/b][/size]Arkadaşlar, Günümüzde adeta her sokak başında sırtına cübbe geçirip, sakal bırakan ve kendisini "şeyhim, mürşidim" diye ilân eden mukallid ve sahte bir sürü yol kesicinin türediği göz önüne alındığında, bu konudaki hakiki ulema veya mürşid-i kâmillerin hangi vasıf ve hususiyetlere sahip olduklarından bahsetmek, elzem bir durum arzetemektedir. İşte bu husustaki, bilgilerimizin tazelenmesi ve bilmeyen arkadaşlarımızın da bilgilenmesi için Hatemu'l Veli (k.s.) merhumun izahatlarını buraya teberrüken almış bulunuyorum. Mevlâm müstefid olanlardan eyleye...
HAKİKİ ALİMLER VE TASAVVUF EHLİ
Zâhir ve Bâtın Yolları:
Tarik yol demektir. Yollar beş kısımdır. Zâhir kısmı üçe ayrılır, bâtın kısmı iki yoldur ve bu iki yol âlîdir. Tarikat başka, Tarikat-ı âliye başkadır. Zâhiri kısım: 1. Hakiki âlimler. 2. Nakilci âlimler. 3. İfsatçı âlimler.
Üç yol tariktir, iki yol âlidir. Tarik olan; zâhirî yol, tarikat yolu ve hakikat yolunun bir kısmı. Bunlar zâhirîdir. Âlî olan iki kısımdır: Bâtınî ve Ledünî.
Ledünî olan doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından ileriye sürülmüştür. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin resmî vekâletini taşır. Bir Hadis-i şerif’te: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” buyurulmaktadır. (Buhârî) O onun vekâletini yürütür, onun taht-ı emrindedir, onun yolunu tutmuştur. O kademin üzerinde olduğu için o ne yaptıysa aynısını bilfiil yapar, o şekilde yürütülür. Onun idaresi kendi elinde değildir, onu idare ederler. Binaenaleyh o etrafına adam toplamaya, menfaat edinmeye memur değildir. O verilen emri yerine getirmeye, nur-i ilâhî’yi yaymaya, bütün ilâhî emirleri tatbik ve tebliğ etmeye memurdur. Bütün gaye o çemberin içinde kalmak, nur-i ilâhî’yi yaymaktır. Bu beşinci kısım Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekâletini taşıyan tam vârislerine âittir. Bu ulema hakkında Muhammed Esad (k.s.) Efendimizin şu sözleri ne kadar önemlidir. “””Ulema vâris-i nebidir.” denilmek caiz olduğu gibi, “Kim vâris-i nebi ise ancak âlim odur.” diye mânâ vermek de caizdir. Bu itibarla Hadis-i şerif’e ikinci mânâyı vermek uygun olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı bilmeyen ve tanımayan, Cenâb-ı Hakk’tan korkmayıp masiyet işleyen kimseye âlim denilmesi caiz olmaz. Âlim billâh olan, halkı hiç bir ücret ve menfaat mukabili olmayarak liveçhillah Hakk’a, şeriat-ı mutahhara’nın emirlerine davet eder. Bunlar için büyük bir müjde vardır: “Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” buyurmaktadır. (Âl-i imran: 110)Hiç bir peygamberin ümmeti vâris-i enbiya mertebesine nail olmamıştır. Yani hiç bir peygamberin ümmetine “Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münker” vazifesi verilmemiş, ancak bu vazife ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur. Bu vazifeyi ifaya memur olan ümmetin hayırlısından murad; ulemâ-i rüsûm denilen zâhir ulemâsına peygamber varisi denilemez. Çünkü “İrs” tabiri bir pederden evlada bilâ-kesb intikal eden şeye denir. Ulemâ-i zâhirin ilmi ise irsî değil, kesbîdir. Medreselerde tahsil edilir, vehbî değildir. Vehbî olmayan ve kesbî bir ilme irs tabiri sahih olamaz. Ulemâ-i zâhire, vâris-i enbiyâdır demek asla doğru olamaz.Beyazıdı Bestami (ks.) Hz.lerimiz de bu gerçek alimler için yukarıdaki ifadelere benzer şu tesbiti ortaya koymuştur: Unuttuğunda cahil olacağı için, kitaplardan bazı şeyler ezberleyen kimselere âlim denmez. Hakiki âlim, öğrenmeden ve ezberlemeden, dilediği anda Hakk'tan ilim alabilen kimsedir."
Veliler de Üç Kısımdır:[/size] • Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize tam vâris olanlar, onun kademi üzerinde bulunurlar, onun hâlâtını yaşayanlar onun vârisidirler. • Yüz senede bir gönderilenler. Mürşid-i kâmiller ulül-azm peygamberin hâlâtını üzerinde taşırlar. Hangi peygamber olduğunu ancak Allah-u Teâlâ bilir. Kimi veliye Musa Aleyhisselâm’ın hâlâtını, kimi veliye İsa Aleyhisselâm’ın hâlâtını vermiştir. O peygamberin ibtilâsı da aynen ona geçer. Bu gizlidir, kimse bilmez, kimse görmez. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır. • Fenâfillâh’a ermiş diğer veliler ise nebi olan peygamberin nebilik hâlâtını üzerinde taşırlar. Bu üç zümre âli kısma ayrılmış olanlardır. Ulül-azm peygamberlere ayrı ruh verilmiş, diğer peygamberlere ayrı ruh verilmiş, velilere, âlimlere hep ayrı ruh verilmiştir. Her biri kendi ruhunun kuvvetiyle, ezelî takdirdeki kuvvet nisbetinde hareket ederler. • Kibâr-ı evliyâullah nasıl olur? Allah-u Teâlâ’ya karşı göstereceği nezaket, saygı ve sevgi nisbetinde olur. Bu da çok gizli bir hâldir. Onlar hiçbir zaman büyüklük taslamazlar, keramet izharı düşünmezler. Hakk’ta fânî olmuşlardır, Hazret-i Allah ile övünürler. Bunlar Hazret-i Allah ile gizli irtibat sahibi olanlardır.
Tasavvuf Ehli olan mürşid veya şeyhler de Üç Kısma Ayrılır:
• Mükemmel • Kemâl • Mukallid
a. Mükemmel üç kısma ayrılır:
1. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hem Sehm-i nübüvvetine hem de Sehm-i velâyetine vâris olanlar: Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır ve tam vâristirler. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki: “Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud) Bu gönderilen müceddid, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekâleti ile gelir. Bunların kimisi “Nübüvvet vekâleti”ni, kimisi de “Velâyet vekâleti”ni taşır. Kimisi de hem “Nübüvvet vekâleti”ni, hem de “Velâyet vekâleti”ni taşır. Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri: “Öyle veli vardır ki makamını aşar” buyurmuşlardır. (Hatm’ül-evliya) Bunlar bizzat Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilidirler. Kalpten kalbe dökülen emânet-i ilâhî’ye mazhar olanlardır. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde: “Allah-u Teâlâ benim göğsüme ne döktüyse ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” buyuruyorlar. (Risâle-i Es’adiyye) Kalpten kalbe dökülen ilâhî emânetullah kıyamete kadar devam eder. Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın göğsüne ne döktüyse, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in göğsüne ne döktüyse, onun göğsüne de aynısını döküyor. Has ilmullah’ı doğrudan doğruya Allah ve Resul’den alır. Üzerindeki hâl nübüvvetin bir cüzü, iç âlemi Hâtem’ül-enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bir emanetidir ve bütün fazilet de o emanettedir. Peygamber Aleyhisselâm’ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibârı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır. O emanet ondan gelen nurdur. Bu hâlât Hâtem-i enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem-den başlar, Hâtem-i evliya’ya kadar devam eder. Onunla birlikte yeni bir saha açılmıştır. Bu yol Resulullah Aleyhisselâm’ın tuttuğu yolun tâ kendisidir. Nasıl ki Resulullah Aleyhisselâm ümmi ise, onun yetişiş şekli de aynen ona benzer. Onun hâlâtını Allah-u Teâlâ aynı şekilde ona vermiştir.
Allah-u Teâlâ onu Kudsî ruh ile desteklediği, Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taktığı, bâtınî emaneti taşıdığı için, onun vekili olmuş oluyor.
Vâris-i enbiyâ kimdir?
1. Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, 2. Kimi kendisine çekmişse, 3. Emanetini kime vermişse, 4. Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu kime takmışsa, 5. Kimi Kudsî ruh ile desteklemişse, işte onlar Peygamber vârisidirler.
Onların alâmeti budur ve muallimleri bizzat Hazret-i Allah’tır. Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’sinde şöyle tarif ediyor: “Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282) İlmi de Allah-u Teâlâ’dan aldıkları için o ilim üzerinde yürürler ve o ilim üzerinde yürütmeye çalışırlar. Bu ilim has bir ilmullahtır. Diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor: “Ümmetimin âlimleri benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.” Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi; “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buharî) Hadis-i şerif’inde beyan buyurulduğu üzere Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk’a dâvet ederler. Bu dâvet Allah-u Teâlâ’nın Kitab-ı kerim’i ve Resulullah Aleyhisselâm’ın Sünnet-i seniye’si ile olur. Yani Ahkâm-ı ilâhî’yi tebliğe memurdur.
Risaletine vâris olduğu için Ahkâm-ı ilâhî’yi tebliğe memurdur. Velâyetine vâris olduğu için de o nur üzerinde, yani onun kademi üzerinde bulunmak mecburiyetindedir. O izden hüve hüve gider. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir. Çünkü onlar ilâhî ahkâmı tebliğ ettiklerinden ötürü yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’ya sığınırlar ve güvenirler, O’nun desteği ile yürürler. Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor: “Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir.” (Ebu Nuaym. Hilye) Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez. Onlar şu Âyet-i kerime’nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar: “Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181) Onları Allah-u Teâlâ tayin edip ileriye sürmüştür. O ileriye sürdüğü için Hakk’ı biliyor, Hakk’a götürüyor. Hakk’tan gelmedikçe halkta hiçbir şey bulunmaz. Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. Öyle bir ruhtur ki sevdi, seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur. Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Hiç şüphesiz ki bu lütuf da Hakk’tan gelecek ki Hakk’a götürebilsin. Bunlar doğrudan doğruya ilhâmât-ı ilâhî ile yürütülen kimselerdir. Hakk’tan gelen bu lütuf sebebiyledir ki o robotu O idare eder. Görünen başkası, fakat yürüten O’dur. “Bir elçi gönderdi, kendisiyle kendisine.” O elçiyi O tayin eder ve O gönderir. Niçin gönderir? Kulları kendisine dönsün diye gönderir. Gönderen de O, kendisine ulaşmayı murad eden de O. Ulaşacak olan yine kendisine ulaşacak. Asıl irşadı Allah-u Teâlâ yapıyor. Ona o ilhâmı O veriyor. Gerçek mürşid Hazret-i Allah’tır. • Allah-u Teâlâ bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır: “Allah’ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak; Vahiy yoluyla, Veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hikmet sahibidir.” (Şûrâ: 51) Vahiy malumdur, peygamberlere verilen ilâhî kelimelerdir. Muhtelif şekilleri vardır. Perde arkasından ise; Allah-u Teâlâ dilediği kulunun kalbine, dilediği zaman perde arkasından nurunu akıtır, bütün hakikatleri bildirir. Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham eder. Çok ince bir sır: Görünüşte o konuşuyor, fakat Allah-u Teâlâ’nın onu konuşturduğunu kimse bilmiyor.
2. Sehm-i Nübüvvetine Vâris Olanlar: [/size ]
[size=150]Bunlar zâhirî ilme sahiptirler, faydalı ilim diye tarif edilen ilme de mazhardırlar. Hakiki âlimler bunlardır. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde: “Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” buyurmaktadır. (Âl-i imran: 110) Hiç kimseden menfaat beklemez. Okuttuğu ilimden aslâ ücret almaz. Her işleri yalnız ve yalnız rızâ-i Bâri’ye dayanır, bütün icraatları liveçhillâhtır. “Onlar Kur’an ehli, Allah ehli ve Allah’ın has kullarıdır.” (İbn-i Mâce: 215) Diye Hadis-i şerif’te tarif edilenler bunlardır. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilme sahiptirler. Kur’an-ı kerim’in hükümlerini yaşarlar. Bütün iş ve icraatlarını ahkâma uydururlar. Halka nur saçarlar, beşeriyeti irşad ederler. Bunlar irşad memurlarıdır. Sayıları pek azdır. Allah-u Teâlâ Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtını derece derece kıldığı gibi, Evliyâullah Hazerâtı da derece derecedir. Birisine verdiğini diğerine vermemiştir.
İrşad için vazifelendirdiği velileri ikinci deviri tamamlatıp üçüncü devire düşürmüş, onu halk arasına sürmüştür. O irşada mezundur ve mecburdur, diğerleri mecbur değildir. Onlar kemâlini bulmuştur, derecesine kavuşmuştur, fakat vazifeli değildirler. Meselâ resul ilâhî tebliğe memurdur, nebi ise irşada mezun değil izahata mezundur. Böyle olduğu gibi diğer veliler de irşada mezun değil, ıslahata memurdur.
3. Sehm-i Velâyetine Vâris Olanlar:
Bunlara mukarrebun denir. Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği veli kullarıdır, makamları çok âlidir, daima huzurda, huşudadırlar. O huzurdan ayrılmak istemezler. Kendilerine gelen emir ve ilhama bakarlar. Fakat irşad memuru değildirler, halk ile hiçbir ilgileri yoktur. Âyet-i kerime’de: “Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz.” buyuruluyor. (Nahl: 43 - Enbiyâ: 7) Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar gizli sırlara vâkıftırlar. Fakat vukufiyetlerini ifşâ etmezler. Bilir, fakat kendi hududunda kalır. Ehl-i zikirden murad evliyâullah hazerâtıdır. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetine kadar çıkardığı kimselerdir. Bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine eriştirmiştir. “Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55) Kimi sevmişse onu seçmiş, kimi de seçmişse onu kendisine çekmiştir. Huzur-u ilâhisine ancak sevdiğini, seçtiğini alır. Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullarını kendine çektiği için, içini nurlandırmış, her türlü ahlâk-ı zemime’den temizlemiş, ahlâk-ı hamide’ye de nâil etmiş: “Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” (Nur: 35) Âyet-i kerime’si mucibince o kul Allah-u Teâlâ’nın nuruna ve lütfuna kavuşmuştur. Bu gibi kimselerin dünyadaki durumları da budur, ahiretteki durumları da budur. Aynı durum dünyadan ahirete intikal etmiştir.
b. Kemâl:
Gayrıya tecavüz etmez, hududunu muhafaza eder, yol tarif eder, fakat mürid götürmeye sahib-i salâhiyet değildir. Yolu öğrenmiştir, kendisine tâbi olanlara yolu tarif eder, “Bu yoldan git!” der, müridi götürmeye muktedir değildir.
c. Mukallid: Bugün sahayı işte bu mukallidler istilâ etmiştir. Zan ile hareket ederler, hiçbir iş ve hareketleri ahkâm-ı ilâhî’ye uymaz. Bir temsil getirelim. Bal arısı bal yapar, eşek arısı da vızıldar. Karşıdan gören onları bir gibi zanneder. Ehl-i hakikat bunları ayırt eder. Bunun içindir ki tarikat bir tatbikattır, nazarî bilgilerle anlaşılmaz. Tadılmadıkça, yaşamadıkça lezzeti bilinmez.
Âlimler de Üç Kısımdır: • Ulül-elbâb’a çıkmış olan âlimler. • Nakilci ulvî âlimler. • Mollalar.
1. Ulül-elbâb’a Çıkmış Olan Âlimler: Ulül-elbâb iki türlüdür: Zâhirî, batînî. Zâhirî Ulül-elbâb’a varan âlimleri Allah-u Teâlâ ilimde derinleştirmiş ve: “İlimde derinleşmiş olanlar.” buyurarak onları övmüştür. (Âl-i imran: 7)
Bu ilim kesbîdir, okumakla mümkün olur. Bu hakiki âlimler şeriatın zâhirine vâristirler. Bu ilim de bir Allah vergisidir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ahlâk... sahalarında kitaplar yazarlar, müslümanlara ışık tutarlar. İçtihatlarında isabet ederlerse iki sevap aldıkları gibi, yanılsalar bile bir sevap alırlar. Çünkü niyetleri güzel. Dört büyük mezhep imamı; İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmet -rahmetullahi aleyhim ecmain- Hazerâtı olsun, diğer müctehidler, müfessirler, muhaddisler olsun, hep bu kısma dahildirler. Din-i İslâm’a nur saçan, ümmet-i Muhammed’e yol gösteren ve bu uğurda her türlü ibtilâlara göğüs geren hakiki âlimlerin İslâm dininde çok mühim mevkileri vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’inde Ashâb-ı kiram’ını yıldızlara benzetmiştir. Bunlar da zâhirî ilmin yıldızlarıdır. Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde onları övmüş, ilmi ve ilim sahiplerini müteaddit defalar zikretmiş, fazilet ve meziyetlerini beyan buyurmuştur. Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur: “Allah içinizden iman edenleri yüceltir. Bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları ise kat kat derecelerle yükseltir.” (Mücadele: 11) Bu yükselme; dünyada hayırla anılmaları, âhirette ise cennetlerdeki derecelerin yüsekliğidir. Allah-u Teâlâ’nın veli kullarına gösterilmesi gereken sevgi ve saygının, hakiki ulemâya da gösterilmesi gerekmektedir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki: “Ümmetimin âlimlerine tâzim ve hürmet ediniz. Zira onlar yeryüzünün yıldızlarıdır.” (Münavî) İlmiyle âmil olan ulemaya daima hüsn-ü zan beslemelidir. Onlar halka hakikatı öğretirler, şeriat ahkâmını talim ederler, bid’atlardan sakındırırlar. İlâhî hükümleri tahrifattan, cahillerin tevillerinden korurlar. Bunu da ancak hakiki âlimler yapar. Allah-u Teâlâ’ya vâsıl olmak, bu ahkâmın icrasına, emir ve yasakların tatbikine bağlıdır.
2. Nakilci Ulvî ve Sufli Âlimler:
Ulvî olan nakilci âlimler, müslümanlara dinlerini öğretecek tefsir gibi kitaplar yazmaya kendileri muktedir değildirler. Ancak “Filan şöyle söyledi, filan böyle söyledi.” diyerek hakiki âlimlerin beyanlarını naklederler. İctihad yapamazlar. Ancak hakiki âlimlerin eserlerinden alıp naklederek kitap yazarlar, halka vaaz ve nasihat ederler. Bu nakilci âlimler de iki kısımdır. Eğer İslâm’ı yaşıyorsa, telif ettiği kitaplar, yaptığı vaaz ve nasihatlar, yaşadığı nisbette halka tesir eder. Yaşamıyorsa hiçbir tesiri olmaz. Bir zâhirî âlim satırdan almasına rağmen, ilimde derinleştiği nisbette cehâletini öğrenmiş olur. Eğer ilimde ihlâs sahibi ise ilmi arttıkça âcizliğini duyar, Allah-u Teâlâ’ya sığınır, âcizliğini itiraf eder. Her mevzuda Hazret-i Kur’an’a ve Sünnet-i seniye’ye müracaat eder. Her iş ve icraatın Ahkâm-ı İlâhî’ye uygun olmasını ister. Bu nakilci alimlerin bir de süfli olanalrı vardır mki, bunlar tahripçidirler ve sadece tahrip ederler. İlimleri zandan ibarettir. Cehaletlernden ötürü hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar. Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Dinin felâketine yol açan üç sebep vardır: Günahkâr fakih, zalim devlet başkanı ve cahil müçtehid.” /(Fevzu’l-Kadir) Çünkü, onlar hükm-ü ilâhiyeye değil de kendi zanlarına uymuşlar, kendi mesnedsiz iddialarını hüküm yerine koymuşlardır.Dine uymak şöyle dursun , dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Dinde yanilik isterler. Asıl gayeleri dini, aslından çıkarmak, bid’at ve küfrü yaymaktır. Rasul-ü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; ” Ümmetimin munafıklarının çoğu okumuşalarıdır.” (Camiüssağir – 1384) Dışarıdan alim zannettiğiniz fesadçılar Allah-u Tealânın hudutlarını kaldırmak isterler.Kendislerine alim sisüsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm’ın ön safalrında görünürler veya görünmek isterler hem de din-i mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar. Allah-u Tealâ ayet-i kerimesinde bu gibi kimseleri bize tanıtıyor ve şöyle buyuruyor : “Bunlar güyâ Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa, onlar sadece kendielrini aldatırlar da bunun farkında değildirler. (Bakara : 9)
3. Mollalar:
Bunlar halkın avam tabakasına yakın âlimlerdir. Hem bilir, hem bildirir, tarif eder. Bunlar muttakilerden sayılırlar.
|