Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî'ye Göre ÜÇ VELÂYET
CAMİ'UL USÛL
II.12. VELÂYET
12.1. VELÂYET-İ SUGRÂ (KÜÇÜK VELÎLİK)
Bu, ilâhi fiillerin tecellilerinin, esmâ ve sıfat gölgesinde seyirden ibarettir. Bilesin ki, Esmâ ve sıfatın gölgesinin dairesi, bütün mümkinâtın oluşumunun başlangıcıdır. Ancak peygamberler ve melâike (AS) bunların dışındadır ve âlemin her ferdine feyizler, sıfat ve gölgeler aracılığı ile gelir. Bu sıfat ve gölgeler de Hakk’ın zâtı ile mahlûklar arasında vasıta¬lardır. Eğer bu esmâ ve sıfat olmasa idi, sırf yokluktan ibaret olan âlem icad olunmazdı. Allah Teâlâ’nın kâinatı var edişi ona muhtaç olduğundan değildir. (Âyet meali): “Muhakkak ki Allah âlemlerden müstağni (İhtiyaçsız)'dir.„ Âlemdeki her şahsa feyizler ve kemaller bir vasıta ile gelir ki, buna o şahsın oluşumunun başlangıcı ve hakîkatı diyorlar ve buna da "Ayn-ı sabite" ismi vermişler. İşte sofilerin dediği "Allah'a giden yol mahlûkatın nefesleri adedi kadardır." sözü bu gölgelere işaret ediyor. İşte bu latîfe küçük velâyet dairesine girince, aslının aslında ve hakîkatında yok olur ve bu hakîkati üzere bâkî olur. Kalp latîfesinin fenâsı fiilî ilâhi tecellîlerde olur. Bu anda sâlikin na¬zarında kendi fiilleri ile bütün mahlûkatın fiilleri gözükmez. Nazarında hakikî fâilin fiilinden başka bir şey görmez. Ve bu latîfenin velâyetine "Âdem aleyhisselâm velâyeti" denir. Maksuduna bu velâyet yolu ile ulaşan sâlike "Âdemî meşrep" denir. Ruh latîfesinin fenâsı, Hak sübhânehûnun sıfat-ı sübûtiyesinde olur. Bu anda sâlik kendi sıfatını ve mahlûkatın tümünün sıfatını kendilerin¬den alınmış olduğunu ve hepsinin Allah'a aidiyetini görür. Asıl vücûd, bütün sıfatların aslı olduğuna göre. şüphesiz sâlik kendi vücûdunu ve hütun mumkinâtır, vücudunu yok sayar. Varlığın sadece Allah-ü Teâlâ'ya aid olduğunu vücûdî Tevhidle isbat eder. Bu latîfenin velilerine “Nûh ve İbrahîm Aleyhisselâm velâyeti„ denir. Bu yoldan vasıl olan sâlike "İb¬rahimî meşreb" denir. Sır latîfesinin fenâsı ise "Şuûnâtı zâtı ilâhî"de olur. Bu makam¬da sâlik, kendi zâtını, Hak sübhânehû ve Teâlâ’nın zatında yok olmuş bu¬lur. Bu latîfeden velî olanlara "Mûsâ (AS) veliliği" denir. Bu yoldan va¬sıl olan sâlike "Musevî meşrep" denir. Hafi lâtîfesinin fenâsı, Allah’ın sıfat-ı selbiyesinde olur. Bu makam¬da sâlik, Cenâb-ı kibriyâyı, bütün görünenlerden ayırır. (Ferdiyyet sırrına vakıf olur, yalnız O’nu tanır, O’nu bilir.) Bu latîfenin velâyetine “İsâ (AS) velâyeti„ denir. Bu yoldan va¬sıl olana da “isevî meşrep„ denir. Ahfâ lâtîfesinin fenâsı ise, bu mertebelerin tümünü toplayan ilâhi şan mertebesinde olur. Bu makamda sâlik ilâhi ahlâkla ahlâklanır. Bilesin ki; latîfelerin tümünün velâyeti "Küçük Velâyet" dairesin¬de olur. Onlar imkân dairesinde "Ehadiyet murakabesi" ile emr olundukları gibi, velâyet-i sugrâ'da da "Maiyet murakabesi" ile emrolunurlar. Bu da "Nerde olursanız olun o sizinledir" mealindeki âye¬tin mânâsıdır. İmkân dâiresindeki seyrin tamamlandığını eğer keşif eh¬li ise sâlik bilir. Eğer şeyh keşif sahibi ise ona bildirir. Eğer her ikisinde de keşif hali yoksa, sâlik kalbine doğan şeylerin tümünü mülâhaza eder. Eğer kalpten hatıraları atmak tam 4 saat kadar bir vakte ulaşırsa (artık anla) maiyet murâkabasında Allah'ın maiyetini bütün latîfe ve un¬surları ile düşünür. Hattâ mümkinattan her zerrede hisseder. Öyle ki; "Sâlik, Allahu Teâlâ ile birlik olma idrakinde altı cihetten ihata edilir. Daha önce gözüken teveccüh ve huzur yok olur. İşte bu anda "Velâyet-i Kübra" seyri başlar.
12.2. VELÂYET-İ KÜBRA (BÜYÜK VELÎLİK)
Bu Allah'ın Esma ve sıfat ile Zâtî şuunâtı dairesinde seyirden iba¬rettir. Bilesin ki; sâlike vucûdî tevhid sırları ve maiyet sırrı ulaşınca, vic¬danında Arş-ı Mecid'den bir nur görünür. Belki de arşın üstünden yer yü¬züne kadar kendisini ve mümkinâtın bütün zerresini kuşatmış olarak, bu nurun rengi herhangi bir renkle ilgisi olmadığından siyah dense uy¬gun olur. Bunun da doğruluğu şu sözle sâbittir: "Allah âmâda idi" (ya¬ni hiç bir şey yok iken O var idi.) Bazı kere sanki güneş doğuş yerinden doğmuş gibi görünür. Allah'ın zâtı sandığı bu siyah nûr yok olur. Bu nûrun hiç bir eseri kalmaz. Bu anda daha önce bu siyah nûrda yok olan mümkinâtın vücûdu tekrar zuhûr eder. Tıpkı Güneşin nuru ışığında yıl¬dızların varlığı gibi (gözükmez.) Lakin, kalbî seyirde görüş keskinliğinin yokluğu ne kadar olursa, vacip ile mümkün arasını ayırmaya o kadar gü¬cü yeter. Buna ittihat da dendi. Ne zaman ki ona Velâyeti kübra seyrin¬de görüş keskinliği, inayetleri sebebiyle verildiğinde ki, bu Enbiyâların velâyeti ve uyanıklık makamıdır; O anda mümkinatın vücûdunu sabit ve elbette istikrarlı görür. Yalnız eşyanın vücûdunu, ilâhi vücûttan bir göl¬ge gibi, iz gibi görür, vukuu yokluk olanı var haline getirir. Böylece görür ki mümkinâtın sıfatı, Cenâb-ı Allah'ın sıfatı olup, aynı değildir. İşte bu şuhûdi tevhidin nefis latîfesinde görülmesidir. Buradan Cenâb-ı Hakkın Akrebiyetinin mânâsını bulur. Maiyet ve Akrebiyet (O'nunla beraber olmak ve O'na yakın olmak) arasındaki farka gelince; Maiyetin hedefi, it¬tihada (birliğe) ve ikiliğin giderilmesine gider. Her ne kadar mümkün olanın vücûdu ayrıca görünüyorsa da o Hak'ın varlığındandır. Yoksa mümkünün zâtı değildir. Sıfatının varlığı da öyle. Her ne kadar görünüyorsa da yine Cenâb-ı Allah’tandır. Maiyet (beraberlik)’in hakikatı yokluktur. Bu hususu daha fazla açmak mümkün değildir. Akrebiyet’in beyanı ifadeye sığmaz. Zira aklın gücü bu makamı anlamak ve anlatmak için kifayetsizdir. Bilesin ki; Velâyet-i Kübra dairesi 3 dâireyi içine alır. Yani 3 daire¬den ilk dairenin üst yarısında akrebiyet sırrı ve şuhudi tevhid açıklanır. Bu dairenin alt yarısı, ilâve olan Esmâ ve sıfatlara aittir. Bir kısmı ise Şuuııât-ı Zâtîye'ye aittir. Bu dâireye emrî olan 5 latîfeden yükseliş vâki olur. Bu dâirenin feyzinin geliş yeri, bu sayılan 5 latîfenin ortaklığı ile ne¬fis latîfesidir. Bu dâirede akrebiyet tasavvur edilir. Yani "Biz ona şah da¬marından dahi yakınız" meâlindeki âyetin mefhumu düşünülür. Akrebiyet dairesinden yükseliş kolaylıkla gerçekleşirse asıl dairede se¬yir vâki olur. Bundan da aslın aslı olan daireye ilerler. Bundan da bu 3 dairenin aslı olan yay’a ulaşır. Bu iki dâire ile yarım istihlâkin (tüketme) ve izmihlalin (yok olma) kemâli hâsıl olur. Bu dairede fenânın hakîkati vardır. Daha önceki velâyette ise fenânın şekli vardır. İşte bu iki daire ve yarım dairede muhabbet murakabası yaparlar ki o da "Allah onları se¬ver, onlar da Allah'ı sever" mealindeki âyetinin mânâsıdır. Bunda fey¬zin geliş yeri nefis latîfesidir. Bilesin ki; dairelerde murakabe yolu. sâiikin zâtını bu dâirenin içinde tahayyül edip muhabbet feyzinin Esma ve sıfatın aslı dairelerinden şah¬si latîfesine gelişini düşünmesidir. Yine böylece aslın aslı dairesinde muhabbet feyzinin şahsi latîfesine gelişini düşünür. Üçün aslı olan Yay'da da muhabbet feyzi şahsi latîfesi¬ne gelir. İşte bu dairelerde dilin tehlili ile tevhid ifade eder ve mânâsını da düşünür. Bu dâirelerin bazısının ve tamamının geçildiğinin işareti şudur: Dâ¬ire sâlike güneş yuvarlağı gibi inkişaf eder, (açıkça görülür.) Eğer daire¬de nurunda bir zayıflama varsa o miktarda nurâniyet zuhur eder. Şayet daire kopma durumuna gelmişse, güneş tutulması gibi nursuz görülür. Velâyeti Kübra dâiresinin tamamlanmasının işareti, dimağ ile ilgi¬li olan bâtıni feyiz bu sefer göğüse geçer. İşte o anda göğüs genişlemesi hasıl olur.Öyle ki bu göğüs genişlemesini beyan etmek imkânsızdır. Eğer göğüs genişlemesi Kalbî Seyirde olursa, o zaman kalbinde birçok semâvî yücelikler görür. Bu genişleme yalnız kalpte olur. Velâyet-i Kübra’daki göğüs genişlemesine gelince, bu genellikle göğsün tamamını kaplar, özellikle de yeri Ahfâ latîfesidir.
Vicdan yoluyla göğüs genişlemesinin işareti ise, kaza hükmüne itirazın kalkmasıdır. Bu makamda sâlik mutmain hale gelir, buradan rızâ makamına yükseliş vâki olur ve böylece bütün hal ve fiillerde kazayı ilâhiye razı olur.
12.3. VELÂYET-İ ULYÂ (EN YÜKSEK VELÂYET)
Bilesin ki; Enbiyâ ve meleklerin dışında kalan velilere ait görülen hal¬ler, Allah'ın esmâ ve sıfat gölgesinde olup, bu mertebedeki seyr, "Velâyet-i Sugrâ" diye isimlendirdiler. Enbiyaların görülen hallerinin başlangıcı, esma, sıfat ve şuûnat olup bu mertebedeki seyri de Velâyet-i Kübrâ diye isimlendirdiler. Bunun gibi büyük meleklerin taayyünlerinin (görülen hallerinin) başlangıcını Velâyet-i Ulyâ diye isimlendirdiler. Toprak unsuru dışındaki unsurların seyrine de aynen Velâyet-i Ulyâ seyri dendi. Şeyh, sâlike teveccüh ile lûtfettiğinde, Velâyet-i Kübrâ dairesinde te¬veccüh ederse, her dâirenin hallerinin feyzi sâlikin latîfelerine dolar. Eğer şeyh, göğüs genişliği için teveccüh buyurursa, sâlik, dimağdaki fa¬aliyetin göğüsle alâkasını görür ve yine göğsünde genişlik bulur ve (böy¬lece) kendi unsurları (toprak, su, hava, ateş gibi) için ilâhî cezbeler idrak eder (kendinden geçer) ve yükseliş vâki olur ve üzerine latîfelerin renkli halleri gelir ve bâtın ismiyle isimlenen Zât’ta fenâ hali ona müyesser olur. Kendisinde yokluk hasıl olur ve bu yüce mertebede bu hallerde bekâsı kolaylaştırılır. Melâike-i Kirâm ile münasebet hâsıl olur. Bilesin ki, Velâyet-i Kübra seyri Cenâb-ı Hakk’ın zahir isminde olur. Velâyet-i Ulyâ'nın seyri ise Bâtın isminde olur. Çünkü Zahir isminde se¬yirde Zâtı mülâhaza etmeksizin sıfâtî tecelliler gelir Lâkin, Bâtın ismin¬de her ne kadar esmâ ve sıfat tecellileri varsa da bazan Zât da muşâhade olunur. Bazen Sâlik'e evvelki tecellilerine ilâveten bir sûreti keşfolur. O sanır ki Hak zâhir oldu. Halbuki bu suret Hak hazretlerinin esmâ ve sıfatı ile kaplanmıştır. Güneşin ışınlarının bir şeyi kaplayışı gibi. Bazı kere de (suret) ışınlar olmadan görülür. Zira bu sefer ışınsal hat¬lar gizlenmiştir. Bilesin ki; Velâyet-i Ulyâ öz gibidir. Velâyet-i Kübra ise bu öz'ün ka¬buğu gibidir. Aslında her alt makam üst makamın kabuğu durumunda¬dır. Ancak Nübüvvet kemalâtı buna dâhil olmaz. Çünkü Nübüvvet ma¬kamı, velâyetle kıyas kabul etmez. Onlar Bâtın isimli Zâtın (Allah Teâlâ'nın) murakabasını bu makamdan yaparlar. Nübüvvet velâyeti ile fey¬zin geliş yeri, toprak unsuru dışındaki 3 unsurdur. Dil ile tehlil etmek, nâfile namaz, bilhassa uzun kıyamla, bu makamda ilerlemeyi ifade eder. Burada Şer’î ruhsattan istifade güzel olmaz. Tersine azîmetle amel etmek, bunda ilerlemeyi ifade eder. Bunun da sırrı, ruhsatla amel insanı beşeri tarafa çeker. Azîmetle amel ise melekî münasebeti meydana çıkarır. Melekî münasebet ne kadar artarsa bu velâyette ilerleme sürati müyesser (nasip) olur. Bu velâyetdeki hâsıl olan sırlara gelince, bu sırlar tevhidî, vucudî ve şuhûdî tevhid gibi olmadığından bir beyan imkânı yok¬tur. Bu velâyetde sırların örtülü kalması en lâyık olanıdır. Keşfi ve izharı söz cinslerinden biriyle beyân kabil değildir.
CAMİ'UL USÛL Müellif: Ahmed Ziyaüddin (K.S.) Gümüşhanevi Mütercimi: Hüsameddin Fadıloğlu
s.120-124
İstanbul-2007
|