Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 8 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Suriye İzlenimleri - ( 25-31 Ocak 2009 )
MesajGönderilme zamanı: 02.02.09, 11:49 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 904
Şam-ı Şerif'den selamlar.

25-31 Ocak 2009 günleri Suriye'de idim.

Hz. Yahya a.s. ; Hz. Zekeriyya a.s. ile Hz. Zeyneb r.a. ; Bilal-i Habeşi r.a. ve birçok başka sahabe ve evliyaullahı ziyaret nasib oldu elhamdulillah...

Insaallah kısa kısa notlar ile bazı resimleri burada paylaşırız.

Selam ve muhabbet ile...

***

Suriye gezisi Vakit gazetesinin promosyon kampanyası ile gezi kazanan gazete aboneleri ile benim gibi kendi ücretini ödeyerek geziye katılan yaklaşık 180 kişi ile gerçekleştirildi.

Geziye Vakit yazarı Sibel ERASLAN; İslami camiadan Vehbi VAKKASOĞLU, Emine ŞENLİKOĞLU gibi isimler ile MORAL-FM yayın yetkilisi Abdullah ARIDORU gibi isimler de katılmıştı. Bu isimlerden bazıları ile -özellikle Vehbi Vakkasoğlu ile- özel sohbet imkanı da buldum.

26 Ocak Pazartesi günü Şanlıurfa'daki Hz. İbrahim a.s. ile Hz. Eyyüb a.s. makamlarını ziyaret ile başlayan gezi Haleb üzerinden gidilen Haleb-Hama-Humus-Şam-Busra hattı ile devam etti. Bu arada Hz. Meryem a.s.'ın Hz. İSa a.s. ile 16 yıl yaşadığı bildirilen ve bugün de az sayıda Hrıstiyan'ın yaşadığı Ma'lula antik şehrini ziyaret de söz konusu oldu.

Şanlıurfa ile ilgili izlenimlerimi nasıl olsa herkesin Hz. İbrahim a.s. ile Hz. Eyyüb a.s. hakkında bilgisi olduğu düşüncesi ile atlıyorum.

BUSRA: Rasulullah s.a.v.'in 12 yaşında amcası Ebu Talib'in ticaret kervanı ile geldiği bu kentte kendisi ile karşılaşan rahib Bahira'nın manastırı ve Rasulullah s.a.v.'in devesinden indiği yerdeki izleri...

ŞAM: Hz. Yahya a.s. ; Hz. Hüseyin r.a. ; Hz. Seyyide Zeyneb r.a. ; Hz. Bilal Habeşi r.a.; Hz. Abdullah ibn Ümmi Mektum r.a; Hz. Dihyetul Kelbî r.a.; Şeyh-i Ekber Muhyiddin ibn Arabi -Q-; Emir Abdulkadir Cezayiri -Q-; Sultan Vahideddin Han rh.a ve benim için en önemli sebeb-i ziyaretim olan silsilemizden Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- ziyaretleri... ( Şam'da bulunan Hz. Ebud-Derda r.a. ; Selahaddin Eyyubî rh.a ve Hz. Pir Mevlana Halid Bağdadi -Q- ziyaretleri değişik nedenlerle mümkün olamadı.)

HUMUS: Halid bin Velid r.a.

HAMA: Maarratul Numan: Ömer bin Abdulaziz rh.a

HALEB: Hz. Zekeriyya a.s.

***

BUSRA ve RAHİB BAHÎRA

Şam'ın yaklaşık 130 km. kadar güneyinde, Ürdün sınırına yakın bir bölgede olan Busra kenti Rasulullah'ın risaletinin ilk kez dillendirildiği mekandır.

Busra asıl anlam ve önemini Rasulullah'ın henüz çocukluğunda bu beldeyi şereflendirmesiyle kazanmıştır. Hz.Muhammed (s.a.v.) 12 yaşında iken amcası Ebu Talip'le Şam'a giden ticaret kervanı ile bu beldeye gelmiştir.

Busrada yaşayan Bahira adındaki bir rahib, Hz.Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlik nişanelerini taşıdığını amcası Ebu Talib'e anlatır ve bölgedeki Yahudiler'in ahir zaman peygamberinin alamaetlerini bildiklerini ve bu alametleri Hz.Muhammed'de gördüklerinde O'na zarar vermelerinden endişe ettiğini iletir. Rahib Bahira'nın bu uyarısı ile Ebu Talib Şam'a varmadan kervandan ayrılır ve Mekke'ye geri döner.

Rahip Bahira'nın Hz.Muhammed (s.a.v)'in peygamber olacağını keşfettiği Busrada bulunan ve hâlâ ziyarete açık olan manastır, Rasulullah'ın peygamberliğinin -henüz risalet ile görevlendirilmeden- ilk kez dile getirildiği mekandır.

Rivayetlerdeki Rasulullah'a gölge eden bulutun durduğu yerde Rasulullah'ın devesine ait olduğu belirtilen izlerin olduğu bir kaya görülmektedir.

Resim

Burada küçük bir mescid ile yanına bir medrese inşa edilmiş olup ziyaret edilebilmektedir.

Hz. Ömer -rz- tarafından fethedildiğinde kiliseden mescide tebdil edilen tarihi bir camii ile Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden birisi olan Busra'da Romalılar zamanında yapılmış olan antik anfitiyatro ile, Selçuklular ve Memluklular döneminden kalan han ve hamamlar şehrin görülmesi gereken yerlerindendir.

***

Riyazussalihin musannifi İmam Nevevi kabri de Suriye'de Busira kentinde imiş.

Alıntı:
BAHİRA'NIN GÖZÜNDEN SÜZÜLEN BİR DAMLA YAŞ

Abdullah AYMAZ



Büyük manastırdan yüz-iki yüz metre uzaklıkta duran bir Kureyş kervanı Rahip Bahira'nın dikkatini çeker.

Onlarla gelen bulut, orada gölge yapmaya devam etmektedir ve bir devenin dibine çöktüğü kuru ağaç da bir anda yaprak açarak gölge yapmaktadır.

Bu olağanüstü olayın bir peygambere yapıldığından Bahira'nın şüphesi yoktur. Onun için gözünden yaşlar süzülen mübarek Bahira, onlarla ilgilenir ve gerçeği yakından görür... İşte biz Busra şehrinde tam o olayın gerçekleştiği mekânda bulunuyoruz! Selâhaddin Eyyûbî, Mebraka-i Nâka'da (Devenin Çöktüğü Yer) külliye şeklinde mescid, medrese ve bir hâtıra yer yaptırmış. Sembolik olarak, o hâtırayı yâd etmek için üzerine ağaç motifi işlenen mihraba benzer yerin zeminine konulan taş üzerinde deve izleri nakşedilmiş. O bölüm bir nevi Selâhaddin Eyyûbî'nin de kaldığı odası gibi...

Mescide girdik... Kıble tarafında açık vaziyette bir Kur'an-ı Kerim vardı. Yaşlı bir zât, "Aslında Kur'an okunurken açılır. Okuma bitince kapatılır ama bu Kur'an'ın açık bırakılması, sırf Şam hattını göstermek içindir. Bu 1400 yıllık bir Kur'an." dedi. Medrese kısmı, hâlen faal. Yani kullanılır vaziyette. Bir zamanlar orada İbn-i Kesir kaldığı için İbn-i Kesir Medresesi, diyorlar. Tefsirini de bu medresede yazdığı söyleniyor. Kabri Şam'da...

Kervanın olduğu yerden Rahip Bahira'nın bulunduğu nokta yüz-iki yüz metre uzakta... Oraya gidiyoruz. Evine giriyoruz. Saraydan önemli bir yer. En güzel sanat mimarisi unsurlarını bu evde görüyoruz. Bütün harabeler arasında o evin ayrı bir konumu var. Hâlâ ihtişam izleri mevcut. Kör pencere halindeki dört nişin üzerinde dört mevsimi sembolize eden ayrı ayrı taştan kabartma resimler var. Kilisesini de gezdik. Rahip Bahira'nın esas ismi Cercis... Bahira ismi ise ilminin büyüklüğü için ona verilmiş ikinci bir isim. Mezarı belli değil. Bazı rivayetlere göre, Mekke'ye gittiği için öldürülmüş. Çünkü çocuk yaşta bile olsa, Efendimiz'i (sas) tanıyıp tahkik ettikten sonra, "Ahir zaman peygamberi geldi!" diye Busra'da ilan etmiş. Onun bu ilanından hem kendi mensupları hem de Busra'da yaşayan Yahudiler rahatsız olmuşlar... Bazı münakaşa ve münazaralar olmuş. Rahip Bahira, elindeki İncil'den Efendimiz'in (sas) vücut yapısı ile ilgili bilgiye sahipmiş... Onun daha sonra Mekke'ye gidip bu mesele üzerinde fazla durmalarından dolayı; günümüzün Ergenekoncularının yaptıkları gibi fâil-i meçhullere benzer şekilde peşine takılıp takip ediyorlar. Abdülmuttalib'in kılıcını çalıp onunla Bahira'yı öldürmek istiyorlar. Maksatları, Rumları yani Bizans'ı tahrik etmek! Yani "Bakın işte sizin tayin ettiğiniz büyük din adamını Kureyşliler öldürdü!" diyerek, onları üzerlerine salıp Efendimiz'in (sas) ve sülalesinin kökünü kazıtıp, ahir zaman Nebi'sini yok etmek. Fakat öldüremiyorlar. Yaralı halde kalıyor. Onların bu niyetlerini bilen Bahira, onlara zarar gelmesin diye Mekke'den olabildiğince uzaklaşıyor ve bilinmeyen bir yerde vefat ediyor. Bu menkıbenin, aslında çok iyi araştırılması gerekiyor.

Hz. Osman zamanında ana nüshadan (Mushaf) Kur'an çoğaltılınca bir nüsha Mushaf da Busra'ya gönderilmiş. O zaman beş nüshayı üzerinde taşıyan deve, tam bu noktaya gelince yine Efendimiz'in (sas) ağaç altında devesinin çöktüğü gibi çökmüş.

Oradan Hz. Ömer Camii'ne gittik. Öğlen namazlarımızı kıldık. Hz. Ömer'in temelini atıp yaptırdığı bu caminin sütunları Nebâtîler ve Romalılardan kalma sütunlar ve malzemelerle yapılmış... Yanında Roma hamamı var. Yerden ısıtmalı. Hâlâ kışın yerden ısıtılıyor. Busra'nın fethi için Şurahbil bin Hasan geliyor. O zaman Busra patriki Romanos imiş. Önce direniyorlar. Çünkü kuvvetleri Şurahbil'in gücünden fazla imiş. Şurahbil, dua ediyor. Bir gürültü ile bir seferden dönmekte olan Halid bin Velid imdatlarına yetişiyor... Busra'da ilk minareli mescid ise Fâtıma Mescid...

Oradan İzmir'in Agorasına benzeyen Antik Roma çarşısına giriyoruz. Yüksek sütunlar üzerinde özel ve farklı işlenmiş bir yer görüyoruz; "Serir binti Melik" yani "Kralın kızının yatağı" diyorlar. Aynen bizim İstanbul'daki Kız Kulesi gibi bir hikâyesi var.

20.Nisan.2009


***

HALEB

Haleb'de Bir Akşam Namazı

Suriye gezimiz bitip dönüş yolunda iken uğradığımız Haleb'de ikindi namazı için Kerimiyye Camii'ne yolumuz düştü.

Kerimiyye Camii, bu camii-i şerifin banisi olan Zat'a (200 yıl kadar önce yaşamış bir veli) Rasulullah s.a.v.den armağan olan ayak izi kıble duvarında sergileniyordu. Bu ayak izinin bu camiin kıble duvarına gelişinin ilginç menkıbesini rehberimiz anlattı. Salat ü selam ile ziyaret edildi.

İkindi ile akşam arası zaman kış günlerinde kısalmış olduğundan vakit akşama yaklaşıyordu. Camiin cemaatinden bazılarının tesbihat ile meşgul oldukları fark ediliyordu ve camiideki manevi atmosfer dikkat çekici idi.

Yerli cemaatten nurani simalı bir derviş kardeşimiz akşam namazında camie bir evliyaullah geleceğini söyledi. Bu kardeşimiz ile yaptığımız sohbette Camiin Haleb Şazeli cemaatinin zikir meydanı olduğunu öğrendik. Bu nazarla dikkat edince de cemaatin yarı mırıldanır tarzda "Al-Laaaah-Al-Laaaah...." diye zikretmekte oldukları farkediliyordu.

Tam akşam namazı için ezan okunurken camie 70 yaşlarında nurani ve sevimli çehresiyle bir Zat-ı Kerîm geldi ve doğrudan imamet için öne geçti. Akşam namazını bu Zat'ın imametinde ikmal ettik. Namaz sonrası miharaba varıp bu Zat ile musaffaha edip bir kaç kelam eyleyince; isminin Bekri Hayyan; kendisinin Şazeli tarikinden olduğunu öğrendik. Silsilelerinden bir Zat'ın İstanbul Ebu Eyyub el-Ensari -rz- türbesi yakınında medfun olduğunu da belirtti. "Evliyaullah" olarak tarif edilen ve hakikaten de insana tesir eden bu Zat'tan dua taleb edip ayrıldık...

Haleb'e yolu düşecek olan olursa Kerimiyye Camii'ni ziyaret edip iki rekat namaz kılsın ve o camideki manevi atmosferi yaşamayı ihmal etmesin. Şazeli mürşid-i kamil Bekri el-Hayyan da ziyaret edilebilir ise ne güzel olur.

***
Haleb'deki Ermeniler

Haleb'de Ermenilerin önemli bir nüfusa sahip olduklarını da öğrendik.

Özellikle "doktor-avukat" gibi prestijli mesleklere sahip epeyce ermeni varmış.

Bunların önemli bir kısmının 1915 sürgünü sonrası Anadolu'dan göçerek Haleb'e yerleştikleri biliniyor.


***

HAMA'da CUM'A NAMAZI

30 Ocak 2009 Cuma günü Türkiye'ye dönüş yolunda idik. Cum'a namazı saatinde Hama'ya vasıl olduk. Cum'a namazı için şehir merkezindeki camilerden birisinde mola verdik.

Yakın tarihte büyük bir katliama sahne olan Hama'da kıldığımız bu Cum'a namazında İmam'ın hutbesi tamamen "Cihad ve Filistin" hakkında idi. Genç yaşlarda olan İmam, heyecanlı bir üslub ile Gazze olaylarından söz etti ve müslümanları malları ve canları ile cihada destek olmağa davet etti.

Namaz sonrası cami avlusunda HAMAS'a iletilmek üzere yardım toplanıyordu. Gezi grubumuz da bu yardım kampanyasına katılım gösterdi.

***

Suriye İzlenimleri - Resimler


MA'LULA

Şam yakınlarında bir dağ kasabası olan Ma'lule 'de iki munzevi Nasrani ruhban için yapılan manastır ciddi anlamda restore edilerek Hrıstiyanlık için bir merkez haline getirilmiş.

İnternette bu Hrıstiyani kalıntı için bir İslam ülkesi olan Suriye'de yapılan detaylı çalışmaları arayıp inceleyin.

BU imar işini Suud idaresindeki Hicaz'da İslam mimari mirasına hoyratca yapılan yıkım ile kıyaslamak çok acı...

***


Şam yakınlarındaki Malula kasabasında Hz: Meryem ile Hz. İsa'nın bir süre yaşadıklarına inanılan kalıntılar vardır.


Resim

Bölgede mevcut birkaç kilise Uluslararası Misyonerlik Teşkilatı tarafından finanse edilmektedir.

Resim

Bölgede yaşayan hrıstiyanlar yanında dünyanın her yerinden gelen Hrıstiyan gruplarına da rastlanabilir.

Bölgede yaşayan hrıstiyanlar dünyada Hz. İsa'nın dili olduğuna inanılan Aramice konuşulan son insan topluluğu olarak bilinir. Son yıllarda bölgede Aramice öğretimine yönelik Uluslarası Dil Kursları da organize edilmiştir.

Bu konuda bir haber :

http://www.cbsnews.com/stories/2007/09/ ... 0190.shtml

Preserving The Language Of Jesus

A Tiny Syrian Village Is Working To Keep Aramaic Alive

MALULA, Syria, Sept. 6, 2007

***

Şam'daki "Mahzun" Osmanlılar

Şam-ı şerif'in şehir merkezinde bulunan Süleymaniye Külliyesi, Kanuni Sultan Süleyman'dan miras kalan bir Osmanlı mülküdür.

Külliyede Çifte minareli Mimar Sinan işi bir Selâtin Camii ile havuzlu ferah avluyu çepeçevre saran medrese binaları mevcuddur. Önceki gün öğrendim ki yakın zamana kadar Suriye Askeri Müzesi olarak kullanılan bu medrese Türkiye Kültür Merkezi olarak faaliyete geçecektir.

Camii içerisinde restorasyon çalışması başlatıldığından namaz kılma mümkün olmadı.

Camiin yan bahçesindeki Osmanlılar Kabristanı ise bütün gezi grubunu hüzünlendirdi.

Birçok kişi son Osmanlı Sultanı VI. Mehmed Vahideddin'in acıklı son yıllarının ve cenazesinin İtalya'dan Şam'a nakledilişinin acıklı öyküsünü dinlerken gözyaşlarına mani olamadı. Fakîr de son Osmanlı Sultanı VI. Mehmed Vahideddin'i- ve acıklı akıbetini anlatan kitapları okumayan birisi olarak bu ihmalim için kendimi kınadım.

İşte son Osmanlı Sultanı VI. Mehmed Vahideddin'in mahzun kabri

http://sites.google.com/site/suriyeden/Home/osmanlilar

***
Alıntı:
Suriye'den Gül'e Sultan Vahdettin jesti
Suriye, Gül'e jest olsun diye Meclis'ten ''Son Osmanlı Padişahı Vahdettin'' yasası çıkardı.

16 Mayıs 2009

Gazeteport'un haberine göre Suriye'de İktidar partisi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Suriye ziyareti öncesinde jest olsun diye Meclis'ten ''Son Osmanlı Padişahı Vahdettin'' yasası çıkardı.

Türkiye, Suriye'de bulunan Osmanlı ailesinin mezarlarının da içinde bulunduğu külliyeyi restore ettirecek.

Yasa ile restore edilmesi öngörülen Süleymaniye Külliyesi, ilginç bir öneme sahip bulunuyor. Süleymaniye Külliyesi'nde, son Osmanlı padişahı Vahdettin ve Osmanlı ailesi mensuplarının mezarları da yer alıyor. Vahdettin, İtalya'nın San Remo kentinde 16 Mayıs 1926'da vefat etti.

Vahdettin'in cenazesi, damadı tarafından önce Beyrut'a, sonra da Suriye hükümetinin düzenlediği resmi törenle Şam'daki Süleymaniye Külliyesi'ne defnedildi. Mimar Sinan'ın "kalfalık dönemi eserim" dediği Süleymaniye Külliyesi'ndeki caminin yanındaki bahçede Osmanlı ailesinden Seniha ve Hatice Sultan'ın mezarları da yer alıyor.

Yasa uyarınca, Şam'daki Türk eserleri arasında bulunan Süleymaniye Camii, İmaret, Selimiye Medresesi, Arasta bölümlerinden oluşan Süleymaniye Külliyesi, asıl özellikleri korunarak Türkiye tarafından restore edilecek. Külliye'deki yapısal değişimleri izlemek için bilgisayarlı izleme sistemi de kurulacak.

Kaynak: Gazeteport

***

Alıntı:


Vahdettin’in Cenazesi Hacizden Nasıl Kaçırıldı?

Bir Sırrın İfşası

Bugüne kadar, Sultan Vahdettin’in cenazesinin içinde bulunduğu tabutun, borçları dolayısıyla İtalyan haciz memurları tarafından haczedildiği, bir ay sonra borcunun ödenmesi ile cenazenin defnine izin verildiği bilinmekteydi. Timaş Yayınları tarafından “Sultan Vahdettin’in San Remo Günleri” adı ile yayımlanan Rumeysa Aredba’nın hatıralarında, Sultan Vahdettin’in cenazesinin değil boş tabutunun haczedildiği, cenazenin hacizden nasıl kaçırıldığı anlatılarak bilinmeyen bir sır ifşa edilmiştir. Rumeysa Aredba, Padişahın İtlaya’da sürgünde birlikte yaşadığı maiyetine mensup bir hanımdır.

Rumeysa Hanım’ın anlatımına göre, Sultan Vahdettin Han’ın vefatının sabahı, padişahın ikamet ettiği Villa Manolynın önü vefatı haber alan insan kalabalıkları ile dolar, mahşer yerine döner. Rumeysa Hanım ve diğer hanımlar taziyeye gelen misafirlerle meşgul olurlarken, villa içinde bir kıyamettir kopar. Villaya polis nezaretinde gelen haciz memurları itirazlara, ayıplamalara rağmen cenaze evinin odalarını ve eşyalarını mühürlemektedirler. Bundan sonra yaşanan olayları Rumeysa Hanım aşağıdaki gibi anlatır:


“Alt kattaki patırtı gürültü devam ederken Hayreddin Ağa odaya gelmişti. Ağlıyordu:

“Efendimizin naaşını haczettiler.” deyince cümlemiz şaşkın ağaya baka kalmıştık. Allah’ım bu nasıl olurdu. Bu insanlarda vicdan diye bir şey yok muydu? Cenazeye de mi haciz konulurdu? Haykırarak tekrar ağlamaya başladık. Derhal alt kata koştuk ve kendi gözlerimizle tabutun haciz edilmesini gördük. Seniha Sultan oradan atıldı:

“C’est non humain que vous faites?” diye bağırıyordu.

Seniha Sultan’ın feryadı esnasında Müveddet Kadın bulunduğu yere düştü bayıldı. Memurlar zavallı kadına acımış olacaklar ki yardım etmeye çalışırken o vakit odada bulunan Tahir Bey yanıma gelerek sessizce:

“Aman, Efendimiz tabutta değil, biz merhumu yan salona taşıdık, memurları oyalayın, yoksa bu gözü dönmüşler zatı şahanenin naaşına hacziz koyacaklar” demez mi?

Ben haliyle şaşırdım, ancak verilen görev mucibince hiç düşünmeden İtalyan memurun koluna sarıldım ve:

“a cause de Dieu, ils l’aident, ils vont chercher vite un docteur!” dedim.

Bunlar pek heyecanlanarak dışarıya koştular.”


Bundan sonra, memurlar bir doktor bulup getirirler. Neredeyse San Remo ahalisinin tamamı villanın önüne toplanmıştır. Başkadın Efendi tabutun üzerindeki haciz kâğıdını kızgınlıkla yırtıp yere atar. “Bu kirli kâğıdın efendimizin tabutunu lekelemesine izin vermem!” diye bağırmaktadır. Rumeysa Hanım hatıralarını anlatmaya şöyle devam eder:


“Bu hadise memurları bir müddet oyalayacaktı. O esnada yan salonda olan efendimizin naaşı hizmetçi merdivenleri kullanılarak alt kata indirilmiş ve orada boş bir odaya konulmuştu. Haciz memurları bütün feryadımıza rağmen tabutu tekrar mühürledikten sonra odadan ayrıldılar. Daha sonra bütün Harem erkânı tekrar üçüncü kata çıkarıldı. Hayrettin Ağa orada bize her şeyi anlattı. Cenaze alt kata indirilmiş ancak kapının önünde polisler nöbet tuttuğu için dışarı çıkaramamışlardı.

“Peki, şimdi ne olacak?” diye soran Nevzad Hanım’a Hayreddin Ağa şöyle cevap verdi:

Kadınefendiler alt kata insin ve büyük salonda yüksek sesle ağlasınlar, biz o esnada cenazeyi Faruk Efendi’nin getirdiği arabayla serseccadecinin şehirdeki evine götüreceğiz” dedi.


Villada bulunan kadınların bir kısmı boş tabutun bulunduğu odada toplanarak feryad-ü figan ederler. Burada bulunan İtalyan polisleri bu hengâme karşısında şaşkına dönerler. Rumeysa, Besime ve Nazife Hanımlar ise Hayreddin Ağa ile birlikte villanın zemin katına inerler. Bir masanın üzerinde kefenli vaziyette bulunan Hâkanın naaşı etrafında Faruk Efendi, Sami Bey, Tahir Bey, İbrahim Bey beklemektedir. Sami Bey kadınlardan birisinin arka kapıdan çıkarak bayılmasını, diğer kadınların da nöbetçi polise giderek yardım istemesini söyler. Bayılma rolünü Besime Hanım üstlenir. Diğer kadınlar nöbetçi polislerden, bayılan kadının üst kata çıkarılmasını rica ederler. Kadınlar üst kata çıkana kadar, beyler Hâkanın cenazesini Faruk Efendi’nin evvelden getirmiş olduğu arabaya koyarak götürürler. Bu suretle Vahdettin Han’ın cenazesi haczedilmekten kurtarılmıştır.

Bundan sonra cenaze serseccadeci İbrahim Bey’in şehirdeki evine götürülerek orada yeni bir tabutun getirilmesine kadar bekletilir. Yeni tabut, şüphe uyandırılmasın diye, başka bir isim adına sipariş edilmiştir. Sultan Vahdettin Han’ın kaçırılan naaşı Şam’a götürülerek orada, Sultan Selim Camisi’nin avlusuna defnedilir.

Villaya taziyeye gelenler, içi boş tabutun bulunduğu salonda taziyelerini sunarlar. Bu durum, borçların Sabiha Sultan’ın mücevheratlarının satılarak ödenmesine kadar, bir ay boyunca devam eder. Hacizli tabut, 1926 Haziran ayında düzmece bir cenaze alayı ile villadan kaldırılır. Cenaze töreninde Faruk Efendi, Ulviye Sultan’ın eşi Ali Haydar Bey ile kadın efendileri götüren arabanın yanındaki Mazhar Ağa’dan başka hiç kimse bulunmaz.


Aslında, Sultan Vahdettin Han’ın cenazesinin haczedilmeden kaçırıldığı hususu, daha önce Ref’i Cevat Ulunay tarafından “Bu Gözler Neler Gördü?” başlığı ile 22 Kasım 1969’da Tercüman’da yayımlanan hatıralarında anlatılmıştı. Murat Bardakçı “Şahbaba” kitabında, cenazenin kaçırılması olayını, Ref’i Cevat Ulunay’ın kurguladığı dramatik bir senaryo olduğunu söylemişti. Rumeysa Aredba’nın hatıralarıyla teyid edilen bu olay Ref’i Cevat Ulunay tarafından aşağıdaki gibi anlatılmıştır.


“… Faruk Efendi Nice ile telefonda konuştu.

-Pederim parayı sakallı Reşid Bey’le gönderiyor. Cenazeyi Suriye’ye o götürecek dedi. İki-üç saat sonra da Sakallı Reşid Bey lazım gelen parayı hâmilen Villa Manolya’ya geldi.

Tahir Bey, Ertuğrul Efendi’nin hocası Mahir Bey’le Sami Bey’i, Hayreddin Ağa’yı, seccadecibaşıyı, ibrikçibaşıyı ağalar dairesinde toplanıp bağırmaya devam eden bakkal, çakkal güruhuna gönderdi.

-Bu adamları avutunuz, o müddet zarfında biz cenazeyi kaçıralım.

Berberbaşı istasyona koşturdu. Tek atlı bir yük arabası bahçenin açılmaya açılmaya kol demiri paslanmış kapısının önüne getirildi.

Sandığın tabut olduğu belli değildi, içinde bir ölü yattığı da malum olmuyordu.

Tahir Bey:

-Bir cenaze nakledildiğini belli etmeyin. İçinde öteberi olan bir tahta sandığı Cenova’ya gönderiyoruz. Onun için yalnız iki kişi tutup indireceğiz.

Adamlara yakalarını yırtarak yüksek sesle ağlamaları emredildi. Sandığı başından Şehzade Faruk Efendi, ayak tarafından da Tahir Bey tuttu. Bahçe kapısından çıkarıldı, arabaya konuldu. Arabanın arkasında Sakallı Reşid Bey, bozuk kaldırımlar üzerinde haldır huldur, istasyona doğrulduk.

… İmparatorluğun bu inkırazı karşısında yüreğim burkuldu ve içimden bağırdım:

-Koca Kanuni! Gel bak, kurduğun imparatorluk ne oldu?”


http://www.haber10.com/makale/14880

sinantavukcu@yahoo.com.tr



BU yazıyı bugün okuyunca Şam'daki mahzun kabrinde yatan Zat'ı -rh.a- hatırladım.

-son Osmanlı Sultanı VI. Mehmed Vahideddin-

http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=18&t=767#p2152


***

Bugün Vakit gazetesinde Nuran Sözen adlı katılımcı tarafından kaleme alınan Şam-ı Şerif İzlenimleri adlı yeni bir yazı dizisi ile gezimize katılanlardan bu hanımefendinin Suriye izlenimlerinin yayınlandığını gördüm.

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Suriye İzlenimleri
MesajGönderilme zamanı: 10.02.09, 11:16 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 904
Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- ile Vuslat

Tarikat-ı aliyye'nin zikr ü tesbihatını Hz. Şeyh Mustafa İhsan KARADAĞ elinden aldığım aldığım ilk zamanlar "Abdullah Dağıstanî" isimi benim için silsileden bir ZAT idi sadece...

Türkiye'de iken yaşadığı köyde (Yalova-Güneyköy) dahi kendisi hakkında bir bilgisi olan yoktu; çünkü Abdullah Dağıstanî -Q- 1936'da mürşididnin işareti ile Şam-ı Şerif'e hicret etmişti.

1997 yılında Muhyiddin Şekûr'un Su Üstüne Yazı Yazmak adlı romanını (bkz. http://www.tasavvuf.info/su.htm) okurken bu isme rastlamam benim için hoş bir sürpriz oldu:
Resim
Bu kitabda Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- ; "Şeyh-i ekber Dağıstanî" veya "Şeyh-i ekber Dağıstanî" olarak geçiyordu.

Yine o günlerde internette okuduğum bir Hacc hatıratını anlattığı sayfalarda Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'un kabr-i şerifinin ilk görüntüsü ile karşılaştım. (Daha sonra http://www.naqshbandi.org sitesindeki silsiledeki ilgili sayfadan Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'un Şam'da geçen hayat hikayesini okumak ve bazı fotoğraflarını da görmek nasib oldu.)

Bu Hacc hatıratını yazan "hatun kişi" ABD'de yaşıyordu ve tavsiye üzerine Hacc yolculuğunu Istanbul-Şam-Medine-Mekke çizgisinde yaşamıştı. Hatıratında Şam anılarını yazarken Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'un kabrinden bir resmi de sayfaya eklemişti. (Bilmiyorum; Amerikalı bayanın o Hacc Hatıratı hala internette yayında mıdır?)

Resim

Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'un kabrinin resmini gördüğüm günden bu yana geçen 10 yıldan fazla bir sürede hep bir gün ziyaret edebilme arzusu ile yaşadım.

***
Suriye gezisine ilişkin ilanı Vakit'te gördüğümde 10 yıldır beklenen zamanın geldiği gibi bir duygu uyandı gönlümde ve ilgili teferruatı tamamlayıp yola çıktık.

Şam'a gittiğimiz ilk gün doğrudan Busra'ya gidilince Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'u ziyaretim de mümkün olamadı. 2. gün programında Hz. Şeyh-i Ekber Muhyidddin ibn Arabî ziyareti de vardı ve ben o ziyaret sırasında gruptan ayrılıp gezi programınd aolmayan Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'u ziyarete niyetlendim.

Busra'dan akşamın geç vakti otelimize dönünce ertesi gün için planladığım bu "gruptan kopma" fikrimi rehberimiz Üzeyr Göksun'a iletmek istedim; çünkü toplu gezilerde gruptan kopan bir kişinin aranması ; beklenmesi vb. durumlar grup içinde huzursuzluk nedeni olur hep.

Otelin lobisinde bu fikrimi ilettiğim Şam'da ikamet eden ve İslam Fıkhı alanında master yapan rehberimiz bana gezinin en büyük sürprizini yaptı: "Benim evim Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'un türbesine çok yakın ve türbedar da tanıdığımdır. İsterseniz bu gece sizi oraya götüreyim ve ziyaretinizi bu gece yapın..."
İşte Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'in rehber dili ile bu davetini duyunca öyle bir heyecan ve sevinç ile doldum ki anlatamam...

Tabii hemen kabul ettim bu teklifi...

Rehberimiz benim yanında Türk kökenli olan ve üç nesildir Şam'da yaşayan ; asıl geçim kaynağı ise terzilik olan türbedarı telefon ile aradı ve ziyaret arzumuzu iletti. ( Türbe namaz vakitleri dışında resmi olarak ziyarete kapalı tutulmak mecburiyetinde imiş.)

Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'un gönüllü türbedarı İbrahim Bayraktar Efendi ile terzihanesinde buluşmak üzere randevulaştık.

Rehberimizi almağa gelen bir taksi ile Cebal-i Qasiyyun eteklerindeki Muhacirun mahallesinin daracık sokaklarından geçerken Allah'a şükrediyordum.

Nihayet türbedar İbrahim Bayraktar Efendi'nin mekanına ulaştık ve rehberim beni türbedara emanet etti.

Nezih bir derviş olduğu her halinden belli olan İbrahim Efendi, beni Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'un bizzat ikamet ettiği ve şimdi ribat olarak kullanılan evini açarak misafir etti. Bu sırada vakit gece yarısına yaklaşmıştı.

Türbedar İbrahim Bayraktar arzu edersem hemen türbeyi açabileceğini ama kendi mutad alışkanlığının teheccud namazı ve sabah tesbihatı için gece 03.00 de türbeyi açmak ve sabah namazını da eda ettikten sonra ayrılmak olduğunu ifade etti.

Kendisine benim misafir olarak ona tabii olduğumu iletince "Peki o zaman ben gece 03.00 de gelir sizi alırım" deyip beni Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'un evinde yalnız bırakıp kendi evine gitti.

Abdest tazeleyip 2 saat kadar zikr ü tesbihat ve Kur'an tilaveti ile meşgul olup bir süre de odadaki bir battaniyeyi üzerime alıp biraz uzandım. Hafifçe dalmıştım ki İbrahim Efendi kapıyı tıkırdatıp uyandırdı.

Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'un türbesine gidip abdest tazeledikten sonra nihayet 10 yıldır beklediğim an geldi: Yıllar önce benim için sadece internette görülen bir resimden ibaret olan Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- 'un makamında idim...

Resim
(...)

O gece (28-29 Ocak 2009) hayatımın en unutulmaz anlarından bir kısmını yaşadığım bir gece oldu.

İlgili Linkler:

Şam-ı Şerif'teki Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- Mescidi ve Türbesinden Görünümler:

http://sites.google.com/site/suriyeden/Home/dagistani

http://www.naqshbandi.org/chain/39.htm

http://www.tasavvuf.info/abdullah.htm

***

Şam-ı Şerif'de Hz. Bilal-i Habeşî -rz- başucunda ; Hz. Şeyh-i Ekber makamında; sonra Hama yakınlarında Omer ibn Abdulaziz -rh- huzurunda...

Bir de azizim Şam'da bir gece Hz. Şeyh Abdullah Dağıstanî -Q- ağırladılar. Şam'daki üç gecemizin birisini Hz. Şeyh'in kendi hanelerinde misafireten geçirdik elhamdulillah...

Maksud hasıl oldu erenler...

Bi-himmeti Ricalallah...

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Suriye İzlenimleri
MesajGönderilme zamanı: 12.02.09, 13:50 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 904
sufi7007 yazdı:
Haleb'de Bir Akşam Namazı

Suriye gezimiz bitip dönüş yolunda iken uğradığımız Haleb'de ikindi namazı için Kerimiyye Camii'ne yolumuz düştü.

Kerimiyye Camii, bu camii-i şerifin banisi olan Zat'a (200 yıl kadar önce yaşamış bir veli) Rasulullah s.a.v.den armağan olan ayak izi kıble duvarında sergileniyordu. Bu ayak izinin bu camiin kıble duvarına gelişinin ilginç menkıbesini rehberimiz anlattı.

Salat ü selam ile ziyaret edildi.



Bu camii ile ilgili resimler, geziye katılan bir kardeşimizden intikal edince anladım ki: Haleb Kerimiye Camii ile ilgili notlarda değinip geçtiğim menkıbeyi yazmam gerekli imiş.

Rasulullah s.a.v.den armağan ayak izinin Haleb'deki Kerimiyye camiin kıble duvarına gelişinin ilginç menkıbesi:

Haleb'de yaşayan bir Allah dostu sürekli Rasulullah'a salat ü selam eder; kendisini rüyada olsun görmek niyaz edermiş. Nihayet bir gece Rasulullah S.a.v. o Zat'ın rüyasına girer ve "Yarın sana özel bir armağanım önüne getirilecektir." müjdesini verir. Ertesi sabaha kadar gözüne uyku girmeyen bu Allah dostu heyecan ile beklemeğe başlar. Nihayet vakit öğleyi aşarken uzaktan devsi ile gelen bir yolcu görünür. Deve tepeleme yüklenmiş haldedir. Devesi ile gelen adamı gören adam birden heyecanalnır. "Benim armağanım bu devede mi acaba?" diye Rabbani bir ilham gönülüne düşer.

Devenin önünde ilerleyen adam Allah dostunun önündeki yoldan hiç oralı olmaksızın "selamsız-sabahsız geçip giderken ardınca götürdüğü devesi tam da bu Allah dostunun bulunduğu ribatın kenarında yere çöküverir.

Deveci telaşlanarak deveyi ayağa kaldırmak için ne yapsa boşunadır; devenin inadı inattır. Deve; milim kıpırdamaz yerinden...

Deveci çaresizce devenin üzerindeki yükleri indirir; fakat deve yine kıpırdamamaktadır.

Bu ilginç sahneyi ribatının önünden seyretmekte olan Allah dostu; dayanamaz müdahale eder:

"Devenin üzerinde indirmeyi unutttuğun başkaca bir yük var mı?" diye sorar.

Deveci : "Haa, bir de bir taş parçası vardı. Medine'den yola çıkarken bir fakir vermişti ve "bu taşı al; kendisini gerekli yere koyarlar" demişti fakat bir şey anlamamıştım ; bu sözünden..." der bir yandan devenin hörgücü yanına asılı olan beze sarılı küçük bir çıkını indirirken...

"Medine" sözünü işiten Allah dostu hemen akşamki rüyasını hatırlar ve heyecanlanır : "Sen Medine-i Münevvere'den; Rasulullah'ın beldesinden mi geliyorsun?" diye sorar.

Taşın sarılı olduğu paket indirilince deve arka ayakları üzerinde dikilip kalkar. Deveci yükleri yendien yükler. En sonunda bir kenara koyduğu taş sarılı paketi koyunca üzerine deve yine çöker. Bu şekilde birkaç kez yüklenip indirmek zorunda kalan deveci nihayet anlar durumu ve "Anlaşılan bütün sır şu taşta..." der ve işin gerçeğini açıklar:

"Bu taşı aslında ben Mescid-i Nebevi'den yapacağım yeni eve uğur getirsin diye almıştım. Demek ki nasib değilmiş... Madem senin önünde oldu bu hikmetli iş; bari sana emanet bırakayım" der.

Beze sarılı bu taşı mescidine koyması şartı ile alan Allah dostu, esrarengiz taşın sarılı olduğu bohçayı teslim alır.

Deveci uzaklarda kaybolurken önceki gece gördüğü rüyada Rasulullah'ın "Sana yarın bir emanetim getirilecek" sözü düşer Allah dostunun gönlüne yeniden ve salavatlar ile bohçayı açar.

Rasulullah'ın mübarek ayağının bastığı bir kayada çıkan ayak izidir kendisine gönderilen armağan. Bu armağanın Rasulullah'tan intikal ettiğini anlayan veliyyullah öper, koklar; yüzüne gözüne sürer...

Deveci ile Medine'den getirdiği taşın öyküsü hızla bölgede yayılır; herkes ziyaret için ribata koşar. Bu rivayeti duyan bölgenin hükümdarı da hemen o ribatın olduğu yere Kerimiyye adı ile bir mescid yapılmasını emreder ve mescidin kıble duvarına Medine-i Münevvere'den esrarengiz bir şekilde ulaştırılan Rasulullah'ın ayak izi konulur... Bu taşın kendiisine ulaştırıldığı Allah dostu da kurulan vakfa mütevelli olarak tayin edilir.

Resim

İşte Kerimiyye Camii'nde ziyaret ettiğimiz Rasulullah'ın ayak izinin menkıbesi bu idi...


***

Kerimiyye Camii'nden diğer resimler:

http://sites.google.com/site/suriyeden/Home/kerimiyye

Resimlerden birisinde Kerimiyye Camiinde aslı olan bir levhada yazılı olan ve bu güzel öykünün anlatıldığı Arabca bir şiir görülmektedir.

***

Haleb'deki Kerimiyye camiinde arkasında akşam namazı eda edip duasını aldığımız Şazeli şeyhi Ebubekri Hayyan'ın resmine bir sitede "tevafuken" rastladım:

Resim


KAYNAK: Some pictures of the Awliya’ of Allah
http://alkashif.wordpress.com/2006/11/2 ... -wa-jalla/

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Suriye İzlenimleri
MesajGönderilme zamanı: 12.02.09, 16:05 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 904
Alıntı:
Beyazid-i Bistami ve Başrahib

Beyazid-i Bistami Hazretleri kırk beş kez haccetmiş ve her gün bir
hatim okumuş mübarek kişilerin safında yer alan kadri yüce bir zattır.
Bir gün Arafat tepesinde oturuyordu. Nefsi ona şöyle fısıldadı :
"Beyazid! Senin benzerin var mıdır? Kırk beş defa haccettin ve
binlerce defa hatmetme bahtiyarlığına eriştin".
Bu ses onu üzdü, nefsin hala onu kendine doğru sürüklemek istediğini ve enaniyete doğru
ittiğini anladı.

Derhal toparlandı ve orada bulunan mahşeri kalabalığa dedi ki: "Kim benim kırk beş defa yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?"
Bir adam: "Ben alırım" dedi ve ekmeği uzattı.

Beyazid-i Bistami Hazretleri aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin
önüne attı. Ve sonra işini bitirip yol hazırlığı yaparak Rum diyarına
doğru yüzünü çevirdi.

Günlerce yol aldıktan sonra bir rahip ile karşılaştı. Rahip terbiyeli bir adama benziyordu. Hazretin elini tutup evine misafir olarak götürdü. Evinde ona bir oda ayırdı.

Beyazid-i Bistami Hazretleri kendisine ayrılan bu odada ibadete başladı ve kalbini herşeyden çevirip Cenab-ı Hakk'a yöneltti. Rahip her gün onun yiyeceğini, içeceğini sabah-akşam getirir önüne kor,
sonra dışarı çıkardı. Bu hal bir ay devam etti. Beyazid nefsine dönerek dedi ki:
-"Ey nefis seni kırmak istiyorum, fakat sen uğursuzluğunla kırılmıyorsun..."

Tam bu sırada rahip içeri girdi ve Beyazid'e: -"İsmin nedir?" diye sordu.
O'da: -"Beyazid" diye cevap verdi.

Rahip: -"Ne güzel adamsın... Keşke Mesih'in (İsa A.S.) kulu olsaydın !" dedi.

Bu söz Beyazid'e ağır geldi ve evi terk etmek isterken rahip ona seslendi:
-"Bizim burada kırk gününü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni arzu ediyorum. Aynı zamanda değerli bir vaizimiz var, senede bir defa bize hitap eder, bir de onu dinlemeni diliyorum."

Beyazid-i Bistami Hazretleri, onun bu teklifini kabul etti ve kırk gün kalmaya razı oldu. Kırkıncı gün olunca rahip içeri girdi ve: -"Buyrun, ayağa kalkın, bayram günümüz geldi."

Beyazid ayağa kalktı; Fakat rahip ona dedi ki:
-"Sen bu kıyafet ve halde nasıl bin kadar rahibin arasına girebilirsin? Doğrusu biraz endişeliyim.. Bu sebeple üzerindeki elbiseyi çıkar, şu üstlüğü giy, beline şu zinnarı bağla, İncil'i de boynuna as !" dedi

Bu teklif ona çok ağır geldi. Fakat bunda bir hikmet ve esrar, İSLAM'ın da izzet ve şerefi gizlenmiştir, onun dediğini yapayım, diye düşündü. Hemen üzerindeki elbiseyi çıkardı, onun verdiği üstlüğü giydi, beline de zünnar'ı bağladı. İncil'i de boynuna astı ve rahiple birlikte bine yakın rahibin arasına katıldı. Hiç kimse onu yadırgamadı.

Biraz ilerledikten sonra birdenbire kalabalık durdu. Rahiplerin en büyüğü ve saygıdeğeri olan zat geldi, yerine geçti. Herkes onun konuşmasını bekliyor, fakat o susuyordu. Rahipler bunun manasını
anlayamadılar ve sordular: -"Ey büyüğümüz! Neden konuşmuyorsunuz? "

-"Nasıl konuşabilirim ki, aranızda bir Muhammedi var! ... " diye cevap verdi. Halk ve rahipler galeyana geldi ve: -"Onu bize göster, parçalayalım!" Diye bağırdılar.
Baş rahip onlara dedi ki :-"Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak bir şartla onu size
tanıtabilirim. Ona dokunmayacağınıza söz veriniz!"

Bunun üzerine rahipler ve halk Muhammedi olan adama dokunmayacaklarına
yemin ettiler. Baş rahip başını kaldırdı ve şöyle seslendi :
-"ALLAH için ey Muhammedi ! Ayağa kalk ve kendini göster."

Beyazid-i Bistami Hazretleri ayağa kalktı. Baş rahip :
-"İşte bu zat, ona dikkatle bakın" dedi. Sonra Beyazid'e sordu:
-"Adın ne ?"
-"Beyazid"
-"Tahsil gördün mü ?"
-"Rabbimin öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum."
-"O halde bana şu hususları cevaplandır: ikincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi,
onuncusu olmayan dokuzu, onbirincisi olmayan onu, onikincisi olmayan onbiri, onüçüncüsü olmayan onikiyi söyle, bunlar nelerdir ? "

Beyazi (k.s.), baş rahibe :
-"Beni iyi dinle, cevap veriyorum: İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı,dengi ve benzeri bulunmayan ALLAH'tır C.C., Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talaktır (kadını boşamak). Beşincisi olmayan dört, Tevrat, Zebur, İncil, Kur'ân-ı Kerimdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı, göklerin ve yerlerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyamet günü
Arş'ı taşıyacak olan sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz aylık gebelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Hazreti Musa'nın AS Şuayb Peygamber'e AS on yıl çobanlık etmesidir. Onikincisi olmayan on bir Hz Yusuf Peygamberin AS onbir kardeşidir. Onüçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır."

Rahip tebessüm etti ve :
-"Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhafaza olundu ve kim hava ile helak edildi? Bunlardan haber ver.."

-"İsa Peygamber AS havadan yaratıldı, havada muhafaza edildi. Süleyman A.S. Peygamberde havada muhafaza edildi. Ad kavmi de hava ile helâk edildi" diye cevap verdi. Rahip ona :

-"Doğru söyledin," dedi ve tekrar sordu:
-"Kim ateşten yaratıldı, kim ateşte korundu ve kim ateşte helâk oldu?"
-"İblis ateşten yaratıldı. İbrahim AS Peygamber ateşte korundu. Ebu Cehil ateş ile helâk oldu" diyerek gereken cevabı verdi.

Rahip tekrar sordu:
-"Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?"

-"Salih AS Peygamberin devesi taştan yaratıldı. Ashâb'ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe'nin filleri taş ile helak edildi" diye cevap verince, rahip :
-"Doğru söyledin" dedi ve tekrar sordu:

-"Alimler, Cennette dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, birisi de şaraptandır. Ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş diyorlar, bunu açıklar mısın? Dünyada bunun örneği var
mıdır? Beyazid :
-"Evet vardır. İnsanın baş kısmından dört nehir akar: Kulak yağı acıdır. Gözyaşı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tat taşır.Ağızdan gelen su tatlıdır" diye cevap verince, rahip ona :
-"Doğru söyledin" dedi ve sormaya devam etti
-"Cennet ehli yer içer, fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyada bir benzeri var mıdır?" Beyazid : -"Evet vardır, Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur"
-"Doğru söyledin. Cennette TUBA ağacı vardır. Cennette hiçbir saray, hiçbir köşk yoktur ki bu ağacın bir dalına dokunmasın. Bunun dünyada bir örneği varmıdır?"
-"Evet, güneş sabahleyin doğunca böyle değil midir? "
-"Doğru söyledin. Şimdi de bana şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunuyor, her dalında otuz yaprak var ve her yaprakta beş çiçek yer almıştır; bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakar, bu ağaç nedir?"
-"Ağaç yılı temsil eder. On iki dalı oniki ayı, her daldaki otuz yaprak otuz günü, her yapraktaki beş çiçek beş vakit namazı temsil eder."

-"Doğru söyledin. Bana şu kimseden haber ver ki; Hacca gitmiş, tavaf yapmış ve o makamlarda bulunmuştur; ama onun ne ruhu var, ne de hac kendisine vacibdir? "
-"Nuh AS Peygamberin gemisidir."

-"Doğru söyledin. Peki gece gelince gündüz, gündüz girince gece nereye gidiyor? "
-"Bu sun'i bir zaman meselesidir. Güneşi doğup batması bunun ölçüsü oluyor. Geri kalanını ALLAH C.C. bilir."

-"Doğru söyledin."

Sorular bitince Beyazid-i Bistami Hazretleri dedi ki :
-"Muhterem rahip! Birçok sorular sordun, cevaplandırmaya çalıştım. Müsaade ederseniz benim de birkaç sorum var. Ama bir tanesiyle yetinerek sormak istiyorum"

-"Tabii, istediğin şeyi sorabilirsin!" Beyazid-i Bistami Hazretleri sordu:

-"Cennetin anahtarı nedir ? Sekiz Cennet kapısının üzerinde yazar?"

Rahip sustu, cevap vermekten çekindi. Diğer rahipler bozuldular ve:
-"Ey büyüğümüz, mağlup mu oluyorsun?" O da:
-"Hayır, mağlup olmak istemiyorum" deyince,
-"Öyle ise neden cevap vermiyorsun?" dediler.
-"Şayet cevap verirsem, benim cevabıma katılır mısınız?" deyince, hepsi birden:
-"İncil hakkı için, sana uyarız" diye söz verdiler.

Rahip:
-"Dinleyin, şimdi cevap veriyorum: "Cennetin anahtarı ve kapılarının
üzerinde yazılı bulunan ibare, LAİLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RASULULLAH'dır"


Bunun üzerine diğer rahipler hep bir ağızdan Kelime-i Şehadet
getirip Müslüman oldular.
Beyazid-i Bistami Hazretleri de onların
yanında bir müddet kalıp İSLAM'ı öğretti ve bu sır da böylece
çözülmüş oldu.


Söz menkıbelerden açılmışken Ömer bin Abdulaziz türbesi yakınında bu menkıbede adı geçen başrahibin kabri de vardır.

Suriye gezisi rehberimizin orada anlattığı bu Bayezid menkıbesini yazmak niyetinde değildim; fakat bugün "seyyahin" in yönettiği yazı grubundan gelen mailde görünce paylaşmak vacib oldu.

http://groups.google.com/group/islamvet ... 012ec2e4a0

"Olanda hayr vardır" her halde...

***

Resim

Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabi -Q-un Türbesi girişinde Yavuz Sultan Selim'in şanlı tuğrasını görmek gönlümüzü dalgalandırdı.

***

Resim

Resim: http://thedivinewisdoms.blogspot.com/20 ... chive.html

Resim

Resim: http://thedivinewisdoms.blogspot.com/20 ... chive.html

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Suriye İzlenimleri
MesajGönderilme zamanı: 16.03.09, 11:41 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 904
Şam ziyaretimizde ilginç görüntülere şahid olduğumuz yerlerden birisi de Zeynebiyye semti idi.

Bir ikindi sonrası ziyaret ettiğimiz Şia inançlı Irak ve İran müslümanlarının aşırı bir ilgi gösterdiği bu semtte Hz. Rasulullah'ın -S- torunu ve Hz. Fatıma Zehra -rz- ile Hz. Ali -kv-'in sevgili kızları; Hz. Hüseyin'in -rz- kızkardeşi olan Hz. Zeyneb -rz-'in Kerbela faciasından sonra getirildikleri Şam'da vefatından sonra defnedildiği kabri üzerine yapılan türbe ve camiide büyük bir izdiham vardı.

Resim

Semtte İran'ın büyük bir etkisi görülüyordu. Dükkanlarda çok sayıda Humeyni ve Nasrallah posterleri vardı. Hatta bir binanın cephesine koskocaman bir Hz. Hüseyin -rz- tasviri içeren afiş asılmıştı.

Türbe içerisinde ağlayanlar; sızlayanlar, türbenin kapı eşiklerini, Hz. Zeyneb -rz- makamının parmaklıklarını öpenler; parmaklık arasından kabrin bulunduğu boşluğa para atanlar... acayip bir curcuna vardı. Bazıları da bir köşede namaza durmuşlardı.

Resim

"Selefi"lik iddiasında olanların ehl-i tasavvufa saldırı konusu yaptığı türbe ziyaretlerindeki bidatların ifrat derecesindeki her türlü versiyonunun bu gibi makamlarda Şia tarafından sergilendiğini görmek mümkündü. (Daha önce Bağdat'ta İmam Musa Kazım -rh- ve Kerbela'da Hz. Abbas -rz- ve Hz. Hüseyin -rz- türbelerinde benzer manzaralara şahid olmuştum.)

Resim

Şunu merak ettim; tasavvuf ehlini "türbe ve kabirlere tapınmak ile itham edenler" acaba bu manzaralar hakkında ne buyurmaktadırlar?

***
Ömer bin Abdulaziz -rh-'in kabri yanında eşi ile birlikte bir de sufinin kabri var idi.

Mağribî denilen bu sufi -rh- 500 yıl kadar önce gördüğü bir rüya ile çok uzaklardan gelip türbedar olarak hizmet etmiş ve vefatında da Ömer bin Abdulaziz -rh-'in yanında sırlanmış.

***

İran Azerbaycan'ından Kerbelâ Ağıtçıları Gösterisi

Şam'da Hz. Bilal Habeşi türbesinin de olduğu büyük kabristanda İran Azerbaycan'ından gelmiş ve Azeri Türklerden müteşekkil büyük bir Şia grubu ile karşılaştık. Ellerinde megafonlarla Kerbela Ağıdı (Mersiye) okuyan bir okuyucu-ağıtçının sözleri ile ağlayıp sine döğüyorlardı.

Daha sonra aynı kabristanın karşısında inşa edilmiş olan ve Kerbelâ da şehid edilen tüm ehl-i beyt mensubları anısına inşa edilmiş sembolik türbe-makam avlusunda aynı grubun daha küçük bir kısmı karşımıza çıktı.Ağıt okuyucu kişinin sesi oldukça güzeldi; ses düzeni de muhteşem bir şekilde ekolu olarak yanık sesi koyulandırıyordu.

Söylenen mersiye Azeri Türkçesinde olduğu için biraz dikkat edilince sözleri de anlaşıldığı için grubumuz bu ağıtçı ekibi izlemeğe başladı. Bir halay grubu gibi yanyana dizilen erkekler, okuyucunun sözlerindeki ritme uygun olarak adımlarını yan yan atıyor... çapraz attıkları ayaklarını yere basarken sağ ellerini de kalbleri üzerine vurarak sallanıyorlardı. Dikkat çekici bu sahneyi izlediğimizi farkeden grub başındaki okuyucu daha da şevke geldi ve adeta bir orkestra şefi-antrenör gibi grubun tam bir disiplin ile "sine döğmesi" için gerekli uyarıları yaparak sembolik türbe avlusunda, önümüzde gösteriye başladılar.

İşi o kadar ciddiye almışlardı ki grubun şefi olan okuyucu birkaç defa insanları hizaya sokup "acıklı mersiye"sine yeni baştan başladı. Grubda bulunan ve sıradan İran vatandaşları olan "sine döğücüler" büyük bir ciddiyet ile gösterilerini icra ederken bir kısmı "mersiyecinin yanık ağıdı"nın tesiri ile gözyaşı döküyorlardı. Erkek grubunun ardından -sine döğmeden- ilerleyen kadın grubunun da gözyaşlarını tutamadıkları belli idi.

Birçok arkadaş, İran Azerbaycan'ından sade ve samimi insanların bu ilginç gösterisini cep telefonlarına kaydettiler; hatta bir arkadaş kapıda bu tür mersiye CD'leri satan satıcıdan birkaç CD bile aldı.

Otobüste bu gruba ait bir cep telefonu videosunu izleten yol arkadaşım ve meslekdaşım önemli bir tesbitte bulundu: "Şiilerin şu gösterisi biraz garip geliyor ama...Yahu biz sevdiğimizi iddia ettiğimiz Rasulullah veya sevdiğimiz başka bir İslam önderi için acaba bir damla gözyaşı dökebildik mi?" diye sordu...

Zor bir soru oldu benim için...

Sizce ?

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Suriye İzlenimleri
MesajGönderilme zamanı: 23.03.09, 15:09 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 904
DÜRZİLİK

Dürzilik, Fatimi halifesi Hakım Biemrillah 'i tanrı olarak kabul eden ezoterik bir inanç akımıdır. XI. Yüzyılda Suriye 'de ortaya çıkan bu akımın adını kurucularından Ebu Abdullah Muhammet bin İsmail Anustegin ed-Derezi ' den aldığı ileri sürülmektedir. Kimi araştırmacılar Dürziliği İslam 'ın Batini akımları arasında saymalarına karşın, Sünni şeriatıyla olduğu kadar Şii-Batini anlayışla da çatışan tarafları vardır

Dürziliğin Kökeni

Dürziler 'in irk olarak kökenleri konusu tartışmalıdır ve oldukça farklı köken kuramları ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre Dürziler 'in kökeni Hititler 'e ya da Galatlar 'a kadar geri götürülür. Bazı araştırmacılar, eski Iran kavimlerinden Persler 'in ve Medler 'in inançları olan Mazdeizm ile Dürzilik arasındaki benzerlikleri kanıt sayarak, Dürziler 'in bu kavimlerin soyundan geldiklerini ileri sürerler. Kimi etnograflar ise Dürziler 'in Asurlular tarafından sürgün edilmiş barbar bir kavmin devamı olduklarını savunurlar.

Dürziler 'in kökeni hakkında bir başka görüş, bunları Fenikeliler ile ve özellikle Eski Ahit 'te I. Krallar 5:6 'da sözü edilen ve Süleyman Tapınağı 'nın yapımı sırasında Lübnan dağlarından kereste sağlayan Sayda'li isçilere bağlamaktadır. Uzun yıllar boyunca Lübnan 'da yasamış olan Haskett-Smith, “The Druses of Syria” (Suriye Dürzileri) adlı yapıtında: “Dürziler, kendilerinin Süleyman Tapınağı 'nı yapanların torunları olduklarını ileri sürüyorlar; oysa Eski Ahit ve Yahudi tarihi hakkında bilgileri pek sınırlı” diye belirtmektedir.

Dürziler, kendilerini Arap ırkından sayarlar. Dürzilerin kökeni konusunda en çok yandaş toplamış olan görüş, Dürziler 'in Yemen 'deki Süryani kökenli Araplar oldukları biçimindedir. Bu görüşe göre Dürziler, büyük bir sel felaketinden sonra Yemen 'den ayrılarak kuzeye göç ettiler. İslam 'ın yayılması sırasında bu yeni dini benimseyerek, Lübnan 'ın dağlık yörelerini yurt edindiler.

Dürziler 'in kökeni hakkında Batı 'da geliştirilmiş olan bir söylenceye göre Dürziler, Haçlı Seferleri sırasında Lübnan dağlarına yerleşmiş olan Dreux Kontu ve adamlarının soyundan gelmektedirler. Bu topluluğun torunları kendi dil ve dinlerini tümüyle yitirmişlerdir. Dürzi sözcüğünün kökeni de Dreux 'den türemiştir. Söylenceye göre, XII. Yüzyılda yörede kalıp, memleketlerine dönemeyen bu Haçlılar, Müslümanların baskısı karşısında Comte de Dreux 'nün komutası altında dağlara çekilmişler ve yerliler ile evlenerek ayrı bir topluluk oluşturmayı başarmışlardır. XVII. Yüzyılda bu söylence daha da geliştirilmiş ve Dürziler 'in başında bulunan Emir II. Fahreddin 'in Lorraine hanedanı ile kan bağı bulunduğu ve bu yolla ilk Kudüs Haçlı Kralına bağlandığı ortaya atılmıştır. Fahreddin 'in 1613-1618 yılları arasında Floransa ve Paris 'te kaldığı, hem Medici hanedanı hem de Fransa Kralı XIII. Louis ile Osmanlı 'lara karşı ittifak kurduğu bilinmektedir.

Dürziliğin inançsal kökeni Mısır 'daki Fatimi devletine dayanmaktadır. Araştırmacılar Dürziliğin tarih sahnesine çıkışını, Fatimi halifesi Hakım Biemrillah 'in kendisinin Tanrı olduğunu ileri sürdüğü 1017 yılı olarak kabul ederler. Bu yıl Dürzilerce takvim başlangıcı biçimde değerlendirilir. Hakım 'in veziri olan Hamza bin Ali, Hakım 'ın Tanrılığına dayanan bu yeni inancı yaymak görevini üstlenir ve Hakım 'in imamlığını ve Tanrılığını savunan iki risale kaleme alır. Bu risalelerde Allah 'ın yedi imama hulul ederek insan biçimine büründüğünü, Hakım 'in özünde Allah 'ı bulunduran son imam olduğunu iddia eder. Hamza, Hakım 'in Tanrılığının yanısıra, kendisinin de peygamber olduğunu ortaya atar. Hamza bu yeni inançları yayması amacıyla Anustegin ed-Derezi 'yi Suriye 'ye gönderir. Anustegin, Suriye ve civarında yaptığı propagandalarda oldukça başarılı olur. diğer taraftan 1020 yılında Hamza, Kahire 'de bir camide inançlarını açıkça duyurur ve bunun üzerine Hamza karşıtı büyük bir ayaklanma baslar. Hamza, bir süre Hakım tarafından korunur ve sonra ortadan yok olur. Halife Hakım ise, giderek genişleyen ayaklanma karşısında özellikle Fustat kentine karşı müthiş bir intikam hareketine girişir. Ne var ki tam bu sırada halife Hakım de 23 Şubat 1021 gecesi esrarengiz biçimde ortadan kaybolur. Hakım ve Hamza 'nın yandaşları Mısır 'ı terk etmek ve Suriye 'de Anustegin ed-Derezi tarafından oluşturulan topluluklara katılmak zorunda kalırlar.

Zamanla güçlenen Dürziler, Haçlı Seferleri sırasında İsmaililer ile birleşerek İslam ordularına karşı Hıristiyanların yanında yer alırlar. Ancak bu dönemde o yörede yasayan İsmaililer ile Dürziler arasındaki ilişkiler hakkında açık bir fikir edinmek olanaklı değildir. Bir çok araştırmacı bu iki mezhebi birbirine karıştırmıştır. Kesin olarak bilinen her iki mezhebin de Haçlı Seferlerinin sonuna kadar Hıristiyanların müttefiki olarak kaldıklarıdır.

Haçlı Seferlerinden sonra yörede varlıklarını sürdüren Dürziler, Kaysiler ve Yemanilerdiye iki kola ayrıldılar. Yemaniler Mercidabık savaşında (1516) Osmanlılar 'ın yanında yeraldı. Daha sonraki yıllarda sık sık çıkardıkları ayaklanmalar ve kargaşalıklarla Osmanlı İmparatorluğundaki sorunlu topluluklardan biri olma özelliklerini sürdürdüler. Birinci Dünya Savaşı sırasında diğer Arap kabileleri gibi Osmanlı 'lara karşı harekete geçtiler ve Fransız işgali sonucu (1918) Osmanlı yönetiminden ayrıldılar. Fransızlar Dürziler 'in yasadıkları yörede özerk “Cebel-i Dürz Emirliği”ni kurdular (1921). Dürzi Emirliği 1936 yılında kaldırıldı ve Dürziler 'in bir kısmı Suriye 'ye bir kısmı Lübnan 'a bağlandı.

Dürziliğin İnaçları

Dürziliğin inançsal temeli Hamza bin Ali tarafından oluşturulmuştur ve dört temel ilkeye (farz) dayanır.

1.Hakım'ı Allah Bilmek

Hakım, hem Allah hem de insandır (Lahut-Nasut). Bu iki nitelik birbirinden ayrılmayacak ölçüde içiçe geçmiştir. Allah 'ın tüm isleri anlamlı ve bilgecedir. İnsan akli O 'nu ve islerini kavrayıp tanımlayamaz. Allah, bir çok kez insan biçiminde zuhur etmiştir; en son olarak Hakım biçiminde kendisini göstermiştir. Kötülükler ve bozukluklar ortadan kalktığında gizlendiği yerden bir kez daha ortaya çıkacak, Dürzileri ödüllendirip inançsızları cezalandıracaktır

2.Emri Bilmek

“Kaim al-Zaman” olarak da adlandırılan emir, Hamza bin Ali 'nin kendisidir. Hamza, Allah 'ın ilk yarattığı, ilk cevheridir. Evren ve tüm diğer varlıklar ondan yaratılmıştır; bu nedenle Hamza, yaratıkların en onurlusu ve Allah 'ın elçisidir. Dünya ve Ahret islerini yöneten, ceza ve ödül veren odur. Allah 'ın öz nurundan yaratıldığı için, imamların imamı olup, kıyamet gününde sevap ve ikab onun eli ile yapılacaktır. Yer, içer, el ile tutulur. Babası ve anası vardır. Karısı ve çocukları yoktur. O, nedenlerin nedeni ve tümel akildir(Akl-i Külli).

3.Hududu Bilmek

Tanrısal emirleri öğreten ve yayanlara “Hudud” denir. Hudud 'un başi Hamza ' dir ve onunla birlikte sayilari beşe ulaşir. Bunlara “Vezir” de denilir. Hamza ' dan sonra gelen dört hudud yaratıkların en onurlularıdır, evlenmedikleri gibi her türlü günahtan uzaktırlar. Bunlar dışında hudud sayılan üç grup daha vardır: “Dai”ler, “Mezun”lar ve “Mukassir”ler.

Dinin önderleri diye adlandırılan “hudud” aslında beş Tanrısal ilkeyi temsil etmektedir. Beş Dürzi önderin de kişiliklendirilen bu beş ilkeden ilki erkek ilke olan Evrensel Akil 'dir ve Tanrı 'nın ilk yarattığı varlık olan Hamza bin Ali tarafından temsil edilir. İsmail bin Muhammed tarafından kisiliklendirilen ikincisi Evrensel Ruh 'tur (Nefs) ve dişi ilkedir. Bunlarin ikisinden, Muhammet bin Vehb 'te kişiliklenen, Söz (Logos) türemiştir. Söz ve Evrensel Rus 'tan üreyen ve Selame bin Abdullah 'da kişilik kazanan dördüncüsü ise Sag Kanat (el-Cenahu 'l-Eymen) ya da Yöntem 'dir. Sağ Kanat 'tan ayni biçimde üreyen ve Bahaeddin Muktena 'da kişiliklenen Sol Kanat (el-Cenahu 'l-Yesar) ya da İzleyen besincileridir. Bunlar, ayni on sefirotun Kabalacılardın gizem ağacını oluşturması gibi, Dürziliğin dinsel hiyerarşisini oluştururlar. Büyük olasılıkla Dürziler bu kavramları Kabalacılar 'dan almışlardır.

Dürzilerin kutsal simgesi Beş köşeli bir yildizdir. Bu yildizin her bir kösesi ayri renkte olup, Beş hududu ve onlarin niteliklerini temsil eder:

Yeşil: Gerçeğin anlaşılması ve kavranması için gerekli olan “Akıl” dir. Allah 'ın iradesini temsil eder.
Kırmızı: “Nefs”dır ve varlığın sınırlarını belirler. Akla yardımcıdır.
Sarı: Gerçeğin en yalın ifadesi olan “Söz”dür. İlk ikisine yardımcı olmaktadır.
Mavi: “as-Sabik”tir. İradenin düşünsel gücünü temsil eder. Söz 'e yardımcı olmak ve onu her türlü kötülükten koruyarak, evreni uyum ve düzen içinde tutmak üzere yaratılmıştır.
Beyaz: “al-Tali”dir. Mavi 'nin gerçekleşmesi ve gücün maddeleşmesidir.

4. Vasiyetlere Uymak

Bazı ahlak kurallarından oluşan ve “Hasil” da denilen vasiyetlere uyulması zorunludur. Bu kurallar:
Doğru sözlü olmak (Sidk al-Lisan).
Kardeşlik, mezhep üyelerini koruma (Hifz al-İhvan).
Önceki tüm ibadetlerin ve dinsel inançların terk edilmesi.
İblis 'ten ve tüm kötülerden uzak durmak.
Hakım 'ın tek Tanrı olduğuna inanmak (Tevhid al-Hakım).
Hakım 'ın buyruk ve eylemlerine boyun eğmek.
Hakım 'ın iradesine teslim olmak.

Öğretileri su şekilde özetlenebilir: Yalnızca tek bir Tanrı vardır. O, bilinmez ve bilinemez, tahayyül edilemez. Yalnızca O 'nun varlığını, varolduğunu doğrulayabilir ya da bilebiliriz. Tanrı insan biçiminde dokuz kez görünmüştür. Bunlar, bedenlenme (incarnation) biçiminde değildir, zira Tanrı bir bedene gerek duymaz, bu belirmeler daha çok bir insanin elbise giymesi gibi Tanrı 'nın beden giymesi tarzında olmuştur.

Dürzilerde bilgeliğe yalnızca belirli bir dinsel eğitimi tamamlamış olan seçkin kişilerce ulasılır; bunlara “akıllılar” anlamına gelen “Ukkal” denir. Bunlar başlarina beyaz sarik sararlar ve kendi aralarinda özel toplantilar düzenlerler. Dürzilikte “Ukkal”in uygulamakta oldugu dokuz dereceli bir hiyerarşik yapilanma bulunmaktadir. Inisiyasyonun ilk yilinda deneme süresini tamamlayan aday asil üyelige kabul edilebilir. Çiraklik devresini tamamlayan Dürzi 'nin ancak ikinci yilda inancinin simgesi olan beyaz sarik takmasina izin verilir ve mezhebin tüm gizem törenlerine katilmaya hak kazanir.

Çoğunluğu oluşturan diğerleri Dürzi inançlarının yalnızca sınırlı bir bölümünü bilirler ve bunlara da “cahiller” anlamına gelen “Cuhhal” denilir. Bunlar ancak herkese açık ibadet yerlerinde buluşurlar. Böylelikle iki katlı bir inançsal yapıya sahip olan Dürzilik, kendine özgü bir ezoterik yapı ortaya koymaktadır. Bu tür iki katli inançsal yapıların özellikle Manicilik, Bogomiller, Paflikyanlar ve Bati 'da Katharlar 'da bulunduğu bilinmektedir.

Dürzilerin inançsal ilkelerinin yalnızca bir tür inisiyasyondan geçmiş kendi mezhep üyelerine açıklanan gizler olması nedeniyle, inanç ve öğretileri tam olarak bilinmemekle beraber Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet karışımı bir ulaşımcı sentez gibi değerlendirilmektedir.

Tapınmaları gizli olduğundan törenleri hakkında güvenilir bilgilere sahip değiliz. Yüksek ağaçlıklar arasında veya dağların tepelerinde gizlenmiş kutsal yapılarında hemen hiç süsleme yoktur. Belirli bir ritüelleri ve okudukları bir duaları da yoktur, ama törenler sırasında ilahiler söyler ve kutsal kitapları okurlar.

Son olarak, sanki gizli bir örgüte benzerliklerini tamamlamak için, Dürziler 'in birbirlerini tanıyabilmek amacıyla benimsedikleri işaret ve şifreler olduğunu ve bunların karşılıklı olarak alınıp verilmemesi halinde gizemlerine dair tek sözcük etmedikleri bilinmektedir.

Günümüzde Dürzilik

Dürziler bugün Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün 'de dağınık topluluklar biçiminde yasamaktadırlar. En yoğun olarak yasadıkları bölge Lübnan 'ın dağlık yöreleridir. Dürziler uzun yıllardan beri Lübnan dağının güneyi ile Anti-Lübnan dağlarının batisi arasında kalan; kuzeyde Beyrut 'tan güneyde Sur 'a ve Akdeniz kıyılarından Şam 'a kadar uzanan bölgede oturmaktadırlar. Ayrıca az sayıda da olsa Avrupa, ABD ve hatta Avustralya 'da da Dürzi toplulukları bulunmaktadır. Dünya üzerinde toplam sayılarının yaklaşık 350.000 kadar olduğu sanılmaktadır.

Müslümanlar, Dürzileri Müslüman olarak görmezler. Oysa Dürziler kendilerini Müslüman olarak, hatta Müslümanların en doğru inançlısı biçiminde değerlendirirler. Kendilerini “Muvahhidin” (Tanrı 'nın birliğine inananlar) olarak adlandırırlar.

http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4463&BID=51

***
Rehberimiz Busira'dan Şam'a dönerken yol üzerinde olan Suriye'nin güney ucuna yakın bir yerleşim merkezi olan Suveida şehri ve civarında önemli bir orana ulaşan Dürzilerden bahsetti.

Sadece isim olarak bildiğim bu gruba ait özellikler gerçekten de acaibdi.

*Tapınakları üzerine YILDIZ arması konduruyorlar. (Yol üzerinde birkaçını gördük.)

Resim

*Dürzilerin kadın-erkek asli mensublarının siyah giysiler ve beyaz başlık şeklindeki uniforma şeklinde bir kıyafet giymek zorunda...(Yol üzerinde birkaçını gördük.)

Resim

*Önde gelenlerini ölünce tepe başlarına türbe benzeri yapılarda toprağa veriyorlar. (Yol üzerinde birkaçını gördük.)

gibi...


Bir de Hafız Esed zamanında Suriye Hava Kuvvetleri subaylarının özellikle bu Dürzi grubdan seçilmiş olmaları da ilginç bir bilgi idi.

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: SURİYE’DEKİ ÇERKES TOPLULUĞU
MesajGönderilme zamanı: 23.03.09, 17:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 904
SURİYE'DE KAFKASYALI MÜSLÜMANLAR CEMAATİ

Suriye’nin kuzeyine ilk Çerkes grupları Halep Vilayeti’ne bağlı Maraş Sancağı topraklarına 19.yüzyılın 60’lı yıllarının ortalarında yerleştiler. Çerkeslere, sürekli hükümete karşı ayaklanan Zeytun bölgesinin kontrolünü sağlayacak Osmanlı’nın jandarması rolü verilmişti.


***

SURİYE’DEKİ ÇERKES TOPLULUĞUNUN TARİHİNDEN
A.V. Kuşhabiyev
Adige, Kültür-Tarih Dergisi-Mıyekuape (Maykop) Sayı:3, 1991
Çeviren: Murat Papşu

Kaynak: Yedi Yıldız Dergisi, 1994, Yıl:1, Sayı:4 Sayfa:18-19-20-21

1872 yılında bine yakın Çerkes, Hama ve Humus şehirleri civarına ve Havran Sancağı (1) sınırları içindeki Golan Tepeleri’ne yerleştirildi.

Çerkeslerin Suriye’ye asıl göç dalgası, başta Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarından olmak üzere 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı yıllarında başladı. Kafkasya’dan toplu göç yıllarında çok sayıda Çerkes bugünkü Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Kıbrıs ve Girit adalarına yerleştirilmişti. Rus Çarlığı’nın resmi istatistiki verilerine göre 1876’da balkanlarda 150.000’den fazla Çerkes yaşıyordu. Bunlardan 90.000’e yakını Bulgaristan’daydı. Çerkesler bu bölgeye Osmanlı Hükümeti tarafından Hıristiyan halkların ulusal-kurtuluş hareketleriyle mücadele etmek amacıyla yerleştirilmişlerdi. Nisan 1876’da Bulgaristan’da çıkan ayaklanmada ve Osmanlı-Rus Savaşı sırasında düzensiz Çerkes süvarileri, Osmanlı Ordusu’nun en iyi birliklerinden biri olarak cephenin en sıcak yerlerine atıldılar.

Aralık 1876-Ocak 1877’de İstanbul’da yapılan Avrupa Devletleri Konferansı’nda Çerkeslerin Balkanlardan, İmparatorluğun Asya vilayetlerine yerleştirilmesi düşüncesi ortaya atıldı.

Rus Ordusu’nun saldırısıyla Çerkesler köylerini terk ettiler ve Osmanlı Ordusu’nun geri çekilen birlikleriyle birlikte yollara düştüler. Ağustos 1878’de Flipopol’de toplanan Rus Komutanlığı Konseyi Çerkesler dışında evlerini terk eden bütün Müslümanlara Bulgaristan’a geri dönebilmek hakkının tanınması kararını aldı. Bu zamana kadar Bulgaristan’ı terk etme zamanı bulamayan Çerkesler ise yerel yönetimlerin tasarrufuyla Bulgaristan Prensliği sınırları dışına yerleştirilecekti. San Stefan ve Berlin Barış antlaşmaları kararlarında, Balkanlardan göç etmek zorunda kalan Çerkesler sorunu bir kenara bırakıldı. Sadece Sultan’ın sınır garnizonlarında Çerkes düzensiz birliklerini kullanmamakla yükümlü olduğu karara bağlandı. Böylece Çerkes göçmenler ikinci kez, hem bu devletler, hem de Osmanlı İmparatorluğu tarafından bundan sonraki yaşamlarını kurmak için her türlü hak ve garantiden mahrum bırakıldılar.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın bitmesinden sonra Kuzey Kafkasya’dan göç, Terek Bölgesi, Abhazya ve Dağıstan’daki antikolonyalist ayaklanma nedeniyle iyice arttı. Bu göçmenlerin bir kısmı Suriye ve Filistin’e yollandı.

1878 ilkbaharından başlayarak iki yıl boyunca Suriye kıyılarına düzenli olarak Balkanlardan ve Kafkasya’dan gelen Çerkes göçmenleri taşıyan Osmanlı ve Avrupa gemileri yanaştı. Göç son derece zor koşullarda gerçekleşiyordu. Göçmenler kıyıya çıktıktan sonra sürekli olarak yerleşecekleri bir yer verilmesini bekleyerek açık havada yatıp kalkıyorlardı. Binlerce Çerkes açlıktan ve bir türlü yakalarını bırakmayan bulaşıcı hastalıklardan öldü. Avrupalı elçilerin Çerkes göçünün korkunçluğunu anlatan çok sayıda yayınlanmış ve yayınlanmamış anıları vardır.

Çerkeslerin Kuzey Kafkasya’dan Suriye’ye göçü küçük ölçülerde de olsa 20.yüzyılın 20’li yılları başına kadar sürmüştür.

Çerkeslerin yoğun olarak Golan Tepelerine (2) Mavera-i Ürdün’e (Transürdün), Hama, Humus ve Halep kentlerinin yakınlarına yerleştiler. Kurdukları Amman, Ceraş, Kuneytra ve Mumbuc köyleri zamanla büyüyerek kentlere dönüştü. (3)

Suriye’ye göç eden Çerkeslerin sayısını tam olarak belirlemek zordur. 1878-1880 yıllarındaki nakilleri yönetimler tarafından sağlam bir istatistik kaydı tutulmadan gerçekleşti. Çerkeslerin kendileri de istatistik kaydı tutacak durumda değildiler. Üstelik Balkanlar’dan ikinci göç döneminde önemli bir bölümü ölmüştü. Şam ve Beyrut’taki Rus elçiliklerinin verilerine göre, 1878-1880 yıllarında Suriye’ye göç eden Çerkeslerin sayısı 40.000-50.000 arasında değişmektedir. Türkiyeli tarihçi Çerkes İzzet Aydemir, yaptığı araştırmalara dayanarak anılan dönemde Suriye’ye 70.000 kadar Çerkes'in yerleştiğini kabul etmektedir. (4) Suriye’de sağlam istatistiki veriler, Mavera-i Ürdün’de 1920’de Fransa ve İngiltere’nin sömürgeci manda yönetiminin kurulmasından sonra elde edilmiştir. 1935’teki sayıma göre Suriye’de 25.000 kişilik nüfus oluşturan 4039 Çerkes ailesi yaşıyordu. Buna göre bir ailenin 5-8 kişiden oluştuğu görülmektedir. Mavera-i Ürdün’deki sekiz Çerkes köyünde aynı dönemde 9000 kişi yaşıyordu; bunlardan 850’si Çeçen’di. Filistin topraklarında (bugünkü İsrail) kurulan iki Çerkes köyünde (5) 30’lu yılların başında 900 nüfus sayılmıştı.

Yönetim, Çerkeslere miri arazi, yani devlet hazinesinden toprak verdi. Dağıtım şu esasa göre yapılıyordu: üç kişiden oluşan aile 70, dört-beş kişilik aile ise 130 dönüm toprak alıyordu. Suriye’ye 1905’te göç eden Anzor ailesinden Kabardey soyluları 600’er dönüm toprak aldılar. Çerkes aileleri toprakları daha önce ait oldukları toplumsal sınıftan bağımsız olarak, (askerlik hizmeti yapmaları karşılığı) feodal askeri-tımar sistemine göre paylaşıyorlardı.

Çerkes göçmenleri yerleştirildikleri bölgelerin ekonomik gelişimine katkıda bulundular. Daha gelişmiş tarım aletleri, tekerlekli arabalar yapmaya, taş evler ve değirmenler inşa etmeye başladılar. Geleneksel tarım tekniklerini geniş ölçüde uyguladılar ve darı, yulaf gibi yeni bitkiler yetiştirdiler. On yıl boyunca Suriye ve Filistin’de bulunan Rys bilim adamı A.Ruppin şunları yazıyor: Çerkesler beraberlerinde Kafkasya’dan daha gelişmiş tarım aletleri alışkanlıklarını, yük arabası (iki yekpare ağaç tekerlekli ve demir çemberli) kullanımını, yulaf ekimini ve ev aletlerinde büyük bir nizam getirdiler. Ayrıca çalışkanlar; tarlalarını taşlardan temizliyorlar ve hemen hepsi varlıklı sayılabilecek yaşam düzeyine eriştiler.

İlk günlerden itibaren Osmanlı yönetimi Çerkesleri idari ve askeri hizmete, en başta da polis teşkilatına almaya başladı. Amman’da çevre sakinlerinden 300 kişilik bir polis süvari birliği oluşturuldu. Başında Mirza Vasfi bulunuyordu. Çerkes polislerden oluşan bunun gibi süvari bölükleri Kuneytra’da, Halep’te, Ceraş ve Kerak’da (6) yerleşmişti. Bu birliklere halktan vergi toplamak, ana yolları korumak ve en başta da hükümete boyun eğmeyen Bedevi kabileleriyle mücadele etmek gibi görevler verilmişti. Bu kabileler düzenli ordu kuruluşuyla organize oluyorlar, ustaca silah kullanan kişilerle takviye ediliyorlar ve silahlı kuvvetlerin en iyi birliklerinden birini oluşturuyorlardı. Polis teşkilatındaki hizmet düzenli ordudaki hizmetle bir sayılıyordu. Çerkes birlikleri Dürzilerin ve şehirlilerin isyanlarını bastırmakta kullanılıyordu. Onlar sayesinde Bedevi kabilelerinin tarım bölgelerine basınları sona erdi ve bu kabilelerin bir kısmı da hükümetin itaati altına sokuldu.

Çerkes göçmenleri komşu halklarla mücadeleye sürüklemek amacıyla Osmanlı yönetimi çözümsüz bir çekişmeyi, arazi anlaşmazlığını körükledi. Çerkeslerin Sultan’ın hediyesi olarak aldıkları toprakları Bedeviler, Dürziler, Kürtler ve Fellah Araplar kendi otlakları sayıyorlardı. Görüşmeler genellikle başarıya ulaşmadı ve tartışan taraflar silaha sarıldılar.

Golan Tepeleri’ne yerleşen Çerkesler daha ilk günlerde oradaki göçebe Bedevi Fadıl kabilesinin saldırısına uğradılar. İlk önce iki taraf arasında silahlı çatışma meydana geldi. Bunu Bedevilerin, Çerkes köyü Mansura’ya büyük bir baskın düzenlemeleri izledi. Osmanlı yönetimi bu olaydan yararlandı ve Bedevilerin üzerine tenkil seferi düzenledi. Bu seferin ardından Çerkesler, kan davası geleneğine uyarak göçebelere karşı saldırı düzenlediler.

Şam’daki İngiliz elçisinin raporunda 15 Ağustos 1881’de Kuneytra yakınlarında Çerkeslerle Fadıl kabilesi arasında olağan çarpışmalar meydana geldiği bildiriliyor. Her iki taraftan da bu çatışmaya birkaç yüz kişi katılmıştı. Çatışma, ölü ve yaralı olarak birkaç kişi kaybeden Bedevilerin geri püskürtülmesiyle sona erdi. Çerkeslerin de yaklaşık o kadar kaybı vardı.

Aynı yıl Golan Tepeleri’ndeki Çerkesler ve Fadıl kabilesi arasında barış antlaşması yapıldı. Zamanla dağınık haldeki göçebe kabilelere üstünlük sağlayan Çerkesler bir kısmını Golan Tepeleri’nden çıkarmayı başardılar.

Barış antlaşmasının imzalanmasıyla Beni Sahr kabilesinin Mavera-i Ürdün’e yerleşen Çerkesleri oradan çıkarma girişimleri de sona erdi. Fakat meydana gelen olayların çoğunda Bedevi-Çerkes anlaşmazlığı kan davası özelliği kazandı ve uzun yıllar boyunca sürdü. Öyle ki Çerkesler tarafından 1878’de Halep yakınlarında kurulan Mumbuc köyü, göçmenlere tahsis edilen topraklar üzerinde hak iddia eden iki kabilenin –Abu Sultan ve Beni Said- saldırısına uğradı. Mumbuclularla göçebeler arasındaki mücadele 20.yüzyıl ortalarına kadar sürdü.

Bedevilerle çatışmalarda Çerkesler savaş yeteneği ve silah bakımından üstünlük sağlıyorlardı; fakat sayı olarak onlardan önemli ölçüde geri kalıyorlardı. Üstelik Çerkes köylerinin aynı zamanda iki veya daha fazla kabileyle mücadele etmesi gerekiyordu. Bedevi-Çerkes anlaşmazlıklarında her iki taraf da çeşitli düşmanca eylemlerde bulunuyorlardı. Göçebeler sığırlarını Çerkeslerin tarlalarına sürüyorlar ve ekinlerini çiğnetiyorlardı. Bazen de Çerkesler bu sürülere el koyuyorlar, su kaynaklarına Bedevileri yaklaştırmıyorlardı.

Özellikle arazi anlaşmazlığından kaynaklanan Dürzi-Çerkes çatışması sürekli ve kanlı bir hal almıştı. Dürziler de Bedeviler gibi eskiden beri Golan tepelerinde hak iddia ediyorlardı. Önceleri Dürziler keşif hareketleriyle ve Çerkes köylerine ateş etmekle yetiniyorlardı. 1881 yılında Çerkesler üzerine birkaç büyük baskın düzenlediler. Ancak bu baskınlar basanlar adına başarısızlıkla sonuçlandı; 600 kişilik Dürzi birliği Mansura köyüne yaptığı baskında bozguna uğradı. Bu olayları Çerkes süvarilerinin Dürzi bölgelerine karşı baskınları izledi. Düşman tarafların barış anlaşmasına vardıkları 1889 yılına kadar kanlı çarpışmalar meydana geldi.

1894’de yeni bir çatışma patlak verdi. Buna bir Dürzi grubunun küçük bir sürüyle yol alan Çerkes çiftine saldırması neden oldu. Çatışma sırasında Çerkes kadını öldürüldü. Kafkas geleneklerine göre bir kadının öldürülmesi çok ağır suç sayılıyordu. Fakat Çerkes yaşlıları gençlerin intikam almasını yasaklayarak suçluların cezalandırılması talebiyle Kuneytra kaymakamına başvurdular ve meydana gelen olayın incelenmesi için Dürzi şeyhlerine bir heyet gönderdiler. Şeyhler olaydan dolayı üzüntülerini belirttiler ve şeriat kurallarına göre kan bedelini (300 Türk Lirası) ödemeye ve teşhis edilmesi durumunda da suçluları vermeye hazır olduklarını bildirdiler. Fakat bu sadece bir taktikti. Anlaşma gereğince Çerkes temsilcileri teşhis için yola çıktılar, fakat yolu kesen Dürzilerin saldırısına uğradılar. Çıkan çatışmada dört Dürzi öldü ve yeniden iki taraf da savaşa hazırlanmaya başladı. Havran’dan Lübnan’ın bütün Dürzi bölgelerine acil yardım çağrısıyla ulaklar salındı. Hasbeyi, Raşeyi, Vadi-Acama’dan Dürzilerin merkezi Mecel-Şems’e doğru hemen müfrezeler yola çıktı. Lübnan’dan para ve silah geldi. Dürzilerin savaş hazırlığına Lübnan valisi Naim Paşa müdahale etmek zorunda kaldı ve onun emriyle bu olayla ilgili adli soruşturma açıldı.

Kuneytra kaymakamı bir jandarma müfrezesiyle savaş hazırlıklarını durdurmak amacıyla Dürzilerin yanına gitti. Fakat esir alındı ve ancak daha önce tutuklanan Dürzilerin karşılığında serbest bırakıldı.

Daha sonra kaymakam, çevredeki köylerden Çerkes savaşçıların toplandığı Mansur’a geldi. Kaymakam davayı yasalara göre soruşturacağına kesinlikle söz vererek dağılmalarını istedi. Çerkesler iktidarın temsilcisine inandılar ve dağıldılar.

24 Mayıs günü sabah saat 10’a doğru 10.000 bin kişi dolaylarındaki Dürzi ordusu Mansur’a yaklaşarak uzaktan ateş açtı. Evlerin pencerelerinden ve çatılarından karşı ateş açıldı. Silah seslerine komşu köylerden Çerkesler koşup geldiler. Çarpışma 14 saat kadar sürdü. Başlangıçta Dürziler köyün yanına kadar yaklaştılar ve içine girmeye çalıştılar. Fakat sayıca üstün olmalarına rağmen Çerkesler tarafından geri püskürtüldüler. Rus elçisi Balyayev’in bildirdiğine göre, bu çatışmada 88 Dürzi öldü. Çerkeslerin kayıpları ise 44 erkek, 4 kadın, 7 çocuk ölü ve 4’de yaralıydı.

Aynı günün akşamı olay yerine vilayetin polis teşkilatı amiri Hüsrev Paşa geldi. Her iki tarafın liderlerini toplayarak barış anlaşması yapılmasını teklif etti. Ancak Çerkes tarafı sadece Dürzileri suçlu sayarak ve cezalandırılmalarında ısrar ederek bunu kesinlikle reddetti. Polis amiri sadece idari makamlar tarafından tahkikat yapılıncaya kadar hiçbir düşmanca eyleme girişilmeyeceğine dair söz alabildi.

Çerkesler, adli soruşturmadan adil bir sonuç çıkacağından ümitleri olmadığından İstanbul’a yüksek unvan sahiplerine, hatta bizzat Sultan’ın adına resmi makamlar aracılığıyla yazı (tahrirat) gönderdiler. Yazıda Suriye Vilayeti valisi Rauf Paşa’yı Dürzileri gizlice himaye etmekle suçladılar ve değiştirilmesini talep ettiler. Sonuçta vali ve Kuneytra kaymakamı değiştirildi.

Yeni Vali Osman Nuri Paşa, meselenin çabucak kapatılması hakkında İstanbul’dan gelen emri yerine getirerek kendi başkanlığında Dürzi-Çerkes anlaşmazlığını soruşturarak bir komisyon kurdu. Çerkeslere teklif edilen şartlara göre Dürziler Mansurlulara 1000 lira ödeyecekler ve onlardan özür dileyeceklerdi. Mütakere 9 Ağustos’ta yapıldı. Hasbeyi, Raşeyi, Beka-Atı ve Mecel Şems’ten 35 Dürzi şeyhi Mansura’ya geldiler ve özür dilediler.

Yapılan anlaşmaya rağmen, iki taraf da yeni bir çatışma çıkacağı beklentisiyle yaşadılar ve buna hazırlanmaya devam ettiler.

1895 sonbaharında yeni bir Dürzi ayaklanması çıktı. Dürzi ayaklanmaları bir yandan ulusal bağımsızlık karakteri taşıyor, diğer yandan da Hıristiyanların katledilmesi, Fellahların yağmalanması gibi haydutluk eylemlerini de içeriyordu. Havran’da değişik Dürzi bölgelerinden savaşçılar toplandı ve sayıları 10.000 kişiye ulaştı. Kasım ayına kadar Dürzilerin baskınları sonucu 9 köy yakıldı ve masum halktan 100 kişi öldürüldü. Olayların bu şekilde gelişmesi Osmanlı yönetiminin isyancıları bastırmak için askeri birlik teçhiz etmesine uygun bir vesile oldu.

Bu sıralarda Çerkeslerle Dürziler arasında, eski düşmanlığı canlandıran ve yeni çarpışmalara neden olan küçük çatışmalar meydana geldi. 19 Kasım sabahı üç bin kişilik Dürzi ordusu ikiye ayrılarak Mansura köyüne yöneldi. Bir bölümü Çerkeslerin üzerine saldıracak, diğer bölümü de (Fadıl Kabilesi) yan tarafa sarkacaktı. Çerkes ve Bedevi birliklerinin genel toplamı 2000 kişiydi. Başlarında Çerkes ileri gelenlerinden Ançok Ahmet Bey vardı. Birleşik ordu köyden çıktı ve Dürzilerle savaşa tutuştu. Çarpışmanın en şiddetli anında Ahmet Bey öldü ev Çerkes-Bedevi birlikleri geri çekilmeye başladı. Fakat o sırada başında Mirza Bey’in bulunduğu Çerkes polis süvari bölüğü yetişti ve Dürzilere hücum etti. Hemen ardından Beyrut’tan polis birliği yetişti ve o da Dürzilerin üzerine hücum etti. Dürziler savaş meydanında 400 ölü bırakarak kaçtılar. Çerkes ve Bedevi birlikleri Dürzileri kovalayarak Dürzi bölgelerinin içlerine kadar ilerlediler, merkezleri Mecel-Şems’i yakıp yıktılar. Dürzilere karşı oluşturulan orduya, başında Said Paşa’nın bulunduğu Kürt birlikleri de katıldı. Birleşik ordu hücuma devam etti ve Halos, Harar, Ayne Koniye, Zehitu ve Beka Atu köylerini ateşe verdi.

20 Kasım’da Şam’dan 5’inci Süvari Tümeni komutanı Nuri Paşa komutasında 400 piyade, 200 süvari ve iki dağ topundan oluşan özel görevli bir Türk kolordusu Havran’a geldi. Onun ardından üç piyade taburuyla, 4’üncü Ordu Komutanı General Memduh Paşa hareket etti. Çerkes-Bedevi-Kürt süvarileri kolorduyla birleştiler. 4 ve 7 Aralıkta Osmanlı kuvvetleriyle Dürziler arasında isyancıların yenilgiye uğradığı çarpışmalar meydana geldi. Ceza olarak hükümet Dürzi bölgelerinin önceki özerkliğini kaldırdı.

Suriye’nin askeri tarihinde Osmanlı hizmetinde bulunan bir çok yetenekli Çerkes subayın adı geçer. Bunlardan biri de 20. yüzyılın başında Suriye’de bulunan Mareşal Osman Fevzi Paşa’dır.

Suriye Vilayeti polis teşkilatının başında uzun süre Çerkes Hüsrev Paşa bulundu. Abhaz Muhammet Bek Marşan 20. yüzyıl başında Halep şehri askeri komutanlığı makamındaydı. Suriye tarihinde, Amman’da bulunan Çerkes Süvari Birliği’nin komutanı General Mirza Paşa Vasfi ve diğer birçoklarının adı geçmektedir.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türk hükümeti Suriye’nin Çerkes bölgelerinde de seferberlik ilan etti ve acemi erler cephelerin en sıcak noktalarına gönderildi. Çerkes Polis Birlikleri askeri komutanlık tarafından Suriye’deki ulaşım yollarının ve yiyecek üslerinin korunmasında kullanıldı.

1916 yılında Mekke Şerifi Hüseyin ve oğlu Faysal İngiltere’nin desteklediği Arap isyanını başlattılar. Osmanlı baskısını üzerlerinde hisseden Suriye Arapları isyanı aktif olarak desteklediler.

Bu bölgedeki Çerkes halkı politik olarak zor bir durumda kaldı. Osmanlı Devleti ile birliğe sadık kalmaları, Çerkesleri Türklerin askeri hizmetlileri olarak gören Arapların düşmanca hareketlerini artırdı. Çerkes köylerinin en yaşlıları o zamanlar Arplarla aralarında sürekli olarak meydana gelen silahlı çatışmaları hatırlıyorlar. Şerif Hüseyin’in ordusu Kuzey Suriye’ye geldiğinde, Çerkes kasabası Mumbuc’un yakınında yaşayan Araplar onlardan Mumbuc’un yıkılıp yağma edilmesini istediler. Arap ordusunun yaklaştığını öğrenen Çerkesler, Mumbucluların Arap isyanını desteklemek arzusunda olduklarını bildiren bir heyet gönderdiler. Bu Çerkeslerin savaş yıllarında Arapların tarafında yer aldığı ilk olaydı. 1920’de Suriye’nin Fransız birlikleri tarafından işgali başlayınca Mumbuclular Araplarla yaptıkları anlaşmaya sadık kalarak Fransızlara karşı silahlı direniş gösterdiler. Fakat motorize birliklerle yaptıkları savaşı kaybettiler.

Mavera-i Ürdün’de de Çerkesler İngiliz birliklerine karşı sert direniş gösterdiler. 1918 Martında General Allenbi’nin 6’ıncı İngiliz Ordusu’nun baskısıyla Türk birlikleri geri çekildi. Çerkes birlikleri İngilizlerle çarpışmaya girdi. Her iki taraftan verilen büyük kayıplardan sonra sayı ve silahça üstün olan İngilizler kazandılar ve Mavera-i Ürdün’ü işgal ettiler.

Nisan 1920’de San Remo’da yapılan konferansta galip Avrupa devletleri Arap topraklarını Osmanlı Devleti’nden kesin olarak kopardılar. Manda sistemine göre Milletler Cemiyeti Irak ve Filistin’i İngiltere’ye verdi. Suriye’nin büyük kısmı Fransa’nın sömürge idaresine geçti.

Çerkes göçmenleri Osmanlı hükümetine boyun eğmeyen topluluklarla bu şekilde mücadeleye çekildiler. Küçük adacıklar halinde Suriye’nin sınır bölgelerine dağıtılan Çerkesler, komşu halklarla hiç bitmeyen silahlı çatışma içinde yaşadıklarından hükümetin askeri dayanağı olmak zorunda kaldılar.

DİPNOTLAR

[1] Suriye’nin güneybatısında bulunan Havran bölgesine 1711 ve 1860 yıllarında Lübnan’dan göç eden Dürziler yerleşmiştir. (Ç.N)

[2] 1967’de Golan Tepeleri’nin İsrail tarafından işgal edilmesiyle burada yaşayan Çerkesler Şam’a ve Amerika’ya yerleşmiştir. (Ç.N)

[3] 19.yüzyılda Osmanlı Devleti’nin eyaleti olan bugünkü Suriye ve Ürdün’ün sınırları 1.Dünya Savaşı’ndan sonra belirlenmiştir. Burada adı geçen aynı bölgeye yerleşmiş köylerden bazıları Ürdün sınırları içinde kalmıştır. (Ç.N)

[4] Suriye Çerkesleri ile ilgili bkz. Kafkasya Kültürel Dergi-İzzet Aydemir (Cilt 4 Sayı:15,1967)
[5] Reyhaniye ve Kfar-Kama (Ç.N)

[6] Ceraş ve Kerak, bugün Ürdün sınırları içindedir. (Ç.N)

http://dagistanlilar.net/makale.php?bas ... den&id=161

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Suriye İzlenimleri
MesajGönderilme zamanı: 24.03.09, 09:52 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 904
Suriye

Yüzölçümü: 185.180 km2

Nüfusu: 16.500.000 (1999 tahmini).

Suriye Etnik Yapı:

· % 88 Arap,

· % 6 Kürt,

· % 3 Ermeni

· % 1 Türk,

· % 1 Rum.

· % 1 Süryâniler, Keldaniler, Nasturiler, Çerkezler ve Yahudiler.



Suriye Dinî Yapı:

· % 74'ü sünni Müslüman,

· % 11'i Nusayri,Alawi (Bizdeki Alevi’lerden farklıdır )

Nusayriler Hz. Ali 'nin Allah olduguna inanan bir kitledir. Hiristiyan inancindaki teslise (üçlemeye) benzer bir inanç sistemleri vardır.

· Nüfusun % 3'ü Dürzi.

· % 0.8 oraninda İsmaili vardir.

· Nüfusun % 10'a yakin bir kısmı da Hristiyandır. Grek –Ortodoks ,Ermeni Ortodoks ve Suriye Ortodoks kiliselerine bağlı üç ayrı Hıristiyan grup vardır.

· 5000 kadar Yahudi

· 2000 kadar da Yezidi mevcuttur.

***


Suriye'nin Dini ve Etnik Yapısı konulu bazı kaynaklar:


Suriye Arap Cumhuriyeti'nde Etnik ve Dini Yapı

Yasin Atlıoğlu

http://heartoforient.blogspot.com/2006/ ... ik-ve.html

***
Suriye'deki Etnik ve Dini Yapının Siyasi Yapının Oluşumundaki Rolü

Prof. Dr. Salih Akdemir

http://www.asam.org.tr/temp/temp1116.pdf

***
Biladül-Şam ya da Suriye

Yavuz Çekirge

http://www.yavuzcekirge.com/index.php?/ ... uriye.html

***

Alıntı:
Muhsin Yazıcıoğlu: "TÜRKİYE BÜYÜK DOĞU’NUN MERKEZİ OLMALI !.."

Ülkücülerin Lideri ve Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Suriye’den seslendi.

4 gündür Suriye’de bulunan Ülkücülerin Lideri ve BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’ndan Suriye izlenimlerini aktarması istendiğinde, Yazıcıoğlu, BOP’un harita değiştirme hedefi güttüğünü belirterek, “Türkiye BOP’un dış başkanlığı değil, BOP’a karşı Büyük Doğu’nun merkezi olmalı” dedi.

Yazıcıoğlu, “Türkiye ABD’nin oluşturduğu dış politika ekseninden bir an önce çıkmalı” diye devam ettiği konuşmasında şöyle seslendi: “BOP, kan, kin ve nefret üzerine kuruldu. Daha fazla etnik çatışmayı hedef aldığı açıkça görülmektedir. Türkiye BOP’un dış başkanlığı değil, BOP’a karşı Büyük Doğu’nun merkezi olmalıdır.”

Yazıcıoğlu Suriye’de Başbakan Gibi Karşılandı

Yazıcıoğlu, bir soru üzerine, gittikleri her yerde sıcak karşılamalarla karşılaştıklarını belirterek, büyük ilgi gördüklerini dile getirdi. Yazıcığlu, “30 kişiye yakın kalabalık bir heyetle buraya geldik. Şam’a kadar bütün yol boyunca her ilçede eskort değiştirdik ve protokol uygulandı” dedi ve gösterilen ilgi için tüm Suriyeli yetkililere teşekkür etti.

Mülteci Kampından İzlenimler

Lübnan sınırı yakınında kurulan ve yaklaşık 2 bin 500 kişinin barındığı Lebebeni Mülteci kampını ziyaret eden Yazıcıoğlu, mülteci kampında içler acısı bir durum olduğunu, insanlık dramı yaşandığını kaydederek, döndüklerinde çektikleri görüntüleri basına vereceklerini söyledi. Yazıcıoğlu, kampta şahit olduğu bir görüntüyü şöyle aktardı: “Küçücük bir odada üç tane ranza vardı ve her bir ranzada 4-5 kişi yatıyordu. Kampta çoğunluk yaralı çocuklardan oluşuyordu.” Suriye-Lübnan arasındaki bu mülteci kampında da ziyaretlerinin büyük ilgiyle karşılandığını ifade eden Yazıcıoğlu, orada savaşın gerçek yüzüyle karşılaştığını söyledi ve “Yaralanmış çocuk ve kadınlar vardı. Evler yıkılmış, bombalar yağmış” şeklinde konuştu.

İsrail İlaç Yardımına Bile Engel Oluyor

Yazıcıoğlu, İsrail, Lübnan halkının yardım almasını önlemek için yolları ve köprüleri tahrip ettiğini açıklayarak, “Dolayısıyla gıda ve ilaç yardımlarının gitmesini de önlüyor. Sivilleri hedef alıyor. Kadın, çocuk, yaşlı demeden vuruyor” diyerek katliamın içler acısı boyutuna dikkat çekti.

İsrail Adi Cinayet işliyor

“İsrail adi bir cinayet işliyor” diyen Yazıcıoğlu, BM’nin ve tüm dünyanın buna seyirci kaldığından ve İslam ülkelerinin de sadece kınama noktasında kaldığından yakındı.
Yazıcıoğlu, şöyle devam etti: “Suriye mültecilere ciddi bir şekilde sahip çıkıyor. İsrail’e karşı öncelikle İslam ülkelerinin ortak bir tavır geliştirmesi, İsrail’in cinayetine açık bir tavır göstermesi ve topraklardan çekilmesi için yaptırıma yönelik kararlar alınmalı. Öncelikle vicdanlar harekete geçmeli. Soykırıma varan katliamlar karşısında tepki koymak mecburiyetindeyiz. İsrail’in işlemiş olduğu cinayetleri, sürdürdüğü terörü nefret ve şiddetle kınıyorum. Tüm dünyayı Lübnan halkının yanında olmasına ve desteğe davet ediyorum. Soykırıma varan katliamlar karşısında vicdani tepkilerimizi ortaya koymak zorundayız.”

Yazıcıoğlu: Bu Zulmü Durdurun

Yazıcıoğlu, ateş hattında gözleriyle gördüğü vahşete karşı duyarlı davranarak, tüm dünyaya “Bu zulmü durdurun” diye seslendiği konuşmasında şunları aktardı: “Enkaz altında saatlerce yardım bekleyen ve çıkartılamayan insanların olduğu söyleniyor. İsrail, insan haklarını ve hukuku çiğniyor. İsrail’in sürdürdüğü teröre karşı herkesin tavır alması gerekiyor. Bu adi cinayetlere sessiz kalanlar İsrail’in suçuna ortak oluyor. Tüm insanlığı İsrail vahşetini lanetlemeye ve mazlum Lübnan halkının yanında yer almaya çağırıyorum. Bu zulmü durdurun.”

Türkiye-Suriye Yakınlaşması

“Eskiden Suriye bölücü terör örgütü PKK’ya destek veriyordu. Şimdi desteğini çekti ve Türkiye’ye yönünü döndü mü?” şeklindeki soruya ise Yazıcıoğlu’nun cevabı, Suriye’de kesin bir değişim gördüklerini, yeni devlet başkanı ile beraber Suriye’nin Türkiye Cumhuriyeti ile yakınlaşmasının ciddi boyutlara yaklaştığını ve geçmişteki hatalarını kabul ettiklerini söyledi. “Bunları gündeme taşımak istemiyoruz bunlar geride kaldı” diye ekledi.

“Suriye’de şehitlikler, camiler, Osmanlı ihtişamını ortaya koyuyor. Anadolu insanına çok yakınlar bu ilişkileri geliştirmek lazım. Eskiden buradaki Türkmenler de çok sıkıntı yaşamıştı, şimdi görüştüğümüz Türkmenler ‘güven ortamı oluşturmalıyız’ diye düşünüyorlar” şeklinde devam eden Yazıcıoğlu’na “Suriye açıkça Lübnan’ı destekliyor. Biz Lübnan’ı destekliyoruz, Filistin’i de aynı şekilde destekleriz diyorlar mı acaba?” sorusu sorulduğunda, “İsrail karşıtlığı üzerine konuşmalar yapılıyor” diye yanıt verdi.

Türkiye Büyük Devlet Gibi Davranmalı

Öte yandan Yazıcıoğlu, İsrail’in arkasında İngiltere ve Amerika olduğunu ve İsrail’i kışkırttıklarını, ABD, İsrail’e karşı bir tavır takınmadığı sürece Ortadoğu’da barış olmayacağını söyledi. “Türkiye Cumhuriyeti misyonu olan bir devlet. Türkiye her halükarda büyük bir devlet gibi davranmalı” diye ekledi.

Yazıcıoğlu’na yöneltilen “ABD’nin söz geçiremediği İran, Suriye, bir de Lübnan var. ABD’ye karşı bir topyekun direniş çağrısı millet içinde hissediliyor mu?” sorusuna, “Millette duyarlılığın arttığını milliyetçi değerlerin yükseldiği görüntüsü olduğunu söyledi. Türkiye Ortadoğu’da örnek bir ülke, önderlik yapacak konuma sahip. Küresel güçlere ve sermayeye karşı ortak tavır geliştirilmeli” şeklinde yanıt verdi.

Son olarak, Yazıcıoğlu’ndan gençlere bir mesajı olup olmadığı sorulduğunda Yazıcıoğlu, gençlere Suriye’den şöyle seslendi: “Gençlerimiz, milli ve manevi değerlerine sahip çıksın. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne sadakat göstermesi gerekir. Gençlerimiz daha çok okumalı, Medeni bir şekilde tartışmalı. Birlik ve beraberlik içerisinde olmalıdır. Emperyalistlerin küresel sermayeyi kullanarak, Ortadoğu’da, Orta Asya’da, Kafkaslarda ve Balkanlarda yürüttüğü politikalar karşısında milli politikalar geliştirmeli ve tavırlarını ortaya koymalılar. Mazlumların yanında zalimlerin karşısında olmalıyız. Bayrağımızı alıp meydanlara gitmeliyiz.”

Temaslar Sürüyor

Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, beraberinde BBP Genel Başkan Yardımcıları Faruk Gültekin, Abdullah Erin, MKYK Üyeleri Metin Gündoğdu, Mehmet Efe, Kemal Yavuz ve Tuncay Özfidan ile Suriye’deki temaslarını sürdüryor.

Yazıcıoğlu, Suriye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Mahmmed Said Bahiytan ile yaptığı görüşmede, İsrail'in, Filistin ve Lübnan'a yönelik saldırısı ile diğer gelişmeler ele alındı. Görüşmede, İsrail, “soykırım yaptığı” gerekçesiyle kınandı. Görüşmede ayrıca iki ülke arasındaki vize uygulamasının kaldırılması konusu da masaya yatırıldı. Yazıcıoğlu, daha sonra dış ülkelerde yaşayan Suriyelilerden sorumlu Bakan Dr. Bauthaina Shaaban ve Ekonomi Bakanı Dr. Amir Lütfi ile ayrı ayrı görüştü. Türkiye’nin Suriye Büyükelçiliğini ziyaret ettiklerini açıklayan Yazıcıoğlu, Suriye Büyükelçimiz Halit Çelik’e gösterdiği yakınlık ve ilgiden dolayı teşekkür etti.

Yazıcıoğlu, bugün Suriye Başbakanı Muhammed Naci Atri ile görüşecek ve öğleden sonra sınırdaki bazı kampları ziyaret edecek.

10.08.2006





Rehberimiz Busira'dan Şam'a dönerken yol üzerinde olan Suriye'nin güney ucuna yakın bir yerleşim merkezi olan Suveida şehri ve civarında önemli bir orana ulaşan Dürzilerden bahsetti.

Sadece isim olarak bildiğim bu gruba ait özellikler gerçekten de acaibdi.

*Tapınakları üzerine YILDIZ arması konduruyorlar. (Yol üzerinde birkaçını gördük.)

Resim

*Dürzilerin kadın-erkek asli mensublarının siyah giysiler ve beyaz başlık şeklindeki uniforma şeklinde bir kıyafet giymek zorunda...(Yol üzerinde birkaçını gördük.)

Resim

*Önde gelenlerini ölünce tepe başlarına türbe benzeri yapılarda toprağa veriyorlar. (Yol üzerinde birkaçını gördük.)

gibi...


Bir de Hafız Esed zamanında Suriye Hava Kuvvetleri subaylarının özellikle bu Dürzi grubdan seçilmiş olmaları da ilginç bir bilgi idi.


Alıntı:

Dağların gizemli sakinleri : Dürziler

Ülkü AKAGÜNDÜZ

Suriye’nin Suveyda şehrinde yaklaşık bin yıldan bu yana korudukları gizli inançlarıyla yaşamaya devam eden Dürziler, tıpkı Müslümanlar gibi Kur’an okuyor, oruç tutuyor ve cuma günlerini ‘makam’da ibadetle geçiriyor.

Ancak, peygamberliğini ilan eden Hamza bin Ali’nin yazdığı El Hikmet-ül Şerife’ye inanmaları onları doğru yoldan ayırıyor.

Dürzileri, kendilerine mesken olarak dağlık bölgeleri seçen ve dini inançları konusunda ser verip sır vermeyen bu esrarengiz insanları, doğruluğu asla ispat edilememiş söylencelerle tanıdık. Onlar, birçoğumuza göre tuhaf adetleri olan tehlikeli insanlar... Gizemli görünümlerinin ardında çok şaşırtıcı, hatta dehşet verici bir hayat saklıyorlar. Kimse onlar hakkında yeterli bilgiye sahip değil. Böyle olunca kışkırtıcı bir merak duygusu, bilinmeyene duyulan korkuyla birlikte yürüyor.

Şam’da Dımeşk Üniversitesi’nde Edebiyat doktorası yapan ve kendisi de bir Dürzi olan Ranya Şelgin, her zaman en iyi ve en vefalı dostlarının Türkler olduğunu söylemeseydi biz de bir Dürzi köyünü ziyaret etmeyi düşünemezdik. İtiraf etmeli ki, yolculuğumuz, tedirgin olmamızı gerektiren hiçbir sebep olmadığı halde, sırf o kulaktan dolma tatsız Dürzi hikâyeleri yüzünden biraz sıkıntılı sürdü.

Bütün gözler üzerimizdeydi

Üstelik dağlık Dürzi köylerinden başka bir yere uğramayan bir minibüste iki Türk’ün (Yol arkadaşım, Dımeşk Üniversitesi’nde İslam hukuku okuyan Hüsniye, Ranya’nın en iyi arkadaşlarından biri) ya da oralıların deyimiyle ‘ecnebi’nin bulunması alışılmadık bir şey olmalıydı ki, bütün gözler üzerimizdeydi. Biz onları merak ediyorduk, onlar bizi... Yol boyu, birçok insanın yaklaşmaya cesaret edemediği bir topluluğa mensup insanların görünürde nasıl da ‘tabii’ olduklarını konuştuk; “İşte, çocuğunu seven bir Dürzi anne, ne farkı var ki bizim annelerimizden. Bak, şu genç, tıpkı bizim yeni yetmeler gibi saçlarını jölelemiş.

Bu arada, bizdeki kötü çağrışımlarından dolayı, ‘Dürzi’ kelimesi yerine ‘arkadaş’ kelimesini kullanmaya karar verdik. Böylece Türkçe konuşmaların içinde her Dürzi kelimesi geçtiğinde meraklı bakışları üzerimize çekmeyecektik. Dürziler, bu kelimenin Türkiye’de hafif yollu küfür niyetine kullanıldığını bilmiyor; ama yabancılar tarafından sevilmediklerinden eminler...

Suriye’nin Suveyda şehrine bağlı dağ köylerine yerleşerek gizli inançlarını yaklaşık bin yıldır korumayı başaran Dürzilerden şehir hayatını tercih edenler, Şam’ın Coramanî mahallesinde yaşıyor. Suriye’de azınlıkların kendilerine ayrılan mahallelerde yaşadıkları, kimi zaman merkeze karışsalar da gün bitiminde kendi mekanlarına çekildikleri düşünülürse Dürzilerin sadece gizliliği korumak üzere ayrı bir mahallede yaşamadığı anlaşılır. Ancak Dürzi mahallesi Coramanî, eski şehrin kalbinde yer alan Hıristiyan mahallesiyle kıyaslandığında bir kenar mahalle olmaktan öteye gidemiyor.

Okuma-yazma öğrenen Dürzi kadınlar

Ranya ile Güzel Sanatlar Fakültesi’nin bahçesinde buluşup Coramanî’ye gidiyoruz. Burası, Şam’ın diğer semtlerine benziyor; farklılık caddelerde geleneksel giysileri içinde dolaşan Dürzilerin çokluğunda... Yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuğun ardından Ürdün sınırına yakın Suveyda’yı geçiyor ve Ranya’nın köyü Sımeyd’e varıyoruz. Sımeyd, “güçlü, dayanıklı” anlamlarına geliyor. Bu isim, volkanik bir oluşum üzerine kurulan köye de yakışıyor doğrusu. Yolların kıyısı kömürleşmiş taşlarla bezeli ve köydeki binaların birçoğu bu siyah taşlardan yapılmış.

Hafta sonu tatilini Sımeyd’de geçiren Ranya, evinden önce, Dürzi kadınlar için açılan bir okuma-yazma kursunu görmemizi istiyor. Orta yaşın üzerindeki kadınlar, yazları boşalan köy okulunda, ana dilleri olan Arapça’yı öğrenmeye çalışıyor. Sımeyd köyünde okuma-yazma oranı yüzde 50’lerde. Ranya, köyün üniversiteyi bitiren ve doktoraya başlayan ilk genç kızı. Kızlar, 18-19 yaşlarında evlenmeyi tercih ediyor; Ranya’nın açtığı yoldan yürüyenlerin sayısı ise bir elin parmaklarını geçmiyor.

Peşpeşe söylenen ‘Ehlen ve sehlenler’

Ranya’nın ailesinin yaşadığı ev, köyün diğer evleri gibi siyah taştan inşa edilmiş. Dürzi arkadaşımızın annesi Gaziyye Ümmü Semir ve ablası Rima Şelgin bahçede karşılıyor bizi. Uzun zamandır görüşememiş dostlar gibi birbirimize sarılıyoruz. Peş peşe söylenen ‘ehlen ve sehlen’ler, sadece ilk karşılaşma anında söylenen ‘hoş geldiniz’den başka anlamlara bürünüyor burada... Geniş salonu çepeçevre saran yer minderlerine oturduktan sonra, Ümmü Semir hatırımızı soruyor ve hemen ardından ziyaretimizden hoşnut olduğunu belirtmek için ‘ehlen ve sehlen’ diyor. Biz, köyü ve evi beğendiğimizi söylüyoruz, o bu kez, bir memnuniyet ifadesi olarak ‘ehlen ve sehlen’ diyor... Yavaş yavaş alışıyoruz; ‘ehlen ve sehlen’, iyi niyet ve emniyet elçisi gibi dolaşıp duruyor aramızda...

Ümmü Semir, kırk yaşına ulaşan her dindar Dürzi kadın gibi, uzun siyah bir elbise ve beyaz bir örtü kullanıyor. Yabancılar için bir Dürzi’yi ayırt etmenin en kolay yolu ve belki de onlar hakkında doğruluğundan emin olunan tek konu bu; kadınlar ve erkeklerdeki siyah giysiler... Böylesi bir hüküm yürütme, Dürzileri yolun karşı tarafında yürürken gördüğünüzde yeterli sayılabilir; ancak onların köyüne gittiyseniz ve bir Dürzi evinde, oturduğunuz minderden, içtiğiniz kayısı şerbetine, duvardaki resimden, çeyiz sandığına kadar gündelik hayatın tüm teferruatlarını inceleme ayrıcalığına sahipseniz, ‘gizli inancın yolcuları’yla ilgili daha çok şey bilmek zorundasınız. İşte bu noktada sabırlı olmak gerekiyor. Biz, evin kızının, köyü ziyarete gelen arkadaşlarıyız; fakat Dürzilerin nasıl yaşadığını görmeye ‘can attığımız’ ve onlara tam olarak neye inandıklarını sormak için uygun zamanı beklediğimiz de öyle aşikâr ki...

Sohbete başlamanın ve insanları tanımanın en kolay yolu şüphesiz, aile albümlerine bakmak ve duvarda asılı objeler üzerine konuşmaktır. Ümmü Semir’in oturma odası, yatak odası ve misafir odası olarak kullandığı geniş salonunun duvarları, uygun bir girizgâh için çok elverişli. Yüklüğün üzerine dizili hasır sepetleri Ümmü Semir, evi süslemek, kızlarına çeyiz hazırlamak ve misafirlerine hediye vermek için yapıyor. Duvardaki aile fotoğraflarında pala bıyığı ve heybetli görünümüyle boy gösteren adamın bir de büstünü görünce merakımız artıyor. Bereket versin, Ümmü Semir, o heybetli adamla ilgili ketum davranmak yerine fotoğrafı duvardan indirip yanımıza oturmayı tercih ediyor.

Sultan El Atraş, Dürzilerin milli kahramanı; ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin ya da Sütçü İmam gibi... Fakat hatırası, sıradan bir Dürzi kadını heyecanlandıracak kadar taze ve her evde bir büstü ya da fotoğrafı bulunacak kadar kutsal bir isim. 1920 yılında Fransızlar’ın Suriye’yi işgal etmesi üzerine oluşturulan Suriye Ulusal Grubu’nun (El Kutla El Vataniyye) iyi ilişkiler kurduğu Dürzi lider El Atraş, Fransızlara karşı yapılan ayaklamayı başlatan kişi olarak biliniyor. Suriye’de ders kitaplarında okutulan tarihi bilgilerin detayını Ümmü Semir anlatıyor: “Bizim geleneklerimizde, misafirin can ve mal emniyetinden ev sahibi sorumludur. Vaktiyle, Ethem Hancar adında biri, El Atraş’ın evine sığınıyor. Fransızlar da, Ethem Hancar’ı evden kaçırıp öldürüyorlar. Misafirinin öldürülmesini ‘onur’ meselesi olarak gören El Atraş, Fransızlar’a karşı savaş başlatan ilk kişi oluyor.”

Köyü gezmek, insanlarla tanışmak, ibadet mekanlarını görmek ve Dürzi inancıyla ilgili daha detaylı bilgiye sahip olmak için sabırsızlanıyoruz; ancak bir ‘araştırmacı’ gibi değil, anlayışlı misafirler gibi davranmalı ve beklemeliyiz. Burada yemek sofrasına oturmadan sokağa fırlamak isteyen misafire pek hoş bakılmıyor olmalı... Salonun ortasına yerleştirilen diktörtgen masanın üzeri fırında pişirilmiş tavuk, patates, pilav, çoban salatası ve lavaş ekmeğiyle donatılıyor. Yemekler oldukça leziz ve Ümmü Semir, çatal ve bıçak olmadığı için parçalamakta zorlandığımız tavuk etini, elleriyle lime lime edip tabağımıza bırakacak kadar sevecen ve ilgili!... Üniversite öğrencisi Hüsniye fısıldıyor; “Dikkat ettim, ‘arkadaşlar’ yemeğe besmele ile başlıyor. Rahatça yiyebiliriz.”

Ölüleri derine gömemiyorlar

Ranya’nın öğretmen ablası Rima, güneş batmadan önce mezarlığı ziyaret etmemizi öneriyor. Kabristana giden patika yolun sonu, aşinası olduğumuz selvili kabirlerden birine açılmıyor. Zemini kayalık olduğu için ölüleri derine gömemeyen Dürziler, mezarları taştan ördükleri odacıkların içinde muhafaza ediyor. Ağaçların serin gölgeliğinden mahrum mezarlıktaki her oda bir aileye ait ve içeride yeni mezarlar, ailenin diğer fertlerinin geleceği günü bekliyor. Üzerinde asma kilitler asılı her odacığın kapısında bir ailenin ismi yazılı. Yabancılar, defin işlemlerini yapmak ya da dua etmek üzere odaya giremiyor; sadece kapıya çiçek bırakabiliyor. Ranya’nın küçük yeğeni, ellerini mezarlardan birine yaslayarak duvarı öpüyor; bu onun büyüklerinden öğrendiği bir saygı gösterisi...

Mezarlık dönüşü, taş döşeli patika yolda bir kadın bekliyor. Niyeti bizi evine götürmek. İşin aslı sonradan anlaşılıyor; köyün en eski evini görmek istediğimizi öğrenen Esaf Şalğin, geleneğe daha uygun düştüğü için ziyaretimizi beklemek yerine, bizi olduğumuz yerden alıp evine götürmeyi istiyor. Böylesi samimi bir karşılama ve evin kapısında değil, köyün ortasında başlayan ‘ehlen ve sehlen’ler kimin hoşuna gitmez ki... Böylece ‘Aman efendim, bizi şereflendirdiniz’ sözü hakiki anlamını bulmuş oluyor.

Roma döneminden izler taşıyan bu eski köy evinde görülecek çok şey var. Evdekiler, oyuncaklarını gösteren bir kız çocuğu edasıyla, ‘yabancı’nın ilgisini çekebilecek herşeyi ortaya dökme telaşındalar. Bir müzeyi gezer gibi, önce evin taş kapısını görüyoruz. Menteşeleri de taştan yapılan ağır kapıyı binbir zahmetle açan Esaf, “Acuzeyim; ama bakın yine de başardım” diyor. Daha sonra avludaki su kuyusu ve fırın hep birlikte geziliyor. Ardından, ‘sahte bir tarihi eser’e sıra geliyor. Evin oğlunun taş üzerine oyduğu insan yüzü ve yılan figürünü, köye gelen askerler Romalılara ait bir eser sanmışlar. O gün bu gündür taşı ters çevirerek saklıyorlar. Evin avlusunda bizimle birlikte dolaşan Esaf Şalğin’in kocası, tam da biz bu ilginç eser üzerine yorum yaparken, yüksek sesle çıkışıyor; “Bize 400 yıl hükmettiniz. Niçin tarihimizi bilmiyorsunuz?”

Zehirli değil, içebilirsiniz

Sonra, bu tatlı-sert öfkeyi, misafirlerine mırra ikram ederek savuşturmaya çalışıyor. Fincandan ilk yudumu o alıyor, sonra bize uzatıyor. Yabancıların tuhaf bulduğu bu adet, bir tür emniyet garantisi; “Zehirli değil, içebilirsiniz.”

Köyün en eski evinden sonra bu kez, rebap ve şebbabe dinleyeceğimiz bir eve davet ediliyoruz. Dürzilik üzerine henüz kimseyle konuşmuş değiliz; ama gündelik hayata dair küçük ipuçları yakalamamıza imkan veren bu ev ziyaretleri merakımızı biraz törpülüyor doğrusu. Üstelik içimiz rahat; Ranya, ablası Rima ve annesi Ümmü Semir, akşam çayında bütün sorularımızı cevaplama sözü veriyor. Hava kararmak üzere; bahçede yün eğiren kırmızı elbiseli kadının evinde, taş sedirlerin üzerinde oturmuş, Edhem Zaur’un rebap çalmasını bekliyoruz. Rebap çalmayı ve şebbabe (ney) üflemeyi babasından öğrenen Edhem, Suriye genelinde açılan bir yarışmada üst üste üç yıl birincilik kazanmış. Rebap çalarken oturmayı tercih eden gençler, şebbabeyle birlikte dans etmeye başlıyor. Köy sakinleri, neşelenmek için birileri gelsin diye bekliyor olmalı...

Cuma gecelerinin ibadet yeri ‘makam’

Akşam çöktü; köyün dindar kadınları ve erkekleri mübarek cuma gecesini ibadetle geçirmek üzere ‘makam’a doğru yol alıyor. Bizdeki cami, Hıristiyanlardaki kilisenin karşılığı olan makamın adı, Hudur Ebu Abbas... Dini inançlarını gizlemekte epey mahir olan Dürzilerin mabedine girmekte tereddüt yaşıyoruz. Rima, erkekler bölümüne fazlaca yaklaşmadan içeriyi gezebileceğimizi söylüyor. Kapının eşiğinde yanan mumların üzerinden atlayıp kırmızı bir perdeyle ayrılan kadınlar bölümüne geçiyoruz.

Roma döneminde kilise, ardından cami ve son haliyle bir Dürzi makamı olan bu tarihi yapının içi, köylülerin hediyeleriyle yamalı bir bohçaya benzemiş. Kurban Bayramı öncesinde kızların elbirliğiyle temizlediği makam, Fransız işgali sırasında sığınak görevi üstlenmiş. O günlerle ilgili hikâyeleri büyüklerinden dinleyen Rima; “Çatışmalar sırasında makama bir bomba isabet etmiş; ama tavandaki iki taş, insanlar çıktıktan sonra yere düşmüş. Böylece makamın kutsallığına olan inanç perçinlenmiş” diye anlatıyor. Mabed, perşembeyi cumaya bağlayan geceleri, bayram günleri ve ramazan ayında açılıyor. Erkekler, dine adım attıkları kırkıncı yaş günlerini de ibadethanede geçirmek zorunda.

Farklı bir tefsir okuyorlar

Makamın sütunlarına sırtını yaslayıp oturan yaşlı kadınlar ne kadar suskunsa, perdenin diğer tarafındaki erkekler o kadar gürültülü. Seslerin şiddetinden, mühim bir konu hakkında tartıştıkları hatta kavga ettikleri hükmüne varıyoruz ve bu tahmin ürkekliğimizi artırıyor. Önce uzaktan, girişte yanan mumların ardından bakıyoruz; bir sehpa etrafında oturan siyah giyimli, pala bıyıklı erkekler, Kur’an-ı Kerim ve tefsir okuyorlar. Ramazan ayını oruçla geçiren ve Kur’an okuyan Dürziler, tefsirleri ve elbette dini kendilerine göre yorumlamalarıyla dinin ana çizgisinden ayrılıyorlar. Aslında, bir kez daha itiraf etmeli ki, tamamen ayrı bir yolda olduğuna inandığımız Dürzilerin Kur’an-ı Kerim okuyor oluşları, yemeğe besmele çekerek başlamaları, Peygamberimizin adı anıldığında salavat getirmeleri ve ısrarla, “Biz Muhammed’in dinindeniz” demelerini şaşkınlıkla karşılıyoruz. İnançlarından dolayı Müslüman olmadıklarına hükmedilen bu topluluğun kendilerini ‘Müslümanların en doğru inançlısı’ ve ‘Allah’ı birleyen Dürziler’ olarak tanımlaması da hayli ironik...

Bir inanç olarak ortaya çıkışı

Dürziliğin bir inanç olarak ortaya çıkışı, Fatımi halifesi Hakim Biemrillah’ın kendisinin tanrı olduğunu ileri sürdüğü 1017 yılına tekabül ediyor. Bu yeni inancı yayma görevini üstlenen Hakim’in veziri Hamza bin Ali, iki risale kaleme alarak, Allah’ın yedi imamın şahsında insan biçimine büründüğünü, Hakim’in özünde Allah’ı bulunduran son imam olduğunu ve kendisinin de peygamber olduğunu ileri sürüyor. Dürziliğin Suriye’de yerleşmesi, Hamza bin Ali tarafından görevlendirilen ve Dürziliğe adını veren Anuştegin ed-Derezi’nin bu topraklardaki başarılı propagandaları sonucunda gerçekleşiyor. Ancak, dini inançlarını yayarken gizliliği bir kenara bırakan Hamza’nın Kahire’deki bir camide her şeyi açıkça konuşması hem onun hem de önderi Hakim’in sonunu hazırlıyor. Önce büyük bir ayaklanma başlıyor, sonra her ikisi de esrarengiz bir biçimde ortadan kayboluyor.

Dürziler, 1021 yılında ansızın görünmez olan Hakim’in, geri dönmek üzere gizlendiğine inansa da, genel kanaat, kardeşleri tarafından öldürüldüğünden yana. Hakim’in Mısırlı yandaşları, bu olayların ardından ülkelerini terk ederek Anuştegin ed-Derezi’nin Suriye’de oluşturduğu topluluğa katılmak zorunda kalmışlar. Hakim’den sonra gelen Fatımi Halifesi, onun doktrinlerinin suç olduğunu ilan edince içine kapanan Dürziler, yaklaşık bin yıldan bu yana varlıklarını sürdürüyor. Fransız seyyah Gerard de Nerval, ‘Doğuya Yolculuk’ adlı seyahatnamesinin birinci cildinde, ‘Müslüman ortaçağının en tuhaf kahramanlarından biri’ olarak gördüğü Halife Hakim için şöyle diyor; “Bizim yaşlı oryantalistlerin Chacamberille dedikleri Hakim, Afrika halifelerinin üçüncüsü, fetih yoluyla Harun Reşid’in hazinelerinin mirasçısı, Mısır ve Suriye’nin mutlak efendisi olmakla yetinmez, azamet ve zenginliğin meydana getirdiği baş dönmesi onu bir tür Neron ya da daha çok Heliogabal’a (Suriye kökenli Roma İmparatoru) dönüştürür.”

El Hikmet-ül Şerife’nin hikmeti

Dağlık köylerdeki mabedlerinde, gizli ibadet ettikleri için kutsal kitapları ve duaları hakkında bilgi sahibi olamadığımız Dürziler, ‘makam’larına bir yabancının girmesine izin veriyorlar; ancak Kur’an-ı Kerim’in ardından okudukları tefsir kitabını göstermeye yanaşmıyorlar. Rima sadece kitabın adını söylemekle yetiniyor. El Hikmet-ül Şerife, peygamberlik iddiasında bulunan Hamza’nın kaleme aldığı kitaplar dizisinin ortak adı. Altı kitaptan oluşan bu seri her zaman inanç önderlerinin elinde bulunuyor. Kitabı okuyanlar, gerektiği kadarını diğerlerine anlatıyor.

İbadet halkasının en ucundaki yaşlı adam, bir el işaretiyle yaklaşmamızı istiyor. Rima, dışarıda kalıyor; çünkü saçlarının bir kısmı açıkken ve üzerinde pantolon varken erkekler bölümüne girmesi hoş karşılanmıyor. Fotoğraf makinamızı elden ele dolaştıran adamlar kendi görüntüleriyle karşılaşmaktan memnun mırıldanıyorlar. Her şey yolunda görünüyor; fakat yabancıların yanında ibadeti bırakan bu haşin görünümlü adamları daha fazla rahatsız etmemeli. Dürzileri, üzerinde mumlar yanan sehpanın etrafında, sabaha kadar sürecek ibadetleriyle başbaşa bırakıp Ranya’nın evine gidiyoruz.

Şimdi sıra, daha önceden sözünü aldığımız üzere, Ranya, Rima ve anneleri Ümmü Semir ile birlikte Dürzilik hakkında konuşmakta... Yer minderlerinde, çay ve kurabiye eşliğinde başlayan sohbetin ardından elimizde kalanlar şöyle:

Dürziler, kendilerini ‘El-muvahhidun-ul Duruziyyun’ yani Allah’ı birleyen Dürziler şeklinde tanımlıyorlar.

Dinden sorumlu oldukları yaş, 40; ancak, isteyen Dürzi, bütün sorumlulukları üstlenmek şartıyla daha genç bir yaşta da dindarlığı seçebiliyor. Ancak gençler, şartları ağır buldukları için özellikle de sigarayı bırakmak zorunda oldukları için geri dönüşü olmayan bu yola vaktinden önce girmek istemiyor. (Ranya, “Uygulaması zor bir din, bu yüzden gençler dini araştırmaktan ve bu alanda derinleşmekten çekiniyor” diyor.)

Dindar Dürzi erkekler siyah şalvar ve beyaz sarık takmak zorunda. Sigara ve alkollü içki içmek, yalan söylemek ve küfür etmek yasak. Bu zorunluluklar 40 yaşından önce dine giren erkekler için de geçerli. (Dürzilerin dini kurallara eskisi gibi uymadığını söyleyen Ümmü Semir, erkeklerin haram olmasına rağmen yalan söylemelerinden yakınıyor.)

Kadınlar, dindar olsun olmasın, asla sigara, içki ve nargile içemiyor. Tıpkı erkekler gibi 40 yaşında dine giriyorlar. Siyah tennure ve beyaz başörtü takıyor, yakın akrabalar dışındaki erkeklerle tokalaşamıyorlar. Aynı şartlar, dine yönelen genç kızlar için de geçerli. (Ümmü Semir, kızları Ranya ve Rima’yı göstererek; “Aslında gençlerin de başını örtmesi gerekiyor; ama yeni nesil kurallara uymuyor” diyor.)

Dürzi erkeklerin ikinci bir eşle evlenmesi yasak. “Size helal olan kadınlardan iki veya üç ya da en fazla dört kadını nikahlayabilirsiniz; ama eğer aralarında adaleti sağlayamayacağınızdan korkarsanız bir eşle yetinin” mealindeki ayeti, “Madem ki adil olamazsınız o zaman tek eşle evlenin” şeklinde tefsir etmişler.

Selman-ı Farisi’nin soyundan geldiklerine inanan Dürziler, “Namaz bizden kaldırıldı” diyorlar. Onlara göre, Hendek Savaşı’nda Peygamberimize yardım eden Farisi ve onun soyundan gelenlere namaz farz olmaktan çıktı. Medine’nin etrafındaki hendekler Selman-ı Farisi’nin önerisi üzerine kazılmıştı.

Böyle inanmalarına rağmen Dürziler, tek secdeli bir namaz kılıyor. Erkekler secdede Kur’an-ı Kerim’den ezberledikleri sureleri okuyor. Kadınlar sadece Fatiha suresini okuyor; çünkü bunun dışında ezberledikleri bir sure yok. (‘Biz, İslam’ın bir koluyuz, Muhammed’in dinindeyiz. Başka bir dinden değiliz.’ diyen Ümmü Semir, Fatiha’yı baştan sona okuyarak, bu konudaki bilgisini gösterdi. Bu arada, Ümmü Semir’in Peygamberimizin adı anıldığında salavat getirdiğini de söylemek gerek.)

Dindar Dürziler hacca gidiyor ve ramazan ayını oruçla geçiriyor. ‘Dinin büyükleri’ olarak anılan erkekler Kurban Bayramı’ndan 10 gün önce de oruç tutuyor.

Dürzi olmayan bir kadın ya da erkekle evlenmek ‘nesli bozduğu’ gerekçesiyle yasak. Bundan kırk yıl önce, köyden bir delikanlı dışarıdan bir kızla evlendiği için boğazı kesilerek öldürülmüş. Yine aynı şekilde Şam’da Sünni bir Arap’a kaçan genç kız ağabeyleri tarafından öldürülmüş. (Ümmü Semir, “Artık böyle şeyler olmuyor. Dışarıdan biriyle evlenen gençler aileleriyle birlikte köyden kovuluyor” diyor.)

Zühd hayatı yaşayabilmek ve dinlerini koruyabilmek için dağlık bölgelere yerleşen Dürzilerin inançlarını binlerce yıldan bu yana yaşattığı düşünülürse başarılı oldukları söylenebilir.

Resim

YAŞAMAK İÇİN DAĞLIK BÖLGELERİ SEÇİYORLAR

Bugün, Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün’de dağınık topluluklar halinde yaşayan Dürziler’in en yoğun yaşadığı bölge Lübnanın dağlık yöreleri. Avrupa, ABD ve hatta Avustralya’da da az sayıda Dürzi yaşadığı biliniyor. Suriye’deki azınlıkların yüzde 3’ü Dürzilerden oluşuyor. Dünya üzerindeki toplam Dürzi nüfusun ise yaklaşık 350 bin civarında olduğu sanılıyor. Günümüz İslam mezhepleri arasında Ehl–i sünnet mezhebi, İmamiyye Şiası, İsmailiyye, Vahhabilik, Nusayrilik, Yezidilik, Babilik, Bahailik ve Kadıyanilik ile birlikte anılan Dürziliğin fırka olarak İsmaililerin arasından çıktığı ve Nusayrilik ile benzerlik gösterdiği biliniyor. Dürziler; Allah’ın insan biçiminde zuhur ettiğine ve son tecellinin de Hakim Biemrillah şekliyle gerçekleştiğine; inancın örtülmesi ve gizlenmesinin farz olduğuna; tenasühe (ruh göçü) inanıyor. Dürzilerle yüzyıllardır aynı bölgelerde yaşayan ve aynı dili konuşan (Arapça) Nusayri Alevileri de tıpkı Dürziler gibi El Hikmet ül Şerife kitaplarına ve tenasühe inanıyor. Ancak Nusayriler tenasüh inancında Dürziler’den ayrılıyor. Onlara göre günahkâr kişilerin ruhları, diriliş dönüşümünü hayvan vücutlarında dünyaya gelerek tamamlar.

DÜRZİ RAYNA, TÜRKÇE ÖĞRENİYOR

Dürziler Şam’da da tıpkı Suveyda şehri ve köylerinde olduğu gibi ‘kapalı’ bir hayat sürdürdükleri için Müslüman Araplar ile dostane bir ilişki kurdukları söylenemez. Dımeşk Üniversitesi’nde şeriat okuyan Hüsniye, aynı üniversitede edebiyat doktorası yapan Dürzi Ranya ile dostluk kurduğu için arkadaşlarının eleştirisine hedef olmuş. Bir Dürzi köyüne gitmek de yine Müslüman Araplar için hoş karşılanabilecek bir eylem değil. Hüsniye eleştirilere aldırmıyor; hatta Ranya’nın sağlam karakteriyle diğer arkadaşlarından daha özel bir yerde durduğunu söylüyor. 29 yaşındaki Ranya da, Türk arkadaşlarıyla daha iyi anlaşabilmek ve günün birinde İstanbul’a gidebilmek için Türkiye Büyükelçiliği’nin Şam’da açtığı Türkçe dil kurslarına katılıyor. Hedefi, Türk edebiyatından Arapça’ya çeviriler yapmak... Edebiyat doktorası ve Türkçe dil kursundan arta kalan vakitlerinde tiyatro eğitimi de alan Ranya, köyün üniversiteyi bitiren ve doktoraya başlayan ilk genç kızı.

http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=15814


_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 8 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye