sufiforum.com http://www.sufiforum.com/ |
|
Abdullah Çetin Fârûkî http://www.sufiforum.com/viewtopic.php?f=41&t=3441 |
1. sayfa (Toplam 1 sayfa) |
Yazar: | arsiv [ 11.12.09, 09:17 ] |
Mesaj Başlığı: | Abdullah Çetin Fârûkî |
Abdullah Çetin Fârûkî el-Müceddidî -Q- (1936-1999) Hz. Ömerü'l Fârûk'(r.a)'un neslindendir. 1936 yılında Siirt'te dünyaya gelmiştir. Dedesi Muhammed Hamdî Efendi, , aslen Siirt'in Verkanıs Köyünden Şeyh Fethullah Verkanısî (k.s)'nin akrabalarından Hasan Ağa ile Mahbûbe Hatun'un oğludur. Muhammed Hamdi Efendi, Diyarbakır Askerlik Şubesi reîsi Albay Sâlih Efendi'nin kızı Nâzire Sûzan Hanım'la evlenmiştir ki bu evlilikten doğan dört çocuktan ikincisi Abdullah Çetin Fârûkî'dir. Abdullah Çetin, adı; Fârûkî ise resmi soyadıdır. İlköğrenimini Siirt'ten göçettikleri Bitlis'te tamamlamıştır. 1954 yılında Bitlis'ten Muş'a göç ederler. Bu dönemde yani 1954-1957 yılları arası gördüğü manevi rüyalarla tasavvuf yoluna seyr ü sülük ederek İslam'a hizmet edeceği kendisine işaret edilmiştir… Abdullah Çetin Hocaefendi 1957 yılında askerliğini İzmir'de yaptıktan sonra, 1962 yılında ailece Muş'tan Malatya'ya hicret etmişlerdir. Hoca Efendinin ilk evliliğinden iki evlâdı dünyaya gelmiştir. İlk hanımı vefat edince ikinci bir evlilik daha yapmış ve bu evliliğinden de iki evlâdı dünyaya gelmiştir. 1963 yılında babaları vefat ettikten sonra kendisini tamamen bütün varlığı ve benliği ile İslam dinini anlamaya ve yaşamaya adamış, Şeyh Muhammed Hazin (k.s)'in oğlu, hem de manevi yolunun devam ettiricisi olan ârif - i billâh, müçtehid, ilahi aşk bağlısı Alâaddin Fersâfi (k.s) Hazretlerine intisâp etmiştir. (Alâaddin Fersâfi (k.s) Hazretleri ve tasavvuf târihindeki yeri üzerine Ankara Üniversitesindeki R.Fevzi Kahtalı tarafından bilimsel bir araştırma yapılmış ve lisans tezi hazırlanmıştır.) Alâaddin Fersafi , İslam'ı yaymak ve kalplere Allah sevgisini aşılamak için bütün Anadolu da ve Ortadoğu ülkelerini de içine alan geniş bir coğrafyada gezen, tanınan ve etkinliği olan son derece yaşlı olmasına rağmen gayret ve cehdini tükenmez bir enerji ile sürdüren müstesnâ bir zâttır. Alâaddin Fersâfi Hazretleri, Irak'ta Halepçe'ye bağlı Bağa köyünde ikamet eden, mânevi nazar ve hâlleri çok yüksek olan bir büyük veli olan Şâh Muhammed Ali Hüsâmeddin'in bağlısıdır. Onun bir ötesindeki halkada ise; Seyyid Abdülkâdir Geylâni (k.s) Hazretler'inden gelen bütün mübârek kolların Anadolu'ya yansıtıcısı olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi Zülcenâhayn Hazretleri'nin hâlifelerinden Osman Siraceddin-i Tavili(k.s) Hazretleri bulunmaktadır. Şâh Muhammed Ali Hüsâmeddin Hazretleri bu zâtın torunudur. Bu silsile Abdullah Fârûki Hocaefendi 'nin vâris olduğu Hâlidi silsilesidir. Fakat o Nakşbendiyye tasavvuf okulunun farklı bir diğer silsilesine de vâris olmuştur ki , bu silsile Ömeri Müceddidi bir silsiledir bu silsilenin icâzeti, 1976 yılında Kayseri'de mukim olan ve İmâm-ı Rabbâni torunlarından Abdulhalil Müceddidi (k.s) tarafından kendisine tevdi edilmiştir. Kurduğu Farukiyye Vakfı başkanlığını da yürütüyor ve bu vakfın yayın organı olan Özlenen Fark dergisinin de baş yazarlığını yapıyordu. Abdullah Fârûkî el-Müceddidî Hocaefendi 11 Aralık 1999 tarihinde Cumartesi'yi Pazara bağlayan gece vefât etmiştir. Daha önce bir kalp ameliyatı da geçirmiş olan Hocaefendi,yukarıda söz ettiğimiz televizyon programına telefonla katılıp Resûlullah (s.a.v)'e hem de kendisine yapılan seviyesizce sataşmalara daha fazla dayanamayarak bir kalp krizi geçirmiş, hastaneye kaldırılmışsa da kurtarılmayarak Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. KAYNAK: http://tasavvuf.sufiler.googlepages.com/faruki1 http://faruki.net |
Yazar: | talib [ 11.12.09, 09:53 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Abdullah Çetin Fârûkî |
Feyz; Efendim harâmı ve helâlin, ilmihâl bilgilerinin öğrenilmesine rağmen toplumumuzda ahlâkî bir erozyon var? Çaresi nedir? Abdullah Çetin Faruki Efendi : Allah Teâlâ âyette: “Yâ Muhammed! Muhakkak ki büyük bir ahlâk üzeresin.” (Kalem Sûresi, 68/4) buyuruyor. Allah (c.c.), Hz. Muhammed (s.a.v.)’i ahlâkıyla övüyor, herhangi bir şeyle değil. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: “Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye etti. (O ne güzel terbiyecidir).” Bir gün Sahâbîler’den bir kişi geliyor Peygamberimiz’e: “Yâ Muhammed! Din nedir?” diye soruyor. Peygamber Efendimiz: “Din güzel ahlâktır.” buyuruyor. Sağına geçiyor; “Din nedir?” diye yeniden soruyor. “Güzel ahlâktır.” buyuruyor. Soluna geçip soruyor, Peygamberimiz yine “Güzel ahlâktır.” diyor. Arka tarafına geçip soruyor aynı soruyu. Peygamber Efendimiz: “Anlamıyor musun, kızmamaktır.” diyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîflerinde: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyuruyor. Hattâ güzel ahlâk peygamberliğin tamamlayıcı unsurları arasındadır. Demek ki insanın mükemmel olabilmesi için ve insanları eşit tutabilmesi için ahlâken tekâmül etmesi lâzımdır. Düşünün; insanda kibir var, şehvet var, cimrilik var, hased var, benlik var, var, var... Bunlarla bir insan hangi topluma, hangi insana faydalı olabilir? Olamaz. Kibir varsa kibir yapar, herkesi kendinden kaçırır. Eğer şehvet ehliyse onun-bunun namusuna bakar. Cimri ise hiçbir fakire eli uzanmaz. İşte İslâm, bunların hepsinin karşısındadır; hepsinin atılması lazım. Bu da ancak ve ancak tasavvuf yoluyla olur, ancak nefsi tezkiye ile olur. Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’de Şems Sûresi 9. âyette: “Allah her kula kötülüğünü ve iyiliğini vahyetti. Kim kötülüklerini tezkiye ederse, iyiye çevirirse o kurtuluşa ermiştir.” buyuruyor. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânına göre, bizde birtakım kötü ahlâklar var. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte: “Kabir, ya (içi yılan-çıyan dolu) cehennem çukurlarından bir çukur, ya da cennet bahçelerinden bir bahçe olacaktır.” Orada da eziyet yapılacaktır. Diyelim ki adam öldü, cehennem çukuru gibi bir çukura döndü kabri... Ve türlü türlü yılanlar vs. eziyet yapmaya başladılar. Adam sorar: “Siz kimsiniz ve neden bu kadar zalimsiniz? Neden bu kadar zulmediyorsunuz?” Onlar da derler ki: “Bizi neden unuttun, biz dünyada seninle arkadaştık, sen kibirli değil miydin? Ben oyum işte...” Ayı çıkacak: “Sen şehvetli değil miydin? Ben de oyum.” diyecek. Aslan çıkacak: “Sen kibirli değil miydin? Ben kibrinim.” diyecek. Bu şekilde vahşî hayvanlar kıyamet gününe kadar ezâ-cefâ yapacaklar veyâhut da ona güzel cennet bahçeleri açılacaktır. O cenneti görecektir, bazen de onun ruhu kuşlar gibi cenneti dolaşacaktır. İşte o gün gelmeden önce bütün Müslümanların nefislerini tezkiye etmeleri lâzım. Bu kötülükleri atmaları lazım. O da ancak hazır bir mürşidle olur. İcazeti Hz. Peygamber (s.a.v.)’e kadar uzanan bir mürşid-i kâmil olması lazım ve kendisinin de bizatihi seyr-i sülûkü bilmesi lazımdır. Feyz; Seyr-i sülûk nedir, nasıl yapılır? Abdullah Çetin Faruki Efendi : Letaifleri; kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, nefs-i nâtıka ve nefs-i küll diye Nakşî büyüklerimiz yediye ayırmışlardır. Kadirî pîrlerimiz de nefsin makamlarını yediye bölmüşlerdir: Emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râdiye, merdiye, sâfiyye diye. Bunları bölüm bölüm ilerletmek, aşmak lâzımdır ki, insan ahlâken tekâmül edebilsin. Buralardan geçemeyen mürşid, mürşidlik yapamaz. Mürşid, bahçıvana benzer. Su gelir; Allah dedikçe feyz gelir, nur gelir; ama o nûru yerine göre ulaştırmak lazımdır. İşte mürşid-i kâmil bahçıvan gibidir. O bahçede o fidelere ne kadar su gideceğini o bilir ve onları yeşertir. Bilmezse, kör bir adam gibiyse, su gelir, hepsini alır götürür. Hiç su gelmezse hep kuru kalır, bir şeye yaramaz. Kontrolsüz çekilen esmalar da diyelim ki; on, yirmi, otuz, kırk bin çekiyor esmayı... Eeee, peki seyr-i sülûk gördün mü sen? Yerine göre zararı da var bunların, sadece faydası değil... Aklını götürür, dînini götürür... Aklı gidince dîni de gider insanın. Ehliyetsiz kimseler veriyor elli bin esmâyı, ortalıkta sarhoş sarhoş gezdiriyor; aklı başından gidiyor, adam ne dünya işine geliyor, ne âhiret işine geliyor ondan sonra... Böyle zaman zaman hastalar gelir; almış dersi, namaz gitmiş elinden, dünyası da âhireti de gitmiş, mahvolmuş. İşte bu nedir? Mürşidin nakıslığındandır; seyr-i sülûkü bilmiyordur. İnsanların kabiliyetlerine göre ders verilmelidir. Meselâ; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman (r.anhüm), hepsi başka başkadır. Hz. Ali’ye bakıyorsunuz, yine öyle... Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz geliyor bakıyor ki, Hz. Ebû Bekir bir şeyler yapıyor. Soruyor; ne yapıyorsun? “Yâ Rasûlallah! Nefsimi tezkiye ediyorum.” diyor. Rasûlullah (s.a.v.) de ona: “Sesini biraz yükselt.” diyor. Başka bir gün Hz. Ömer’i görüyor: “Ne yapıyorsun?” diyor, “Nefsimi tezkiye ediyorum yâ Rasûlallah!” diyor. Rasûlullah (s.a.v.) de ona: “Sesini biraz alçalt.” buyuruyor. Buhârî-i Şerîf’te bu hadîs yazılıdır. Şimdi herkesin yaratılışı bir değil. Bazısı mülâyimdir. Hz. Ömer ile Hz. Osman’ın hâlleri birbirinden farklıdır. Biri yumuşak (halim-selim), diğeri celâlli. İşte her insan da aşağı-yukarı böyledir. Her celâlli insanı Nakşîlikte bırakmak mümkün değildir. O kadar yumuşak adamı da getirip Kadirîlikte bırakmak kabil değildir. Herkesin kabiliyeti ne ise, neyi götürüyorsa, ona göre terbiye olması lazımdır. Kâdirîyyeden mi, Nakşiyyeden mi terbiye olması lazım? Onun fıtratını Allah Teâlâ nasıl yaratmışsa, ona göre terbiye olması lâzımdır. Kadirî’dense onu Kadirî pirleri alır emmâre, levvâme vd. ile götürürler. Nakşî pirleri ise, onlar da letâiflerle götürürler kalp, ruh vs... diye. En sonunda daire çizilir, yarı dairenin birisini bir kısım pîrler götürür, diğer yarısını da öteki pîrler götürür. Ve tam dâireyi doldurmuş olursa, yâni iki usûlde de seyr-i sülûk yapmış olursa tam dâireyi ikmâl etmiş olur. Bütün sırlara vâkıf olur. Ve o zaman halîfetullah olur. Yâni Allah’ın halîfesi olur; Rasûlullah’ın halîfesi olur. Seyr-i sülûkü bilir, herkese gittiği yolda karşılaşabileceği tehlikeleri anlatır; mürşid bunları bilir. Yoksa Cenâb-ı Hakk yarın sorar: “Ben emretmedim ki, o kuluma o kadar vird verdin, aklı gitti adamın... Mahvettin adamı; daha namaz kılamadı, farzı yerine getiremedi, çoluğu-çocuğu perîşân oldu!” Bir talebe, mürşidine emanettir. Allah ondan, onun her şeyini soracaktır; ama talebenin de üstadına bağlanması lazımdır. Eğer talebe üstadına bağlanırsa, Hz. Allah onu ondan sorumlu tutar; ama bağlanmamışsa, bir gelip bir gitmişse onun yüzüne bakmazlar. İşte bu şekilde olursa, tasavvufta ahlâken tekâmül edilir ve insanların içerisine girer, herkes ondan faydalanır, insanlara ışık tutar. Ondan sonra faydası olur. Şehvetli, kibirli insan, câhil bir insan, harâmı-helâli bilmeyen bir insan hiç bu işlerden anlayabilir mi? Yâni bu usûl ve erkânı yürütebilir mi? Tasavvuf okulları Hz. Peygamber’in yoludur. Tasavvufu başka bir şey zannediyorlar. Şerîattir, başka bir şey değildir. Hattâ “tarikat, mârifet, hakîkat”, şerîatin hâdimleridir, hizmetçileridir. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) yazıyor: “Şerîat” nedir; söylemektir. “Tarikat” nedir; tutmaktır, onu yapmaktır, o işi işlemektir. Peygamber namaz kılmıştır; emirdir. Cenâb-ı Hakk hadîs-i kudsîde buyuruyor: “Bazı kullarım bana gelmek ister; farzları yaptıktan sonra nafilelerle öyle uğraşırlar ki, onların gören gözü olurum, işiten kulağı olurum, konuşan dili olurum, şiddetle kavrayan eli olurum, yürüyen ayağı olurum.” Buharî-i Şerîf’te nakledilir. Yani bu iş farzların ikmali ve nafile ibadetlerle olur. Feyz; Nefis tezkiyesi mürşidsiz olur mu? Abdullah Çetin Faruki Efendi : İnsan bir doktorun yanına gitmeden ilaç alması mümkün müdür? Değildir. İnsan kitapçıda satılan tıp kitaplarını okusa, hiç doktor olabilir mi? Mümkün mü? Sadece kitap okumakla nefsin tezkiyesi mümkün değildir. Bu bir hâl ilmidir, kâl ilmi değildir. Yaşanan bir ilimdir bu. Feyz; Târihte de olduğu gibi son günlerde sahte mehdîler zuhur ediyor. İnsanların böyle bir şeye inanması sosyal, politik, ekonomik bir bunalımdan mı kaynaklanıyor, ya da bu sahte mehdîler, hakikî mehdîye dair bir işaret mi? Ehl-i sünnetteki Mehdî inancını izah eder misiniz? Abdullah Çetin Faruki Efendi : Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte: “Benden sonra otuz tâne yalancı peygamber gelmeyince kıyamet kopmaz.” buyuruyor. “Bunların içerisinde iki tanesi de kadın olacak.” buyuruyor. Bu hadis-i şerîf Kâdı İyaz’ın Şifâ-ı Şerîf’inde yazılıdır. Mehdîlik hakkında Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Benim soyumdan olacak, adı benim adımdan olacak, babasının adı da benim babamın adından olacak. Babasının adı Abdullah, kendi adı Muhammed olacak. Ve benim soyumdan gelecek, benim sünnetimi ihyâ edecek.” İmâm-ı Rabbânî (k.s.): “Şam’da Hz. Îsâ ile buluşacaklar, Şam’da Mescid-i Emeviyye’de Hz. Mehdî, Hz. Îsâ’ya: ‘Buyrun siz peygambersiniz, namaz kıldırın, ben de size tâbî olayım.” diyecek. Hz. Îsâ ise: ‘Hayır, siz Rasûlullah’ın evlâdısınız, şimdi hüküm Rasûlullah’tadır. Ben sana tâbî olacağım.’ diyecektir.” diyor. Demek ki, Hz. Îsâ da, Mehdî (a.s.)’a Şam’da, Mescid-i Emeviyye’de tâbî olacak, namaz kılacaklar. Şimdi zaman zaman bu Mehdî işi Türkiye’de çok alevlendiriliyor. Mehdî’nin zuhuru konusunda geçmişte de değişik tahminler olmuştur. Bir kısım insanlar velî de olsalar keşiflerinde yanılabilirler. Bu mazur görülebilir. Beklemekle değil, Allah’a itaat etmekle olur. Zaman zaman sahte peygamberler de olmuştur. Bir insan bir şeyi iddia ediyorsa Kur’ân’a bakacağız, sünnete bakacağız. Sahte mehdîlere şeytandan ilham gelir. Allah (c.c.) rezil eder tabi. Şeytandan ilham gelir böyle insanlara. Halkı aldatmak istiyorlar; ama ölçü var, ölçü nedir? Kur'ân’dır, sünnettir. Bu çerçevede olursa başımız, gözümüz üstündedir; yoksa olmaz. Bir îman dâiresi var, bir de küfür dâiresi... Hiçbiri birbirine karışmaz. Feyz; Teşekkür ederiz. |
1. sayfa (Toplam 1 sayfa) | Tüm zamanlar UTC + 2 saat |
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group http://www.phpbb.com/ |