Musâ Topbaş Efendi’yle Seyahatlerden Mehmet Topçu 2005 - Temmuz, Sayı: 233, Sayfa: 010 Allah dostlarının yanında bulunmak, onların feyizli ve bereketli iklimlerinde nefes almak ve rahle-i tedrîslerinden geçmek; insanlarda farklı izler, güzel hâtıralar bırakır. Bu güzelliklerin bazıları vardır ki, anlatılamaz, sadece hissedilir. Bazıları da insanlara nakledilebilir, hatta bu güzellikleri paylaşmak ve istifade edebilmek için nakledilmelidir de...
Biz de hasbelkader Musa Topbaş Efendi ile birlikte olma şerefine erenlerdeniz. Onunla birlikte geçirmiş olduğumuz günler, bizde hizmetin ne olduğu ve nasıl olması gerektiği hususlarında çok sağlam ölçüler oluşmasına sebep olmuştur.
Şekil değil, hizmet...
Bir gün birkaç kişiyle birlikte, Musa Efendinin davetlisi olarak Gemlik’e gitmiştik. İçinde bulunduğumuz grubta oldukça kilolu bir insan da vardı. Bazılarımız, onu görünce kendi aralarında:
“–Bu kişi de nereden çıktı? Şimdi hepimize yük olacak, hizmetlerin aksamasına sebep olacak” demeye başlamışlardı.
Fakat şişmanca olan şahıs, Gemlik’te yolculuğun yorgunluğu sebebiyle herkesin istirahate çekildiği esnada, hizmete soyunmuş ve abdesthaneler başta olmak üzere bulundukları daireyi hizmete hazır hale getirmişti.
O akşam, namaz kılındıktan sonra Musa Efendi, gelenlerle hasbihâl etmeye başladı. Ve söz bir anda dönüp dolaşıp, daha önce misafirlerin kendi arasında konuştukları mevzûya geliverdi. Şöyle söyledi:
“–Bazı kardeşlerimiz vardır. Bakmayın onların kilolu olduklarına, hizmet için çırpınırlar. Ve kendilerini bunun için fedâ ederler.”
Allah’ın Öyle Kulları Var ki...
Gemlik’te istirahat ve hasbihale devam ettiğimiz günlerden birinde, Musa Topbaş Efendi:
“-Hadi Mehmet Efendi, arabayı hazırla da öğle namazını İnegöl’de edâ edelim!” dedi. Hazırlandık, zaman dar olmasına rağmen biiznillah ezana yetiştik. Abdestlerimizi tazeleyip, namazı cemaatle kıldıktan sonra, çıkışta Musa Efendi, birisine işaret etti ve:
“–Şu kardeşi çağırabilir misin?” dedi. Bu daha önce tanımadığım birisiydi. Yaklaştım, Musa Efendi’nin selamını söyleyip kendisiyle görüşmek istediğini ilettim. Adam şaşırdı, gözleri dolu dolu oldu ve beni takip etmeye başladı. Bir yandan da:
“–Allâh Allâh! Nasıl olur. Ne yapacağım ben!” diyordu. Arabaya üstadımızın yanına bindirdim. Yaklaşık yarım saat arabada üstadımızla ağlar vaziyette görüştü. Ve kendinden geçmiş bir hâlde arabadan indi.
Ben bu muammayı çözememiştim. Bu zât kimdi, niçin ve neyle ilgili görüşmüşlerdi? Bunu düşünüp dururken Üstadımız:
“–Allâh’ın öyle ihlaslı kulları vardır ki; bir derdini dinlemek, bir ihtiyacını görmek için Allah kendisinin ayağına kullarını gönderir.” Dedi.
Büyük tevazu içinde...
Musa Topbaş Efendi, çeşitli zamanlarda Anadolu’yu gezerlerdi. Bir defasında, Ahmet Topbaş beyle beraber beni de çağırdı. Ve Çanakkale’de Kilitbahir’in olduğu yerde bir yazlığa gittik. Kahvaltıyı yaptık ve arabaya binerek yola çıktık. Musa Efendi seyahat boyunca tefekkür, sükut ve murâkabe hâlindeydi. Onun bu hâli, hepimize huzur ve sekinet veriyordu. Varacağımız yere yaklaştığımızda bize şöyle dedi:
“–Kardeşler, gideceğimiz yerdeki kardeş garip, fakir olabilir. O kardeşimiz, belki bizlere havlu tutmak, takunya vermek ister, ama bunlar eski olabilir. Koltukları temizdir, ama eski olabilir. Sakın geri çevirmeyin.”
Gideceğimiz yere ulaştık. Herkes huşû ve huzur içinde oturmuş bizi bekliyorlardı. Yaklaşık 45 dakika, Üstadımız buradaki kardeşlerle hasbihâl etti. Daha sonra:
“–Bir abdest tazeleyelim!” dedi ve kalktı. Ben de hemen yardımcı olmak için davrandım. Abdesthaneye geçerken arabada söylediği hallerin hepsini müşâhede ettik. Çıkarken üstadımız zarf içinde bir miktar para çıkardı ve ev sahibine yaklaşarak:
“–Kardeş, bunu al, ihtiyaçların için kullanırsınız.” dedi. O da:
“–Efendim benim hiç kimseye borcum yok, bu paraya ihtiyacım da yok, kazandığım para yetiyor, bunu alamam!” dediyse de, Üstadımız zarfı nazikçe onun eline tutuşturdu.
Ev sahibi genç ağlayarak aldı.
Ve oradan ayrıldık.
Gözyaşları
Bir gün Köşk’e gitmiştim. Naim Karaman Hoca, bir grupla Üstadımızı ziyarete gelmişlerdi.
Naim Hocamız orada Kur’ân okudu üstadımız ağladı. Ben o güne kadar üstadımızı böyle görmemiştim. Gözlerinin altında yollar oluşmuştu. Ağlamaktan olduğu anlaşılan bu yollardan gözyaşları ince ince süzülüyordu.
* * *
Medine’deydik. Bir gün Üstadımız:
“–Abdest alıp Ravzaya gidelim, dedi. Birlikte Ravzaya doğru yola çıktık. Bab-ı Ömer ‘den girdik, birinci kumluğa doğru geldik. Efendimiz zaman zaman latifeler yapardı, bana dönerek:
“–Birbirimizi imtihan edelim, dedi. Şu kalabalığın içinden benim Üstadımın evlatlarından tanımadığın birini sen bul birini de ben göstereyim.” dedi. Ben de kalabalığın içine girdim. Tanımadığım birine:
“–Sen, Musa Efendi Hazretlerini tanıyor musun?” dedim. O da:
“–Eğer bana gösterirsen Allâh sana ne dileğin varsa versin.” dedi. Elinden tuttum getirdim. Sonra Üstadımız:
“–Şimdi sıra bende.” dedi. Üstadımız’a bakarak işaret bekliyorum. Birini gösterdi. Erzurumlu bir zatmış. Ona dedim ki:
“–Musa Efendi Hazretlerine götürsem ne dersiniz.” O da:
“–Ağırlığınca altın veririm.” dedi. Onu da götürdüm. Üstadımız soruyor onlar cevaplıyordu. Sanki düşlerinde padişah olmuşlardı. Sevinç gözyaşları içince bu konuşma böylece bittikten sonra ikimiz birlikte çıktık.
|