algılayamasa da bu böyledir.

O hâlde, tasavvuf yolcusunun her hücresinde kapsayıcılık sıfatı oluşmadığı sürece, bu fenâ (yokluk) kâbiliyetini elde edemez. Bazı tasavvuf yolcuları da idrâk güçlerinin zayıflığından dolayı, kendi kapsayıcılıklarının farkına varamazlar. Oysa bu yüksek makâma sâhiptirler ve fenâ fillâh (Allah’ta kaybolma) ile şereflenmişlerdir.

Ancak bu kapsayıcılık hâline sâhip olan her kişinin mutlakâ fenâ fillâh mertebesine erdiğine de hükmedilemez.

“Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir” (el-Hadîd, 57/21).

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Tevhid: Vahdet ; Fenafillah ve Allah'ın Ahlâkı
MesajGönderilme zamanı: 18.01.10, 09:40 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
16. Bölüm: Vahdet-i Vücûd Ehlinin Hatâsı:

Allah Teâlâ zât ve sıfatları ile yegânedir. Onun zât ve sıfatları, mahlûkâtın zât ve sıfatlarına benzemez ve onlarla hiçbir şekilde ilişkisi yoktur. Bu sebeple Hak Teâlâ misli yani benzeri bulunmaktan ve niddi yani zıddı olmaktan münezzehtir. İlâhlık, yaratıcılık ve vâciblik (varlığı zorunlu olma) konularında Onun ortağı yoktur.

Vahdet-i vücûda inanan bazı sûfîler, varlık (mevcûdiyyet) konusunda da Allah’ın ortağı bulunmadığını söylerler ve Allah’tan başka varlık bulunmadığına inanırlar. Onların bu konuda delili keşftir.

Şurası açıktır ki, bu söz (görüş) ile dinin temellerinden bir çoğu yıkılmış olur. Onlar bu söz ile dinin temel prensiplerinden bazılarını uzlaştırma konusunda zorlanmışlardır. Yapılan uzlaştırmanın da tam ve yeterli olduğu tartışma götürür. Dînin diğer bazı temel prensipleri ile uzlaştırmak ise mümkün değildir. Meselâ Allah’ın vâcibî sıfatlarını yok saymaları gibi.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Tevhid: Vahdet ; Fenafillah ve Allah'ın Ahlâkı
MesajGönderilme zamanı: 18.01.10, 10:21 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
26. Bölüm: Fenânın Mertebeleri:

Fenâ, Allah’ın varlığını müşâhede etmenin sâliki istîlâsı sebebiyle Allah’tan başka şeyleri unutmasından ibârettir.

Bunun açıklaması şudur: İnsan ruhu, ihtivâ ettiği sır, hafî ve ahfâ gibi mertebeleriyle birlikte bedene dâhil olmadan önce yaratıcısı olan Allah hakkında bir bilgiye sâhipti ve o kuds makâmına (ilâhî âleme) doğru bir yönelişi vardı. Onun yaratılışına mânevî yükselme (terakkî) kâbiliyeti koydukları için ve kâbiliyetin ortaya çıkması da rûhun maddî bedenle irtibâtına bağlı bulunması sebebiyle önce rûha aşk ve muhabbet ihsân ettiler. Sonra bu görünen bedene döndürdüler ve onlarda tam anlamıyla sevgi bağı oluşturdular. Sonra ruh, bu irtibât vâsıtasıyla ve kendi letâfetinin kemâli sebebiyle bu zulmânî mahbûbda (karanlık sevgilide, bedende) kendini kaybetti. Kendi varlığını bütün tâbîleriyle birlikte onda (bedende) fânî eyledi. Bu sebeple aklı başında bir çok insan kendisini cesetten başka bir şey olarak görmez ve bedenin ötesindeki diğer şeyi (rûhu) kabul etmez.

Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hak, rahmetinin çokluğundan dolayı âlemlere rahmet olan peygamberlerin (a.s) dili ile (rûhu) kendi kuds âlemine dâvet buyurdu ve o zulmânî irtibattan men etti. Şöyle buyurdu: “Allah de, sonra onları bırak!” (el-En‘âm, 6/91).

Ezelî saâdetin eriştiği ve geriye dönen herkes, bu alçak âlemi sevmeye vedâ etti ve yüzünü yüksek âleme çevirdi. Zamanla eski muhabbet (Allah sevgisi) gâlip geldi ve yaratılmışa olan sevgi yok olmaya yüz tuttu. Sonunda bu zulmânî mahbûbu (bedeni ve dünyayı) unutmak nasip oldu. Onun sevgisinden bir iz kalmadı. Bu esnâda fenâ-i cesedî (bedenin fânî olması) gerçekleşti.

Böylece sûfîlerin “İki adım atınca ulaşırsın” dedikleri ve bu yolda îtibâr ettikleri iki adımdan birincisi bitmiş ve gerçekleşmiş oldu.

Bundan sonra eğer Allah’ın sırf lütfu ile bu makâmdan yükselmek nasip olursa, rûh kendi varlığını ve tâbîlerini (mertebeleri olan letâifi) de unutmaya başlar. Zamanla bu unutma hâli artar. Sonunda kendisini tamâmen unutur. Allah Teâlâ’nın müşâhedesinden (O’nu görmekten) başka bir şey kalmaz. Bu unutmaya “fenâ-i rûhî” denir ki o iki adımdan ikincisidir. Rûhun bu süflî âleme inmesinden maksad da, fenânın bu son kısmını elde etmek idi. O olmadan bu büyük devlet (nimet ve şans) müyesser olmaz.

Bu konuda anlaşılması zor bir sır, ehlullâhın büyüklerine gizli değildir.
Bu sır da şudur:
Ruh kendisini unutabilmesi için kendinden gayrı bir şeye aşırı bir muhabbet duymalıdır. Oysa görülen âlemde bir şeye karşı oluşan aşırı muhabbetin benzeri, görülmeyen (gayb) âlemi için olmaz. Bu sebeple ruh, önce şehâdet (görülürler) âlemi olan dünyâda kendini fânî edecek bir muhabbet kazandı, sonra onu gaybda kendini fânî etmek için kullandı.
Bu anlaşılması zor bir sırdır. Onu ancak büyük ârifler bilir.

Bu durumda (ruh fânî olunca) geriye rûha tâbî olan ve hakîkat-ı câmi‘a denen “kalp” kalır. Kalp, kendi makâmından rûhun makâmına yükselince, rûha tâbî olması sebebiyle onun için de unutma hâli hâsıl olur ve rûhun fenâsı ile fânî olur. (Bu, fen¬â-i kalbîdir).

Nefse gelince, onun fenâsı şöyle olur: Kalp rûhun makâmına yükselince nefs de kalbin makâmına yükselir.

Şeyhler şeyhi, Avârif sâhibi (Sühreverdî) söz konusu unutma hâlinin nefs için gerçekleşeceğini kabul etmiyor ve nefsin tam olarak temizlenmesini, kalp makâmına ulaşmaktan başka bilmiyor.

Ancak bu zayıf kul (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî) diyor ki: Söz konusu unutma (nisyân) hâli nefs için de gerçekleşir. Ancak bu, nefsin kalp makâmından ruh makâmına yükselmesinden sonra olur. O hâlde kalp gibi nefs için de fenâ vardır (fenâ-i nefs). Bu nefs, itmi’nâna erdikten sonra Rabbine dönmüştür. Kalp makâmından kalbi dönüştüren Allah’a ulaşmış, Allah’tan râzı olan ve Allah’ın kendisinden râzı olduğu nefs hâline gelmiştir.

Hak Teâlâ onun hakkında şöyle buyurur: “Ey huzura kavuşmuş olan insan (nefs). Sen O’ndan hoşnut (râzı), O da senden hoşnut olarak Rabbine dön” (el-Fecr, 89/28).

Evet, nefs, kalp makâmında bulunduğu sürece söz konusu unutma (ve fenâ) hâline ulaşamaz. Şeyhler şeyhi (Sühreverdî) de bundan haber vermiş ve o nefse “mutmainne” demiştir. O makâmda bu nefs için belki mutmainne bile denemez. Tezkiye olup arınmıştır, ancak itmi’nâna henüz ulaşmamıştır. Kalp makâmı dönüşüm ve değişim yeridir. İtmi’nân (dinginlik, huzur) ise onun tersidir. O hâlde itmi’nân için bu kalp makâmından çıkıp yükselmek şarttır.

Herkesin idrâki buraya erişemez.
“Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir” (el-Hadîd, 57/21).

Beden ile ilgili işe gelince, bu, şeriatın bahsettiği uzuvların amellerinden farklıdır, bilinen velîlik makâmının dışındadır, cezbe ve sülûk yolunun hâricindedir. Çünkü kalp tasfiyesinin ötesinde nefs tezkiyesi vardır. Evliyânın büyükleri içinde azın da azı hâriç bu makâm hakkında kimseye bilgi vermemişlerdir. Hiç kimse bu konudan detaylı olarak bahsetmemiştir. Allah’ın kelâmında ve Hz. Peygamber’in sözlerinde bir şey zikredilmişse işâret ve rumuz ile zikredilmiştir. Bu sebeple bu zayıf kul da, bu sayfalarda o tür sözler söylemez, bilinen velîlik mertebesinin fenâ makâmlarıyla yetinir. Eğer dinleyenlerde bu sözü anlayacak kâbiliyet görürse kendi anlayışı ve dinleyenlerin idrâki nisbetinde bu konuda konuşacaktır inşâallah.

Başarıyı ihsân eden ve doğruyu ilhâm eden Allah Teâlâ’dır.

Bilmek gerekir ki, fenâ-i rûhî mertebesine ulaşan herkesin fenâ-yi kalbî mertebesine de ulaşması şart değildir. Sâdece kalp, babası gibi olan rûha meyleder ve annesi gibi olan nefsten yüz çevirir. Eğer kalbin rûha doğru meyli gâlip gelir, babası olan rûha doğru tamâmen çekilir ve onun makâmına ulaşırsa, o zaman babanın (rûhun) sıfatı olan fenâ gerçekleşir.

Nefsin durumu da böyledir. Fenâ-i kalbî ve fenâ-i rûhî, peşinden mutlakâ fenâ-i nefsi gerektirmez. Sonuç olarak, nefs, oğlu (gibi) olan kalb tarafına meyl eder ve çekilir. Bu meyl gâlip gelirse nefs, sâlih babanın (rûhun) makâmına yükselmiş olan kalbin (boşalan) yerine ulaşır. Babanın sıfatıyla ahlâklanmış olan oğlun (kalbin) sıfatıyla vasıflanır ve bir fenâ hâsıl olur.

Rûhun üzerindeki üç mertebe (sır, hafî, ahfâ) da aynı durumdadır. Rûhun fenâsı, onların da fânî olmasını gerektirmez. Evet, rûhun iniş vaktinde o üç mertebe de toptan veya kısmen inişte rûha uymuşlardır. Rûhun muhabbetindeki galebe onlara sirâyet etmiş, kendilerini unutma mertebesine ulaştırmıştır. Geri dönüş vaktinde onlara fenâ toptan veya kısmen gelir ve ruh gibi onlar da fânî olurlar.

Şurası gizli kalmasın ki, kalpten havâtırı (dünyevî düşünceleri) tamâmen kaldırmak, kalbin Allah’tan başka her şeyi unuttuğunun alâmetidir. Çünkü kalbe gelen düşüncenin kendisi, bir şeyin ilk defa veya tekrar olarak hâtırda hâsıl olmasından ibârettir. Düşüncenin hâsıl olması, bizzat bilgidir. Düşünce tamâmen yok olunca, zorlamakla ve hatırlatmakla bile geri gelmeyince, bilgi tamâmen ortadan kalkmış demektir. Bilginin ortadan kalkması, fenâda mûteber olan unutma hâlinden ibârettir.

Fenâ makâmı hakkındaki açıklamanın sonu budur.

Meşâyıhtan hiç kimse bu makâm hakkında böyle detaylı bilgi vermemiştir. Allah’tan başkasını unutma hâli oluşmadan önce fenâdan bahsedilemez. Henüz söylenecek çok şey vardır.

Eğer Allah’ın başarı ihsân etmesi yardımcı olursa bu konuda daha tafsîlâtlı bilgi verilecektir.

Bu makâm, tâliblerin hatâya düştüğü bir yerdir.

Allah Teâlâ doğruyu daha iyi bilir.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Tevhid: Vahdet ; Fenafillah ve Allah'ın Ahlâkı
MesajGönderilme zamanı: 19.01.10, 09:52 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
39. Bölüm: Mânevî Yolculuktaki Tecrübeler, Vahdet-i Vücûd, Vahdet-i Şuhûd:

Bilesin ki, ilâhî yardım beni önce murâd olan kulların cezbesi gibi cezbetti, çekti. Sonra seyr u sülûk mertebelerini aşmayı nasîb etti. Sonraki dönem sûfîlerinden tevhîd-i vücûdî (vahdet-i vücûd) erbâbının söylediği gibi Allah’ı eşyânın aynı buldum. Sonra Allah Teâlâ’yı hulûl ve sirâyet olmaksızın eşyânın içinde buldum (hissettim). Sonra Allah Teâlâ’yı eşyâ ile zâtî berâberlik hâlinde, sonra eşyânın ardında, sonra eşyânın önünde buldum. Daha sonra Allah Teâlâ’yı gördüm ancak eşyâdan bir şey göremedim.

Fenâ diye tâbir edilen tevhîd-i şuhûdînin (vahdet-i şuhûdun) anlamı budur. Velîlik mertebelerine konan ilk adım budur. Başlangıçta hâsıl olan en yüksek kemâldir. Zikredilen mertebelerin her birindeki görüş (algılama) önce âfâkta, sonra enfüste yani önce dış âlemde sonra gönülde oluşur.

Sonra velîlikteki ikinci adım olan bekâ mertebesine yükseldim. İkinci defa eşyâyı gördüm, Allah’ı da eşyânın aynı, hattâ kendi nefsimin aynı olarak buldum. Sonra Allah Teâlâ’yı eşyânın içinde hattâ nefsimin içinde, sonra eşyâ ile hattâ nefsim ile berâber, sonra eşyâdan önce hattâ nefsimden önce, sonra eşyâdan sonra hattâ nefsimden sonra buldum. Sonunda eşyâyı gördüm ama Allah’ı aslâ göremedim.

Bu, başlangıca ve avâm derecesine dönüş anlamındaki son mertebedir. Bu, halkı Hak Teâlâ’ya dâvet ve irşâd makâmlarının en üstün olanıdır. Halka uygun olan, fayda verme ve faydalanma için gerekli olan budur.

“Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir” (el-Hadîd, 57/21).

Zikredilen bu hâllerin ve gizli kemâlâtın hepsi benim için ve Hz. Peygamber’e (a.s) tâbî olarak vâsıl olanlar için hâsıl olmuştur.

Allâhım!

Bizi o peygambere tâbî olma yolunda sâbit eyle ve onun zümresi içinde haşr eyle! Ona ve temiz âilesine selâmlar.

Âmîn diyen kula Allah Teâlâ merhamet eylesin.

Hidâyete tâbî olanlara selâm.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 8 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye