Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Şeyh Ragıp (Robert Frager) İle Röportaj
MesajGönderilme zamanı: 03.06.09, 18:13 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 17.12.08, 16:48
Mesajlar: 237
"İki Başlı Adam" Şeyh Ragıp (Robert Frager) İle Röportaj

"İkili bir röportaj mı? Elbette. Bunun adına 'şizofren biriyle sohbetler' diyebilirsiniz" , diyen telefonun diğer ucundaki ses, samimi bir şekilde içten içte güldü. "muhtemelen kendimle çelişeceğim de ondan. Sufi şapkamı giydiğimde psikoloji hakkında genellikle korkunç şeyler söylerim." Bir sonbahar ayında öğleden sonranın ilk saatleriydi ve Benötesi Psikoloji Enstitüsünde okulun ilk günüydü. Okulun kurucu başkanı Dr. Robert Frager formunda gözüküyordu.

Bu tatlı dilli profesörü aynı konu üzerine röportaj için ikinci kez aramıştım. Bu teklifi biraz tereddütle karşılayacağından emindim. Yine de, alışılmışın dışındaki fikirlerimin alıcı bir zeminde yer buluyor olması beni memnun etmişti.

İleriye yönelik çalışmalar yapan akademik kuruluşun (The Institute of Transpersonal Psychology) çoğu öğrencisi ve öğretim görevlisine yol gösteren Dr. Frager, işine kendini adamış bir öğretmen; Harward'ta eğitim görmüş bir psikolog ve diğer çalışmalarının yanında 'Kişilik ve Kişisel Gelişim' adlı psikoloji dersi kitabının yazarıdır. Sufilerin, Halvetilik-Cerrahilik tarikatının bir kolunun bulunduğu Kaliforniya Redwood City 'nin yaklaşık 20 mensubuna göre ise, onun adı Şeyh Ragıp'tır. Başka bir deyişle, ellerini öptükleri, sözlerine saygı duyup, hayatlarına geçirdikleri ve hayatına imrendikleri Baba'larıdır. Kısacası, onların ruhani rehberidir Şeyh Ragıp.

Bundan önceki sayıda, Dr. Frager'in Benötesi Psikoloji alanındaki öncü çalışmasından haberdardık. Fakat Dr. Frager’ın derin sadakat gerektiren Sufizm’in Türk kolunda ruhani bir lider olarak oynadığı rolü anlayabilmemiz, ancak, ego üzerine Sufi öğretileri araştırdığımız bir sırada, onun, “Kalp Nefs ve Ruh: Gelişim, Denge ve Uyum'un Sufi Psikolojisi” adlı yeni kitabının bir inceleme kopyasını posta kutumuzda bulmamızla mümkün oldu. Bunu duyduğumuzda çok şaşırmıştık. Nasıl olabilir diye merak ettik; egonun söz konusu olduğu, aslında birbirinin zıttı iki dünyada bir adamın ayakları nasıl oluyor da böylesine sımsıkı basabiliyordu? Bu noktada, birkaç ay ego üzerine yazılmış manevi ve psikolojik bakış açılarını inceledik.

Sufilik ve psikolojinin her ikisinin de, kendilerini egonun doğası ve işleyişi üzerine çalışmalara adadıklarını, fakat ikisinin de egonun ne olduğu ve bütünlüğe giden yolda oynadığı rol üzerine birbirinden tamamen farklı sonuçlara vardıkları su götürmez bir gerçekti. (y.n.: Burada “ego” ile ilk nefs kastediliyor; özellikle nefsi emmare diye nefsin en alt katı). Allah aşkıyla yanan Sufi şeyhlerine ve dervişlerine göre, ego her zaman için insanlığın bir numaralı düşmanı olmuştur. Gerçekten de dünyanın tüm hikmet gelenekleri içinde İslam’ın bin yıllık manevi kolu Sufilik (muhtemelen Ortodoks hristiyanlığı hariç) manevi hayatın zamana meydan okuyan düşmanının doğası ve yapısına karşı en sıkı duruşu sergilemektedir.

Arapça'da nefs-i emmare ya da 'başına buyruk, kötülüğe teşvik eden' olarak da bilinen benliğin bu asi, acımasız yanının çoğu Sufi üstadlarınca manevi yolcuyu yolundan çıkarmada şeytandan daha da insafsız olduğu düşünülmektedir. Sufiler, bizlerin diğer insanlardan ayrılma ve onlardan üstün olduğumuzu temin edebilme çabasında kurnaz, hilekar, becerikli ve bizimle Allah arasındaki en büyük perde olan egonun manevi olarak ilerlememizi durdurabilmek için elinden geleni yapacağını söylemektedirler. Bu da, Sufilerin genellikle aşırı karşıtlıklarla sonuçlanacağına inandıkları bir gerçektir.

Mekkelilerle yaptığı tarihi savaş dönüşünde, Hz. Muhammed'in arkasından gelenlere dönüp, şöyle dediği rivayet edilmektedir: " Şimdi küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz, nefs ile olan cihada." (y.n.:burada nefsi emare kastediliyor). Sufi literatüründe de ne zaman ego söz konusu olsa mücahede ve manevi savaş gibi terimler de hemen ardından gelir. Nefsi göndermeyi umdukları noktaları tarif etmek için nefsi köreltme, defetme, yok etme terimlerini kullanan Sufi üstadları, içimizdeki bu tiranı çıkarıp atmak için gerekli çabadan aşk ve şevk ile bahsetmektedirler.

11. yüzyıl Sufi kitabı Keşf el Mahcub "Tüm manevi işlerin ve gayretlerin mükemmele ulaşmasında, nefslere karşı koyma, temeli teşkil eder" der. Nimatullahi tarikatının şu anki lideri Şeyh Cevad Nurbahşi, "Bu savaşa en başından başlanmadığı takdirde, bu yolda hiçbir şey başarılamayacaktır" diyerek bizleri uyarmaktadır. 9. yüzyıl Sufi üstadı Ebu Hafs Haddad, "Eğer nefsinizi ezmez, nerede olursa olsun ona her daim karşı koymazsanız, nefsiniz sizi sürekli kandıracaktır" diye uyarır. Ve son olarak, kendini sıfırlayan Ebu Bekr Saydalani şöyle der: "Nefsler ölmeden önce hiçbir gerçekliğe ulaşılamaz." Tüm dinlerin en büyük bilgeleri gibi Sufiliğin büyük üstadları da egonun ezilmesi konusunda hemfikir olsalar da, iş, benliğin sınırlarını tanımlamaya gelince, 21. yüzyılın ilk ışıklarında din artık sorgulanamaz hakimiyetini koruyamaz hale gelmiştir. Gerçekten de, bilimsel dünyanın saltanatı altında, insan ruhunun gizemlerini elinde tutan varsa, onlar da hiç şüphesiz psikologlardır. Ve egonun söz konusu olduğu yerde, kararlı bir şekilde farklı telden çalıyorlar.

Batı psikolojisi teorisyen ve terapistleri, egonun hayati rolunü 'işlevsel merkez' ve kişilikte düzenleyici ilke olarak savunmaktalar ve birbirine zıt psikolojik güçler arasındaki olmazsa olmaz arabulucu ve bireyselliğin öz manası olarak görmekteler ve olmadığı takdirde kişiliğin de gelişemeyeceğini savunmaktadırlar. Bu teorisyen ve terapistlerin üzerinde durdukları noktalar ve teoriler birbirinden farklı da olsa önemli bir sonuçta birleşmiş görünmektedirler; o da, egonun özgürlük arayışımızda bir düşman değil, aksine bizim en güçlü müttefikimiz olabileceğidir. Bu büyük ideolojik uçurum kısmen de olsa terimlerin farklı tanımlanmasından kaynaklanabilir. Gurur, narsisizm ve kişisel imaja bağlılık, otomatikman, karakter, 'işlevsel merkez' ve kişi mutluluğu demek değildir. Yine de tanımlamaları bir kenara bırakacak olursak, ayan beyan ortada olan şey ise batı psikolojisinin başlıca okullarında içimizde hiç durmadan manevi terakkimizi sekteye uğratmaya çalışan bir 'düşmanın' olduğu fikri ve eğer mutlak potansiyeli yakalamak istiyorsak kişiliğe olan bağlılığımızın her ne şekilde olursa olsun terk edilmesi gerektiğinin tam olarak alıcı bir zemin bulamamış olmasıdır.

Aslında, tasavvuf öğretisinin ve gelişim teorisinin son zamanlarda ayrılmaz ikili olduğu benötesi psikolojisinin öncü alanında bile, "yaralı egoyu iyileştirme" ve egonun sinsi, bitmek tükenmek bilmeyen kışkırtıcı bombardımanları karşısında mutlak feragat yollarını aramaktansa, "yaralı egoyu iyileştirme" ve "bizi biz olarak kabul etme"nin yolları ve vasıtalarını bulmakla karşılaşabiliriz. Gerçekten de, dizginler psikolojik paradigmanın eline verildiği her yerde, açık ya da örtük amaç, benliği aşmak ya da benliği tamamıyla bırakmak değil, aksine benliği iyileştirmek ve onarmak olduğu görülüyor.

İnsan gelişimi üzerine bu iki yaklaşımın uzlaşmaz görünen amaçları ışığında hayatını ve çalışmalarını bu iki yaklaşıma tutkulu bir şekilde ve belki de eşit derecede adayan böylesi bir adamın, Şeyh Ragıp (Robert Frager)ın, egonun her zaman beraberinde getirdiği hileli alanı nasıl hesaba kattığını merak ettik. Nasıl olur da bu iki yaklaşım bu adamda bir araya gelebilir? Gerçekten de o, buluşacağımız zaman söylediği gibi, şizofren miydi? Ya da diğerlerini de bu alanda olduğu gibi, o da bir şekilde bu iki yaklaşımı birleştirici 'her şey teorisi' yle birleştirebilmenin yolunu mu bulmuştu? Eğer bulduysa da, bu tam anlamıyla mutlu bir evlilik olur muydu?

Bize kendiliğinden gelen olağanüstü fırsat karşısında şaşkınlık içinde, geçen Ekim Kaliforniya 'ya gittik, ve cumartesi gecesi toplantısında Palo Alto dışındaki İran süslemeli Sufi Merkezi'nde Şeyh Ragıp'la konuştuk. Ve o pazartesi, Benötesi Psikoloji Enstitüsü’nde bir konferans masasında Dr. Robert Frager'e rastladık. Nihayetinde de, bu karşılaşma, insan potansiyel hareketinin öncü yenilikçilerinden birinin hayatının ve bakış açısının ilginç bir keşfiyle sonuçlandı. Yani iki güçlü geleneğin derinliğini ve hikmetini anlatan ve bu iki geleneğin ortak bir zemin bulmaya çalıştıklarında kendini ortaya çıkaran ince ve şaşırtıcı alanını ortaya çıkaran bir öncünün hayatıyla sonuçlandı.

***

WIE: Ego ne demektir?

Şeyh Ragıp: Freud'un yazısı İngilizce'ye çevrildiğinde, "ego" olarak çevrilen kelimenin Almanca'da "ben" anlamına gelen "das ich" kelimesine tekabül etmesi ilginçtir. Günümüz kişilik teorileri de çalışmalarını, egonun "ben" nosyonu üzerine, yani "ben kimim?" sorusuna verilen cevap üzerine inşa etmişlerdir. Sufizm de bu tanımla büyük oranda uyuşmaktadır. Ve Sufizm, "kişisel nefs (y.n.: canlı nefs, canın aydınlattığı nefs)" olarak adlandırdığı bu benlik anlayışını, bizlerin kendimizi somutlaştırmak yani kendimizi somut görme yeteneğimizin doğal bir tezahürü olarak görmektedir. Böylece, bir şeyleri yapabilme yeteneğimiz bize, harekete geçme ve planlama için muazzam bir güç, dolayısıyla da muazzam bir kontrol vermektedir. Problem tam da sizin " Burada ben varım, buradayım, ben varım" demeye başladığınız an çıkmaktadır. Buradan hareketle, aynı zamanda dünyadan da bağlantıyı kesiyorsunuz. Eğer "ben" ya da "bana" dersem, işte bu beraberinde bir dualizm getirir.

Çünkü eğer "ben" varsa "öteki" de olmak zorundadır. Fakat olaya Sufi gözüyle bakarsak, biz tekliğin peşindeyiz ve çok güçlü olan bu dualizm, tekliğe ulaşmada karşımıza çıkabilecek en büyük engellerden biridir. Kim "ben" den vazgeçmek ister ki? Kendimizden vazgeçmek istemeyiz, aksine bu "ben kimim?" sorusuna delicesine bağlıyız. Bu yüzden esas itibariyle egonun temelleri bu ayrılık ve bireyselcilik anlayışına dayanmaktadır. Kimliklerimizi ruh (tümcel nefs) ve içimizdeki ilahi güçle tanımlamak yerine, bu ayrılıkla tanımlıyoruz. Ve ne oranda kendi memnuniyetimize, kendi imajımıza ve de ayrılığa bağlıysak, o oranda da doğrudan manevi bir yol izlemekten sapıyoruz. Ve bu da bizi en derin manevi yaşantıdan alıkoyuyor. Çünkü yaşamımızdaki bu ayrı benlik, sürekli kendini hissettiriyor. Meslektaşlarımdan biri, bir keresinde şöyle demişti: "Herkes Allah’ı istiyor ama tevhidden kaçmak için adeta savaşıyor”.


WIE: “Kalp, Nefs ve Ruh” adlı kitabınızda egoyu "manevi yolculuktan bizleri saptıran içimizdeki tüm güçlerin bütünü" şeklinde tanımlamıştınız. Sizin de burada söylediğiniz ego Sufizm'in dediği gibi "acımasız nefs" midir?

SR: Evet. Sufizm'de nefsin ya da benliğin en alt mertebesi bizi başıbozukluğa sevk eden içimizdeki tüm güçler anlamına gelen nefs-i emmare ya da acımasız nefslerdir. Ve bu mertebede bunların farkında değilizdir, tıpkı bir alkol tiryakisinin "Alkolle bir sorunum yok. Biraz kahvaltıda, biraz öğle yemeğinde, biraz da ikisinin arasında alıyorum ama hiçbir problemim yok" demesi gibi biz de nefsi emarenin varlığını görmezden geliyoruz. Ve aslında acımasız nefsleri öylesi güçlü yapan da bu kabul etmeme, bu farkında olmamadır. Ve çoğumuz, zannettiğimizin de ötesinde bu aşamadayızdır. Bence bu aşama çoğumuzun yakalanabileceği bir aşamadır. Mesela otoyolda biri size engel olduğunda, ya da biri kaba davrandığında, gururunuzu rencide edip sinirlendirdiğinde olduğu gibi. Böylece, bu farkında olmama (bilinçsizlik) mertebesine düşüyoruz. Ve bu da, inanılmayacak derecede tehlikeli bir mertebe.

Şimdilerde Sufizm, nefslerin belli aşama ve mertebelerinden bahsediyor ve ikinci mertebeyi de "kendini kınayan" ya da " pişman nefsler" (nefs-i levvame) olarak adlandırıyor. Bu aşamada, nefsin daha çok farkındasınızdır, ama yine de onun ağına düşersiniz. Bu şuna benzer: "Biliyorum, yanlış şeyi söyleyeceğim, umarım kendimi durdurabilirim....of kahretsin, işte başlıyorum...." diye cümlenize başlarsınız, susmanız gerektiğinin farkındasınızdır ama bunu yapamaz ve kafanıza koyduğunuzu yaparsınız. Bu belli aşamada, en azından merkezden uzaklaştığımızın farkındayızdır, bilincimizin üst seviyesinde olmayan bir şeyin tuzağındayızdır, ama bunun bizi yönettiğinin farkında olsak da yine bunun için kendimize izin veririz. Ve sonrasında çalışıp daha net bir şekilde görmeye devam ettikçe, salih amel ve Allah’ın isimleri üzerine tefekkür etmek için çabaladıkça, yavaş yavaş, en güzel bir şekilde bu güçleri zayıflatıp saltanatlarını devireceğiz.

Bu aşamada bile bu güçler belli durumlarda hızlarını arttırabilirler. % 99’unda bu güçleri kontrol altına almada başarılı olabiliriz ama bunlar belki de en üst mertebelerdeki mübarekler hariç mevcudiyetlerini içinde korumaktadırlar. Hz. Muhammed (salat ve selam onun üzerine olsun) in söylenegelen bir hikayesi vardır. Hz. Muhammed, ibadet etmek için gece yarısı dışarı çıkar ve genç eşi Aişe peygamberimizin diğer karısının yanına gittiğini düşünür. Efendimiz çölün ıssızlığına doğru ilerlerken Aişe büyük bir hızla dışarı çıkar ve Efendimiz ona dönüp şöyle der: " Ya Aişe, küçük şeytanını da beraberinde mi getirdin?" Ve Aişe şöyle der: " Ne küçük şeytanı?" Efendimiz cevaben: " Her insanın bir küçük şeytanı, melun bir yanı, yani nefsi vardır." der. Bunun üzerine Aişe sorar: "Sende de mi, Sen ki Allah'ın peygamberisin?". " Evet, bende bile var. Ama benimkini müslüman yaptım ben." Bu, başka bir ifadeyle şu anlama gelir: " Benimki teslim oldu", çünkü müslüman demek teslim olan demektir. Ve biliriz ki çoğumuzun dayanamayıp patladığı çoğu durumda büyük zatlar hiç görülmedik bir sabır sergileyerek kendilerine hakim oluyorlar. Yine de, bence en büyük zatlar hariç hepimizin içinde baştan çıkartmayı bekleyen potansiyel hala mevcudiyetini korumaktadır.


WIE: Kişi manevi yolunda ilerlerken, bu baştan çıkarma farklı şekillerde tezahür edebilir mi?

SR: Evet, olabilir. Mesela, eğer nefsin mertebelerine devam edecek olursak, nefs-i levvameden sonra nefs-i mülhime dediğimiz nefs gelir. Bu mülhim benlikte kalbin kendisi ve içteki nur, ete kemiğe bürünmeye başlar ve böylelikle egonun güçlerine karşı tam anlamıyla bir alternatif bulmuş oluruz. Bu da bir çeşit rehber ve doğruluğa bağlılık olan, içe doğmadır. Buradaki problem alt seviyedeki güçlerin hala bir nevi iş başında olmasından kaynaklanır. Egonun saltanatı hiçbir şekilde son bulmaz ve tabii ki de en büyük tehlike, egonun bu hikmet ve nuru kendini sıfırlama yolunda değil de kendini büyük görme ve şişirme yolunda kullanmasıdır. Doğal olarak kişi şöyle der: " Bu nur, bu hikmet bana ait değil. Bu, bende gerçek olan ve kaynağını başka bir yerden alan birşey." Diğer taraftan ego, " Bu, benim hikmetim. Ben bilirim" demek ister.

Yakın zamanlarda Mariana, “Dağa Giderken Yarı Yolda” (Caplan Halfway up the Mountain) adında ilginç bir kitap çıkardı. Bu kitaptaki mecaz iyi olmamış çünkü bu dağ muhtemelen sonsuz bir dağ ve bu kitap bu dağda yarı yolda bir yerlerde kalıvermiş manevi rehberlerin karşılaşabilecekleri birçok tehlikeden bahsediyor. Bu aşama, diğer tüm aşamalardan daha tehlikelidir, çünkü burada ego, gerçek hikmet ve gerçek nurla doludur ve bir şeyleri değiştirmek oldukça zordur. Çünkü nur gerçektir, hikmet gerçektir. Problem, egonun bunu kendinden daha büyük bir şeyden değil de kendinden bilmesidir. Ve böylelikle benlik, daha da belirgin hale gelir, iyice billurlaşır. Ama bizim istediğimiz tabii ki de benliğin daha şeffaf olması, nurlu olması ve öylesine sabit bir şey olmamasıdır.


WIE: Sufizm, egonun tiranlığından özgür bir hayata geçişin mümkün olduğunu kendi yaşantılarıyla gösteren, Allah’ın canlı tezahürleri olan, büyük zatların bin yıllık bir mirasına sahiptir. Egoyu aşan bir kişide kişiliğin ifadesi nasıl olur da değişir?

SR: Yine kendi kişiliklerine sahiptirler, ama bunu şu şekilde söyleyebiliriz, kişilikleri onları yönetmez. Onlar kişiliklerini yönetirler. Başka bir deyişle, bir şekilde bu kişilik güzelleşir, nur ve sevgiyle dopdolu bir hal alır. Bu, hala bir kişiliktir ve hiçbir şekilde genel bir anlam falan da kazanmış olmaz. Hepsi birbirinden farklıdır. Ama ayrı bir güzellik gelmiştir, çünkü kişilik, içinde ilahi güzellikleri taşıyan bir kap halini almıştır adeta. Toprak bir kap, içindekileri nasıl emerse kişilik de aynen öyle, Allah’ı taşımada, sevgi, nur, cömertlik ve ilahi merhamet gibi ilahi vasıfları muhteva eder. Mecazın sınırlarını zorlayacak olursak, artık hiçbir sızıntı yoktur ortada.

Bir keresinde hocalarımızdan biri şöyle demişti: "Eğer temel yaşantınızı bir düzene oturtmamışsanız ve sükunet, denge, hizmet ve doğruluk hayatı yaşamayıp temel gereklilikleri yerine getirmiyorsanız, sonra da kendinizi tefekküre ya da diğer manevi yollara veriyorsanız, bu aynen organik ot yeyip süper organik süt veren bir ineğe sahip olmaya benzer. Fakat sütünüzü sağdığınızda, süt dibinde bir çift deliği olan bir kovaya akar." Korkunç bir israf. Herhalde o sütü hiç kullanamayacaksınız. Kişilik de aynı buradaki kova gibidir. Sahtekarlık ve huzur eksikliği gibi belli başlı davranışlar, deliklere benzer ve bunlar yüzünden Allah aşkını tutamayız, kaybederiz. Ama büyük zatlar kaybetmez.


WIE: Sufi literatüründe ego genellikle manevi gelişimimize sürekli karşı çıkan, ruhun inatçı bir parçası olarak tanımlanmaktadır. Peki egonun gündemini harekete geçiren güç nedir? Egonun altında yatan sebep nedir?

SR: Aslında buna iki cevap verilebilir. Birisi, egonun hayatta kalmasıyla ilgilidir. Ego değişiklikten korkar, derin manevi deneyim ve değişimden ölümüne korkar. Çünkü bu açıdan bakarsak, böylesi bir değişiklik egonun ölümü demektir. Bununla baş edebileceği aklından bile geçmez. Belki de başarılı olamaz. Bu yüzden bu, hayatta kalma mekanizmasıdır. Olduğu gibi kalmak isteyen herkesin bir parçasıdır bu mekanizma. Hepimizin içinde ve "Değişme", "Değişime hayır" diyen, değişmemekte iddialı bir elemandır. Olayın diğer bir yönü ise, Sufilerin egoyu genellikle şeytanla, habislikle bağlantılı olarak görmeleridir. Ve Jung 'un da, gölge üzerine aşağı yukarı aynı şeyleri söylemesi dikkate değerdir. Bir taraftan egoyu görmeyiz ve bizdeki varlığını kabullenmeyiz, fakat Jung, egonun aynı zamanda "şeytani güçler" diye adlandırdığı daha büyük kozmik güçlerle ilgili olduğunu söyler. Ve kimse bundan bahsetmek istemez. Öyle çok popüler bir konu da değildir.

Aslında ben, pozitif düşünme üzerine odaklanmış yeni din gruplarından birine manevi psikoloji konulu ders veriyorum ve ne zaman egonun bu şeytani yönünü açsam, sanki onların kutsal bir hayvanını kızdırmış oluyorum. "Kötülüğün var olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Kainat mükemmel, Allah mükemmel!" Ve bir tarafım onlara şöyle demek istiyor: "Bir dakika, ışığın olduğu heryerde gölge vardır." Zaman zaman nefslerin bir birey gibi güdülendiklerini söylemek yanlış olmasa gerek. Belli bir dereceye kadar bu, bir mecaz, fakat belli bir yerden sonra da bunun bir varlıkmış gibi iş görmesi de muhtemel. Şeyh Tosun Bayrak, nefsleri, içimizdeki güzellikleri ve değerleri çalmaya çalışan "hırsız" olarak adlandırmaktadır. Nefs, şeytanın adeta kulu kölesi ve işi de bizim imanımızı sınamak. Aslında Tosun Hocanın bize şöyle dediği de olurdu: "Özellikle de Hac yolunda bulunduktan, gerçek manada bir şeyler yaptıktan sonra, ihtiyatlı olunması gerek, çünkü hırsızlar genellikle boş evlere girmezler, ancak bir şeylerin olması gerek..." Siz olgunlaşıp değiştikçe, bir yandan da bir nevi karşıt güç de harekete geçebilir.


WIE: Kendi ruhumuzdaki kuyumuzu kazmaya çalışan bu güce karşı Sufizm bize ne öneriyor?

SR: Şeyh Tosun (Bayrak) un buna verdiği bir cevap şöyle: "Bir gece evinize hırsız girse ne yaparsınız? Yatak odasındasınız, hırsızın parmak uçlarında yürüdüğünü ve şamdanın çantasına girdiğini duyuyorsunuz. Eğer elinizde bir bıçak aşağıya inerseniz, hırsız da bir bıçak alacaktır eline. Eğer elinizde silahınız olsa, o da bir silaha alacaktır. Evden neyi alırsanız alın, hırsız da aynısını edinecektir. Ona karşı kullandığınız gücü, size yansıtacaktır ve bu güç korkunç derecede yıkıcı bir güç olacaktır." Peki ne yapacaksınız? Şeyhin verdiği cevap şu: "Işıkları açarsınız!" Çünkü hırsız korkar ve o anda farkındalık ışığını açarsanız hırsız kaçıp gidecektir ve savaşmazsınız. Dünyada en aptalca şeyin şeytanla savaşmak olduğunu görürsünüz. Bunun üzerine gerek Sufizm'de gerek başka yerlerde söylenen bir sürü hikaye vardır ve şeytanla savaşa girdiğinizde tahmin edin kim kazanıyor? Düşünmesi bile çok kötü.

WIE: Kur’an'da da çok bilindik bir hikaye geçmektedir. Hz. Muhammed, savaş dönüşünde onu takip edenlere şöyle der: " Şimdi küçük cihattan büyük cihada, nefislere karşı olan cihada geçiyoruz." Olaya, sizin egoya karşı savaşmama üzerine söyledikleriniz ışığında baktığımızda Hz. Muhammed' ten birçok insana aktarılan manevi savaş mecazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

SR: Bence o zaman için böylesi bir eğitim, dört dörtlük bir eğitimdi, fakat buradaki bağlamı anlamak lazım. Müslümanlar, kendilerinden daha fazla paraya, atlıya sahip, donanması, silahları ve zırhları kat kat daha iyi olan Mekkelilerle savaştan yeni dönmüşlerdi. Tabii, imanın, azmin ve Allah’ın lütfuyla kazanmışlardı bu savaşı. Yorgun ve bitkindiler ama şöyle bir hisse de kapılmıyor değillerdi: " Vay be, bunu biz başardık! Biz büyük savaşçılarız, baksana neler yaptık. O kafir Mekkelilerin hepsine hadlerini bildirdik."Tam bu noktada Hz. Muhammed şöyle dedi: " Şimdi daha büyük cihada başlıyoruz!" Bu sözüyle O, içlerindeki küçük gururu kastediyordu.

Bence problem, 'kutsal cihadın' adını duyduğumuzda yapmaya kalktığımız şeylerden kaynaklanıyor; birden her şey siyah ve beyaz oluveriyor. Bir savaşta müttefikiniz kim, düşmanınız kim bilirsiniz. Ama, manevi yolda çizgiler daha da inceliyor. Nefs hiçbir zaman size: "Ben senin manevi düşmanınım, seni manevi yolundan ayıracağım. Senin daha az tefekkür etmeni istiyorum. Biraz daha az iş yapmanı istiyorum. Seni kendime sıkı sıkı bağlamak istiyorum!" demez. Ama şöyle bir şey diyebilir: " Uzun zamandır yoldasın, biraz ara versene. Böyle kendini harap etme ama, birazcık daha uyu. Hem bu, sağlığın için de faydalı. Ben, senin dostunum. Senin iyiliğini tüm kalbimle istiyorum." Ve böylelikle durum içinden çıkılmaz bir hal alır. Bununla birlikte, bunu, maalesef sürekli 'kutsal iç cihat' olarak adlandırıyoruz ve bunu hiç hoş bulmuyorum, çünkü cihat akla şiddeti getiriyor. Bana kalırsa bunu, tam bir iç eğitim olarak adlandırmak çok daha ince bir ifade olur; güzel ve zeki bir köpek eğitmek gibi, belki de bir çocuğu. Bence sevgiyle gelen değişim çok daha sağlam ve akıllıca olur.


WIE: Sufizm'de Şeyh ya da öğretmenle olan ilişkinin, dervişin egonun sınırlarını aşabilmesi için elzem bir rol oynadığı düşünülegelmiştir. Şöyle bir ifade Hz. Mevlana'dan aktarılmaktadır: "Her kim yolculuğa rehbersiz çıkarsa, iki günde alabileceği yolu iki yüz yılda alır." Peki, şeyhle olan bağlantının, dervişe egonun sınırlarını geçmesinde nasıl bir yardımı olur?

SR: Alman bir psikolog hanımın, aynı zamanda da Sufi, kullandığı mecazı çok faydalı buluyorum. Psikolog hanım şöyle demişti: "Kendinizde küçük değişikler yapmak için kendinizi yeteri kadar net görebilirsiniz, aynen bir yerinizi kestiğinizde. o yerinizi sarmanız gibi. Ama önemli bir değişiklikte bulunamazsınız çünkü ona çok yakınsınızdır. O uzvunuzu göremezsiniz. Ağaçlara bakarken ormanı göremezsiniz. "Psikolog hanım sözüne şöyle devam etti: "Kestiğiniz yeri sarabilirsiniz ama kendi apandisinizi alamazsınız." Böyle bir operasyon gerçekleştirmeniz aynen şeyhinizin size edeceği yardıma, yani o büyük önemli değişikliğe benzer. Kendiniz için yapabileceğiniz çok şey vardır ama kendi başınıza ulaşamayacağınız belli seviyelerdeki derinlikler de vardır.

WIE: Günümüzde batıda, manevi bir rehber ya da öğretmeni gerekli görmeyen ruhsal çalışmalarla ilgilenenlerin sayısı gitgide artıyor. Andrew Harvey ve diğer bir çoğunun otorite karşıtı öğretilerinden cesaret alarak gitgide daha da çok insan egonun sınırlarını aşmada kendi kendine rehber olmaya çalışıyor ve arayışlarında kendilerinin en çok faydalanabileceklerini düşündükleri hikmet geleneklerinden fikirler ve uygulamalar seçiyorlar. “Temel Sufizm” adlı eserinizde diyorsunuz ki: "Ego elindeki kontrolü kaybetmekten ve yok olup gitmekten daha da çok korkar ve elindeki ipleri bırakmamak için sebep üstüne sebep bulur." Sizce bu, öğretmen olmadan manevi yolu tek başına kontrol altında tutabilmek için egonun amansız gündemlerinin bir diğer tezahürü müdür?

SR: Evet, bence bu şekilde ifade edilebilir. Ama burada bir paradoks var. Hocalarım bana ne yapmam gerektiğini neredeyse hiç söylemezlerdi. Bir yerde işimi, ibadetlerimi kendi başıma yapmak zorunda kalıyordum. Çok sevdiğim arkadaşım Haridas Baba, yıllar öncesinde şöyle demişti: "Senin yerine yemek pişirebilirim, ama yiyemem." Bu yüzden öğretmen önünüze bir ziyafet serebilir ve işin gerisi size kalmıştır. Peki bunu, şu mükemmel kitapların hepsinde 9.95 ya da 15.95 dolara bulabileceğiniz ziyafetle yapabilir misiniz? Hocalarımı örnek aldığım, onlardan esinlendiğim tecrübeyle sabittir. Eğer hocalarımızın sevgisi olmasaydı, bizleri kabul edip örnek olmasalardı, bu yolda kalabilmek için gereken sabrı bulamazdım. Onlar, beni olduğum gibi görüp o halimle sevip kabul etmeselerdi, kendime dürüstçe ve net bir şekilde bakma cesaretini bulabilir miydim bilmiyorum.

Ama daha esas olarak düşündüğüm şey, öğretmenin güçlü bir model ve değişimin gerçek olabileceğini gösteren örnek olmasıdır. Bunun mümkün olduğunu nereden anlayacaksınız? Burada bir yerlerde, kişiliği değişime uğrayan, damarlarına sevgi ve nur işleyen biri var. Bence bunun yanında anlaşılması zor olan bazı yönler de olabilir. Bana göre yapılan bazı uygulamalar bir öğretmen tarafından verilmediyse, bunların açıktan bir gücü olmuyor. İşe yaramıyorlar. Bu yüzden kişinin kendi öğretmeninin kendisi olması durumunda bence, aktarımın, devamlılığın ve başlangıcın önemi göz ardı ediliyor. Manevi yolculuk, öylesine bir mantık ve mekanik yolu değildir. Psikolojik ya da ruhani vücut geliştirme işi de değildir. Çok daha ince ve karışıktır. Öğretmenle bir elektrik bağı kurulduğunu düşünüyorum. Ve Sufizm'de de, kalp bağı olan kalp rabıtasından bahsediyoruz. Hayatta bir öğretmen olmadan bu bağlantının kurulabildiğini gösteren örnekler olduğu şimdi aklıma geldi. St. Francis, bunu Hz. İsa vasıtasıyla başarmıştır.

Ama böyle durumlara pek rastlamayız. Kaçımız St. Francis olabiliriz ki? Bir elin parmaklarını geçmez. Öğretmenlerim de, yarı şakayla, ölmüş bir öğretmenin hayatta olandan çok daha iyi olduğunu çünkü ölmüş olanın başa çok fazla dert açmadığını söylerlerdi. Bu öğretmenler seslerini yükseltmez, eleştiri yapmaz. Yaptıkları tek şey, şunları söylemekten ibarettir: "Sevin, mutlu olun, endişelenmeyin." Zaten yazılarında daha başka ne söyleyebilecekler ki? Yumuşak ya da o kadar da yumuşak olmayan bir şekilde şöyle diyemezler: "Şimdi uygulamayı yaparken ne yaptığını biliyorsun. Neden bunu bırakmayı denemiyorsun?”. Nefsin ince oyunlarıyla başa çıkmada bir öğretmenin olması çok faydalı oluyor, çünkü bazıları yoldan sapıyor ve bunun farkında bile olmuyor. Size "Uyan çocuğum! Doksan derece dönüş yaptın, farkında bile değilsin." diyecek birine gerçekten ihtiyacınız var.


WIE: Daha önce, bizlerin manevi çabalarını görünce egonun daha da güçleniyor gibi görüneceğinden bahsetmiştiniz. “Kalp Nefs ve Ruh” adlı kitabınızda da, ciddi anlamda derviş olmaya karar verir vermez zalim nefsle ya da negatif egoyla bilinçli olarak yaşadığınız ilk tecrübenizden bahsetmiştiniz. Neden kişi manevi arayışına daha da çok bağlandığında ego daha görünür bir hal alıyor?

SR: Şey, bence çoğu insan, özellikle de manevi arayışına başlamadan evvel, tamamen acımasız nefslerin hakimiyeti altındadır. İçteki tiran, en iyi hükümdar, firavun mecazını ele alırsak ne olur? Bu, askerleri sıraya koymak için çağırması gereken bir hükümdar değildir. Aksine, bu hükümdar, emirler veren ve herkesin ona "itaat etmeliyiz" dediği bir hükümdardır. Bu, otoritesi sorgulanmayan bir hükümdardır. Ve kişi manevi yolculuğa çıkana dek her şey yolundadır, nitekim ona karşı bir mücadele yoktur, isyan yoktur. Manevi yolculuğumuza başladığımızdaysa bir isyan belirir ve sonrasında daha önce yeraltında dolaşan ve saklanan acımasız nefsin güçleri birden ortaya çıkıverir. Bu ortaya çıkış aslında nefsin gücünün zayıfladığını gösterir çünkü artık bilinçsizlik bitmiştir. Ama şöyle düşünürsünüz: "Aman Allah’ım! Düşündüğümden de kötü bir durumdaymışım." Problem, daha öncesinde ne kadar kötü bir halde olduğunuzu fark etmemekten kaynaklanmaktadır.

Aslında sizi yöneten buydu ve siz ona karşı savaşmıyordunuz. Bu yüzden bunu gördüğünüz ilk an şok yaşıyorsunuz. Bizim için en büyük lütuflardan biri, Ramazan ayı boyunca sabahtan akşama kadar oruç tutmaktır. Bunun bir sebebi, orucun nefsler için mükemmel bir ayna olmasıdır. Çok çabuk öfkeleniriz. "Oruç tutmak istemiyorum. Uyumak istiyorum." ya da "Yarın araba kullanmam lazım, oruç tutmasam olur." gibi cümleler kurmaya başlarız. Oruç tutmanın ya da zahidane bir şeyler yapmanın en büyük lütuflarından birisi de nefse karşı çıkan ve "Yapma bunu, hoşlanmıyorum bundan." diyen sesi duymaya başlamaktır. Birazcık, Oz Büyücüsüne benziyor. Bu büyük ve çok güçlü bir sestir ve şöyle düşünürsünüz: "Aslında kesinlikle bunun peşinden gitmeliyim." Fakat bu arada şöyle seslenen biri de vardır: "Bu sadece perdenin arkasındaki küçük adam." Bunu, daha net bir şekilde görmeye başladıkça, onun gerçekten hilekar olduğunu anlayacak ve gücünün azaldığını daha iyi görebileceksiniz.

Bunu gerçekten görmeniz gerekmektedir. Bu zahidane yapılan işlerin her zaman bu şekilde sonuçlanmayacağını ve asıl tehlikenin bunda yattığını anlarsınız. Bu yüzyılın Hintli en büyük öğretmenlerinden biri olan Purohit Swami, Patanjali'nin Yoga-sutralarını mükemmel bir şekilde çevirmiş. Ve çevirisinde şöyle demektedir: "Hatha yogası yapan bir sürü kişiyle tanıştım, hepsinin de iradeleri sağlamdı. Bu müthiş yeteneklerin büyük güçleri vardı ve çok güçlü egoları da işin içindeydi. Kişinin kendine bakma bağlamını göz ardı ederek bir hayat sürerseniz tabii ki de tehlike, egoyu beslemenizdir; "Bir ay boyunca oruç tuttum." İslamda bir aydan fazla oruç tutamazsınız ve bu, kısmen kendini büyük görme, şişirme problemini ortaya koymaktadır: " Yaa, sen sadece yirmi beş gün oruç tuttun ama ben otuz beş!" Böylelikle, zahitlik, egonun şişmesi için büyük bir potansiyel oluşturmaktadır, ama diğer tarafta eğer bunu "Neler olup bitiyor bak, süreci izle” bağlamında kullanırsak, bu sefer egonun etkisi büyük ölçüde azalır.


WIE: Bu konuyu araştırırken Ortodoks Hristiyan zahitlerinin diğerlerine ne kadar takvalı olduklarını belli etmemek için misafirleri geldiğinde genellikle disiplinlerini yumuşatmaya teşvik edildiklerini öğrendik.

SR: Sufizm'de egonun etkisini bu şekilde azaltma üzerine odaklanan çok güçlü bir gelenek var. Buna Melami geleneği ya da "kınama yolu" denir. Egonun bilinmek ve görünmek istediğini bilen Melamilerin, yapacakları ya görünmemek ya da diğer insanların onların ne kadar çok ibadet ettiklerini düşünmemesi için onların yanındayken kasten ibadetlerini azaltmaktır. Mesela, Melamiler hemen hemen hiç özel bir kıyafet giymezler. Özel bir buluşma yerleri bile yoktur. Egonun süsten hoşlandığını bildiklerinden her türlü süsten uzak dururlar. Bu gelenekten çok sevdiğim ve oldukça saygıdeğer bir öğretmen arkadaşım var.

İstanbul'da onun camilerimizden birine doğru gittiğini gördüm, caddede yürüyen herhangi birinden farkı yoktu, ziyaretçi öğretmene benzemiyordu. Mükemmel, çok parlak bir öğretmendir kendisi. Sufilerin çoğunda da bu özellik vardır. Yaptıkları ibadetleri insanlara göstermek yerine, bilerek sanki böyle bir şey yapmıyorlarmış gibi davranırlar ve insanların göremeyecekleri bir yerde ibadetlerini yapmak için koştururlar. Bu anlamda, bu bir savaş. Adeta egoya karşı bir savaş. Çok ince bir davranış, aynen şuna benziyor: "Sen ne yaparsan yap, biz tam tersini yapacağım. İyi mi görünmek istiyorsun? Biz kötü görüneceğiz. Görünmek mi istiyorsun? Biz görünmez olacağız. Ve göründüğümüzde de, senin bizden istediğin şekilde görünmediğimizden emin olacağız”. Müthiş bir disiplin.


WIE: Sufi şeyhi olmanızın yanında kendini transpersonal psikolojiye adayan, ilerleyici akademik enstitüsünün kurucu başkanısınız. Daha öncesinde bana, bu iki farklı rolünüzde bazı açılardan çok farklı bir kişilik sergilediğinizi, dolayısıyla da kendinizle çeliştiğinizi söylemiştiniz. Daha açık olmak gerekirse, Sufi şapkanızı giydiğinizde, seçtiğiniz meslek, psikoloji hakkında sık sık korkunç şeyler söylediğinizden bahsetmiştiniz. Bu iki dünyada yaşadığınız çatışmadan biraz bahsedebilir misiniz?

SR: Problemi belirtmenin bir şekli de şu: Doktora ünvanı veren bir enstitüde "psikoloji" terimini kullanırken, kesinlikle kalbe ve ruha önem vermeyen Batının akademik geleneğinin tamamını benimsiyoruz. Eğer "psikoloji" terimini hecelerine ayırırsak, "psyche" Yunancada “ruh”, “can” anlamına gelir ve dolayısıyla da psikoloji ya da psikoanaliz, tam olarak, kendi bünyesinde oldukça çılgın olan ruhun bilimsel analizi, mantıklı bölümü ve incelenmesi anlamına gelir. Size mi kalmış ruhu incelemek? Söz konusu ruh olunca nasıl olur da analitik olabilirsin? "Psikoloji" terimini kullandığınızda bile mantığın üstesinden gelebileceğini söyleyen bir şeylerin içine giriyorsunuzdur. Fakat mantık oldukça sınırlı bir vasıtadır.

Şurası da bir gerçek ki, mantık, hayatımda çok fazla yanlış kararlar vermeme sebep oldu. Ve Sufizm'de, yüksek mertebelere çıkar çıkmaz mantığı unutun. Artık işe yaramaz mantık, çünkü karşısında bir paradoks vardır; Sendeki üstün olan ruh nedir? Öncenin öncesi nedir? Ya sonranın sonrası? Mantığın başa çıkabileceği bir soru gelmiyor akla. Bu yüzden psikolojinin kişiyi sadece buraya kadar getirebileceğine inanıyorum. Ve bence, psikoloji de dahil, modern bilim ve teknolojinin problemi kendi sınırlarını bilmemesidir. "Temple Science" da felsefe ve din profesörü olup ilginç deneyimler edinen Huston Smith de bu konu üzerine çok güzel yazmış. Uçsuz bucaksız yıldızlar ve çıplak gözle göremediğimiz nesnelerin bulunduğu geniş ve karanlık gökyüzünün olduğunu söylüyor. Ve bilim eline bir ışık alıyor ve bunun bir kısmını aydınlatıyor. Bilimin yaşadığı problem şu: "Eğer biz bir şeyleri aydınlatamıyorsak, o yoktur." Modern akademik bilimde olduğu gibi, psikolojideki problem de kalple ilgili konular, nihai anlam ve önem, ruhla ilgili konulara ulaşamadığında bunların önemini hiçe saymasıdır.

Şimdi, psikoloji bazı şeyleri mükemmel bir şekilde gerçekleştiriyor. Bana "Bir müslüman olarak Batı psikolojisiyle uğraşabilir miyim? Dindar bir insan olarak böyle bir şey tahrifat yaratır mı?" gibi sorular soran müslüman psikolog ve meslektaşlarımla karşılaşıyorum. Cevaben onlara şöyle dedim: "Bakın, psikolojideki bilimsel alanın tümünün gerçekten de, nefsin alt mertebelerinin (ego ya da aşağı benlik) psikolojisi olduğunu bilin. Hepsi bundan ibaret. Bu, oldukça değerli. Aslında bizlere başka şekilde öğrenemeyeceğimiz nefsle ilgili bazı şeyler öğretiyor. Mesela Sufi geleneği, Freud'un, Anna Freud'un ve neo Freud taraftarlarının ortaya koyduğu bastırma ya da dışa yansıtma gibi büyüleyici savunma mekanizmalarından bahsetmez. Bunu anlamak çok önemlidir. Fakat, ruhu da bundan ibaret görürseniz, elinizde saçmalıktan başka bir şey kalmaz.


WIE: Transpersonal psikolojinin arasında, gerçek anlamda egomuzu terk etmeye başlamadan evvel ilk işimizin güçlü bir ego oluşturmak olduğuna dair yaygın bir görüş var gibi. Gerçekten de, psikiyatr ve meditasyon öğretrmeni Jack Engler, "Hiçbiri olmadan önce, biri olmalısın." ifadesinde bulunduğundan bu yana bu fikir, transpersonal psikoloji alanının neredeyse ilk emri olarak görülmeye başlanmıştır. Son zamanlarda Engler'in Hristiyan Ortodoks mütevelli üyesi Archimandrite Dionysios'a verdiği cevabı okudum, şöyle diyordu: "Başkan olmadan önce mafya başı olmanın gerektiğini söylemek gibi." Peki siz ne düşünüyorsunuz?

SR: İkisi de doğru. Şunu fark ettim ve bunun Yunanistan'da da geçerli olduğundan eminim; manevi gelenekler bir yaşında hatta beş yaşındaki çocukların bile manastıra götürülmesine genellikle karşı çıkıyor! Tekkeler ve manastırlar çocukların dünyevi şeylerle kuşatılmasından ziyade ruhani varlıklarla ve manevi disiplinle kuşatılmaları gerektiğine inanıyor da, neden peki çocukları doğar doğmaz kabul etmiyorlar? Bana göre bunun bir sebebi, çocuklara kişiliklerini geliştirebilme, neden hoşlanıp hoşlanmadıklarını anlayabilme ve manastıra belli bir kişilikle gelebilme şansını vermek. Her ne kadar bu kişilik dünyada gelişse de onların dünyada olup, belli bir dereceye kadar gelişmelerine izin vermelisiniz, çünkü ancak bu aşamadan sonra gerçek bir iş yapılabilir ve mantıklı kararlar verilebilir. Diğer bir deyişle, egoları gelişmiş ve kişilikleri de belli bir yere kadar gelişmiş olur.

Bundan önceki öğretmenim Kenneth Roshi, bu durumu şu şekilde anlatmıştı: " Eğer Budist heykeline bakarsanız Buda Maitreya'nın bir dev hayvanın göğsü üzerine oturmuş resmini görürsünüz. O, hayvandan daha büyük, daha ağır ve daha kuvvetlidir. O hayvanı öldürmez ama onun üzerine oturur ve onu kontrolü altına alır." Buradaki hayvan egodur. Bence amaç budur. Asıl amaç egoyu öldürmek değildir. Kişiliğe sahip olmama da değildir, ama onun üzerine oturmak ondan da büyük olabilmektir asıl amaç. Şimdi, onun üzerinde oturmak, onu dövmek ya da aç bırakmak değildir. Üzerine oturmaktır.

Yani ego şöyle diyebilir: "Kötü muamele görüyorum." Ama ona kim inanır ki? Amaç manevi bir varlık olarak bir şekilde kendini geliştirmektir ki ego senin küçük ama gelişmiş bir parçan olarak kalabilsin. Engler'in ifadesi belki şu şekilde yanlış yorumlanabilir: "Aslında şimdi sadece egoyu geliştirmek için çalışmalıyım." Sanırım bunu başarmanın en iyi yolu, egonun üzerine oturmada olduğu gibi, onu bu bağlamda geliştirmek için çalışmalıyız. Şöyle diyemezsiniz: "Bu hayvanı besleyeyim, serbest bırakayım ve gerçekten büyüdüğünde onu eğitmek için bol bol zamanım olacaktır." Bu oldukça aptalca bir düşünce. Sizin yaptığınız şey, bu hayvanı beslemek ve sevmektir, ama onu sevgi ve anlayışla beslerken eğitiyorsunuzdur.


WIE: Yani, benliğin her ne yönünün geliştirilmesi gerekiyorsa, bu gelişim manevi uğraş bağlamında gerçekleşebilir, mi demek istiyorsunuz?

SR: Evet, öyle. Bence egonun gelişimi manevi bağlamdan çıkarsa, bu sadece egonun kaprislerini çekmek anlamına gelir ve bu, aptalca yapılan bir hatadır.

WIE: Ego üzerine birçok açıdan konuştunuz. Bu konu üzerine yaptığımız araştırma sırasında gözlemlerimiz, "ego" kelimesinin manevi geleneklerde kullanıldığından daha çok psikoloji teorisyenleri tarafından farklı farklı şekillerde kullanılması oldu. Manevi gelenekler "ego" kelimesiyle yolculuktaki düşmana ve her ne pahasına olursa olsun ayrı bir benlik ve kimlik anlayışını koruyup kollama zorunluluğuna gönderme yaparken, Batı psikolojisi genellikle egoyu olumlu manada kişiliğimizin bir parçası ya da dünyada yaşamımızı etkin kılmak için ihtiyaç duyduğumuz bir dizi yetenek ve işlevler topluluğu olarak görmektedir. Öte yandan, psikoloji ve maneviyatı birleştirme çabasında olan transpersonal psikoloji, kimi zaman egoyu aşılması gereken bir engel, kimi zaman da öylesine bir kişilik olarak görüyor ve bu yüzden de aradaki farklılık sınırları bulanıyor. Bunun yanında eğer özgürlük için arayışımızda gerçekten başarılı olmak istiyorsak, yüzleşmemiz gereken asıl engelin tam olarak ne olduğunu bilmemiz ve bakışlarımızda dar yolculuğumuzdaki düşmanın yani negatif egonun görüntüsünü net bir şekilde resmedebilmemiz gerekmez mi?

SR: Aslında bu soruyu cevaplıyor gibi görünmeyeceğim. Bir Sufi'ye göre kişinin kendi maneviyatını geliştirme savaşında en önemli faktörlerden biri de hizmettir; insanlık için hizmet, dünya adına hizmet ve tüm yaratılanlar için hizmet. Bunu başarabilmek için kişilik yapısı, en büyük vasıtalardan biridir. Bu kişilik yapısı aynı zamanda benlik anlayışı olan egoyu da içine almaktadır. Şimdi sizin son aşama olan ayrı benlik anlayışından kendinizi ayrı tutmaya çalışırken bile, oraya ulaşabilmek için her ne kadar ters görünse de, bu benliğin kendisini kullanmanız gerekecektir. Bu, Buda'nın üzerine bindiği hayvandır.

Mahayana Budist geleneğine baktığınızda, nirvana deneyiminden geçtikçe aynı zamanda da birliğin ve ayrılığı bırakmanın deneyiminden de geçersiniz. Ama tekrar hizmete dönersiniz. Klasik ox-herding resimlerinde, son şekil, kişisel karakteriniz anlamına gelen, elleri kolları sallayarak dünyaya geri dönüştür. Bu da, kişilik yapısıyla geri dönüş anlamına gelir. Ama buradaki fark, kişiliğinizin sağlam bir şekilde kontrol altında tutulmasıdır. Kullandığınız bir vasıtadır, asıl amaç değil.


WIE: Peki, bu anlamda egoya, kimlik ya da kişisel imaja bağlılık değil de kişilik diyebilir miyiz?

SR: Yani, ego kişiliğin önemli bir parçasıdır. Kişiliğin tamamını oluşturmaz, ama elbette "ben" dediğinizde, bu sizin kişiliğinizin bir parçasıdır ve kişilik bu özün etrafında şekillenir. Herbir kişilik bizim ayrı olduğumuzu söyleyen bu tuhaf oyunun üzerine inşa edilir. "Kimim ben?", "Ne yaptım ben?" , "Benim dürtülerim neler?" , "Neler istiyorum?", "Nasıl ilişkiler var?" gibi sorular etrafına inşa edilir. Buradan, ilişkileri olan bir "ben" var, istedikleri olan bir "ben" var gibi garip bir fikir ortaya çıkmaktadır. Bu, kişiliğin bütünü için bir kilit nokta olmaktadır.

WIE: Ama manevi geleneklerin kurtulmaya çalıştıkları ego, özellikle de egonun kişilik olarak kendisidir. "Kim olduğumun her an farkında olmalıyım ve kendimi istediğim şekilde görmek ve elle tutulur katı ben nosyonunu muhafaza edebilmek için, her ne pahasına olursa olsun her türlü gerçeği saptıracağım" üzerinde ısrarla durma fikridir, bu geleneklerin kurtulmaya çalıştıkları. Bu da en azından kişiliğin kendisinden oldukça uzaktır.

SR: Fakat ayrı bir "ben", ayrı bir "bana" fikrini da atarsak, geriye kişiliğin kurulacağı bir şey kalmıyor. Burada ne vardır?

WIE: Şey, sizin de daha önce söylediğiniz gibi tanıdığım büyük üstadların da bunu yaşadığını tecrübe ettim; gerek ayrı bir kişilik anlayışına olan ihtiyaç gerekse kim olduğumuzu bilme ihtiyacı kayboluyor ve kişilik bambaşka bir şeyle dolduruluyor. Bu durumda, yine bir kişilik ve bir yapı mevcut. Fakat, kişiliği koruma adına korku ve kaygı zorlaması artık yoktur. Bu gitmiştir ve geriye kalan da kutsal olanın tamamıyla insan ifadesidir.

SR: Burada bir kişilik vardır, ama gelişim bakımından bu kişilik en başından ayrı bir benlik anlayışı çevresinde inşa edilmiştir. Belli bir noktada bu benlik anlayışının insan gelişimi bakımından elzem olduğunu söylüyorum. Onsuz gelişemezsiniz. Demek istediğim, benlik anlayışımız olmasaydı, muhtemelen zekadan mahrum vahşi yaratıklar olurduk. Gelişimleri sürecinde çoğu büyük mübarek şahısların da bir kişilik geliştirdiklerini düşünüyorum. İnsanları anlama ve onlara hitap edebilme yolunu geliştirirler. Sonra bu, bir değişim geçirir, ama onlara gelen insanların problemlerini anlamalarını sağlayan bir yapı hala mevcuttur. Kişiliğin nihayetinde, ilahi güçle iç içe bir yapı haline gelebileceği ve kurtulma ya da bulunduğu yoldan sapma gibi bir gücü olmadığı noktasında size katılıyorum.

Yine de gelişim açısından bu yapının, "ben" anlayışından, egodan büyüdüğüne inanıyorum. Normal bir gelişim sürecinde, kişi bir ego ve bir de kişilik yapısı geliştirir. Ve normal manevi gelişimde de beklenen bunları aşabilmektir. Ama egonun gelişiminde onun kaprislerine katlanmak fikrinin kesinlikle yanlış olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan bundan kaçmak da yanlış olur. Bence asıl cevap bu büyümeyi manevi bağlamda tutabilmektir. Hileli iki farklı seviyeden bahsediyorum. Birisi egonun normal olgunlaşması ve büyümesidir. Tabii, aynı zamanda her şey bundan ibaret değildir. Başka bir seviye daha vardır. Burada işleyen çok daha büyük bir şey vardır. Bunun hepsi daha geniş bağlamdadır.

Olgunlaşma ve büyüme devam eder ama bunların da bir parçası olduğu daha büyük bir bütünlüğün varlığı söz konusudur. Şunu Jung söylüyordu galiba: "Egoyla yaşanan problem, onun bilincin merkezinde olmak istemesinden kaynaklanır. Tüm ruhun ve her şeyin merkezi gibi görünmeye çalışır." Eğer şöyle derseniz: "Büyü ama sen bilincin sadece bir parçasısın, kendini şişirme. Faydan oluyor ama bu sistemin başkanı sen değilsin. Bundan daha büyük bir Benlik var ve bunu biz şu an tam olarak göremeyebiliriz, ama nihayetinde asıl bağlanacağımız şey de bu." Bence böyle bir bakış açısı bu iki yönün nasıl uyum içerisinde olabileceğini görmenin bir yoludur. Yani, bağlama göre değişir.


WIE: Transpersonal psikolojinin başlıca amaçlarından biri, Batı psikolojisi anlayışıyla manevi gelenek hikmetlerini birleştirmek gibi görünüyor. Peki bu gelenekler bazı noktalarda gerçekten eksik mi? Dört dörtlük olabilmesi için Sufizm'in psikolojinin ego destekleyici metotlarıyla desteklenmesi gerekir mi? Mesela, sizin manevi hocanız, Şeyh Muzaffer, Batı psikoterapisi alıp Batı psikoloji anlayışlarına daha fazla maruz kalsaydı, onun daha çok aydınlanmış ve daha iyi bir üstat olabileceğini düşünür müydünüz?

SR: Tam da bu konu üzerine ön yargıları olan birine sordunuz. Sufizm'de "Kendini bilen Allah'ı bilir." diye ünlü bir söz vardır, ama psikoanaliz alsaydı Muzaffer Hocam daha iyi biri olacak ya da daha üst seviyede bir maneviliğe mi ulaşacaktı, bence hayır. Elbette psikoanaliz kendimiz hakkında bilgi sahibi olmamızın en güçlü yollarından biri. Ben şöyle düşünüyorum: Bir Sufi olarak eğitiminde o kadar derinleşmişti ki, çoğu açıdan zaten tam olan bir kişisel anlayış ve maneviyat seviyesine ulaşmıştı. Yine de, Batı psikolojisi hakkında daha çok bilgisi olsa belki başkaları için daha iyi bir manevi rehber olabilirdi. Emin değilim.

WIE: Niye böyle dediniz ki?

SR: Yani öğrencilerinin takılıp kaldığı bazı çarpıtma mekanizmalarını anlaması için Batı psikolojisi ona, dışa yansıtma, rasyonalizasyon ve kendini bastırma süreçlerini anlamasında yardımcı olmuş olabilir. Ama benim onda gördüğüm, çoğu zaman da teorik yapıların çok kolay yanılıp kendilerini geri çektikleri yerde ruhun derinliklerini, sezgisel olarak görülmedik bir güçle ve nitelikle anlamasıydı. Beni çok derinden görüyor ve biliyordu, böylesi bir şeyi kişilik teorisi çarptırırdı. Bu, bir nevi doğrudan bilişti ve bence teoriyi, bilme gerçeğiyle algıladığınız nesne arasına koysanız, teori onu çarptırmaya yönelecektir.

Moshe Feldenkarish adında mükemmel bir öğretmenim vardı. Hareket ve bedensel işlev üzerine çalışan inanılmaz bir öğretmendir kendisi. İnsanları iyileştirmek için kazalar ya da doğum eksikliklerinden kaynaklanan en ciddi fiziksel engellerden tutun da, en büyük sporcu ve müzisyenlere kadar herkesle doğrudan ilgilenirdi. Ban şöyle demişti: "Birisiyle ilgilenirken, cümlelerle düşünmem. Çünkü gramer yapısı benim sinir sistemimle o an dokunduğum ve anlamaya çalıştığım kişinin sinir sistemi arasına girecektir." Bu yüzden, buradan hareketle şöyle diyebilirim, eğer kişinin sinir sistemi, diğerinin sinir sistemiyle temasa geçebiliyor, ruhu da diğerinin ruhuyla temas ediyorsa işte o zaman psikolojinin büyük bir kısmı, dolayısıyla da teori çok da faydalı olmaz. Kişi bu noktaya geldiğinde, teori de yolda aralara bir yere sokulabilir.


WIE: Şimdi, Şeyh Muzaffer'in psikoloji eğitimi alsaydı, daha iyi bir manevi hoca olup olamayacağı sorusuna gelince, onun rehber olma yeteneğini aldığı yerin bir şekilde teorik eğitimle daha fazla desteklenecek bir yer olmadığı görünüyor. Rehber olma yeteneğini aldığı asıl yer, teorik eğitime hiçbir şekilde ihtiyaç duymayan bir yerdi, öyle mi?

SR: Evet, evet. Bence bu, büyük manevi liderlerin geneli için de geçerlidir. Hiç kimse onlara nasıl öğretileceğini öğretmedi. Sizin şimdi şöyle diyen bir öğreti beceriniz var: " Tamam, bu kişinin teori bilgisi var, denetlenmiş pratikleri de var, öyleyse bu kişi öğretmenlik yapabilir." Peki, bu büyük manevi hocalara bunları kim öğretti? Hiç kimse. Onlar, rehberliğini bu manevi özden, hikmet kaynağından aldılar. Onlar, diğer herhangi birinin sahip olduğu kişiliğin ve sınırlı hayat tecrübesinin de çok ötesinde asıl gerçek ve vasıtasız yerden beslenerek öğrettiler.

Eğer kişi, kişisel benliğini aşabilirse işte o zaman diyebiliriz ki, kişi, kişisel tarihimizden daha büyük bir gelenekle temas halindedir. Ve daha iyi düşündüğümde anlıyorum da, yok hayır, ona psikoloji yardım edemezdi.


Çeviri: Hacer ŞARTEPE

Röportaj Alıntı: http://www.enlightennext.org/magazine/j17/frager.asp


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Şeyh Ragıp (Robert Frager) İle Röportaj
MesajGönderilme zamanı: 04.06.09, 20:36 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Bu röportajda psikiatrik sorunların tasavvufî tedavisi yönünden önemli noktalar var.

Tesekkürler..

http://www.benotesi.com/haber_detay.asp?haberID=65

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye