4. BİR KAYBIN TEKRAR BULUNUŞU
Kabe'nin kuzey-baü yönüne bitişik, alçak, yarı dairesel bir duvarla çevrilmiş bir bölüm vardır. Duvarın iki ucu Ka'be'nin kuzey ve batı köşelerine birleşemeyecek kadar kısadır ve bu da hacılara geçiş sağlar. Fakat hacıların çoğu tavaflarını bu noktada geniş alırlar ve duvarın dışından tavaf ederler. Bu duvarın bulunduğu yer Hicr-i İsmail adını alır, çünkü İsmail ve Hacer'in mezarları onu kaplayan kayaların altındadır.
Abdul-Muttalib, Ka'be'ye yakın olmayı o denli seviyordu ki bazen Hicr*e bir şilte serilmesini emrediyordu. Bir gece orada uyurken bir gölge geldi, ona: «Tatlı berraklığı kazıp çıkar» dedi. -Tatlı berraklık nedir?» diye sordu, fakat o sırada gölge kayboldu. Buna rağmen uyandığında ruhunda bir hafiflik ve mutluluk duydu, bu nedenle ertesi geceyi de orada geçirmeye karar verdi. Ziyaretçi tekrar geldi ve: «Hayrı kaz» dedi. Fakat Abdu'l-Muttalib yine sorusuna cevap alamadı. Üçüncü gece ona şöyle söylendi: «Saklanmış hazineleri kaz». Abdu'l-Muttalib'in onların ne olduğunu sorması üzerine yine konuşan yok oldu. Fakat dördüncü gece emir; «Zemzemi kaz» idi; ve bu kez «Zemzem nedir?» sorusuna konuşan şu cevâbı verdi:
«Onu kaz, pişman olmayacaksın,Çünkü o mirastır Senin büyük atalarından O hiçbir zaman kurumaz. Ve tüm Hacıları sulamana yeter.»
Daha sonra konuşan ona kan, gübre, karınca yuvası ve gagalı kuzgûnî kuşların bulunduğu bir yer aramasını söyledi. Ona «Allah'ın hacılarını tüm hac boyunca sulayacak temiz akan su için- dua etmesi söylendi.1
Güneş doğarken, Abdu'l-Muttalib kalktı ve Irakî köşe adı verilen Kâ'be'nin kuzey köşesinden Hicri terketti. Ku-zey-batı duvarı boyunca diğer köşedeki Kâ'be'nin kapısına doğru yürüdü; bir kaç adım gittikten sonra durdu, doğu köşesindeki Hacerü'l-Esved*i (Kara Taş) öptü. Oradan tavafa başladı, tekrar Iraki Köşe'den Hicr'e, oradan batı köşesine -Suriye Köşesi- oradan da güneydeki Yemen köşesine gitti. İbrahim'in soyundan gelenler, tshakoğuilari olsun, îsmailoğuliarı olsun mabedi güneşin tersi yönünde tavaf ederler. Yemen köşesinden Hacerü'l-Esved'e doğru yürüdüğünde, Ebu Kubays tepesini ve sarı ışıkta kesin çizgileriyle belli olan diğer tepeleri görebiliyordu. Mabed'in etrafında yedi kez döndü. Her dönüşünde ışık daha par-laklaşıyordu, çünkü Arabi? -an'da alacakaranlık ile şafağın arası çok kısadır. Tavafı tamamladıktan sonra Hacerü'1-Es-ved'den Kâ'be'nin kapısına gitti, kilide asılı olan metal halkayı tutarak, kendisine öğretilen duayı okudu.
Yakınında, kumun üstünde kanat ve kuş sesleri duydu. Bir başka kuş daha göründü. Abdu'l-Muttalib ibadetini bitirip, kuşların kapının karşısında yaklaşık yüzyıldan beri duran kayalara doğru ilerleyişlerini seyretti. Bu 'kayalar put olarak kabul edilmişti ve Kureyşliler kurbanlarını bu iki kaya arasında kesiyorlardı. Kuşlar gibi Abdu'l-Muttalib de kayaların arasında kan olduğunu biliyordu. Gübre de vardı. Oraya yaklaştığında bir karınca yuvasının da varolduğunu gördü.
Eve gitti ve biri oğhı Haşim, biri de kendisi için iki kazma aldj. Kazma sesleri ve garib görüntü -çünkü burası her taraftan rahatlıkla görülebilirdi- kalabalığı onların yanına çekti; Abdu'l-Muttalib'e duyulan büyük saygıya rağmen, kurbanların kesildiği bu putların dibini kazmanın
(D I.I., 93.
hürmetsizlik olduğunu ve Abdu'l-MuttaÜb'in kazmayı bırakmasını söyleyenler çıktı. O durmayacağını, Haris'e arkasında bekleyip kimsenin müdahale etmesine izin vermemesini söyledi.
Bu heyecanlı ve sihirli bir andı. Sonuç güzel çıkmayabilirdi. Fakat iki Haşimî kararlı ve birlik içindeydiler, seyredenler ise şaşkınlık içindeydi, isaf ve Naile adındaki bu iki put Mekke putları arasında yüksek bir yere sahip değildi, hatta onların Kâ'be'yi pislettikleri için taşa çevrilmiş Cürhümi bir kadınla bir erkek olduğu bile söyleniyordu. Bu nedenle Abdul-Muttalib'i durdurmak için hiç bir aktif hareket meydana gelmedi; o kuyuyu kaplayan kayayla karşılaşıp, Tann'ya şükrettiği sırada, kalabalığın bir kısmı oradan ayrılmak üzereydi. Kalabalık tekrar toplandı ve çoğaldı; o, Cürhümilerin gömdüğü hazineleri çıkarırken herkes bunlar üzerinde kendine bir pay çıkarmaya çalışıyordu. Abdu'l-Muttalib, bu hazinelerin kendisine mi, topluluğa mı, yoksa Kâ'be'ye mi kalacağı konusunda kur'a çekilmesine karar verdi. Bu şüpheli bir şeye karaı vermekte kullanılan usul, kabul edilmiş bir gelenekti. Bu gelenek Kâ'be'de Moabi putu Hut al Önünde ok çekerek uygulanıyordu. Bu çekilişte hazinenin bir kısmı Kâ'be'ye, bir kısmı da Abdul-Muttalib'e çıkb ve Kureyş'e hiçbir çey çıkmadı. Aynı zamanda Zemzem Üzerindeki kontrolün Haşi-milerde obuasına karar verildi, çünkü hacılara su sağlamak onların göreviydi.
5. BİR OĞUL KURBAN ETMEYE İÇİLEN AND Abdul-Muttalib, cömertliği ve akıllılığı ile Kureyş-ten saygı görüyordu. O çok yakışıklı bir adamdı, etkili bir görünüşü vardı. Zengin oluşu da kendini şanslı saymasının nedenlerinden biriydi; bütün bunların üstüne Zem-zem'in tekrar inşa edilmesine alet olan seçilmiş kişi olması da ekleniyordu. Bu lütuflan için Allah'a çok minnettardı; fakat, Zemzem kuyusunu kazmayı durdurması söylendiğinde, ruhu bir takım düşüncelerle sıkılmıştı. Her-şey iyi gitmişti, Allah'a şükür! Fakat daha önce bir oğul sahibi olmanın eksikliğini hiç bu kadar hissetmemişti. Örneğin, AbdÜ'ş-Şems kabilesinin başı, kuzeni Umeyye'ye bir çok erkek evlat lutfedilmlşti ve eğer kuyuyu kazan Mah-zum'un reisi Muğire olsaydı, oğullan onun etrafında büyük ve güçlü bir daire oluşturabilirlerdi. Oysa kendisi, birden fazla karısı olmasına rağmen onu destekleyecek bir tek erkek çocuğa sahipti. Buna alışmıştı; fakat kendisine Zem-zem'i veren Allah onu başka yönlerde de yüceltebilirdi; bu yeni lütfün verdiği şevkle Tanrıya daha fazla erkek çocuk vermesi için dua etti. Duasına, eğer O, on evlat verirse ve hepsi de büyüyüp, buluğ çağına gelirse, onlardan birini Kâ'be'de kurban edeceğini de ekledi.
Duası kabul olmuştu; yıllar geçmiş ve dokuz oğlu daha olmuştu. O andı içtiğinde, bu, ona çok uzak bir olasılık gibi görünmüştü. Fakat, Abdullah dışındaki tüm oğullan büyüdüğünde, içtiği ant düşüncelerinde yer etmeye başladı. Bütün oğullarıyla iftihar ediyordu, fakat içlerinde en çok Abdullah'ı sevdiği açıktı. Belki Tanrı da bu çocuğu seçmiş ve ona bu belirgin güzellik ve iyilikleri vermişti. Belki de onun kurban edilmesini istiyordu. Ne olursa olsun, Abdu'l-Muttalib sözünün eri bir İnsandı, sözünden dönmeyi hiç bir zaman düşünmemişti. O aynı zamanda çok adaletli bir insandı ve sorumluluklarının farkındaydı. Han gi oğlunu kurban edeceğini seçme yükünü kendi üstüne alamazdı^ Bu nedenle Abdullah büyüdüğünde, on oğlunu da çevresine topladı ve onlara Tanrı'ya verdiği sözden bahsetti, sözünü yerine getirebilmesi için onlardan yardım istedi Ona boyun eğmekten başka seçenekleri yoktu; babalarının sözü kendi sözleriydi; ve ona ne yapmaları gerektiğini sordular. Babaları onlara her birinin bir ok üzerine kendi işaretlerini koymalarını söyledi. O sırada Kureyşln oklara bakan falcısına Kâ'be'de bulunması için haber göfiderdi. Oğulannı Kutsal Ev'e soktu ve falcıya verdiği sözden bahsetti. Her oğul kendi okunu hazırladı ve Abdu'l-Muttalib, Hubal'ın yanında yerini aldı. Yanında getirdiği büyük bıçağı .çıkardı ve Allah'a dua etmeye haşladı. Oklar çekildi, çakan Abdullah'ın okuydu. Babası bir eliyle onu, diğer eliyle de bıçağı tutarak onu kapıya doğru sürükledi, kendisine düşünme payı bırakmak istemezcesine kurban ede-^ uygun bir yer arıyordu.
Fakat o evindeki kadınları, özellikle de Abdullah'ın annesi Fatıma'yı hesaba katmamıştı. Diğer karıları Mekke dışındaki kabilelerdendi, bu nedenle Mekke üzerinde etkileri çok azdı. Fakat Fatıma, en güçlü kabilelerden biri olan Mahzum lrabilesindendi, yani bir Kureyş'liydi. Bunun ya-nısıra anne tarafından Kusayy'ın oğullarından Abd'a bağlıydı. Fatuna'nın tüm ailesi bir yardım gerektiğinde müdahale edebilecek kadar yakındaydılar. On oğlundan üçü Fa-tıma'dandı: Zübeyr, Ebu Talib ve Abdullah. O aynı zamanda, kardeşlerine çok bağlı olan Abdu'l-Muttalib'in beş kızının da annesi idi. Bu kadınlar boş durmuyordu ve şüphesiz kendi oğullarının başına da gelebilecek olan bu tehlike nedeniyle diğer| karıları da Fatıma'nm yanında yer alıyorlardı. ı-
Oklara bakıldıktan sonra büyük bir topluluk fal oklarının bulunduğu yeri doldurdu. Muttalib ve Abdullah, Kâ'be'nin kapısında ölü gibi renksiz bir halde belirince, Mahzumiler arasından bir mırıltı yükseldi, çünkü kendi kardeşlerinin oğullarından birinin kurban edileceğini anladılar. «O bıçakla nereye? diye bir ses yükseldi, halbuki hepsi bu sorunun cevabını biliyordu. Abdu'l-Muttalib ettiği yeminden bahsetmeye başladı, fakat Mahzum'un şefi Muğire onun sözünü kesti: «Onu kurban etmeyeceksin, onun yerine başka bir şey feda et, Onun bedeli ne kadar çok olursa olsun, tüm Mahzumoğulları kendi mallarını feda etmeye hazırdırlar-. Bu zamana kadar Abdullah'ın diğer kardeşleri de Ka'be'nin dışına çıkmışlardı. Hiçbiri konuşmamıştı, fakat şimdi babalarına dönüp, kardeşlerini kefaret karşılığında kurtarması için yalvanyorlardı. Herkes aynı şeyi söylüyor ve Abdu'l-Muttalib de ikna olmak istiyordu, fakat aklı şüphelerle doluydu. Sonunda Yesrib'de yaşayan akıllı bir kadına, bu durumda kefaretin mümkün olup olmadığını sormaya ve mümkünse nasıl olacağını öğrenmeye karar verdi.
Abdullah'ı ve bir veya iki oğlunu daha yanma alarak, Abdu'l-Muttalib doğduğu şehre gitti. Orada kadının Yes-rib'in yüz mil güneyinde, yahudilerin yerleştiği Heyber'e gittiğini öğrendi. Bu nedenle yollarına devam ettiler ve kadını buldular. Kadına olayları anlattıklarında, onlara ruhla konuşması gerektiğini ve ertesi günü gelmelerini söyledi. Abdu'l-Muttalib Allah'a dua etti, ertesi gün kadın şunları söyledi: «Bana ilham geldi. Sizde kan bedeli ne-dir?» Ona on deve olduğunu söylediler. «Memleketinize dönün ve kurban edeceğiniz adamı bir tarafa, on deveyi bir tarafa koyun ve aralarında kura çekin. Ok adamın aleyhine çıkarsa, on deve daha ekleyin ve tekrar kura çekin. Fal develere çıkıncaya kadar develeri arttırın. Develeri kurban edip adamı salıverin- dedi.
Mekke'ye döndüler, Abdullah'ı ve on deveyi Râ*be*nin avlusuna koydular. Abdu'l-Muttalib, Kâbenin içine girdi ve Hubel'in yanında durarak, yaptıklarını kabul etmesi için
Allah'a yalvardı. Okları çektiler ve ok Abdullah'ın aleyhine çaktı. On deve dana eklediler, fakat oklar yine develerin yaşaması, Abdullah'ın kurban edilmesi gerektiğini söylüyordu. Her seferinde on deve ekleyerek develerin sayısını artırmaya devam ettiler, develerin sayısı yüzü buluncaya dek falın sonucu aynı çıktı. Sonunda fal develerin aleyhine döndü. Fakat Abdu'l-Muttalib çok titiz bir insandı: bu kadar büyük karara varmak için bir okun sonucunu yeterli görmedi. Üç kez fal oku çekilmesi üzerinde durdu ve İki kez daha ok çektiler. Her seferinde fal develerin aleyhine çıktı. Sonunda Abdu'l-Muttalib Tann'nın kefareti kabul ettiğinden emin oldu ve develer kurban edildi.
6. BİR PEYGAMBERE DUYULAN İHTİYAÇ Abdu'l-Muttalib hiç bir zaman Hubal'a ibadet etmedi; o hep Tanrı'ya-Allah'a ibadet ederdi- Fakat Moabi putu nesillerden beri Ka'be'nln içindeydi ve tüm mabedlerin en büyüğü olan bu mabedi kaplayan lütuf ve ruhsal etkinin, yani bereket'in cisimleşmiş şeklini temsil ediyordu. Arabistan'da başka küçük mabedler de vardı. Bunların en önem. İlleri Hicaz bölgesindeki AH<* kızları» olarak kabul edilen Lat, Uzza ve Menat İdi. Diğer Yesrlb Arapları gibi Abdul-Muttalib de küçüklüğünden beri, vahanın kuzeyinde, Kızıl Deniz'deki Kudayd'da bulunan Menafin tapınağına götürülmüştü. Kureyş için bunların en önemlisi, Mekke'nin bir günlük deve yolu güneyinde, Nahle ovasın-dakl Uzza putu idi Bir günlük yol daha gidilirse, Havazin kabilesinden Takıf tarafından yönetilen ve Yeşil Cennet denilen Taife vanlır. Lat «Taiflİ bir kadın» di ve onun putu gösterişli bir tapınağa konmuştu. Bu putun koruyucuları oldukları için Takıf ular kendilerini Kureyş'le bir tutarlardı; Kureyş de Mekke ve Taif i kasdettiklerinde, -iki şehir» diyecek kadar Taif i yüceltmisti. -Hicaz'ın Bostanı» denilen Taif1 in verimliliği ve ikliminin güzelliğine rağmen, halkı yine de kuzeydeki boş vadiyi kıskanıyordu Çünkü kendi mabetlerinin, ne kadar yükseltseler de, Allah'ın Evi ile boy ölçüşemeyeceğini biliyorlardı. Tamamen tersi ol-masını, yani kendi tapınaklarının tercih edilmesini de istemiyorlardı, çünkü onlar da İsmail'in soyundandılar ve
Mekke'yle bir çok bağları vardı. Bu konudaki duyguları çoğunlukla karmaşık ve birbirine karşıt oluyordu. Diğer tarafta Kureyş hiç kimseyi kıskanmıyordu. Dünyanın merkezinde yaşadıklarından haberdardılar ve pusulanın her yönünden hacı çekebilecek derecede büyük bir tapınağın sahibi olduklarını biliyorlardı. Onların yapması gereken tek şey kendileriyle diğer kabileler arasında kurulan iyi ilişkiyi bozmamaya çalışmaktı.
Abdu'l-Muttalib'in hacıları Mekke'de ağırlamayla ilgili görevleri, onun tüm bunlardan haberdar olmasını sağladı. Onun işlevi kabilelerarası bir işlevdi ve bir noktaya kadar tüm Kureyş tarafından paylaşılıyordu. Hacılara Mekke'nin bir ev olduğu hissettirilmeliydi. Onları hoş karşılamak, onların ibadet ettikleri şeyleri hoş karşılamak ve beraberlerinde getirdikleri putlara saygıda kusur etmemek anlamına geliyordu. Putları kabul etmenin ve onların etkili olduğuna inanmanın tek delili ve meşruiyeti gelenekti: babaları, babalarının babaları ve daha büyük ataları hep öyle yapmıştı. Bununla birlikte, Allah, Abdu'LMuttaUb için büyük bir gerçeklik ifade ediyordu. Şüphesiz O, Kureyş. Huzaa, Havazin ve diğer arap kabilelerindeki çağdaşlarından daha çok İbrahim'in dinine yakındı.
Fakat İbrahim dinini tam anlamıyla sürdüren bir kaç kişi vardı ve daima olmuştu. Onlar putlara ibadetin geleneksel olmaktan çok, sonradan ortaya çıkmış bir tehlike (bid'at) olduğu kanaatindeydiler. Hu bel'in, İsrail oğullarının altın buzağısından pek farklı olmadığını görebilmek için tarihe bir göz atmak yeterliydi. Kendilerine Hanifler[1] adını veren bu şahısların putlarla hiç ilgisi yoktu ve putları Mekke'yi pisleten ve alçaltan varlıklar olarak görüyorlardı. Taviz vermekten uzak oluşları ve çoğu şeye karşı çıkışları onları Mekke toplumunun dışında kalmaya zorluyordu. Onlara karşı takınılan, tavır, tolerans, saygı veya kötü davranma bir bakıma kişilikleri, bir bakıma da kendilerini korumaya hazır olan kabileler tarafından belirleniyordu.
Abdu'l-Muttalib dört tane Hanif tanıyordu ve onların en saygını olan Varaka, Esad kabilesinden ikinci kuzeni Nevfel'in [2]oğlu idi. Varaka Hristiyan olmuştu. O bölgedeki Hristiyanlar arasında bir peygamberin gelişinin yakın olduğu fikrî yaygındı. Bu inancın bu kadar yayılmasının sebebi ise Doğudaki kiliselerden bazılarının bu inancı desteklemesi ve astrologlarla, kahinlerin de bu inancı paylaşmasıydı. Yahudilere gelince, onlar da son gelen peygamberin İsa olduğunu bildikleri için yeni bir peygamberin geleceği konusunda hemfikirdiler. Yahudi alimleri onlara peygamberin çok yakında geleceğini, onun geleceğine delalet eden birçok işaretin görüldüğünü ve muhakkak onun seçilmiş kavim olan yahudilerden çıkacağını söylüyorlardı. Varaka'nm da içlerinde olduğu bir grup Hristiyan ise bu konuda şüphedeydiler; onlara göre peygamberin Arap olmaması için hiç bir sebep yoktu. Arapların, yahudilerden daha çok peygambere ihtiyaçları vardı, çünkü en azından yahudiler tek Tanrı'ya tapma bakımından İbrahim'in dinini takip ediyor ve putlara tapmıyorlardı. Arapların bu yalancı tanrılara tapmalarını ise sadece bir peygamber önleyebilirdi. Kâ'be'nin içinde ve çevresinde toplam 360 put vardı; bunun yanısıra Mekke'de her evde, evin merkezini oluşturan bir put bulunurdu. Yolculuğa çıkarken ve dönüşte yapılan ilk iş, putu okşamak ve ondan yardım dilemek olurdu. Bu uygulamalar sadece Mekke'ye özgü değildi, tüm Arabistan'a yayılmıştı. Bazı yerleşik Hristiyan Arap topluluklarının varolduğu da bir gerçekti: Güney'de, Nec-ran ve Yemen'de, Kuzey'de ise Suriye kıyılarında bulunuyorlardı. Fakat, tüm Akdeniz'i ve Avrupa'yı değiştiren Tan-n'nın son vahyi (İsa), altı yüzyıldan beri Mekke vadisindeki putperest topluluk üzerinde hiçbir önemli etkiye sahip olamamıştı. Hicaz Arapları ve doğusundaki geniş Necd ovasındaki Araplar încillerin mesajına kapalı gibi görünüyordu.
Kureyş ve diğer putperest kabileler Hristiyanlara düşman değildiler. Hristiyanlar bazen ibrahim'in Mabed'ini ziyarete gelirler ve Araplar tarafından diğer hacılar gibi ağırlanırlardı. Hatta bir Hristiyan'ın Ka'be'nin içinde Meryem ve İsa portresi boyamasına izin verilmiş, teşvik bile edilmiştir. Fakat bu resim ve diğerleri bir karşıtlık teşkil ediyorlardı, Kureyşliler ise bu karşıtlığa aldırmaz görünüyorlardı onlar için bu, sadece putlarına iki yeni putun eklenmesinden ibaretti.
Kabileslndeki çoğu kişinin aksine Varaka eski kutsal kaynakları okuyabiliyordu. Onlar üzerinde bir araştırma bile yapmıştı. Bu nedenle O, hristiyanlann çoğunlukla Hamsin yortusunda kutladıkları mucizeye (Pentecost) delalet ettiğini söyledikleri İsa'nın sözlerinden bir kısmının bu anlamı aştığını ve henüz ortaya çıkmamış bir şeyi kasdettı-ğtoi farkedebiliyordu. Fakat'bu cümlelerin anlamı gizli idi. neye delalet ettiği anlaşılmıyordu: «O hiç bir zaman kendiliğinden konuşmaz, onun söyledikleri duyduklarından ibarettir.»[3]
Varaka'nın kendine çok yakın olan Kuteyle adında bir kızkardeşi vardı. Çoğunlukla bütün bunları ona. anlatırdı. Onun söyledikleri Kuteyle üzerinde o denli etkili olmuştu ki beklenen peygamber sürekli düşüncelerinde yer ediyordu. O gerçekten aralarında olabilir miydi?
Develer kurban edilir edilmez, Abdu'l-Muttalib kurtulan oğlunu evlendirmeye karar verdi. Biraz araştırdıktan sonra, Kusayy'm kardeşi Zühre'nin torunu olan Vehb'in kızı Amine'yi uygun bir eş olarak seçtiler.
Vehb, Zühre kabilesinin şefiydi, fakat birkaç yıl önce ölmüştü. Amine, babasından sonra kabilenin şefi olan erte) erkek kardeşi Vuheyb'in velayeti altındaydı. Vuheyb'in de evlenecek yaşta Hale adında bir kızı vardı. Abdu'l-Muttalib evlilik kararını onaylatırken Amine[4]yi oğluna, Hale'yi de kendine istedi. Vuheyb de bu anlaşmayı kabul etti ve aynı zamanda yapılacak olan bu çifte düğün için tüm hazırlıklar yapıldı. Karar verilen gün Abdul-Muttalİb oğlunun elinden tutup Beni Zühre'nin[5] yerleştiği evlere doğru yürümeye başladı. Beni Esad'ın evleri de yol üzerindeydi. O sırada Varaka'mn kardeşi Kuteyle de, bu meşhur düğünü görebilmek için evinin kapısı önünde oturuyordu. Abdu'l-Muttalib o sıra yetmiş yaşlanndaydı, fakat yaşma görft her bakımdan hâlâ genç görünüyordu. Bu çifte damatların yavaş yavaş yaklaşması, onların zaten var olan etkileyiciliklerini artırıyordu. Daha da yaklaştıklarında Kuteyle gözlerini genç adama dikti. Abdullah güzellikte zamanının Yusuf u gibiydi. Hatta Kureyş'in en yaşlı erkek ve kadınları o zamana dek böyle güzel kimse görmediklerini söylüyorlardı. O şimdi gençliğinin baharında, yirmi beş yaşında idi. Fakat Kuteyle bu kez onun yüzünde başka bir şeylerin varolduğunu ve ahunda dünyanın ötelerinden gelen bir nur (ışık) parladıgını farkederek şaşırdı. B. Alenen peygamber Abdullah olabilir miydi? Yoksa o beklenen peygamberin babası mı olacaktı?
Baba-oğul tam onun yanından geçmişlerdi ki «Ey Abdullah,» diye bir ses duydular. Babası, sanki onun gidip kuzeniyle konuşmasını İstermiş gibi elini bıraktı. Abdullah, yüzünü Kuteyle'ye çevirdi, kadın ona nereye gittiğini sordu. Abdullah bir şeyler sakladığı için değil, fakat onun düğüne gittiğini bilmesi gerektiğini düşünerek sadece «Babamla gidiyorum» diye cevap verdi. Kuteyle: «Beni şimdi ve burada al ve benimle evlen, sana yerine kurban edilen develer kadar deve vereceğim.» dedi. Abdullah ise «Babamla beraberim, onun isteklerinin dışına çıkamam ve onu bırakamam» diye cevap verdi."[6].
Evlilikler planlandığı gibi yapıldı ve iki çift birkaç gün Vuheyb'in evinde kaldılar. Bu sırada Abdullah, kendi evinden birşeyler almak üzere yola çıkmıştı, yine Varaka'mn kardeşi Kuteyle'ye rastladı. Kadının gözleri yüzünü öyle araştırır bakışlarla tarıyordu ki, konuşmasını bekler bir şekilde yanında durdu. Kadın bir şey söylemeyince, bir gün önce söylediklerini neden tekrarlamadığını sordu. Kuteyle şu cevabı verdi: «Dün yüzünde varolan ışık bugün yok. Bugün benim senden istediklerimi bana veremezsin.» .
Evlenmelerin meydana geldiği yıl MS. 569 idi. Bunu takip eden yıl Fil yılı olarak bilinir ve birden fazla sebep nedeniyle önem taşır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Hanif kelimesi (çoğulu hunefa) «Ortodoks» anlamım taşır. Bak. K. VI, 161. Yazar M. Ungs, Hanif terimini her ne kadar Ortodoks'tuk olarak tarif ediyorsa da, gerçekte asıl anlamı Hak dine eğilim, tevhid dini, muvahhid olmak veya Allah'ı birleyen, bir tanıyan demektir. (İnsan
[2] Haşim'in kardeşi Nevfel'le karıştırılmamalı dır.
[3] St John, 16: 13.
[4] Zühre oğulları onun soyundan gelenler). Bent,' İbn'in çoğuludur.
[5] M., 101. 30
[6] IX, 100
|