22. KUREYŞİN ÎLERİ GELENLERİ
Peygamber (s.a.v.)'e tabi olanlar sürekli bir artış gös¬teriyordu, fakat yeni dine girenlerin hemen hemen hepsi ya köle, ya azatlı, ya da Mekke dışındaki Kureyşlilerden oluşuyordu. İslâm'a girenler Vadi Kureyşlilerinden olsa bi¬le, nüfuzlu bir aileden gelen fakat kendileri nüfuzlu olma¬yan ve İslâm'a girişleriyle ailelerinin ve akrabalarının düşmanlığını üzerlerine çeken zayıf kişiler oluyordu. Aba ur-Rahman, Hamza ve Erkana istisna idi, fakat onlar da li¬der konumunda olmaktan uzaktılar. Bu nedenle Peygambeı (s.a.v.) hiçbirinin, hatta amcası Ebu Talib'in bile kendisi¬ne uymaya yanaşmadığı Kureyş ileri gelenlerinden biç ol mazsa bir kaçını kazanmak istiyordu. Eğer Ebu Cehil'in amcası Velid gibi güçlü bir şahsiyetin -Velid hem Mahzu nülerin şefi, hem de Kureyş'in gayri resmi şefi idi- deste¬ğini kazanırsa, davetini daha kolay bir şekilde yapabile¬ceği inanandaydı Velid aynı zamanda diğer Kureyş lider¬lerine göre daha anlayışlı ve tartışmaya açık bir kimseydi ve bir gün Peygamber (s.a.v.) Velid'le yalnız konuşabile¬ceği bir fırsat buldu. Fakat onlar sohbete dalmış bir hal¬deyken henüz İslam'a girmiş kör bir adam yanlarından geçti; Peygamber (s.a.v.)*in sesini duyunca orada duru*, kendisine Kur'an'dan bir bölüm okumasını rica ettfc Bira; sabırlı olmasını ve uygun bir zaman beklemesi söylendi¬ğinde kör adam o kadar ısrar etti ki, sonunda-Peygamber hiddetlendi ve yüzünü çevirdi. Sohbeti yarıda kesilmişti; fakat bu bölünme hiç bir kayıba sebep olmadı, çünkü Velid zaten, mesaja, ümitsiz denebilecek derecede kapalıydı O anda şu sözlerle başlayan yeni bir sûre nazil oldu- «Surat astı ve yüz çevirdi; kendisine o kör geldi diye». Vahy şöyle devam ediyordu: «Fakat kendini müstağni (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan) gören İse, işte sen, onda "yankı uyandırmaya çalışıyorsun.' Oysa, onun temizlenip arınmasından sana ne} Ama koşarak sana gelen ise, kt o 'içi titreyetek korkar' bir 'durumdadır, sen ona aldırış etmeden oyalanıyorsun.» (Abese: 5-10). Bundan kısa bir süre sonra Velid kendini beğenmişli¬ğini şu sözlerle ortaya koyuyordu: «Ben Kureyş'in en üs¬tünü ve şefi olduğum halde, bana gelmiyor da Muhammed'e mi vahiy geliyor? İkimiz de iki şehrin iki büyüğü olduğumuz halde o ne bana ne de Taif in reisi Kbu Mes'-t gelmiyor da ona mı geliyor?» (Zubruf: 31). Ebu Cehil'in karşı çıkışı ise daha az cüretli fakat daha tutkulu idi. «Biz ve Abdu'l-Menaf oğullan aramızda şeref konusun¬da yarış ederiz. Onlar başkalarını doyururlar ve korurlar, biz de aynısını yaparız. Onlar verirler, biz de onlarla aynı yansta burun buruna giden atlar gibi eşit oluncaya dek veririz. Şimdi onlar «Bizim adamlarımızdan biri Pey gam-ber'dir, ona gökten vahiy geliyor» diyorlar. Biz onun bir eşini ne zaman elde edeceğiz? Tanrıya andolsun ona hiç bir zaman inanmayacağız ve onun gerçeği söylediğini ka¬bul etmeyeceğiz.» Şems'li Utbe'nin tutumu daha az olum¬suzdu, fakat değerlendirmede onlarla aynı hataları yapı¬yordu. Çünkü onun ilk düşüncesi 'eğer Muhammed ger¬çekten Peygamber'se ona uyulmalıdır' değil, 'onun Pey¬gamberliği Abdu'l-Menaf oğullarına şeref getirecek' olmuş¬tur. Bir gün Ebu Cehil bu konudaki kızgınlığını belirte¬rek Utbe'ye: «Ey Abdu'l-Menaf oğulları, işte sizin Peygamber'iniz var- dediğinde Utbe şiddetle şu karşılığı verdi: Biz bir krala veya bir Peygambere sahip olduğumuz için siz gücenmek zorunda mısınız?» Buradaki kral kelimesi Kusayy için kullanılıyor ve Manzum ilere, Abdu'I-Menafın Kusayy'ın oğlu olduğu, halbuki Mahzum'un sadece Kusayy' in yeğeni olduğu hatırlatılmak isteniyordu. Peygamber (s.a.v.î, bu söylenenleri duyacak kadar yakındaydı, hemen yanlarına geldi ve onlara: «Ey Utbe, sen ne Allah, ne de onun rasulü için tartışıyorsun. Sana gelince ey Ebu Ce¬hil sana bir felâket gelecek ve sen çok ağlayıp az gülecek¬sin- (Tab. X203, 3.). Kureyş'in çeşitli boyları arasında rekabet sürüyor ve en güçlü olanlar sürekli değişiyordu. O zamanlar en güç¬lü iki boy Abdu'ş-Şems ve Mahzum idi. Utbe ve kardeşi Şeybe, Şems boyunun bir bölümünden sorumluydular. Ku¬zenleri Umeyye kolunun lideri Harb ölmüş, yerine Utbo'-nin kızı Hind'le evlenen Ebu Süfyan geçmişti. Onun hem politikada hem de ticarette başarılı olması bir bakıma ada¬leti korumasına, soğukkanlılığına ve bir avantaj kazana¬cağına inandığında sabırlı olmasına bağlanabilirdi. Onun bu soğukkanlılığı, çok çabuk sinirlenen ve aceleci olan Hind'in sık sık kızmasına neden oluyordu, fakat Ebu Süf¬yan kararını verdikten sonra onun fikirlerini çok az din¬lerdi. Beklendiği gibi, o Peygamber*e karşı Ebu Cebirden daha az düşmanlık besliyordu. Bununla birlikte, Kureyş liderlerinin Peygamber (s.a v) 'e karşı tutumları farklı olsa da, hepsi de mesajı reddet¬me konusunda aynı fikirdeydiler. Hayatta belirli bir ba¬şarı kazanmış olarak, hepsinde tüm Arabistan'da kabul edilen, bir insanın hamiyeti ideali hakimdi. Zenginlik bu şerefin bir yönü değildi, fakat bu amaca ulaşmak için zen¬ginlik gerekliydi. Şerefli ve kerem sahibi-bir adam bir ko¬ruyucu ve müttefik olmalıydı, yani kendisinin de dayandı¬ğı bazı müttefikler varolmahydı. Bunu da kendi evlilikleri, ki7İ_n ve oğullarının evlüikleriyle kurduğu bağlar saye¬sinde başarabilirdi. Fakat böyle bir konumu kazanmada en önemli etken zenginlikti, çünkü şerefli bir «dam iyi bir ev sahibi olmak zorundaydı. Birtakım iyi özelliklere sahip olmak sözkonusu idealin gerçekleşmesi için gerekliydi: Özellikle cömertlik bu idealde büyük bir rol oynuyordu, fakat bu iyi davranışların hiçbiri ahirette karşılık almak için yapılmıyordu. Tüm Arabistan'da, çok cömert, cesaret¬li ve koruma, ittifak, garanti veya başka herhangi bir şey için verdiği sözde duran biri olarak tanınmak ve öldük¬ten sonra da böyle anılmak, onlar İçin yaşama asıl anlamı¬nı veren büyük bir şeref ve ölümsüzlük idi. Velid gibi adamlar böyle bir şerefe sahip olduklarından emindiler; bu da onların, bu hayatın -yani onların basan ve şeref kazandıkları Hayatin- geçiciliğini vurgulayan bir mesaja kulaklarını kapatmalarına neden oluyordu. Onların şereı ve ölümsüzlükleri Arabistan'ın aynı kalmasına, Arap ideallerinin geçmişten geleceğe sürekli aktarılmasına bağlıydı. Hepsi de değişik derecelerde Vahyin diline ve üslubuna karşı duyarlıydılar. Fakat anlamına gelince, aşağıdaki gibi babalarının hiçbir şey kazanmadığını ve onların tüm ça¬balarının boşa gittiğini vurgulayan âyetlere gönüllerini kapatmışlardı: «Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve (eğlence türünden) 'tutkulu bir oyalanmadır' Gerçekte ahiret yurdu ise, .asıl hayat odur. Bir bilselerdi.» (Ankebut: 64).
23. KORKU VE ÜMİT
Elbette gençlerin ve zayıfların hepsi, hemen ilâhi da¬veti kabul etmemişti, fakat hiç olmazsa onların kendini be¬ğenmişliği, küçük yaşamlarını bir klarnetin notaları gibi bölen davet ve vaazların Önem ve şiddetine karşı kulakla¬rını tıkamalarına neden olmuyordu. Osman'ın çölde duy¬duğu : «Ey uykudakiler uyanın» sesi vahyin kendisiydi ve daveti kabul edenler, şimdi sanki uykudan uyanmışlar ve yeni bir yaşama girmişlerdi Geçmişteki ve şu andaki kâfirlerin tutumu şu sözlerle ifade edilebilir: «Bu dünya hayatımızdan başkası yoktur. Ve bizler diriltilecek de değiliz.» (En'am: 29). Bu sözlere ilahi cevap olarak şunlar söyleniyordu: «Bizler gökleri, yeri ve ikisinin arasındakilerini oyuncular (in oyun konusu) ola¬rak yaratmadık.» (Enbiya: 16, Duhan: 38). «Bizim boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve sizin gerçekten bize döndûrülüp-getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?» (Mü'minûn: 115). Küfrün henüz tam olarak yerleşmediği kişilerde bu söz¬ler etkisini gösteriyordu. Bu etki, kendisini bir nur ve hi¬dayet (doğru yola ulaştırıcı) olarak niteleyen vahyin tü¬mü için de geçerliydi. Mesajı kabul etmeye iten başka bir neden de onu getiren elçinin kişiliğiydi. O, başkalarını kötülüğe yönlendirmeyecek denli gerçekle dolu ve kendisi de sapıtmayacak kadar hikmet ve fazilet sahibiydi. Yapı¬lan çağrıda hem bir uyan, hem de bir vaad vardı, uyan onları iyi işler yapmaya yöneltiyor, müjde ise onlan mutlu kılıyordu. «Şüphesiz: 'Bizim Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra da dosdoğ¬ru bir istikâmet tutturanlar (yok mu) onların üzerine melekler iner (ve der ki): «Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin. Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriziz. Orda nefislerinizin arzuladığt her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir. Çok bağışlayan, çok esirgeyen (Aî-tah)tan bir ağırlanma olarak.» (Fussikt: 30-32) «Bu mu daha hayırlı, yoksa takva sahiplerine vadedılen cen¬net mi? Ki onlar için bir mükâfat ve son duraktır, içinde ebedi katlar olarak, orada her istedikleri onlarındır, bu Rabbinm üzerinde istenen bir vadidir» (Yunus:7). Gerçek mü'minler «Bizimle karşılaşmayı umanlar» di¬ye tanımlanmıştır. Oysa kafirler: «Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olan¬lar ve bununla tatmin olanlar ve bizim üyelerimizden habersiz (ga¬fil) olanlar.» (Yunus: 7) dır. Mü'min'in tutumu, her konuda kâfirinkinin aksi ol¬malıdır. İnanmayanların daldığı küfrün bir özelliği de on¬ların tabiat görüntülerini olduğu gibi almaları ve onlar¬dan ders almamalarıdır. Gerçeğe (Hakk) uyanık olmak sadece insanın ümitlerini bu dünyadan ahirete çevirmesi değil, aynı zamanda bu dünyada serpili olan Allah'ın âyetlerinden de ders almasıdır: «Gökte burçları kıtan, onların içinde bir aydınltk ve nurlu bir ay vareden (Allah) ne yücedir. O gece ile gündüzü birbiri ar¬dınca kılandır; öğüt attp-düşünmek isteyenler ya da şükretmek isteyenler içinj* (Furkan: 61-62) Kureyş liderleri küstahça peygamberden bu âyetleri (işaretleri veya mucizeleri) göstermesini, ya gökten onu destekleyen bir melek gelmesini, ya da onun göğe yüksel¬mesini İstiyorlardı. Ve birgün, dolunayın henüz Hıra dağmın tepesine çıkıp ortalığı' aydınlattığı bir gecede, bir grup kâfir peygambere yaklaştılar. Ve eğer gerçekten Al¬lah'ın Rasulü ise Ay'ı ikiye bölmesini istediler. Mı ""Tünleri ve kararsızları da içeren büyük bir topluluk vardı ve bu istek yerine getirildiğinde tüm gözler parlayan Ay'a çev¬rildi. Büyük bir şaşkınlık içindeydiler, çünkü Ay ikiye ay¬rılmış ve her biri dağın bir yönünde parlıyordu. Peygam¬ber «İşte şahit olun- dedi. Fakat asıl ay'ı ikiye bölmesini isteyenler bu optik mucizeyi reddettiler ve onun büyü ol¬duğunu söylediler (Kamer: 1-2). Diğer taraftan inananlar sevindiler ve kararsızlardan bazıları imâna yaklaştı, bazı¬ları ise gerçekten İman etti. Böyle isteklere karşı Allah'tan gelen bu cevap bir is¬tisnaydı. Çünkü Kurevş'in istediği diğer mucizeler onlar istediğinde değil, Allah'ın dilediği zaman meydana gel¬mişlerdir. Bunlardan başka sadece İnananların şahit ol¬duğu küçük mucizeler de vardı. Fakat bu tür harikalar yeni dinin merkezinde bir konuma sahip değildi, çünkü İsa'nın bir önceki vahyin mucizesi olması gibi, bu vahyin mucizesi de Kur'an'ın kendisiydi. Kur'an'a göre İsa, hem Allah'ın elçisi hem de «O'nun kelimesidir. Onu (Ol keli¬mesini) Mer'yem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur» (Ni¬sa: 171). Aynen Allah'ın kelimesi olan İsa'da olduğu gibi şimdi de Allah'ın kelimesi olan Kur'an'la İslâm gerçek bir din oluyordu. Bu kelâmın (Kur'an) işlevlerinden biri de. İslâm'a hanif bir din olarak bakıldığında (Rum: 30) insan¬da zaman geçtikçe körelen ve yanlışlıklara yönelen duygu¬lan tekrar uyandırmaktı. Bu nedenle Kureyş Peygamber'den mucize göstermesini istediğinde Kur'an'ın cevabı, on¬ları her zaman gördükleri, fakat üzerinde düşünüp ibret almadıkları şeylere yöneltmek olmuştur: «Kendileri bir bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yarat Odı? (ğoğe; nasıl yükseltildi* Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu? Yere: nastî yayılıp, döşendi?» (Gaşiye: 17-20) İnananlardan beklenen korku ve ümidin her ikisi de Allah'a götüren davranışlardır. Allah'a şükür belirtisi ola¬rak söylenen «Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'adır,, sö¬zü aynı zamanda korku da taşır ve hamdedeni ve h&m,-dolunam doğruca tüm iyiliklerin kaynağı olan uluhr/ete götürür. «Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla» sö?u insanı ümitle aynı yöne yöneltir. Bu korku ve ümit en be¬lirgin bjr şekilde Fatiha Suresinde toparlanmıştır (Kur'-an'ın ilk suresi [1]olduğu için Açan anlamında Fatiha is¬mi verilmiştir:) «Hamd, Alemlerin Rabbi. Rahman, Rahim ve Din gutumun maliki olan Allah'adır. Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet, kendilerine nimet ver¬diklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıkhmnkine değil» (Fatiha 2-7). îslâm öğretisinin en güzel ve tam ifadesini yapan diğer bir sure de Kur'an'ın son surelerinden biri olan İhlas Suresidir. Bu sure, putperestlerin Peygamber'den, Allah'ı tanımlamasını istediğinde indirilmiştir: «De ki: O Allah birdir. Allah Samed'dir (her şey ona muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye İhtiyacı olmayandır). O. doğurmamıştır ve doğurulmamışlır. Ve hiç bîr şey O'nun dengi değildir(ihlasSuresi).
-------------------------------- [1] Son düzenlemede ilk sıradadır, fakat nüzulde ilk değildir Fatiha'nın islâm'daki yeri büyüktür ve en azından her mü'min onu günde onyedi defa okur.
24. AİLELERDE BÖLÜNMELER
Ebu Talib'in büyük oğullan, Talib ve Akil, küçük kar¬deşleri Cafer ve Ali'nin aksine müslüman olmadılar vo ay¬nen babalan gibi yeni dine girmekte tereddüt ettiler, fakat hoşgörülü kaldılar. Yeni dine karşı tutumu çok farklı olan¬lardan biri de Ebu Leheb idi: Kureyşlilerin bir Önceki top¬lantısından beri yeni dine düşman olduğunu daha açık söylemeye başlamıştı. Ebu Leheb'in karisi ve Şemsli lider Ebu Süfyan'ın kardeşi olan Ümmü Cemil de Peygamber'e (s.a.v.) karşı özel bir düşmanlık besliyordu. Aralarında iki oğullarını, Peygamberin kızları Rukiye (r.) ve ümmü Gülsüm'ü (r.) boşamaya zorlamaya karar verdiler. .O zaman oğullarının Peygamber*in (s.a.y.) kızlarıyla evli mi yoksa henüz nişanlı mı olduğu hakkında kesin bilgi yoktur.- Fa¬kat Ümmü Cemil'in bu boşamalardan duyduğu sevinç, zengin Ümeyye kuzeni Osman tbn Affan'ın Rukiye'yi is¬tediğini ve onunla evlendiğini duyduğunda kayboldu. Bu evlilik Peygamber (s.a.v.) ve Hatice (r.) için bir öncekin¬den daha sevindirici İdi. Kızları mutluydu ve yeni damat¬ları hem kızlarına hem de onlara karşı saygı ve sevgi bes¬liyordu. Onların şükretmesi gereken başka bir konu da¬ha vardı: Rukiyye kızları arasında en güzeli ve tüm Mek¬ke'de kendi akranlarının en güzeli idi. Osman da çok ya¬kışıklı bir adamdı. ikisini bir arada görmek bir sevinç kav-nağı oluyordu. «Allah güzeldir ve güzelliği sever- [1]. Evliliklerinden kısa bir süre sonra, ikisi de Mekke dışındayken Peygamber (s.a.v.) onlardan haber almak için bir adam gönderdi, fakat adam beklenilenden çok geç geri döndü. Geciktiği için özür dilemeye başladığında, Peygamber (s. a.v.) sözünü kesti ve: «Bırak, seni neyin geç bıraktığını ben söyleyeyim; orada- Osman ve Rukiye'nin güzelliklerini seyretmeye daldın ve o yüzden de geç kaldın» [2] dedi. Peygamberin halası Erva, islam'a girmek için kararı¬nı vermişti. Bu ani kararının en önemli sebebi ise on-beş yaşındaki Oğlu Tulayb'm kısa bir süre önce Erkam'm evin¬de inancını açıklamasıydı. islam'a girdiğini annesine ha¬ber verdiğinde annesi: «Biz, erkeklerin yapabildiğini yapa¬bilirsek, kardeşimizin oğlunu koruyacağız» dedi. Fakat Tulayb bu tür belirsiz bir ifadeyle yetinmedi ve «Seni İslam'a girip, O'na tabi olmaktan alıkoyan nedir? Kardeşin Hamza da müslüman oldu.» dedi. Annesi her zamanki gibi di¬ğer kız kardeşlerinin kararını beklediği Özürünü dile getir¬diğinde ise Tulayb onun sözünü kesti: «Tanrı adına sana yalvarıyorum, git ve onu selamla, ona inandığını söyle ve Allah'tan başka taun olmadığına şehadet getir». Erva oğ¬lunun dediklerini yaptı; müslüman olduktan sonra cesa¬reti arttı ve kardeşi Ebu Leheb'i yeğenine yaptıklarından dolayı azarladı. Hatice'nin akrabalarına gelince, İslâm'ın Mekke'de ta¬nınmaya başlamasından kısa bir süre sonra üvey kardeşi Nevfel, İslam'ın en kötü ve en azgın düşmanı oldu. Fakat onun bu düşmanlığı oğlu Esved'in yeni dine girmesini ön¬leyemedi. Esved'in Müslüman oluşu Haticeye bir bakıma Nevfel'in düşmanlığını unutturuyordu. Fakat ne yazık ki en sevdiği yeğeni ve birkaç yıldan beri de damadı olan Şems'li Ebu'l-As, karısı Zeyneb İslam'a girdiği halde müs-lümanhğı kabul etmiyordu. Karısı müslüman olduğu için, kabilenin ileri gelenleri ders olsun diye onu boşaması için Ebu's'ı zorluyorlardı., O kadar ileri gittiler ki Zeyneb'i boşamasına karşılık ftîekkeden en güzel, en zengin ve ensoylu kadınla evlenebilmesi için tüm olanaklarını bu yolda harcayacaklarına söz verdiler. Fakat Zeyneb'le Ebu'l-As birbirlerini seviyorlardı; Zeyneb (r.) her zaman kocasının da müslüman olması için dua ediyor ve Öyle olmasını ümit ediyordu, kocası da Zeyneb'i sevdiği için kendisini boşa¬maya zorlayanlara istediği kadının evde olduğunu ve baş¬ka bir kadın da istemediğini söyledi. Hatice'nin yeğenle¬rinden bir diğeri olan Hakim de -kendisine yirmi yıl ka¬dar önce Zeyd'i nediye eden kardeşi Hişam'ın oğlu- Ebu'l-As gibi halasına ve halasının ev halkına karşı sevgi va saygı beslemeye devam ediyor, fakat Kureyş tanrılarına da karşı çıkmıyordu. Hakim'in kardeşi Halid ise müslüman olmuştu. «Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete eriştirir.» (Kasas: 56). Bu âyetle ifade edilen gerçek Kur'an'ın her yerinde tekrarlanır. Fakat bu tür ayetler, Peygamberir (s.a.v.) üs¬tünden sorumluluk yükünü kaldırsa da, onun Mahzum'lu kuzeni Abdullah'ın küfrüne üzülmesini engelleyemiyordu. Onu çok üzen bir başka durum daha vardı: büyük amca¬sı Hâris'in oğlu, bir zamanlar çok samimi arkadaşı olan Ebu Süfyan da müslüman olmayı kabul etmiyordu. Pey¬gamber (s.a.v.) onun mesaja karşı duyarlı olacağını ümit ediyordu, fakat aksine İslam aralarına bir engel oldu. Bü¬yük bir ihtimalle amcası Ebu Leheb'in etkisiyle Ebu Süf-yan'ın vahye ve peygambere (s.a.v.) karşı soğukluk ve an¬layışsızlığı gün geçtikçe arttı. Yukarıdaki âyetin gerçek ol¬duğu başka durumlarda da gözleniyordu: Ebu Bekir Müs¬lüman olduğunda karısı Ümmü Ruraan ve başka bir karı¬sından olan oğlu Abdullah'la kızı Esma ona uymuşlar ve İslam'a girmişlerdi. Ummö Ruman kısa bir süre önce Aişe adını verdikleri ve Zeyd'in oğlu Üsame gibi İslam'ın ilk çocuklarından olan bir kız çocuğu dünyaya getirmişti. Ebu Bekir bir çok kimsenin müslüman olmasına neden oldu¬ğu halde en büyük oğlu Abdu'l-Kâbe'yi İslama sokama-mıştı. O, annesi Ümmü Kuman ve babasının tüm çabala¬rına rağmen yeni dine girmemekte ısrar ediyordu. Mütnînler, hayal kırıklığı içindeydiler. Kâfirlerse, Mek¬ke'de yaşam tarzlarını tehdit eden ve gelecekle ilgili, özel¬likle çocuklarının evlilikleriyle ilgili projelerini suya düşü¬ren bir olayla karşı karşıya bulunduklarının farkına var¬mışlardı. Mahzumilerâen Abdullah, mecliste kuzeni Muhammed'e (s.a.v.) sert bir şekilde karşı çıktığında, Benî "" Mahzum çok sevinmişti. Abdullah'ın kardeşi Züheyr de, yeni dine ondan daha az düşmanlık beslemesine rağmen mûslüman olmayı reddetmişti. Abdullah gibi Züheyr de Abdu'1-Muttalib'İn kızı Atike'nin oğluydu, fakat şimdi hayatta olmayan babaları Atike adında başka bir kadınla evlenmiş ve ondan bir kız çocuğu olmuştu. Adı Hind olan bu kız on dokuz yaşındaydı ve çok güzeldi; kısa bir su¬re önce de iki üvey ağabeyinin kuzeni olan Mahzum'un diğer kolundan Ebu Seleme ile evlenmişti. Bu evlilik ka¬bilenin iki kolunu birbirine bağladığı için tüm kabileyi memnun esmişti. Fakat Ebu Seleme'nin mûslüman oldu¬ğunu duyduklarında bu memnunluk üzüntü ve kızgınlığa dönüştü. Bu kızgınlık, Hind'in -veya her zamanki lakabı olan Ümmü Seleme'nin- kocasını bırakmak yerine, onunla birlikte en samimi müslümanlardan biri olduğunu duxun¬ca, İki| katına çıktı. Ebu Seleme'nin babası öldüğünde, annesi Berre, Ku-reyş'in Amir kolundan bir adamla evlendi ve ondan Ebu Sabra adında bir oğlu oldu. Amir'in şefi olan Süheyl kısa bir süre önce kızı Ümmü Gülsüm'ü Ebu Sabra'yla evlen-dirmişti Ben», kardeşi Erva'nın aksine henüz îslâm'a gir¬memişti. Fakat Ebu Sabra hem üvey kardeşi Ebu Seleme hem de üvey annesi, babasının ikinci karısı Mey m un e sa¬yesinde yeni dine İlgi duymaya başlamıştı. Peygamber «Gerçekten şu kız kardeşler gerçek mü'minlerdir» [3] derken Meymune ve Abbas, Hamza ve Cafer'in hanimlan olan üç kız kardeşini kasdediyordu. Meymune'nin Ebu Sahranın babasıyla evlenmesi Amir kabilesine, güçlü bir iman örne¬ği gösterdi. 106 Süheyl, diğer kızı Sehle'yi, Şemsi lider Utbe'nin oğlu Ebu Huzeyfe'yle evlendirmişti. Amir kabilesi güç yönünden ilerlemede biraz geç kalmıştı, bu nedenle bu evlilik on¬lar için ve diğer kabile için avantajlıydı. Evlendikten kısa bir süre sonra bu, çift îslam'a girdi. Onları Ebu Sabra ve Ümmü Gülsüm ikilisi izledi. Yani Süheyl iki kızını ve dik¬katle seçilmiş iki damadı yeni dine kaybetmişti. Aynı şekilde üç kardeşi Hatib, Salit ve Sekran'ı ve Sekran'm ka¬rısı, kuzenleri Sevde'yi de kaybetmişti. Fakat Süheyl'e gö¬re en kötü olanı en büyük oğlu Abdullah'ın da Peygam¬berin Cs.a.v.) en hızlı takipçilerinden biri olmasıydı. Ab¬dullah babasının da bir gün hidayete erip, kendilerine ka¬tılacağını ümit ediyordu. Peygamber de aynı ümidi taşı¬yordu, çünkü Süheyl diğer liderler içinde en merhametli ve en a kıllı siy di. uzun süreden beri de sık sık ruhsal din¬lenme ve tefekkür için inzivaya çekilirdi. Fakat buna rağ¬men o yeni dine düşman oldu, çok şiddetli olmasa da düş¬manlığını korudu. Çocuklarının kendisine itaat etmemesi de bu düşmanlığı besleyen bir nokta oldu. Abdu'ş-Şems içinde Ebu Huzeyfe, anne-baba otorite¬sine karşı çıkan tek lider oğlu değildi. Rüyasında Peygam¬berin (s.a.v.) kendisini ateşten kurtardığını gören Halid, ilk zamanlar islâm'a girdiğini ailesinden gizlemişti. Fa¬kat babası bunu duyduğunda eski dine döndüğünü itiraf etmesini istedi. Bunun üzerine . Halid: «Muhammed'in (s.a.v.) dininden vazgeçmektense ölürüm daha iyi-* dedi. Babası bu sözleri duyunca onu acımasızca dövdü ve yiye¬cek ve içecek vermeksizin bir odaya kapattı. Fakat üç gün sonra Halid kaçmayı başardı; babası daha fazla ileri gitmedi, fakat onu evlatlıktan reddetti. Utbe, oğlu Ebu Hu-zeyfe'y [4] karşı, Halid'in babasından daha sabırlı ve dikkatli davranıyordu. Babasına bağlı olan Ebu Huzeyfe de baba¬sının birgün putperestliğin yanlış olduğunu göreceğini ümit ediyordu. Abdu'ş-Şems'in Ümeyye boyuna gelince, Osman'ın (r.) müslüman oluşundan ve Rukiye'yle evlenişinden daha buyük kayıplar vardı. Müttefikleri Beni Esed İbn Huzeyme'-nm büyük bir çoğunluğu yeni dine girmişti., İçlerinde Pey¬gamberin (s.a.v.) kuzenleri ve lider olan Cahş ailesinin de bulunduğu on dört kişi Müslüman olmuştu. Bu değerli müttefiklerin yanı sıra Ümeyyelerin Şefi Ebu Süfyan, Ab¬dı ıllah'ın küçük kardeşi Ubeydullah İbn Cahş'la evlendir¬diği kızı Ümmü Habibe'yi de yeni dine kaptırmıştı. Adîy kabilesinin ileri gelen ailelerinden birinde ise Hak bağının diğer bağlan nasıl kırdığı son nesilde gözleniyor¬du. Nufeyl'in iki ayrı karısından Hattab ve Amr adında iki oğlu vardı. Nufeyl'in ölümü üzerine Hattab'm annesi üvey oğlu Amr ile evlenmiş ve ondan Zeyd adında bir oğ¬lu olmuştu. Bu nedenle Zeyd ve Hattab anne tarafından kardeş oluyorlardı. Zeyd, Varaka gibi Kureyşin putperest geleneklerinin yanlış olduğunu görebilen ender insanlar¬dan biriydi. Sadece putlara tapma m ak la kalmaz, onlar için kesilen kurbanların etinden de yemezdi. O, İbrahim'in Al¬lah'ına inandığını söyler ve Kureyşlileri topluluk içinde azarlamaktan çekinmezdi. Diğer taraftan Hattab, Kureys geleneklerine sıkı sıkıya bağlıydı ve Zeyd'in, kendi taptıkları tanrı ve tanrıçalara hakaret etmesine çok kızıyor¬du. Bu yüzden Zeyd'i Mekke dışındaki tepelerde yaşama¬ya zorladı, daha da ileri giderek Zeyd'in Kâ'be'ye yaklaş¬masını önleyecek genç bir ordu kurdu. Bunun üzerine top¬lumdan sürülen Zeyd, Hicaz'ı terkederek Irak'ın kuzeyindeki Musul'a gitti, oradan da güneybatıdaki Suriye'ye git¬ti. Gittiği yerlerde rastladığı rahib ve yahudi bilginlerine İbrahim'in dini ile ilgili sorular soruyordu. Sonunda, ona terkettiği ülkede ortaya çıkmak üzere olan ve İbrahim'in dinini tekrardan vazedecek olan bir peygamberin gelece¬ğinden bahseden bir rahibe rastladı. Bunun üzerine Zeyd geri dönmeye karar verdi, fakat Suriye'nin güney sınırın¬daki Lahm bölgesinden geçerken saldırıya uğradı ve Öldü¬rüldü. Varaka onun Ölümünü duyunca çok Üzüldü ve bir ağıt yazdı. Peygamber (s.a.v.) de onu övdü ve onun Kı¬yamet gününde «Büyük bir halkm değerini kendinde ta¬şıyarak diriltileceğim» [5]söyledi. Zeyd'in ölümünaen sonra yıllar geçmişti: Hattab da ölmüştü ve Ömer (oğlu) kardeşi Fatuna ile evlenen Zeyd'¬in oğlu Sa'İd'le iyi anlaşıyordu. Fakat İslam'ın gelişiyle ara¬larındaki bu dostluk kesildi. Çünkü Sa'id İslâm'a ilk gi¬renlerden biriydi ve karısı Fatıma da ona uyarak müslü-man olmuştu. Fakat annesi Ebu Cehil'in kızkardeşi olan Ömer, yeni dine karşı çıkanlardan biriydi. Sa'id ve Fatı¬ma, Ömer'in çok hiddetli olduğunu bildikleri için îslâm'a girdiklerini ona söylememeyi tercih ettiler. Ömer'in İslâm'a kaybettiği birileri daha vardı: karısı Zeyneb, Cumah ka¬bilesinden Ma'zun'un oğlu Osman'ın kardeşiydi; Osman es¬kiden beri zühd hali ile yaşar ve vahy gelmeden önce bile tek tanrıya inanırdı. O ve iki erkek kardeşi yeni dine ilk girenler arasındaydı. Onların ve Zeyneb'in İslam'a giren üç yeğenleri vardı. Bu dönemde Zeyneb'in müslüman olup olmadığı hakkında hiç bir kayıt yoktur. Çünkü onun bu konudaki eğilimlerini gizli tutacak yeterli nedeni vardı. Ağabeyi Osman, gerçi Ömer kadar hiddetli değildi ama uzlaşmaz bir yapıya sahipti. Zeyneb ve erkek kardeşleri, kabilelerinin şefi ve İs¬lam'ın en azılı düşmanlarından olan Ümeyye bin Halefin kuzenleri oluyorlardı. Birgün kurumuş bir kemiği alıp Peygamber'e (s.a.v.) : «Muhammed (s.a.v.) Allah'ın bunu di¬rilteceğini mi iddia ediyorsun?» diyen Zeyneb'in kardeşi Übey idi. Daha sonra alaylı bir gülümsemeyle kemiği el¬leri arasında ezmiş ve tozlarını Peygamberin yüzüne doğ¬ru savurmuştu. Bunun üzerine Peygamber: «Evet, iddia ediyorum ki: Allah onu diriltecek ve seni de şu andaki ha¬linle diriltecek, daha sonra da seni Cehenneme atacak.» Aşağıdaki âyetler Übey'e hitaben inmiştir: «Kendi yaratılışım unutarak bize bir Örnek verdi; dedi ki: «Çürümüş bozulmuşken bu kemikleri kim diriltecekmiş?» De ki: «On-tart, ilk defa yaratıp, inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir.» (Yasin 78-79).
-----------------------------------------------------------------
[1] Hadis. A.H.N. 133-4 [2] S. 205 [3] i. s. vm, 203 [4] I. S. IV, I, 68 [5] I.1.145
|