Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 80 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6 ... 8  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI)
MesajGönderilme zamanı: 02.02.11, 09:59 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 14.12.10, 17:07
Mesajlar: 70
25. ES-SAA (KIYAMET)


Kâfirlerin sık sık öne sürdüğü şeylerden biri de, eğer Allah gerçekten vahy gönderdiyse bir melek göndermeliy­di fikri idi. Buna karşı Kur'an'ın cevabı şuydu:

«Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, biz de onlara gökten elçi olarak elbette me­lek gönderirdik.» (İsra: 95).

Cebrail'in zaman zaman yeryüzüne inmesi, onu Kur'ani anlamda elçi (rasul) yapmıyordu. Elçi olabilmek için, mesaj getirilen insanlar arasında yeryüzünde yerleşmek gerekliydi. Kur'an şöyle diyordu :

«Bize kavuşmayı ummayanlar dediler ki: «Bize meleklerin in­dirilmesi ya da Rabbimizİ bir görmemiz gerekmez miydi?» Andolsun onlar ktmdi nefislerinde büyüklüğe kapıldılar ve büyük bir az­gınlıkla baş kaldırdılar. Melekleri görecekleri gün, suçlu-gunah-kârlara bir müjde yoktur. Ve o gün (melekler onlara) derler ki: «(Size sevinçli haber) yasaktır, yasak» (Furkan: 21-22).

Bu yasaklama, onların dünya ile Ahiret arasına bir perde çekilmesi için yalvarmalarına, ama kibir içinde yal­varmalarına karşılıktır. Sema ile direkt bağlantıya geçil­diğinde ve dünya yerle bir olup zaman ve uzay anlamsızlaştığında ebedi son gelmiş olacaktır. «İnsanların, her yana dağılmış 'pervaneler gibi olacakları gün ve dağların da etrafa saçılmış* renkli yünler gibi olacakları gün* (Karia: 4-5) ve «çocukların saçlarını ağartan bir gün» (Müzemmil: 17). Bu son, Kur'an'm tümünde sürekli tekrarlanır. Bu, es-saat*tır ve çok yakındır -"O göklerde de yerde de ağırlaştı" (A'raf: 187). Kıyamet vakti henüz gelmemiştir, onun yakın olduğu söylendiğinde ise, «Gerçekten senin Rabbinin katında bir gün, sizin, savmakta olduklarınızdan bin yıl gibidir» <Hacc: 47) âyeti hatırlanmalıdır. Fakat yine de vahyin geldiği dönem boyunca sürekli kıyamet beklenmiş­tir.

Bu eşyanın tabiatı gereğidir. Çünkü ne zaman Vahy insanlarla muhatap oluyor ve yeni bir din ortaya konuyorsa, Sema ve dünya arasındaki perde biraz aralanmaktadır. Bu perdenin kaldırılması dünyanın şartlarını değiş­tirecek ölçüde büyük değildir, fakat peygamberin görev süresini, İsa, Musa, İbrahim ve Nuh zamanlarında olduğu gibi istisna kılmaya yetecek kadardır. Kur'an, Cebrail'in Hira dağındaki mağaradayken Muhammed'e (s.a.v.) ilk geldiği gece olan Kadir gecesi hakkında şöyle der: «Ka­dir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve ruh, on­da Rablerinin izniyle her bir iş için inerler» (Kadir: 3-4). Kadir gecesinin bu eşsizliği bir bakıma Cebral'in Peygam­ber'e (s.a.v.) vahy getirdiği sûrenin tümü için de geçer­lidir.

Kıyameti beklemek, muhakemeyi beklemektir: Kur'an da kendini, el-Furkan (Bu bir surenin adıdır) doğruyu yan­lıştan ayıran kriter, hakim olarak niteler. Bu nitelik, tüm vahyi kitaplar için de geçerlidir. Çünkü vahy ezeli ve ebe­di olanın fani olanda görünmesidir ve bu uhrevî varoluş nihai muhakemeye Öncülük eder. Bu da birçok defalar, pey­gamberin (s.a.v.) gaybı bilmesinden bağımsız bir şekilde Cennet'le Cehennem'in çok acık olarak görünmesi demek­tir. İyilik ve kötülüğün gizlilikleri artık yüzeye çıkmıştır Peygamberin (s.a.v.) varlığı da buna paralel bir görev yüklenir, çünkü onun doğru yola çağırması kendisine karşı koyanları da, hemen kabul edenleri de kapsar.

Vahyin, iyi olanları, kendilerini mümtaz kılmakla yü­kümlü tuttuğu hemen anlaşılıyordu. Fakat, o zamana kadar kötü olmadığına inandıkları birçok kişinin aniden kötü ve düşman diye nitelenmesi mü'minleri hem şaşırtıyor, hem de duygusal baskı altına alıyordu. Kur'an inananlara, bu­nu kabul etmeleri gerektiğini söylüyordu, çünkü O'na kar­şı çıkanlarla dost olunamazdı. Bu konuda birçok âyetler gelmiştir.

«Andolsun, biz bu Kur'an'da çeşitli açıklamalar yaptık, öğüt alıp düşünsünler diye. Oysa bu, onların daha da uzaklaşmaların­dan başkasını getirmiyor» (İsra: 41).

«Biz onları korkutmaktayız. Fakat (bu) onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şey artmmyor» (İsra: 60).

Hiç kimse daha önce Ebu Leheb'in asıl tabiatını bilmiyordu; buna bir diğer örnek de Abdu'r-Rahman İbn Avf'ın, Cumah'ın lideri ve İslâm'a düşman olan Ümeyye İbn Halefle eskiden arkadaş olmasıydı. Buna paralel olarak Kur'an, Nuh'un, getirdiği mesajın kendisiyle kavminin arasını ayırdığından ve onların daha da sapmasına yol açtığı için nasıl Allah'a şikayet ettiğinden bahseder (Nuh. 6).




26. ÜÇ SORU

Kureyşliler toplandıkları her seferde, kendilerine göre en büyük problemleri olan konu hakkında mutlaka konu­şurlardı ve bu kez Yesrib'deki Yahudi alimlerine danışmak üzere adam göndermeye karar verdiler. Gönderecekleri iki elçiye-. «Onlara Muhammed'den bahsedin, onu tarif edin ve söylediklerini iletin; çünkü onlar ilk kutsal kitaba ina­nıyorlar ve mutlaka Peygamberler hakkında bilgileri var­dır. Oysa bizim bu konuda hiçbir bilgimiz yok» dediler. Yahudi alimleri onlara şu cevabı gönderdi: «Ona bizim söyleyeceğimiz şu Üç soruyu sorun. Eğer bu sorulara ce­vap verebilirse O Allah'ın peygamberidir, fakat eğer ce­vap veremezse yalancı ve sahtekardır. Ona, eski günlerde ül­kesini terk eden genç adamları, onlara ne olduğunu ve il­ginç hikâyelerini sorun. Yeryüzünün ötesine, doğusuna ve batısına ulaşan uzak yolların yolcusundan haber vermesi­ni isteyin. Bir de Ruh'u, onun ne olduğunu sorun. Eğer size, bunları söyleyebilirse, O'na uyun, çünkü O bir peygam­berdir».

Elçiler Mekke'ye bu haberle döndüğünde, Kureyş li­derleri Peygamber'e haber gönderdi ve bu üç soruyu sor­du. Peygamber: «Yarın size bunların cevabını vereceğim» dedi, fakat -înşaallah (Allah dilerse)» demeyi unuttu. Er­tesi gün Kureyşliler cevap için geldiğinde onları geri gön­derdi. O günden itibaren onbeş gün boyunca hiç bir vahy olmadı, Cebrail de hiç yanına uğramadı. Mekke'liler onunla alay ettiler, o ise du sözler için ve beklediği yardımı almadığı için çok üzülüyordu. En sonunda Cebrail, onu te­selli eden ve üç soruya da cevap veren vahyi getirdi. Bu uzun bekleyişin sebebi şu âyetlerle açıklanıyordu.

"Hiç bir şey hakkında 'Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme. Ancak: «Allah dilerse» (yapacağım de)» (Kehf: 23-24).

Vahyin bu gecikişi her ne kadar Peygamber ve mü'minleri üzmüşse de gerçekte onlara gecikmeden sonuç çıkarmayı reddettilerse de, kafalarında şüphe olan bir çok Kureyşli için bu, Vahy'in Peygamber (s.av.) tarafından uydurulmadığına, bilâkis Allah'tan geldiğine delil idi. Eğer Muhammed (s.a.v.) daha önceki vahiyleri uydurdu ise, bu kadar alay edilme ve üzüntüye rağmen bu kez Vahyi geciktirmesi anlamsız değil miydi?

İnananlar da her zaman olduğu gibi vahyin kendin­den güç alıyorlardı. Kureyşliler, eski günlerde ülkelerini terkeden gençlerin hikâyesini sorduklarında -bu hikâyeyi o zamana kadar Mekke'de hiç kimse duymamıştı- bu hi­kâyenin o zamanın durumuyla ilgili olduğunu inananların yüceliğini ve inanmayanların kötülüğünü anlattığını bil­miyorlardı. Efes'te uyuyanların hikâyesi şöyle anlatılır: Milattan sonra üçüncü yüzyılın ortalarında halkı putpe­restliğe sapmış olan bir grup genç Allah'a imanı muha­faza ediyorlardı, halk da onları bu yüzden cezalandırıyor­du. Bu eziyetlerden kaçmak için bir mağaraya sığındılar ve orada üçyüz yıl kadar uyudular.

Yahudilerin o zamana dek bildiklerinden başka Kur'an-ı Kerim'deki kıssa (Kehf: 9-25) hiçbir insanın görme­diği ayrıntılardan da bahsediyordu. Örneğin, uyuyanların uyandıktan sonra yüzyıllar boyu uyuduklarını nasıl fark ettiklerini ve Köpeklerin nasıl ön ayaklarını kapının eşi­ğine doğru uzatarak yattığını anlatır.

İkinci soruya gelince, bu büyük yolcu Zü'1-Karneyn'dir. Vahiy onun doğuya ve batıya yaptığı yolculuğu anla­tır v« sorulandan fazlasına cevap vererek bir üçüncü yolculuktan bahseder. Zülkarneyn iki dağın arasında yasa­yan bir topluluğa rastlar ve o topluluk Zül-Karneyn'e ken­dilerini Yecüc ve Mecuc'ten ve cinlerden koruyacak bir duvar yapması için yalvarırlar. Allah da ona, cinleri ve kötü ruhları bir yere toplama gücü verir. O belirli gün­de. Peygamber (s.a.v.) göre, bu kötü ruhlar yeryüzünde büyük karışıklıklara sebep olacaklardır. Onların ortaya çı­kışı Kıyamet saatinden önce olacaktır ve vaktin yakınlaş­tığını gösteren işaretlerden biri olacaktır.

Üçüncü soruya cevap olarak Vahy, insanın akü kapa­sitesinin ruhu kavramaya yetmeyeceğini söyler: «Sana ruhtan sorarlar, de ki: «Ruh, Rabbimin emrindedir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir.» (İsra: 85).

Yahudiler, peygamberin (s.a.v.) sorulara verdiği ce­vapları ilgiyle karşıladılar ve son cümledeki "size ilimden az verilmiştir" ibaresinin yahudileri mi yoksa araplan mı kasdettiğini sordular. Peygamber: "Her ikisini de" cevabını verince, kendilerinin her konuda bilgiye sahip olduklarını söyleyerek karşı çıktılar. Çünkü onlar, Kur'an'ın da tas­dik ettiği gibi herseyi ayrı ayrı açıklayan (En'am: 154) bir kitap olan Tevrat'ı okuyorlardı. Peygamber onlara şöyle dedi: «Sizin bildikleriniz, Allah'ın ilmi yanında çok azdır fakat yine de eğer uygulasanız bildikleriniz size yeter* El. I. 198). Bu olaydan sonra Allah'ın ilmiyle ilgili âyet na­zil oldu:

«Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez» (Lukman: 27).

Kureyş liderleri, yahudi alimlerinin daha önceki tav­siyelerine uymadılar; Yahudi alimleri de, beklentilerinin aksine. Peygamberin tüm sorularına cevap vermesine rağmen onu kabul etmediler. Fakat bu cevaplar başkalarının İslâm'ı kabul etmesine neden oldu. Peygamberin (s.a.v.) taraftarları arttıkça, düşmanları, yafam t»ry ve top-Inmlarmıiı olduğunu daha iyi anlıyor ve zayıf mü'minlare yaptıkları işkenceleri daha da artırıyorlardı. Her kabile kendi müslümanları ile uğraşıyordu: onları hapsediyor, döverek işkence ediyor, aç ve susuz bırakıyorlardı. Dinlerinden rtflnawîwrt için, onları «cağın en fazla olduğu anda, Mekke sokaklarında güneş altında kalmaya zorluyorlardı.

Cumah'ın şefi Ümeyye'nin, Müslüman olan Bilal (r.a.) adında bir kölesi vardı. Ümeyye onu öğle sıcağında açık bir alana çıkarır, yere yatırarak, üzerine büyük bir taş ko­yar ve dininden dönene dek veya orada ölene dek bırak­mak üzere yemin ederdi Ümeyye onu Lat ve Uzza'ya inan­maya davet ettiğinde Bilal «Bir, Bir» derdi; o şurada çok yaşlı olan Varaka da oradan geçiyordu. Bilal'ın lekence çskttgtoi ve «Bir. Bir. dediğini duyunca «Elbette O Bir'dir dedi Daha sonra Ümeyye'ye dönerek: «Allah'a yemin ederim ki, eğer onu böyle öldürecek olursan onun me­zarını türbe yaparım» dedi

Her Kureyşlinin, kendi kabilesi içinde yaşaması zorun­lu dfftPrti Ebu Bekir de Beni Cumahhlar arasında oturu­yordu. Bu, Beni Cumahulann peygamberi daha sık göre­bilmesi ««imi-** geliyordu, çünkü Muhammed (s.a.v.) her gün öğleden sonra Ebu Bekr'i ziyaret ederdi. Peygamberin mesajının bir..* Ebu Bekr'in yüzünde yazılı oldu­ğu söylenirdi. Ebu Bekr'in yüzü sanki bir kitap gibiydi, Mekke sokaklarında görülmesi eskiden beri tüm kabile tarafından sevinçle karşılanır ve ona çok değer verilir­di. Şimdi ise Kureys liderleri onu görünce tedirgin ölü­yordu. Bilal (r.) onun aracılığıyla İslam'a girmişti, ona işkence yapıldığını görünce Ümeyye'ye bu «zavallı adama böyle davrandığın İçin Allah'ta» korkmuyor musun?» de­di «Onu bu hale sokan sensin» diye cevap verdi Ümeyye, «O halde onu bu durumdan sen kurtar.» Ebu Bekr (r.) Tas kurtaracağım dedi «Bundan daha güçlü ve iri genç bir siyah kölem var, hem de senin dininden. Onu Bilal'* karşılık sana vereyim.» Ümeyye buna razı oldu, Ebu Bekr de (r.) Bilal'ı (r.) aldı ve azad etti.

O zamana kadar altı kişiyi daha azat etmişti. Bunlar­dan ilki, ilk müslümanlardan, büyük bir ruhsal güce sa­hip olan Amir ibn Fuheyre idi Amir bir koyun çobanıydı, özgürlüğüne kavuştuktan sonra Ebu Bekr'in sürülerinin bakımını üzerine aldı. Ebu Bekr'in azat ettiği kölelerden biri de Ömer'in cariyesi idi Cariye islam'a girmişti, fakat Ömer onu dininden dönmesi için dövüyordu. O sırada ora­dan geçmekte olan Ebu Bekir cariyeyi satın almak istedi, Ömer de razı oldu. Ebu Bekir (r.) cariyeyi aldıktan son­ra serbest bıraktı.

İşkence yapanların en acımasızı Ebu Cehil'dL Eğer ye. ni dine giren bir kimsenin kendisini koruyacak güçlü bir ailesi varsa, Ebu Cehil ona. İşkence edemiyor, fakat ona hakaret ediyor, adını kötüye çıkarıyor ve onunla alay edi­yordu. Eğer Müslüman olan bir tüccarsa, onun kervanını durdurmak ve mallarını boykot etmekle tehdit ediyordu. Fakat mü'min olan kimse eğer kendi kabilesinden, zayıf ve korunmasız bir kimse*ise ona çok İşkence ediyordu. eğer kabilelerdeki müttefiklerini de kendi zayıflarına böyle davranmaları için ikna ediyordu.

Kabilesindeki zayıflardan Yasir, (r.) Sümeyye (r.) ve oğulları Ammar'a (r.) İşkence edilmesine Ebu Cehil se­bep olmuştu. Hepsi de İslam'dan dönmeyi reddettiler. Bu­nun üzerine Sümeyye kendisine yapılan işkenceler sonu­cunda öldü. Fakat Mahzum'lu ve başka kabilerden olan diğer kurbanlar kendilerine yapılan işkenceye dayanama­dılar ve İşkencecilerin her söylediğini kabul edecek bir dereceye geldiler. Onlara: «tat ve Uzza da Allah gibi si­zin tanrılarınız, değil mi?» diye sorulduğunda evet diyor­lardı. Yanlarından bir böcek geçse ve «Bu böcek de Al­lah gibi senin tanrın değil mi?» diye sorulsa işkenceden kaçmak için evet diyecek bir hale gelmişlerdi.

Bu kelimeler kalbten gelmiyor, dilin ucuyla söyleni­yordu. Fakat dilleriyle bunu söyleyenler artık açıkça İs­lam'ı yaşayamıyor, bir çoğu gizli olarak bile yaşayami- Bununla birlikte halkın İşkencelerine katlanmayı] htf-toajaraya sıkman gençler hakkında indirilen âyetle] onlara örnek oluyordu. Peygamber (sav.) kendisinin is kencelerden kurtulabildigi halde, diğer mü'minlerin sü-reidi işkence çektiklerini görünce onlara şöyle dedi: «Egeı Habeşistan'a giderseniz, orada hiç kimseye haksızlık v« adafatsIzHIr yapmayan bir kral bulacaksınız. Orada din« sımsıkı bagh bir yaşam vardır. Allah «i» bu çektikleriniz­den bir kurtuluş yolu gösterene dek orada kalın»[1] Bunur üzerine mü'minlerden bir grup Habeşistan'a gitmek üzere yola koyuldu; bu islam'da ilk göç (hicret) idi.)

--------------------------------------------------------------------------------

[1] II 208


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI)
MesajGönderilme zamanı: 03.02.11, 15:44 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 14.12.10, 17:07
Mesajlar: 70
27. HABEŞİSTAN

Muhacirler Habeşistan'da iyi karşılandılar Ve ibadet­lerinde serbest bırakıldılar. Yanlarına aldıkları küçük ço­cukları saymazsak toplam seksen kişiydiler; fakat hepsi aynı zamanda hicret etmedi Mekke'den ayrılma şekilleri gizli ve küçük guruplar halinde olmak üzere planlanmışta. Eğer aileleri onların hicret ettiğini bilselerdi onları engel­leyebilirlerdi. Fakat hicret o kadar gizli bir şekilde yapıl­dı ki hiç kimse tüm muhacirler Habeşistan'a ulaşıncaya dek birsey anlamadı. Olayın farkına vardıklarında, Ku-reyş liderleri onları kendi kontrollerinden uzakta, barış içinde bırakıp yeni ihtidaların (İslam'a girenler) olması­na yardım etmemeleri gerektiğine karar verdiler. Bu ne­denle hemen yeni bir plan yaptılar ve Habeşistan'lılann en çok hoşuna giden şeylerden hediye etmek üzere topla­dılar. Onların herşeyden çok deri eşyalara değer verdikle­rini duymuşlardı, bu yüzden Necaşi'nin bütün generalle­rine yetecek kadar çok sayıda deri hazırladılar. Necaşi'nin kendisi için hazırlanan zengin hediyeler de vardı, Daha sonra aralarında elçi olmak üzere iki adam seçtiler, bun­lardan biri Sehm kabilesinden Amr İbn El-As idi. Kureyş-liler elçilere ne yapmaları gerektiğini bir bir anlattılar: generallerin hepsine teker teker gidecek, hediyelerini ve­rip şöyle diyeceklerdi: «Halkımızdan bir grup deli erkek ve kadın bu krallığa sığındılar. Kendi dinlerini terkettiler, sizin dininize de girmediler, fakat ne sizin ne de bizim .hiç

duymadığımız yeni bir din ortaya koydular. Halkımızın soyluları bizi kralınıza gönderdi ve onları bize teslim et­mesini istiyorlar. Bu nedenle kralınıza bu konuyu açtığı­mızda bizi destekleyin, onları bize teslim etmesini ve on­larla hiç konuşmamasını tavsiye edin. Çünkü onlarla ilgi­li en İyi karart kendi halkı verir». Generallerin hepsi bu konuda söz verdiler, iki elçi de Necasi'ye hediyeleri götür­meyi üzerine aldı-, ve oraya gidip muhacirleri kendilerine teslim etmesi gerektiğini ve generallere söylediklerini tek­rarladılar. Konuşmalarının sonunda da söyle dediler: -Hal, kının soyluları, onların amcaları, babalan ve akrabaları onların kendilerine teslim edilmesi için yalvarıyor». Gene­raller de oradaydı ve tek ses halinde Necasi'ye sığınanla­rın bu adamlara teslim edilmesi gerektiğini, çünkü onlarla ilgili en iyi karan kendi akrabalarının verebileceğini söy­lediler. Fakat Necasi memnun olmamıştı: «Hayır, Tanrıya andolsun; benim korumam altına sığman. Ülkemi yurt edi­nen ve herkese rağmen beni seçen bu adamları teslim et­meyeceğim! Onlarla konuşmadan ve bu adamların söyle­diklerinin doğru olup olmadığını öğrenmeden onları bı­rakmayacağım. Eğer bu adamlar doğru söylüyorsa onla­rı teslim edeceğim, kendi adamları onlarla ilgilensin. Fa­kat eğer bunlar doğru değilse, onlar benim korumamı is­tedikleri sürece onları koruyacağım» dedi.

Daha sonra Peygamber (s.a.v.)'in arkadaşlarına haber gönderdi ve kutsal kitaplarıyla gelen rahiplerini topladı. Amr ve yanındaki diğer elçi Necaşi ile, sığınanların gö­rüşmesini engellemeye çalışıyorlardı, çünkü bu karşılaşma geç anlaşılsa da onların aleyhineydi. Elçiler, Habeşistan­lıların kendilerine ticari ve politik sebeplerle hoşgörü gös­termelerine rağmen, putperest oldukları için küçük gör­düklerinin ve aralarında büyük bir engelin olduğunun far­kında değillerdi. Habeşlilerin çoğu samimi Hristlyanlardi; hepsi vaftiz edilmişlerdi, hepsi bir tek Allah'a inanıyor ve damarlarında kutsal şarap ve ekmek ayininde yedikleri­nin kanını taşıyorlardı. Bu nedenle onlar, kutsal ve put­perest arasındaki ayırıma karşı duyarlıydılar ve Amr gibi bir adamın, putperestliğin kiri ile kirlenmiş olduğunun far kındaydılar. Bu yüzden, znü'minler Necaşi'nin taht odası­nı doldurduğunda, onlardaki kutsal samimiyet ve engin­liğin farkına vararak şaşırdılar -en çok da Necaşi, bu du­rum karşısında etkilendi-. Gelenlerin, Kureyşlilerden çok kendilerine benzediğini gördüklerinde, rahiplerin arasın­dan hayret belirten mırıltılar yükseldi. Bu benzerlik ve en­gin görünüşün yanısıra mü'minlerin çoğunluğunu gençler oluşturuyordu; hepsinde de, güzel davranışlarının bir be­lirtisi olan doğal bir güzellik vardı.

Muhacirlerin hepsi zorunlu kaldıkları için hicret et­memişti. Osman'ın (r.) ailesi onunla uğraşmaktan vaz­geçmişti, fakat yine de Peygamber (s.a.v.), onun gitmesi­ne ve Rukiye'yi de beraberinde götürmesine izin verdi. On­ların varlığı muhacirler topluluğuna bir güç kaynağı olu­yordu. Onlara güç veren diğer bir çift de Cafer ve karısı Esma idi. Ebu Talib oğlu ve gelinini saldırılardan koru­yordu, fakat muhacirlerin güzel konuşan bir adama,ihti­yaçları vardı, Cafer de, akıcı konuşurdu. Kişiliği bakımın­dan da çok etkileyiciydi. Peygamber (s.a.v.) ona bir kere­sinde: «Görünüşün ve karakterin bana benziyor[1]» demiş­ti. Muhacirlere başkanlık yapması için Cafer'i (r.) görev­lendirmişti; akü ve etkileyicilikte onu, Abdu'd-Dar sülale­sinden, daha sonra Peygamberin (s.a.v.) çok önemli bir gö­rev vereceği genç bir adam olan Mus'ab izliyordu. Bun­lardan başka göç edenler -arasında Şemmas adırida, annesi Utbe'nin kardeşi olan bir Manzum'lu genç de dikkati çe­kiyordu. «Papazlara gönüllü yardım eden» anlamındaki is. mi ona şu nedenle verilmişti: Bir keresinde Mekke'ye pa­pazlara yardım edecek olan genç ve yakışıklı bir Hristiyan gelmişti. Güzelliğiyle genel bir beğeni kazanmış­tı. Bunun üzerine Ut be «Size bundan daha güzel bir Şem­mas getireceğim» diyerek, kız kardeşinin oğlunu onlara göstermiş, o günden sonra da çocuğun adı Şemmas kalmış­tı. Safiyyenin oğlu Zübeyr ve Peygamberin (s.a.v.) kuzen-

terinden birkaçı daha muhacirler arasındaydı; Erva'nın oğlu Tulayb; Umeyme'nln iki oğlu Abdullah İbn Cahş ve Ümeyye sülalesinden karısı Ününü Habibe ile beraber olan Ubeydullah, eşleriyle birlikte Berre'nin iki oğlu: Ebu Sele­me ve Ebu Sabra. Bu ilk hicretle ilgili anlatılanların ço­ğu Ümmü Seleme'den aktarılmıştır.

Hepsi toplandığında Necaşi onlara şöyle dedi; «Ne bi­zim dinimize, ne de çevre ülkelerden birinin dinine uyma­dığınıza göre sizi kendi halkınızdan ayrılmaya zorlayan bu din nedir?» Cafer ona cevap verdi: «Ey kral, biz ce­halet içinde yüzen, putlara tapan, kutsanmamış etleri yi­yen, kötülük yapan ve güçlünün zayıfı ezdiği bir toplu­luktuk. Biz, Allah bize kendi aramızdan, soyunu bildiğimiz güvenilir bir elçi gönderene dek bu hal üzereydik. O bizi Allah'a çağırdı, O'nun birliğine inanmamız ve yalnızca ona ibadet etmemiz gerektiğini, bizim ve babalarımızın taptığı taş ve putlara tapmamamız gerektiğini öğretti. Bize doğ­ru söylemeyi, verdiğimiz sözü tutmayı, akrabalık bağları­na ve komşu haklarına saygı göstermeyi, kötülüklerden ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Biz bir tek Allah'a ina­nıyor, O'na ortak koşmuyoruz, O'nun yasakladıklarını ha­ram, serbest bıraktıklarını helal kabul ediyoruz. Bu yüz­den halicimiz bize karşı çıktı ve bizi dinimizden döndür­meye, tek Allah'a ibadeti bırakıp putlara tapmaya zorla-di. Sizi diğerlerine tercih edip, bu ülkeye sığınmamızın se­bebi bu; sizin korunmanız altında olmaktan memnunuz ve umuyoruz ki sizin yanınızda bize adaletsizlik yapılamaz».

Saray tercümanları söylenenleri Necaşi'ye aktardılar. Necaşi daha sonra kendisine Peygamberin (s.a.v.) getir­diği vahiyden bir bölüm okumalarını istedi. Bunun üzeri­ne Cafer, Mekke'den ayrılmalarından kısa bir süre önce nazil olan Meryem Sûresinden bir bölüm okudu;

«Kitap'ta Meryem'i zikret, Ham O, ailesinden kopup doğu ta­rafında bir yere çekilmişti. Sonra onlardan yana (kendini gizleyen) htr perde çekmişti. Böylece ona ruhumuz (Cibril'i) göndermiştik. O da, düzgün bir beşer ktnda görünmüştü. Demişti ki: «Gerçekten ben, senden Rahman (olan Allah)'a sığınırım. Eğer takva so-hibiysen (bana yaklaşma).» Demişti ki: «Ben, yalnızca Rabbinden (gelen) bir elçiyim; sana tertemiz bvt erkek çocuk armağan etmek için (buradayım).» O: «Benim nasıl bir erkek çocuğum, otalfÜir? Ba­na hiç bir beşer dokunmamtşken ve ben azgın utanmaz (bâr kadm) değilken» dedi. «işte böyle» dedi, «Rabbin, dedi ki: Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir âyet ve bizden bir rahmet kılmak için (bu çocuk olacaktır)» Ve iş de olup bitmişti.» (Meryem: 121.

Bu âyetleri dinlerken Necaşi de, rahipler de ağladılar, anlamları tercüme edildiğinde tekrar ağladılar ve Necaşi şöyle dedû «Bu, İsa'nın getirdiği ile aynı kaynaktan geliyor» Ve Kureyş'li elcilere dönerek: «Gidebilirsiniz, çünkü Tan-rı'ya andolsunki, onları size teslim ötmeyeceğim; onlara ihanet edilmeyecek» dedi.

Fakat kralın huzurundan ayrıldıklarında Amr arkadaş­larına: «Yarın onlara, aralarında gelişen bu iyi ilişkileri bozacak bir şey söyleyeceğim. Onların Meryem oğlu İsa'ya kul (köle) dediklerini söyleyeceğim» dedi. Ve ertesi sabah Necaşi'ye giderek: «Ey kral, onlar Meryem oğlu Isa hak­kında büyük bir yalan uyduruyorlar, onları çağır ve Isa hakkında ne düşündüklerini sor» dedi Bunun üzerine Ne­caşi, mü'minlere haber gönderdi ve İsa hakkında ne bil­diklerini sordu, mü'minler, bunu duyunca tedirgin oldu­lar. Çünkü, bu konuda fazla bilgileri yoktu. Hepsi bir ara­ya gelip, bu soru sorulduğunda ne cevap vereceklerini tar­tıştılar. Oysa onlar Allah'ın bildirdiklerinden hasframm söyleyemeyeceklerini biliyorlardı. Kralın huzuruna geldik­lerinde Necaşi onlara: «Meryemoglu İsa hakkında ne di­yorsunuz» diye sordu. Cafer (r.) cevap verdi: «Biz onun hakkında ancak Peygamberimizin getirdiğini biliriz ve O'nun, Allah'ın kulu, Rasulü, O'nun ruhu ve bakire Mer­yem'e indirdiği kelimesi olduğuna inanırız.» Necaşi yar­den dit parça tahta aldı ve: «Meryem oğlu İsa, sizin söy­lediklerinizden sadece şu sopa kadar farklıdır» dedi. Generallerin karşı çıkarak etrafında toplandıklarını görünce: «Sizin tüm karşı çakışınıza rağmen» diye ekledf. Dana «onra Cafer ve arkadaşlarına dönerek: «istediğiniz yere gi­din; çünkü benim ülkemdeyken güvenliktesiniz. Dağlar ka­dar altın karşılığında bile sizin birinize zarar vermem» de­di. Mekke'li elçilere de bir el işareti yaparak yardımcısı­na: «Bu adamların, getirdikleri hediyeleri geri verin, çün­kü onlara ihtiyacım yok» dedi. Amr ve diğer elçi Mekke'­ye aşağılanmış bir halde döndüler.

O sırada Necaşl'nin İsa hakkında söyledikleri halkı arasında yayılmıştı. Halk Necaşi'yi dinden çıkmakla suç­layarak bir açıklama istiyordu. Bunun üzerine Necaşi Ca. fer*e haber gönderdi ve onlar için gerekli olduğunda yola çıkmak üzere sandallar hazırlattı. Daha sonra bir parşö­men aldı ve üstüne: «O, Allah'tan başka taun olmadığı­na. Muhammed'İn O'nun kulu ve rasulü olduğuna, Mer­yem oğlu İsa'nın da O'nun kulu, rasulü, Meryem'e indirdi­ği kelimesi ve ruhu olduğuna şehadet etti- diye yazdı. Bu parşömen parçasını cübbesinin altına gizledi ve halkın hu­zuruna çıktı. Onlara: «Ey Habeşliler. sizin kralınız olma­ya en layık olanınız ben değil miyim?» diye sordu. «Evet» dediler. «Peki benim yaşamım hakkında ne düşünüyorsu­nuz?» «O yaşamların en güzeli», cevabını verdiler. Necaşi: «Peki sizi tedirgin eden nedir?» diye sordu. «Sen bizim di­nimizi terkettin ve İsa'nın bir kul olduğunu kabul ettin.» dediler. «Peki İsa hakkında siz ne diyorsunuz?» diye sor­du, «Biz O'nun Allah'ın oğlu olduğuna inanıyoruz» dedi­ler. Bunun Üzerine Necaşi elini göğsüne, tam gizlenmiş olan parşömenin Üstüne koyarak, «bu»na inandığına şe­hadet ettiğini söyledi Halk «bu» kelimesiyle kendi söyle­diklerini kasdettiğini zannetti[2] Bu yüzden memnun ve tes­kin olarak ayrıldılar, çünkü Necaşi'nin yönetiminden mem­nundular ve sadece te'min edilmek istiyorlardı. Necaşi tekrar Cafer'e (r.) haber gönderdi ve evlerine dönebilecekle­rini, eskisi gibi emniyet içinde yaşamaya devam edebile­ceklerini söyledi.




--------------------------------------------------------------------------------

[1] I.S.IV/1,24.

[2] I.L 244.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI)
MesajGönderilme zamanı: 03.02.11, 15:44 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 14.12.10, 17:07
Mesajlar: 70
28. ÖMER


İki elçi Mekke'ye dönüp, Necaşi'nin, Müslümanların tarafını tuttuğu ve kendi İsteklerinin reddedildiği haberini getirince, Kureysttlsr çok hiddetlendiler. Bu yüzden hemen Ebu Cehİl'in önderlisinde, mü'minlere yaptıkları işkencele­ri daha da arbnnaıya koyuldular. Ebu Cehil'in yeğeni Ömer de onun tavsiyelerini eksiksiz ve daha şiddetli bir biçimde yerine getiriyordu. Ömer o zamanlar yirmi-alü ya­şında, güçlü, yiğit ve kararından caydın lam az bir adamdı. Fakat dayısının aksine o dindardı ve bu yüzden yeni dine karsı çıkıyordu. Babası Hattab onu, Ka'be'ye ve içindeki tüm tann ve tanrıçalara saygı duyacak bir şekilde yetiştir­mişti. Bu yüzden onun İçin Ka'be ve içindeki putlar birbi­rinden ayrılmaz, tartışılmaz ve bozulmaz kutsal bir bütü­nü oluşturuyordu. Kureyş de bu bütünün içindeydi; fakat artık Mekke'de iki din ve iki toplum vardı. Ömer açıkça, bu sorunun bir tek nedeni olduğunu görebiliyordu. Buna sebep olan adam ortadan kaldırıldığında, ona göre tüm so­run çözülecekti Başka çıkar yol yoktu ve bu yol denen­meliydi. Usun süreden beri bunlar aklında yer ediyordu. O gün elciler Mekke'ye geldiğinde, kafasındakiler ortaya dö­küldü ve hemen evine gidip kılıcını aldı. Evden çıktıktan kısa bir sür» sonra kendi kabilesinden Nuaym İbn Abdul­lah'a rastladı. Nuaym Müslüman olmuştu, fakat Ömer'den ve diğer akrabalarından korktuğu için bunu gizli tutuyor­du. Ömer'in yüzündeki bu hiddetli ifadeyi görünce, ona nereye gittiğini sormaktan kendini alıkoyamadı. «Muham-med'e (s.a.v.) Kureyş'İ ikiye ayıran o dinsize gidiyorum» de­di. Ömer «Onu öldüreceğim» derken; Nuaym, kendisinin de Öldürülebileceğine işaret ederek onu durdurmaya çalıştı. Fa­kat Ömer'in böyle bir nedeni önemsemeyen halini görünce onu belli bir sûre geciktirebilecek -Muhammed'e haber ver­meye yetecek kadar- başka bir neden buldu. Bu kendisi gibi Müslüman olduğunu gizleyen arkadaşlarını ele ver­mek anlamına geliyordu, fakat Nuaym, onların böyle bîr durumdaki bu davranışı nedeniyle kendisini affedecekle­rini, belki de taKdir edeceklerini umuyordu. «Ey Ömer.» dedi, «İlk önce gidip neden kendi ev halkını doğru yola ge-tirmiyorsun?» «Benim ev halkım da kim?» dedi. Nuaym.-«Enişten Sa'id (r.) ile kızkardeşin Fa tama (r.) da Muham-med (s.a.v.)'ln dinine girdiler. Onları kendi haline bırak­mamalısın» dedi. Ömer bir kelime bile söylemeden kızkar-deşinln evine doğru yöneldi. Zühre'nin fakir müttefiklerin­den biri olan Habbab (r.J, Sa'id ve Fatıma'ya Kur'an öğ­retmek için evlerine sık sık gelirdi; o sırada Habbab on­ların evindeydi, yanında henüz indirilmiş olan Ta-ha sû­resinin âyetlerinin yazılı olduğu kâğıtlar vardı ve beraber okuyorlardı. Ömer'in kardeşinin adını çağıran hiddetli se­sini duyunca, Habbab evin bir köşesine saklandı, Fatıma da yazılı Kur'an sayfalarını gömleğinin altına sakladı. Fa­kat Ömer onların okuyuşlarını dışardan duymuştu, içeri geldiğinde: «Duyduğum o ses neydi?» diye sordu. Onu, hiç bir şey duymadığına ikna etmeye çalıştılar. Ömer: «Duy­dum ve sizin de Muhammed'ö uyanlardan olduğunuzu öğ­rendim» dedi. Daha sonra eniştesi Said'in üzerine atıldı ve onu dövmeye başladı, Fatıma onları ayırmaya çalıştı­ğında, Ömer ona da bir tokat attı ve yüzünün derisi çat­ladı. Bunun üzerine ikisi de bir ağızdan: «Evet Müslüman olduk. Allah'a ve Rasulüne İnanıyoruz, ne yapacaksan yap.» dediler. Fatıma'nın yarası kanıyordu, Ömer kanı gö­rünce yaptığına pişman oldu. Onda bir değişildik oldu ve kardeşine dönerek: «Biraz Önce okuduğunuz şeyi bana ge­tirin ki, Muhammed'in ne getirdiğini Öğreneyim» dedi. Onlar gibi Ömer de okuma bilirdi, fakat Ömer kâğıdı istedi­ğinde kardeşi: «Onu sana veremeyiz» dedi. Ömer tanrı ve tanrıçalarına yemin ederek korkmamalarını, kâğıdı oku­duktan sonra geri vereceğini söyledi. Kardeşi onun yumu­şaklığını farketmişti ve şimdi İslâm'a girmesini daha çok istiyordu. Fatıma: «Ey kardeşim, sen şimdi üzerinde putpe­restliğin kirini taşıyorsun, ona ancak temiz olanlar doku­nabilir» dedi. Ömer gitti ve yıkandı, Fatıma da ona, üze­rinde Taha'nın ilk âyetlerinin yazılı olduğu sayfayı verdi.

Ömer okumaya başladı ve bir bölümünü bitirdiğinde: «Bu kelimeler ne kadar güzel ve ne kadar şerefli!» dedi. Hab-bab bunu duyunca saklandığı yerden çaktı ve: -Ömer, ümit ederim ki Peygamber (s.a.v.)'in duasmdaki Allah'ın seçti­ği kişi sen olursun, çünkü dün Peygamber (s.a.v.)'i: «Al­lah'ım, İslâm'ı ya Hİşam'ın oğlu Ebu'l-Hakem'Ie ya da Hat-tab'in oğlu Ömer'le güçlendir» diye dua ederken duydum». Ömer: «Ey Habbab! Muhammed (s.a.v.) şimdi nerdedir, ona gideyim de islâm'a gireyim» dedi. Habbab, ona Pey­gamber (s.a.v.)'in Safa kapısı yanındaki Erkam'ın evinde mü'minlerle beraber olduğunu söyledi. Ömer kılıcını tek­rar kınına soktu ve Safa'ya gidip, evin önünde durdu, adı­nı söyleyip kapıyı çaldı. Nuaym (r.) onlara haber ver­mişti, bu yüzden Ömer'in gelişi onları şaşırtmamıştı, fakat onun sesindeki yumuşaklığa hayret etmişlerdi. Mü'minler-den biri kapıya giderek anahtar deliğinden baktı ve üzün­tü İçinde Peygamber (s.a.v.)'e: «Ey Allah'ın Rasulü, ger­çekten de Ömer, kılıcıyla birlikte» dedi. Hamza: «Bırakın içeri girsin, eğer iyi niyetle geldiyse hoş geldi, ama eğer kötü niyetle geldiyse onun kafasını kendi kılıcıyla keseriz»

dedi. Peygamber <s.a,v.) de bunu uygun gördü ve onu ke­merinden tutup odanın ortasına çekerek: «Ey Hattab oğlu Ömer, seni buraya getiren ne? Herhalde Allah senin üze­rine mucize gönderdi» dedi. Ömer de-. «Ey Allah'ın Rasulü. sana, Allah'a, Rasulüne ve getirdiklerine inandığımı söyle­mek İçin geldim» dedi. Peygamber: «Allahu Ekber (Allah Büyüktür)» dedi, bu şekilde evdeki herkes Ömer'in Müslüman olduğunu anlamış oldu ve hepsi tekrar tekbir getir­diler[1]

Ömer'in Müslüman olduğunu gizlemesi sözkonusu de­ğildi. Bunu herkese, özellikle de Peygamber (s.a.v)'e en çok düşman olanlara duyurmak istiyordu. Daha sonraki yıllar­da şöyle derdi: «O gece İslâm'a girdiğimde kendi kendime şöyle düşündüm: Mekke'de Allah'ın Rasulüne en düşman olan kim, gidip ona Müslüman olduğumu söyleyeyim? He­men aklıma gelen cevap Ebu Cehil idî. Ertesi sabah kalkıp Ebu Cehil'in evine gittim kapısını çaldım. Kapıyı açtığın­da: «Hoş geldin ey kardeşimin oğlu, seni buraya getiren ne?» dedi. Şu cevabı verdim: «Allah'a Rasulüne ve onun getirdiklerine inandığımı sana söylemek için geldim» «Al­lah belanı versin!» dedi, -Getirdiğin .haberlere de lanet ol­sun». Daha sonra kapıyı yüzüme kapadı[2].


--------------------------------------------------------------------------------

[1] 1.1. 227.
[2] I.I. 230


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI)
MesajGönderilme zamanı: 03.02.11, 15:48 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 14.12.10, 17:07
Mesajlar: 70
29. BOYKOT VE KALDIRILIŞI

Ömer, (r.) mü'minler Allah'a İbadet ederken, Kurcys-] ilerin açıkça Ka'be'de putlara tapmalarına tahammül ede­miyordu. Bu yüzden gidip açıkça K&'be de namaz kılar ve diğer mü'minleri de buna teşvik ederdi. Bazen Ömer ve Hamza yanlarında bir grup mû'minle mescide girer ve na­maz kılarlardı, böyle zamanlarda Kureyş liderleri biç or­tada görünmezdi. Çünkü onlar için orada oturmak ve otan-lan seyretmek gurur kırıcıydı. Ömer (r.)'den korktuktan için de müdahale edemiyorlardı. Fakat bu genç artanı kendilerini yendiğini zannetmesini de İstemiyorlardı. Bu yüzden Ebu CehiTin baskısıyla en İyi çözümün Ebu Ieheb dışında, mü'min olsun olmasın Peygamber 1 koruyan tüm Haşimilere bir boykot düzenlemek olduğu kararına vardılar. Hazırladıkları dokümana göre, kimae Haşim'li bir kadınla evlenmeyecek ve kızını da Haşimile­re vermeyecekti; kimse onlara birşey satmayacak, onlar­dan da birşey satın almayacaktı. Bu, Haşimiler Muham-med'i reddedene veya o peygamberlik iddiasından vazge­çene dek sürecekti. Hepsi taraftar olmasa da kırk KureyşÜ lider bu anlaşmayı imzaladı. Muttalib oğullan, kardeşleri Haşimilere bunu yapmak istemediler, fakat zorla anlaşma­ya dahil edildiler. Doküman dikkatle K&'be'nin içine yer­leştirildi.

Karşılıklı dayanışma için tüm Beni Hasim, Mekke va­disinin Ebu Talib mahallesinde toplandı. Peygamber <s.a.v.) ve Hatice ev balkıyla birlikte o mahalleye gelirken, Ebu Leheb, Kureyşlilere bağlı olduğunu gösterircesine karısıyla bu mahalle dışındaki bir eve taşındı.

Boykot sıkı bir şekilde uygulanmıyordu ve evlenen bir kadın hala eski kabilesinin bir üyesi sayıldığı için Beni Haşim'le bağlar tamamen kopanlamıyordu. Ebu Cehil sü­rekli boykotu kontrol ediyor, fakat istediklerini herkese uyguluyordu. Bir gün Hatice'nin yeğeni Hakim'i, yanın­da sırtında bir çuval unla giden bir köle ile beraber Beni Hacim mahallesine giderken gördü, Onları düşmana yiye­cek götürmekle suçladı ve Hakim'i Kureyş'e ihbar edece­ğini söyledi. Onlar tartışırken, Esed kabilesinden Ebu'l-Behteri geldi ve meselenin ne olduğunu sordu. Sorunu öğ­rendiğinde Ebu Cehil'e: «Bu onun halasının unudur, ha­lam ununu İstiyor. Bırak da adam islediğini yapsın» de­di. Ne Hakim ne de Ebu'l-Behterî müslüman değillerdi, fa­kat Esed kabilesinden diğerine un götürmek kabile dışından birisinin kanşamayacagı bir durumdu. Mah-zumlunun araya girmesine tahammül edilemezdi, Ebu Ce­hil söylediğinde ısrar edince, Ebu'l-Behterî yerden bir de­venin kaburga kemiğini aldı ve Ebu Cehil'in kafasına vur­du. Ebu Cehil yere düştü. O sırada oradan geçmekte olan Hamza'yı memnun etmek istercesine yerde onu çiğnedi­ler.

Hakim haklıydı, boykot edilen kurbanların kişiliği yü­zünden birçok kişi de boykota karşıydı. Amir kabilesin­den Hişam İbn Amr, Haşiml kanı taşımıyordu, fakat aile­sinin Haşimilerie evlilik bağları vardı. Hişam gece hava kararınca yiyecekte yüklü bir deveyi Beni Haşim mahal­lesine götürür, mahalleye girişte devenin yularını çıkarır v» İlerlemesi için arkasına vurup bırakıp, giderdi. Ertesi jeee de giyecek yüklü bir deve getirirdi.

Müslüman olmayanların bu yardımlarının yanısıra di­ğer kabilelerden müslüman olanlar, özellikle Ebu Bekir ve Ömer b«ı yasağın etkilerini hafifletmeye çalışıyorlardı. İki yıllık boykotun »onunda Ebu Bekir artık zengin bir adanı sayılmazdı. Fakat bu yardımlara rağmen. Beni Haşini ma­hallesinde açlık ve kıtlık vardı.

Kutsal aylarda saldın ve tecavüzden emin olarak dı-şan çakabiliyorlardı. Bu zamanlarda Peygamber £s.a.v.) sık sık Kâ'be'ye giderdi. O sıralarda Kuröyş liderleri varlı­ğından yararlanarak ona hakaret ederlerdi. Bazen Kureyş'i uyaran ve daha önceki kavimlerin başına gelenleri anla­tan âyetleri okurken, Abdu'1-Dar sülalesinden Nadr ayağa kalkar ve: Tanrıya andolsun ki, Muhammed (s.a.v.) benden daha iyi bir konuşmacı değildir. Onun konuştukları eski­lerin masallarıdır. Onları yazılı bir Kâğıttan okuyor, ben de benimkileri kendi kitabımdan okuyorum», derdi. Daha sonra Rüstem, Isfendiyar ve İran Krallarıyla ilgili hikâye­ler anlatırdı. Bu bağlamda, kalbin doğaüstü .gerçeklikleri algılayan bir yeti olduğuna değinen bir çok âyet inmiştir Kâfirlerde kapalı olan kalb gözü; nurun parladığmı göre­bilir, bu da îmandır. Fakat yaşamını kötü işlerle geçirmek kalbi tozlarla kaplar ve Allah'tan gelen mesajın ilahi kö­kenini algılayamaz:

«Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: «Geçmişlerin uydurma ma­sallarıdır» dedi. Asla, hayır; onların kazanmakta oldukları, kalblen üzerinde pas tutmuştur.» (Muttaffİfin: 13-14).

Bunun aksin» Peygamber (s.a.v.) kalbinin her zaman uyanık olduğunu ve her an gerçeklerle beraber olduğunu belirtmiştir.: «Gözüm uyur, fakat kalbim uyanıktır»[1]

Peygamber (s.a.v.) cağında yaşayanların adından çok nadir bahseden Kur'an, Ebu Leheb ve karısının Cehenne­me gireceğini müjdeler iLeheb Sûresi). Ümmü Cemil bu­nu duyunca elinde bir tas tokmakla Kâ'be'ye Muhammed <n.a.v.)'i aramaya çıktı; Muhammed (s.a.v.)'in yanında otu­ran Ebu Bekir'e gitti Ve «Arkadaşın nerede?» diye sordu. Konuşamayacak denli şaşıran Ebu Bekir, onun Muham­med (s.a.v.)'i kasdettiğini biliyordu. Ümmü Cemil devam etti: -Duyduğuma göre beni hicvetmiş, Tanrı'ya andoJsun onu bulursam ağzını bu havan tokmağıyla parçalayaca­ğım. Bana gelince, ben gerçek bir şairim» dedi ve Peygam­ber Cs.a.v.) hakkında bir şiir okudu:

«Biz o günahkara uymuyoruz.

Emirleriyle alay ediyor

Ve dininden nefret ediyoruz.»

Kadın gittiğinde Ebu Bekr, (r.j Peygamber'e (s.a.v.) ka­dının kendisini görüp görmediğini sordu. Peygamber (s.a.v.) : «O beni göremedi, çünkü Allah onun görüşüne perde çekti» dedi. Arapça «günahkâr», «suçlu» anlamına gelen muzammam övülen ve değer verilen anlamına ge­len Muhammed'in karşıt anlamıdır. Küreydiler, Peygam­ber (s.a.v.)'İ yermek İçin bazan bu terimi kullanırlardı. Peygamber (s.a.v.) bunu duyunca arkadaşlarına: -Allah'­ın, Kureyşlilerin kötülüklerinden beni koruması şükre değ­mez mi? Onlar bana Muzammam (suçlanan) diyorlar, halbuki ben Muhammed'im (Övülen)»[2].

Beni Haşim ve Beni Muttalib'e uygulanan boykot iki yıl sürdü ve beklenen etkilerin hiçbirini göstermedi. Aksi­ne Peygamber (s.a.v.)'ln daha çok dikkat çekmesine ve tüm Arabistan'da yeni dinden bahsedilmesine neden oldu. Bu tür düşüncelerden bağımsız olarak, Kureyşlilerin çoğu. Özellikle boykot edilenler arasında akrabaları bulunanlar, boykot hakkında olumsuz düşünceler taşıyorlardı. Karar değiştirmenin zamanı gelmişti ve ilk tepkiyi gösteren adam yine, Haşimilere sık sık yiyecek ve giyecek yüklü develer gönderen Hişam oldu. Hişam tek başına bir şey yapama­yacağının farkındaydı, bu nedenle Peygamberin halası Atike'nin oğlu Mahzum'lu Zûheyr'e gitti ve söyle dedi: -Annenin akrabalarının durumunu bilirken nasıl yemek yiyip, güzel giyinmeye dayanabiliyorsun? Onlar ne birşey satabiliyorlar, ne de alabiliyorlar. Ne kızlarını ne de ogul-Jpını evlendirebiliyorlar. Allah'a yemin ederim ki, eğer on-1 Ebul-Hakem'in (Ebu Cehil) annesinin akrabaları ol-

salardı ve sen onu, onun seni çağırdığı şeye çagırsaydın, O hiçbir zaman bunu yapmazdı». «Beni utandırdın, Hİşam» dedi Zûheyr, «Fakat tek başıma ne yapabilirim? Eğer be­ni destekleyen biri daha olsaydı bu anlaşmayı geçersiz kı­lana dek savaşırdım». Hişam: -Birini buldum- dedi.«Kim O?». «Benim». «Bir üçüncüsünü daha bulalım* dedi Züheyr. Bunun üzerine Nevfel kabilesinden, Haşim ve Muttalİb'in kardeşleri olan Nevfel'in torunu Mut'im tbn Adly'e gitti. «Sen Kureyş'le bir olarak Abdu Menaf oğullarının iki kolu­nun yok olmasına göz mü yumuyorsun? Tann'ya andol-sun, eğer onların bunu yapmasına izin verirsen, bir müd­det sonra aynı şeyi sana da yaparlar» dedi Mut'im dör­düncü bir adam istedi, bunun üzerine Hişam, Hadice'nin unu yüzünden Ebu Cehil'e vuran Esed'll Ebu'l-Behterl'ye gitti. O beşinci bir adam gerektiğini söylediğinde Hişam diğer bir Esed'Iiye, bir altıncıya gerek olduğunu söyleme, den teklifi kabul eden-Zem'eh İbn el-Esved'e gitti. Hepsi de o gece Mekke'nin dışındaki Hacun dağı eteklerinde bu­luşmaya karar verdiler. Orada hareket planlarını tasarla­dılar ve bu anlaşmayı geçersiz kılmadan meseleyi bırak­mayacaklarına söz verdiler. Züheyr: «Bu işle en çok ilgili olan benim, o yüzden ilk konuşan ben olacağım» dedi.

Ertesi sabah Mescid'deki kalabalığa karıştılar ve Zü­heyr üzerindeki uzun cübbesiyle Ka'be'yi tavaf etti. Daha sonra yüzünü meclistekilere çevirdi ve: «Ey Mekke'liler, Haşimogullan hiçbir şey alıp satamazken, biz burada ra­hatça yiyip giyinecek miyiz? Tann'ya andolsun bu hak­sızlık ortadan kalkıncaya dek rahat etmeyeceğim* dedi Kuzeni Ebu Cehil hemen ayağa kalktı ve: «Yalancısın!» dedi, «bu durum ortadan kalkmayacak». Zem'eh: «asıl ya­lancı sensin. Bu anlaşma yazıldığında biz taraftar değil­dik.» dedi. «Zem'eh doğru söylüyor onda yazılı olanı des­teklemiyoruz ve taraftar değiliz» dedi Ebu'l-Behteri. Mut'­im -. -İkiniz de haklısınız, asıl buna hayır diyen yalancıdır. Tanrı şahidimiz olsun biz ondan ve onda yazılı olandan masumuz» dedi. Hişam da aynı şeyleri söyledi ve Ebu Ce­hil onları bir gecede sözlerinden dönüp, entrika cevirmekle suçlamaya' başladığında, Mut'im onun sözünü kesti ve Kabe'ye andlaşma metnini getirmeye gitti. İçerden, elinde küçük bir parça kâğıt, ve zafer ifadesiyle çıktı: Kurtlar, ilk başa yazılan «Allah'ım, senin adınla» kelimeleri dışın­daki tüm andlaşmayı yemişlerdi.

Kureyş'in çoğunluğu zaten ikna olmuştu Bunun yanı­lıra bu tartışmasız mucize tüm karşı çıkışları durdurdu Ebu Cehil ve onun gibi düşünen birkaç kişi karşı koyma­nın anlamsız olduğunu biliyorlardı. Boykot resmen kaldırıl­mıştı. Kureyş'ten bir grup, Beni Haşim ve Beni MÛttalib'e iyi haberleri vermeye gitti.

Boykot kaldırıldıktan,sonra Mekke'de büyük bir rahat­lama oldu ve belli bir süre için Müslümanlara karşı gös­terilen düşmanlık yumuşadı. Bu rahatlama haberi abar­tılarak Habeşistan'a dek ulaştı. Bunun üzerine muhacir­lerden bazıları Mekke'ye dönmek için hemen hazırlıklara başladılar. Cafer gibi bazıları ise bir süre daha orada kal­malarının iyi olacağını düşünüyordu.

O sırada Kureyş liderleri çabalarını, Muhammed (s.a.v)'i bir anlaşma yapmaya ikna etmede yoğunlaştır­mışlardı. Bu kendilerine göre ona takınılan en yakm ve yumuşak tavırdı. Velid ve diğer liderler, iki dinin de aynı anda uygulanmasını önerdiler. Peygamber (s.a.v.) bu öne­riyi reddetme şeklinde zorluk çekmeden, hemen gelen vahiyle onlara cevap verdi

«De ki: Ey kâfirler. Ben sizin tapttklartntza tapmam. Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.

Sizin dininiz size, benim de dinim botta.» (Kâfirim Suresi)

Bunun sonucunda, geri dönen muhacirler daha Harı»m bölgeye ulaşmadan yumuşak durum sona ermişti.

Cafer ve Ubeydullah İbn Cahş dışında, Peygamber fsa.v.)'in bütün kuzenleri geri döndüler. Onlarla birlikte

Osman ve Rukiye de geldiler. Osman'la birlikte dönen bir diğer Şems'Ii de Ebu Huzeyfe idi. Ebu Huzeyfe, (r.) ko­runma için babası Utbe'ye sığınabilirdi. Fakat Ebu Sele­me (r.) ve Ümmü Seleme (r.) kendi kabilelerinden işken­ceden başka bir şey bekieyemeyeceklerini biliyorlardı. Bu yüzden Mekke'ye gelir gelmez hemen Ebu Seleme'nin dayısı olan Ebu Talib'den korunma istediler. Ebu Talib Mahzu-milerin karşı çıkmasına rağmen bu isteği kabul etti. «Sen bize karşı yeğenin Muhammedi koruyorsun, fakat niçin bizim kabilemizden bîr adamı bize karşı korumayı kabul ediyorsun?» dediler. Ebu Talib: «O benim kızkardeşimin oğludur, eğer ben kızkardeşimin oğlunu koruyamazsam, er­kek kardeşimin oğlunu da koruyamam demektir» dedi. Mahzumîlerin onun liderlik haklarına saygı göstermekten başka seçenekleri yoktu. Yanaşıra bu kez. Peygamber (s.a.v.)'e en çok düşmanlık besleyen Ebu Leheb de ağa­beyini destekliyordu. Bu yüzden daha fazla diretmediler. Ebu Leheb, kendisine «öre boykot süresince yeğenine duy­duğu nefreti bu kadar açığa vurmasının özrünü .yerine ge­tiriyordu./ Nefreti biç bir şekilde azalmamıştı; fakat ağa­beyinden sonra kabilenin lideri olacağı için ailesiyle iyi ilişkiler içinde olmak istiyordu. Ebu Talib'in çok uzun yaşamayacağının da farkındaydı.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] II. 375; B. XIX, X6 v.b,
[2] II 234



30. CENNET VE EBEDÎYYET


Geriye dönen ve kendi halkına karşı yardım isteyen bir diğer muhacir de Ömer'in kayınbiraderi Osman bin Usaz'un'du. Çünkü Osman, kuzenleri Ümeyye ve Ubey'in kendisini cezalandıracaklarım biliyordu. Bu kez Manzum kabilesi, başka bir kabilenin adamını koruması altına alı­yordu: Velİd, Osman'ı koruması altına aldı: fakat. Osman kendisi güvenlik içinde gezerken, diğer müslümanlann ezi­yet çektiğini görünce, Velid'den kendi üzerindeki koruma. anı kaldırmasını İstedi Yaslı adam: «Ey kardeşimin oğ­la, N*"'n" adamlarım sana bir zarar mı verdi?» diye sor­du. Osman (r.): «Hayır, fakat ben Allah'ın koruması al­tına girmek ve O'ndan sığınmamak İstiyorum». dadt Velidle beraber Mesdd'e gitti ve herkesin Önünde onun koruması altında olmadığını açıkladı.

Birkaç gün sonra büyük sair Labld, Kureyşlilere şiir okuyordu, Osman da onu dinleyen büyük kalabalığın ara­sındaydı. Genelde tüm Araplarda varolan şiir okuma yete­neği, Ebu Talib, Hubeyre ve Haris'İn oğlu Ebu Süfyan gibi bazı kişilerde daha fazla göze çarpıyordu. Fakat bunların da ötesinde büyük şair diye anılan birkaç şair vardı, Labid de bunlardan biriydi. Belki de yaşayan en büyüjc Arap şairi sayılabilirdi ve Kureyşliler onu aralarında görmek­ten şeref duyuyorlardı. Okuduğu şiirlerden biri şöyle baş­lıyordu:

«İşte, Allah'tan başka hersey boştur-. «Doğru söyledin» dedi Osman. Labid devam etti:

Ve tüm zevkler yok olacak».

«Yalan söylüyorsun» diye bağırdı Osman. «Cennet zevkleri hiçbir zaman sona ermeyecek». Labid sözünün ke­silmesine a[1]şkın değildi; Kureyş İse, sair misafirleri oldu­ğu için sadece şaşırmakla kalmamışlar, utanmışlardı da. «Ey KureyşlÜer.» dedi şair, «sizin yanınızda dost olarak oturan kimseye kötü davranümazdı. Ne zamandan beri böyle davranmaya başladınız?» Topluluktan biri kalktı, tüm kabile adına özür diledi ve: «Bu adam bir budaladır, bir grup budala bizim dinimizi terketti. Onun söylediğiyle ilhamın yokolmasm» dedi. Konuşan adam geldi ve Os­man'a bir yumruk attı, vurduğu yer morardı. Yalanında oturan Velid, ona kendi koruması altında kalsa îdi gözü­nün morarmayacagını hatırlattı. «Hayır» dedi Osman, «bi­lakis benim sağlam gözüm, diğeri gibi olabilmek için Al­lah'a yalvarıyor. Ben, senden daha güçlü ve kudretli olan Allah'ın koruması altındayım-. Velid: «Ey kardeşimin oğ­lu, gel ve benimle yaptığın anlaşmayı yenile» dedi. Fakat Osman kabul etmedi.

Peygamber şairin dinlendiği topluluk içinde değildi, fa­kat Labid'in şiirini ve orada neler olduğunu duymuştu. Bu konuda kayıtlara geçen tek şey şudur: «Şairin konuştuğu tek doğru şey «İşte Allah'tan başka her şey boştur» sözü­dür1. Peygamber (s.a.v.) Labid'i bunu takip eden mısra­ları için suçlamadı. Şair «Bütün dünyevi zevkler yok ola­cak» demek İstemiş olabilir-, diğer taraftan Cennet ve zevk­leri hiç bir zaman sona ermeyecektir. Bu olayın meydana geldiği sıralarda şu âyet nazil oldu: «Onun yüzünden (za­tından) başka her şey helak olucudur» (Kasas: 88). Da­ha önce inen bir âyette de şunlar söyleniyordu: «Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (zatı) baki katacaktır.» (Rahman: 27). Bu ebedi İkram'm olduğu yerde-ebedi zevk­ler ve onları tadanlar da alacaktır.

Bu konuyu daha acık ortaya koyan bir vahiy daha gelmişti:

«(Ktyametin) geleceği günde, O'nun izni olmaksızın, hiç kim­se söz söyleyemez. Artık onlardan kimi 'bedbaht ve mutsuz, (ki­mi de) muttu ve bahtiyardır. Mutsuz olanlar ateştedirler, onlar için orda (kahırla ve acıyla) nefes alıp vermeler vardır. Onlar Rob-binin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe, orada temelli kalıcıdırlar. (Bu) kesintisi olmayan bir ihsandır» (Hûd; 105-8).

Bu âyet göstermektedir ki Allah Cennetlikleri Cenne­te sürekli kılacaktır. Bu âyetlerle ilgili sorulan, Peygam­ber (s.a.v.) zaman zaman ashabdan bazılarına verdiği ce­vaplarla açıklamıştır. Bir keresinde şöyle demiştir: «istedi­ğine merhamet eden Allah, Cennetlikleri Cennet'e, Cehen­nemlikleri Cehennem'e kovar. Daha sonra Meleklere: «Ba­kın ve kalbinde hardal tanesi kadar imanı olanlar; Ce­hennemden çıkarın» der. Melekler bir grup insanı Cehen­nemden çıkarırlar ve: «Rabbimiz, bize emrettiğin şartla­ra uyan hiç kimseyi orada bırakmadık» derler. Allah : «Ge­ri dönün ve kalbinde bir zerre kadar iyilik olan herkesi Cehennem'den çıkarın» der. Melekler yine bir grup insanı Cehennem'den çıkarırlar ve: «Rabbimiz orada hiç bir iyilik bırakmadık» derler. Melekler, Peygamberler ve inananlar şefaat ederler. Sonra Allah: «Melekler şefaat et­ti, Peygamberler ve inananlar da şefaat etti. Şimdi sadece merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ın şefaati kal­dı» der ve Cehennem'den hiç bir iyilik yapmayan bir grup insanı çıkarır, Cennetin girişindeki Hayat Irmağı denilen nehre atar»[2]

Cennettekiler hakkında da Peygamber fs.a.v.î şunları söyler: «Allah Cennettekilere: «Memnun musunuz?» diye sorar, onlar: «Rabbimiz, nasıl memnun olmayız? Hiç bir yaratığa vermediğin nimetleri bize verdin» derler. Allah «Size bundan daha iyisini vereyim mi?» der, onlar da «Da­ha iyisi nedir?» diye sorarlar: Allah: «Size Rıdvan'ımı vereceğim der»[3]. Bazen 'saadet' olarak tercüme edilen Rıdvan, Allah'ın bir nefsi, mutlak olarak kabul etmesi ve o nefsi kendi yanına alıp Ebedî Saadet vermesidir. Rıdvan Cennetinin genel anlamıyla diğer Cenneti dışladığı düşü­nülmemelidir. Çünkü Kur'an her teslim olan nefis için iki cennet vadeder (Rahman: 46). Peygamber de kendi konu­mundan bahsederken, aynı şekilde iki rahmete kavuşaca­ğını söylerdi: «Rabbim'le ve Cennet'le buluşacağım»[4]


--------------------------------------------------------------------------------

[1] B:LXIII;
[2] M. I. 79; B. XCVII,
[3] M.LI.2.
[4] 1.1. 1000.




31. HÜZÜN YILI


M.S. 610 yılında, boykotun kaldırılmasından kısa bir süre sonra Peygamber (s.a.v.) büyük bir kayıpla, kansı Hadice'nin ölümüyle üzüntüye boğuldu. Hadice yaklaşık altmıs-beş, kendisi ise elli yaşlanndaydı. Yirmi-beş yıl ahenkli ve mutlu bir evlilik yaşamışlardı. Hadice, Peygam­ber (s.a.v.)'in sadece karısı değil, aynı zamanda onun en yakın arkadaşı, danışmanı ve Ali ve Zeyd dahil tüm aile­sinin annesiydi. Dört kızı annelerinin ölümüne çok üzül­müşlerdi. Fakat Peygamber Cs.a.v.) onları, Cebrail'in bir keresinde gelip, Hadice (r.)'ye Rabbinden selam getirdi­ğini ve Cennet'te olan bir döşek hazırlandığını bildirdiğini söyleyerek teselli etti.

Hadice (r.)'nin ölümünü, aslında daha küçük, fakat dışarıda büyük etkiler uyandıran bir kayıp daha izledi. Ebu Taîib hastaydı ve ölümünün yakın olduğu durumun­dan belliydi, ölüm yatağında bir grup Kureyşli lider -Ut-be, Şeybe, Abdu'ş-Şems'ten Ebu Süfyan, Cumah'tan Ümeyye, Mahzum'dan Ebu Cehil ve diğerleri- Onu ziyaret et­tiler ve ona şöyle dediler: «Ebu Talib, seninle gurur duy­duğumuzu biliyorsun; şimdi ise başına bu hastalık geldi ve biz senin için korkuyoruz. Yeğeninle bizim aramızda ge­çenleri biliyorsun. Onu yanına çağır, bizden ona bir he­diye ver ve o bizi, biz de onu (rahat bırakalım. Bizi dini­mizle barış halinde bıraksın» dediler. Bunun üzerine Ebu Talib Peygamber (s.a.v.)'e -halkının soylulpn seninle anmak istiyorlar» dedi. Peygamber ts.a.v.) : «Peki öyle olsun, bana bir tek söz verin, tüm Arap ve Iran'lıları yönetimi­niz altına alabileceğiniz bir söz» dedi. Ebu Cehil: «Baba­nın üzerine yemin ederim ki, bu karşılıklar için bir değil, on söz veririz» dedi. Peygamber (s.a.v.) : «Allah'tan başka tanrı yoktur» demelisiniz ve O'ndan başka taptığınız her şeyden vazgeçmelisiniz- dedi. Ellerini çırptılar ve : «Ey Mu-hammed (s.a.v.), tanrıları bir tek tanrı mı yapacaksın? Se­nin teklifin gerçekten çok acaip» dediler. Kendi kendile­rine : «Bu adam istediğimiz hiçbirşeyi bize vermeyecek, o halde kendi yolumuza gidelim ve Allah onunla bizim ara­mızda hükmünü verinceye dek babalarımızın, dinine uy­maya devam edelim» dediler.

Onlar gittikten sonra Ebu Talib, Peygamber (s.a.v.)'e «Ey kardeşimin oğlu, gördüğüm kadarıyla sen onlardan kö­tü bir şey istemedin» dedi. Bu kelimeler Peygamber (s.a.v.)'in kalbini, amcasının mûslüman olması isteğiyle doldurdu. «Amca» dedi, «O kelimeleri söyle ki, Mahşer gü­nünde senin için şefaat edebileyim». Ebu Talib «Ey kar­deşimin oğlu, eğer Kureyşjilerin bu kelimeleri ölün* kor­kusuyla söylediğimi zannedeceklerini bilmeşeydim, onları söylerdim. Söylediklerimle seni de memnun ederdim» de­di, ölüm Ebu Talib'e yaklaştığında, Abbas dudaklarının kıpırdadığını gördü ve kulağını dudaklarına yaklaştırdı. Kardeşim, senin ona söylediğin kelimeleri söyledi» dedi. Fakat Peygamber (s.a.v.) : «Ben duymadım» dedi.

Korunması olmayanların Mekke'deki durumları gittik­çe kötüleşiyordu. Peygamber Is.a.vJ'e tabi olmadan önce Ebu Bekir (r.) çok nüfuzlu bir adamdı, fakat Ömer (r.) ve Hamza (r.) gibi tehlikeli ve hiddetli değildi. Bu yüzden, onun ruhsal gücünü görenlerden başkasında korku uyan-diırmıyordu. İslâm, onunla Kureyşliler araşma girdiğinde İse, Mekke'liler arasındaki tüm nüfuzu kayboldu. Fakat bu­na paralel olarak mü'minler arasındaki nüfuzu arttı. Ebu Bekir, bir çok kişinin mûslüman olmasına neden olduğu için müşriklerin özel düşmanlığını üzerine çekiyordu. Ha-dıce'nln üvey kardeşi Nevfel'in oğlu Esved (r.)'in müslüman olmasına da Ebu Bekir neden olmuştu. Bu yüzden Nevfel, Ebu Bekir ve Talha üzerine bir saldırı düzenledi ve onlan yaralı bir şekilde yolun ortasına bıraktı. Teym kabilesinden hiç kimse Esed'lilerin bu saldırısına karşı çık­madı. Bu da müslüman olan iki ileri gelen adamlarım ken­di kabilelerinden reddettiklerini gösteriyordu.

Bundan daha kötü olaylara da rastlanılıyordu. Ebu Be­kir'in Bilal'ın eski sahibi ve aralarında yaşadığı Cumah'm lideri olan Ümeyye ile arası gittikçe kötüleşiyordu. Bu yüz­den göç etmekten başka seçeneği olmadığım farketti, Pey­gamber (s.a.v.)'den Habeşisatn'a gitmek için izin istedi ve yola koyuldu. Fakat Kızıl Deniz'e ulaşmadan önce, Kureyş-lilerin müttefiki olan ve Mekke'den biraz uzakta yaşayan bir grup kabilenin başkanı olan îbn ed-Duğunne ile kar­şılaştı : Bu bedevi lider, şimdi gezgin bir münzeviyi andı-ran Ebu Bekir'i zengin ve nüfuzlu olduğu dönemlerden be­ri tanıyordu. Bu değişikliğin sebebini soran bedeviye Ebu Bekir: «Halkım bana kötü davrandı ve beni dışarıya sür­dü, şimdi benim tek yapacağım şey Allah'a ibadet ederek yeryüzünde dolaşmaktır» dedi. «Bunu neden yaptılar?» de­di îbn ed-Duğunne.. «Sen kabilenin ileri gelen tüccar­larından biriydin, herkese yardım eder, hakkı korur ve doğruluktan ayrılmazdın. Geri dön, çünkü sen benim ko­rumam altındasın». Onu Mekke'ye geri götürdü ve toplu­luk önünde; «Ey Mekke'liler, ben Ebu Kuhafe'nin oğlunu korumam altına alıyorum, ona iyilikten başka bir şey ya­pılmasına izin vermeyin» dedi. Kureyş'liler onun koruma sim kabul ettiler ve Ebu Bekir'in emniyette olacağına söz verdiler. Fakat Beni Cumah'lılar Îbn'ud-Duğunne'ye: «Ona Rabbine duvarlar arasında ibadet etmesini duyulmadan ve görülmeden namaz kılıp Kur'an okumasını söyle. Çünkü onun görünüşü çok etkileyici, kadınlarımızı ve oğullarımızı saptırmasından korkuyoruz», dediler. İbn ed-Duğunne bun­ları Ebu Bekir'e iletti ve Ebu Bekir belli bir süre evinde namaz kılıp, Kur'an okudu. Bu süre içinde Beni Cumah'-lılarla ilişkisi düzeldi. Ebu Talıb'den sonra Haşimîlerin ba­sma Ebu Leheb geçti. Fakat bu Leheb'in yeğenini koruması sadece sözde kalıyordu ve Peygamber (s.a.v.)'e hiçi zaman olmadığı gibi kötü aavranılıyordu. Birgün evin önünden, geçen bir adam kapısını açtı ve yemek kabın içinde kokmuş sakatat (hayvanın yenmeyen bölümleri) ı ti. Bir keresinde de, evinin bahçesinde namaz kılarken ad mın biri üstüne kan ve pislik dolu bir işkembe attı. Pe gamber (s.a.v.) onu atmadan önce bir sopanın ucuna ta ti ve kapının önünden: «Ey Abdu'l-Menaf oğulları, bu biçim bir korumadır?» diye bağırdı. İşkembeyi atanın, B kiye'nin kocası Osman'ın üvey babası olan Şemsli Ukl olduğunu görmüştü. Eve döndüğünde kızlarından biri oı hem yıkayarak temizliyor, hem de ağlıyordu. «Ağlama k üçük kızım» dedi, «Allah babam koruyacak».

Bu olaydan sonra Peygamber Cs.a.v) Taif'te yasayı akillilerden yardım istemeye karar verdi. Bu karar om Mekke'deki durumunun ne kadar kötü olduğunu göste inektedir. Allah'ın evi ile eşdeğer gördükleri Lat putum koruyucuları olan Taiflilerden ne beklenebilirdi? Taif de Mekke'de olduğu gibi istisna kişiler bulunabilirdi, 1 yüzden, Peygamber Cs.a.v.) yeşil itlaklar, meyve bahçeli ve ekin tarlalarının etrafını çevirdiği Taife giderken üm siz değildi. Oraya vardığında Sakîf in lideri olan Amr îl Umeyye'nin evine gitti. Amr îbn Umeyye, Velid'in kem sinin Taifteki eşdeğeri olduğunu söylediği adam ve *şehrin iki büyük adamı»nuı ikincisiydi. Fakat, Peygamfc (s.a.v.) onlara İslam ı tebliğ edip, düşmanlarına karşı [1] runma istediğinde içlerinden biri hemen: «Eğer Allah e ni gönderdiyse, Kâ'be'de asih olanların hepsini aşağıya i diririm» dedi. Bir diğeri: «Allah senden başka gönderec adam bulamadı mı?» Üçüncüsü: «Seninle konuşamam! Çünkü eğer sen söylediğin gibi Allah'ın Rasulü isen, benim hitap edemeyeceğim kadar yücesin; ve eğer yalancı isen i

ninle İronuşmam uygun olmaz» dedi. Bunun üzerine Pey­gamber (s.a.v.) belki de Taif'li başkalarını denemek üze­re onlardan ayrıldı. O ayrılır ayrılmaz Sakîf'liler çocukla­rını ve kölelerini onun üzerine saldılar ve onunla alay edip bağırdılar. O denli büyük bir kalabalık toplandı ki Pey­gamber (s.a.v.) özel bir bahçeye sığınmak zorunda kaldı. O, içeri girdikten sonra kalabalık dağılmaya başladı, de­vesini bir hurma ağacına bağlayarak bir asmanın gölge­sine sığındı.

Kendini güvenlik ve banş içinde hissedince şöyle dua etti: «Allah'ım insanlar karşısındaki zayıflığımı, güçsüzlü­ğümü ve çaresizliğimi sana söylüyorum. Ey Merhametlile­rin en merhametlisi, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin. Beni kimin ellerine emanet ediyorsun? Bana kötü davranan yabancı birinin ellerine mi? Yoksa bana karşı silahlandırdığın bir düşmana mı? Buna aldırmam, yeter ki senin gazabın olmasın. Fakat senin yardımın be­nim için daha geniş ve daha rahattır! Tüm karanlıkları aydınlatan ve bu dünyayı da ahireti de düzene sokan Nu­runa sığınıyorum. Yeter ki senin kızgınlık ve gazabın üze­rime olmasın. Dilediğine yardım etmek senin elindedir. Senden başka güçlü ve kuvvetli yoktur.»[2].

Peygamber'in sığındığı yer göründüğü gibi boş değil­di. Her Kureyşli zengin olup, Mekke'nin sıcak günlerinde serinlemek için Taif'ten yeşil bir bahçe satın almak ıster-di. Peygamber {s.a.v.)'in sığındığı bahçe Sakii'lilerın de­ğil, Şemsli lider Utbe ile Şeybe'nin malıydı. İkisi de olan­ları görmüş ve Sakif lilerin bir Kureyşli'ye böyle davran­masına öfkelenmişlerdi. Çünkü Muhammed (s.a.v.) de ken­dileri gibi Abdu'I-Menaf oğullanndandı. Aralarındaki me­sele henüz kapanmamıştı, onu son olarak Ebu Talib'in ölümünde görmüşlerdi ve şimdi ne kadar korumasız oldu­ğunu görüyorlardı. Biraz cömertlik yapıp Hristiyan köle Addâs'ı çağırdılar ve ona: «Şuradan birkaç salkım üzüm al, tabağa koyup, şu adama ver» diye emrettiler. Addâs

emredilenleri yaptı. Peygamber (s.a.v.) üzümden alırken: «Allah'ın adıyla» dedi. Addâs merakla onun yüzüne baktı ve: «Bu sözler, bu ülke halkının söylediği sözlerden değil» dedi. Peygamber (s.a.v.) «Nerelisin?» ve «Hangi dinden­sin?» diye sordu. Addas: «Ben Hristiyanım ve Ninova'lı-yım» dedi. Peygamber (s.a.v.) «Yani doğruluk timsali Mat-ta'nm oğlu Yunus'un şehrinden» dedi. «Sen Matta'nın og-îu Yunus'u nereden biliyorsun?» diye sordu Addas. Pey­gamber (s.a.v.): «O benim kardeşimdir, O peygamberdi, ben de peygamberim» cevabını verdi. Bunun üzerine Ad­dâs onun başını ellerini ve ayaklarını Öptü.

Bunu görünce iki kardeş aynı anda birbirlerine bağır­dılar: «Bu köle de fazla oldu! Hemen ona kapudıU Addâs, Peygamber'den ts.a.v.) aynhp yanlarına gelince: «Yazık­lar olsun sana Addâs! Net an o adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün?» dediler. Onlara şu cevabı verdi: «Ey sahibim, dünyada bu adamdan daha değerli bir şey yok. Bana sadece bir Peygamber (s.a.v.)'in bileceği şeyler söy­ledi.» «Yazıklar olsun sana Addâs! dediler onun seni ze­hirlemesine izin verme.»

Peygamber (s.a.v.) Sakîf'lilerden birşey elde edemeye­ceğini anlayınca Taif'ten ayrıldı ve Mekke'ye doğru yola koyuldu. O gece geç saatte Nahle vadisine ulaştı. Nahle Mekke ile Taif'in tam ortasındaydı. Tam peygamberliğinin reddedildiğine inandığı bir anda, çok uzaklardan, Ninova'-dan gelen bir adam onun Peygamber'liğini kabul etmişti. Nahle'de namaz kılarken, okunan Kur'an'ı duyan bir grup cin -Nasibin'den gelen yedi cin- yanında Kur'an'ı dinleme­ye koyuldular. Peygamber (s.a.v.) sadece insanlara gönde­rilmediğini biliyordu. Kısa bir süre Önce gelen vahiy bunu te'yid ediyordu: «Biz seni alemler içm yalnızca bir rah­met olarak gönderdik» (Enbiya: 107). Daha önce indirilen surelerden (Rahman) birinde de hem insanları, hem de cinleri, cennet ve cehennemle korkutmak için gönderildi­ği bildiriliyordu. Yeni gelen bir âyette de:

«De ki: «Bana gerçekten su vahyolundu: «Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: Doğrusu biz, (büyük) hayranlık uyan­dıran bir Kur'an dinledik. O (Kur'an), gerçeğe ve doğruya yönel-tip-iletİyor. Bu yüzden de biz ona iman ettik. Bundan böyle Rab-bİmize hiç kimseyi ortak koşmayacağız» (Çin: 1-2).

Başka bir surede (Ahkaf: 30-1), de cinlerin nasıl ken­di toplumlarına gidip, Allah'ın Peygamber (s.&.v.)ine ita­ate çağırdıkları anlatılır.

Peygamber (s.a.v.) iki gün kadar önce kendisini evin­den ayrılmaya zorlayan şartlara geri dönmek istemiyordu. Eğer bir koruyucusu olsa görevini daha iyi yerine getirebi­lirdi. Beni Haşim onu korumuyordu, bu yüzden o da an­nesinin kabilesine sığınmaya karar verdi. Orada durum biraz anormaldi, çünkü Zühre kabilesinin en etkili ve ileri gelen adamı aynı kabileden olmayan ve Taif'ten gelen Ahnas îbn Şerik idi. Uzun süreden beri Zühre'nin mütte­fiki olduğu için, Zühre'liler onu başkanları olarak kabul ediyorlardı. Peygamber fs.a.v.) ondan yardım istemeye ka­rar vermişti. Yolu üzerinde, kendinden daha hızlı giden bir atlıya rastladı ve ondan Ahnas'a şöyle bir mesaj gön­derdi: «Mubammed (s.a.v.) dedi ki: Allah'ın mesajım insan­lara aktarabilmem için beni koruman altına alır mısın?» Atlı o denli hızlıydı ki Peygamber ts.a.v.) oraya ulaşma­dan olumsuz cevabı geri dönerek iletti. Ahnas, sadece bir müttefik olduğunu ve kabilenin, üstüne bir koruma yük­lemeye hakkı olmadığını bildiriyordu. Mekke'den çok uzak­ta olmayan Peygamber Cs.a.v.) aynı ricayı Süheyl'e gön­derdi. Onun cevabı da aynı şekilde ümit kırıcıydı, fakat öne sürdüğü sebebin İslâm'a karşı çıkışıyla ilgisi yoktu, kabileler arası bir meseleye yol açmak istemiyordu. Mek­ke vadisi içinde onun kabilesi diğerlerinden uzak bir ko­numdaydı, çünkü Luayy'ın[3] oğlu Amir'in soyundan geli­yordu. Halbuki diğer bütün kabileler Ka'b'm soyundan geliyordu. Peygamber (s.a.v.) şehre girmekten vazgeçti ve

ilk vahyin geldiği Hira mağarasına gitti. Oradan kendisi ne daha yakın olan ve boykotu kaldıran beş kişiden bir olan Nevfel'in şefi Mut'im'e haber gönderdi. Mutim bunu kabul etti ve «Bırakın şehre girsin» diye haber gönderdi Ertesi sabah oğulları ve yeğenleriyle silahlanmış bir şekil­de, Muhammed (s.a.v.)'i Kâ'be'ye götürdü. Ebu Cehil on­lara, Peygamber (s,a.v.)'in takipçileri mi olduklarını sor­du. Onlar sadece: «Onu korumamız altına alıyoruz» dedi­ler ve Mahzumlu da: «Sizin koruduğunuzu biz de koruruz» demekten başka söyleyecek söz bulamadı.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] O, Peygamber'in kuzeni ve Osman'ın annesi olan Erva'r ikinci kocasıydı. Peygamber'in halası ve Tulayb'ın Rnn. Erva öldükten sonra kızına, yani Osman'ın annesine de 3 va deniyordu.
[2] I.I.28O. J44
[3] Bak. Soy ağacı. 146


32. SENİN YÜZÜNÜN NURU-


Ebu Talib'in karısı Fatıma, (r.) kocasının ölümünden önce veya sonra müslüman olmuştu, Ali ve Cafer'in kız-kardeşleri olazf kızı Ümmü Hani (r.) de İslâm'a girmişti. Fakat kocası Hubeyre, Allah'ın birliği mesajına kapalı idi. Bunun]* birlikte Peygamber (s.a.v.) evlerine geldiğinde onu iyi kazalar ve namaz vakti ise evdeki Müslümanlar ce­maatle namaz kılarlardı. Bir keresinde hepsi yatsı nama­zını Peygamberle birlikte kıldıktan sonra, Ümmü Hani Peygamber (s.a-v.)'i geceyi kendi evlerinde geçirmeye da­vet etti. Peygamber (s.a.v.) onun teklifini kabul etti; fakat uyuduktan kasa bir süre sonra kalktı ve Mescid-i Haram'a gitti, çünkü geceleri Ka'be'yi ziyaret etmeyi severdi. Ora-dayken uyku bastırdı ve Peygamber (s.a.v.) Hicr'de uyudu.

«Ben Hicr'de uyurken» dedi, «Cebrail geldi ve ayağıy­la beni dürttü. Uyandım ve etrafta hiçbir şey göremeyin­ce tekrar yattım. İkinci kez geldi; üçüncü kez yine geldi ve beni kolumdan tutup ayağa kaldırdı, birlikte Mescid'in ka­pısından çaktık. Orada eşekle katır arası beyaz bir binek vardı. İki yananda, bacaklarım oynattığı yerde kanatları vardı ve her adımı gözün görebileceği uzaklığa varıyor­du[1].

Daha sonra Peygamber (s.a.v.) Burak adlı bu bineğe Cebrail'le nasıl bindiğini, Cebrail'in göğe ytlkselirkon bi­ci)

hızını, _ yönünü ayarladığını, kuzeye, Yetrlb t* Hayber'İn Ötesine gidip Kudüs'e vardıklarını anlattı. On­da bir grup Peygamberle -İbrahim, Musa, tsa ve diterle­ri- karşılaştılar. Mescİd'de namaz kılarken bütün peygam­berler onun arkasında namaz kıldılar. Daha sonra Muham-med'in Önüne iki fıçı kondu, biri aüt, biri şarapla doluydu. Peygamber (s.a.v.) süt dolu fıçıdan aldı ve içti, tarap fı­çısına dokunmadı. Bunun üzerine Cebrail söyle dedi: «Sen doğru yola yöneltildin, sen de halkını o yola yönelttin ve şarap sana yasaklandı».

Daha sonra, kendisinden öncekiler gibi -Ennoch, Uya», İsa ve Meryem gibi- ö da bu dünyadan Semaya yükseltil­di. Kudüs' toprağının ortasındaki bir taşın üstünden tek­rar Burak'a bindi. Burak onu yükseltti ve, llyas'ın ateş ara­basının işlevini gördü. Artık kendi asıl halinde görünen Cebrail onları dünyevi şekil, yer ve zamandan uzaklaştı­rıp semaya yükseltti, yedi semadan her birinden geçerken, Muhamnred (s.a.v.) kendisiyle birlikte Kudüs'te namaz kı­lan peygamberleri tekrar gördü. Dünyada onları cismani bir şekilde görmüştü oysa şimdi onları semavi şekillerin­de görüyor ve gördüklerine hayretle bakıyordu. Yusuf'un yüzünün dolunayın parlaklığı gibi olduğunu*[2]ve tüm gü­zelliklerin yarısına sahip olduğunu[3] söylemiştir. Fakat bu bile onun diğer peygamberler karşısındaki şaşkınlığını gi-dermemiş bu yüzden de, ayrıca Harun'un güzelliğinden bahsetmiştir[4]. Gökte gördüğü bahçelerle ilgili şunları söy­ledi : «Yay büyüklüğündeki bir Cennet parçası, güneşin do­ğup battığı tüm alandan daha iyidir. Eğer Cennet kadın­larından biri yeryüzünün insanlarına görünse, gökle yer arasındaki bütün alanı ışık ve güzel koku ile doldurur» Orada gördüğü her şeyi Ruh gözüyle görüyordu. Tüm dün­yevî yaratıklara nazaran kendi ruhsal tabiatı hakkında şöyle demiştir: *Adem henüz su "ile çamur arası bir şey­ken, ben peygamberdim»[5].

Göğe yükselişinin zirvesi Sidret'ül-Mûnteha (En son sidr ağacı) idi. Kur'an'da bu şekilde belirtilmiştir ve Pey­gamber (s.a.v.)'in hadislerine dayanan eski bir tefsirde şunlar geçer: «Sidr ağacının kökü Taht'tadır ve bu ağaç, peygamber olsun, Cebrail olsun herkesin bilme noktası­nın sınırını belirler. Onun ötesi, Allah'tan başka herkese gizlidir»[6]. Evrenin bu sınırında Cebrail (a.s.) Muhammed'e asıl şekliyle, yaratıldığı gibi göründü[7]. Daha sonra, âyette geçtiği gibi:

«Sidreyi örten örtmekte iken, göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) taş-madı. Andolsun, O, Rabbinİn en büyük âyetlerinden olanını gördü». (Necm: 16-18).

Taberi Tefsiri'ne göre, ilahi Nur, Sidr ağacına inmjş ve onun ötesindeki herşeyi gizlemiştir. Peygamber (s.a.v.) gö­zü kayıp-şaşmamış ve sının aşmamıştır.[8] Bu peygamberin (s.a.v.) «Senin yüzünün nuruna sığınıyorum» sözünün kar­şılığıydı.

Sidr Ağacı'nda Peygamber (s.a.v.) ümmeti için elli re­kat namaz kılma emrini aldı; aynı zamanda[9] islâm inan­cını ortaya koyan şu âyeti de öğrendi

«Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene İman etti. mü'-minter de. Tümü, Allah'a meleklerine, kitaplartna ve peygamberle­rine inandt. Onun peygamberleri arasında hiçbirini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbİmiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana'dır' dediler». (Bakara: 285).

Daha önce yükseldikleri gibi yedi gökten tekrar indi­ler. Peygamber (s.a.v.) bu konuda şunları söyler; «Dönü­şümde Musa'nın -o size ne iyi bir dosttu I- yanından ge­çerken bana: «Sana kaç vakit namaz farz oldu?» diye sor­du. Ben günde elli vakit olduğunu söyleyince «Namaz ağır bir ibadettir, senin ümmetin ise zayıftır. Rabbine geri dön ve senin ve ümmetinin yükünü hafifletmesini iste» dedi. Bunun üzerine geri döndüm ve Rabbimden yükümü hafif­letmesini istedim, O da on vaktini geri aldı. Musa, yanın­dan geçerken yine bana aynı şeyleri tekrarladı, ben de ge­ri döndüm ve on vakit namaz daha üzerimden kaldırıldı. Fakat her seferinde Musa beni geri gönderiyordu, sonun­da üzerimde günde beş vakit namaz kaldı. Tekrar Musa'­nın yanma gittim, o yine daha önce söylediklerini tekrar­lıyordu. Ben: «Rabbime gittim ve utanana dek azaltması­nı istedim artık geri dönemem» dedim. İşte bu yüzden kim beş vakit namazı Allah'ın merhametine sığınarak ih-las ile kılarsa, ona bu elli vaktin sevabı verilir»1[10]

Peygamber (s.a.v.) ve Cebrail (a.s.) Kudüs'teki o ta­şın yanına indikten sonra geldikleri yoldan, güneyden ge­len kervanları görerek tekrar Mekke'ye döndüler. Kâ'be'ye vardıklarında hâlâ geceydi. Peygamber (s.a.v.) oradan yi­ne kuzeninin evine gitti. Ümmü Hani olayı şöyle anlatı­yor : «Şafaktan kısa bir süre önce Peygamber (s.a.v.) bizi uyandırdı ve sabah nam azmi birlikte kıldıktan sonra ba­na: «Ümmü Hani, gördüğün gibi akşam namazını sizinle birlikte bu vadide kıldım. Daha sonra Kudüs'e gittim ve orada namaz kıldım. Şimdi de gördüğün gibi sabah nama­zını yine beraber kıldık» dedi. Gitmek için ayağa kalktı. Cübbesini öylesine kuvvetle çektim ki, Peygamber (s.a.v.}'-in göğsü açık kalacak şekilde cübbe üstünden sıyrıldı: «Ey Allah'ın Rasulü dedim, «Bunu başkalarına söyleme, çün­kü onlar sana yalancı der ve seninle alay ederler» dedim-, O ise: «Allah'a yemin ederim onlara söyleyeceğim1 dedi».[11].

Mescid'e gitti ve orada karşılaştıklarına Kudüs'e yap-ügı yolculuğu anlattı, düşmanları buna çok sevinmişler­di; çünkü şimdi ellerinde ona mecnun (deli) demek için karşı çıkılamaz bir delil vardı. Kureyşli çocuklar bile Mek-keden Suriye'ye bir kervanın ancak bir ayda varabilece­ğini ve dönüşün de bir ay olacağını biliyordu. Şimdi, Mu-hammed iâe bir gecede oraya gidip geleceğini, iddia edi­yordu. Bir gurup adam Ebu Bekir (r.)'e gitti ver «Şimdi bakalım arkadaşın hakkında ne düşüneceksin? O bize dün gece Kudüs'e gittiğini, orada namaz kılıp geri döndüğünü söylüyor» dediler. Ebu Bekir (r.) onları yalan söylemek­le suçladı, fakat onlar Muhammed (s.a.v.)'in o anda Mes-cidde ve yolculuğunu anlatmakta olduğunu söylediler. Ebu Bekir o zaman: «Eğer O söylediyse, doğrudur. Bunda şa­şılacak ne var? O bana gökten haberlerin gece veya gün­düz bir saat içinde geldiğini söyledi. Ben onun doğru söy­lediğini biliyorum. Bu, sizin yersiz itirazlarınızın ötesinde bir olaydır» dedi[12] Daha sonra O da mescide gitti ve yine aynı şekilde tasdik etti. «Eğer o söylediyse, doğrudur". O zamandan itibaren Peygamber (s.a.v.), Ebu Bekir (r.)'e, «doğrunun tasdikçisi» ve «doğrunun şahidi» anlamına ge­len es-Sıddık adını verdi. Bunun yanısıra olayı inanılmaz bulan bazı kişiler, fikirlerinden dönmek üzereydiler, çün­kü Peygamber (s.a.v.) Mekke'ye dönerken yolda gördüğü kervanları anlatıyor, kaç gün sonra ve nasıl şehre ulaşa­bileceklerini söylüyordu. Önceden haber verdiği olayların hepsi yerine gelmişti. Peygamber (s.a.v.) Mescİd'dekilere sadece Kudüs'e yaptığı yolculuğu anlatmıştı. Ebu Bekir ve­ya ashabdan başkalarıyla yalnız kaldığında, gökte yaptı­ğı yolculuğu ve orada gördüklerinin bir kısmını anlatmış­tır. Bunlar genellikle daha sonraki yıllarda sorulan soru­lara verilen cevaplar şeklinde ortaya çıkmıştır.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] I.I.264
[2] IJ. 270.
[3] A. H. IU, 286. <4) 1.1. 270.
[4] B. L. VI, 6.
[5] Tir. XLVI, 1; A. H. IV, 66.
[6] Tab. Tefsir, LHI.
[7] M. 1,280; B. UX, 7.
[8] Tab. Tefsir, LIII.
[9] M. I. 280.
[10] 1.1. 271.
[11] I. I. 267.
[12] I. I. 265.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI)
MesajGönderilme zamanı: 03.02.11, 16:20 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 14.12.10, 17:07
Mesajlar: 70
33. HÜZÜN YILINDAN SONRA


Hüzün yılından sonraki yıl Hac zamanı, Haziran'in ba­şına denk gelmişti; Kurban Bayramında Peygamber (s.a.v.) hacıların üç gün kamp kurduğu Mina vadisine gitti. Yıl­lardan beri çadırların yanma gidip kendisini dinleyenlere Hak dini tebliğ etmeyi ve Kur'an'dan bölümler okumayı adet edinmişti. Mina'nın Mekke'ye en yakın noktası, yo­lun kutsal şehir doğrultusunda tepelere doğru yükseldiği Kâ'be'dir. O yıl Peygamber (s.a.v.) Akabe'de Hazrec kabi­lesinden altı adamla karşılaştı. Hiçbirini tanımıyordu, fa­kat adamlar onu ve peygamberlik iddiasını duymuşlardı. Onlara kim olduğunu söyler söylemez altı adamın gözleri de ilgiyle parladı ve onu dikkatle dinlediler. Onlardan herbiri Yesrib'deki komşuları yahudilerin tehdidini biliyordu : «Bir peygamber gönderilmek üzere.. Biz ona uyacağız ve sizi Ad ve İrem kavimleri gibi yerle bir edeceğiz». Pey­gamber (s.a.v.) konuşmasını bitirince birbirlerine : «Bu ger­çekten yahudilerin bize söyledikleri Peygamber. Ona ilk ulaşanların, yahudiler olmasına izin vermeyelim» dediler. Birkaç soru sorup cevap aldıktan sonra, altısı da. Allah'a ve Peygamberine inandıklarını söylediler ve onlara öğre­tilen İslâm kurallarını uygulayacaklarına söz verdiler. «Biz halkımızdan ayrılacağız» dediler, «çünkü düşmanlık ve kö­tülükte onlar gibi azgını yök. Belki de senin sayende Al­lah onları birleştirir ve barış gönderir. Şimdi onlara gide­ceğiz ve senin dinine uymaları için onlara yol gösterecegiz. Eğer Allah senin sayende onların birleşmesini sağlar­sa, sizden daha güçlü bir topluluk bulunmaz.»[1]

Peygamber (s.a.v.) Ebu Bekir (r.)'in Beni Cuman'h-lar arasındaki evini düzenli olarak ziyarete devam ediyor­du. Bu ziyaretler, Ebu Bekir'in en küçük kızı Aişe frJ'nin hatıralarının bir bölümünü oluşturuyordu. O, anne ve ba­basının müsluman olmadığı ve Peygamber (s.a.v.) 'in onla­rı her gün ziyaret etmediği bir zamanı hatırlamıyordu.

Hadiee (r.)'nîn ölümünü takip eden aynı yıl Peygam­ber Cs.a.v.) rüyasında bir adamın, bir ipek parçasına sarı­lı başka birini taşıdığını gördü. Adam ona: «Bu senin zev­cen, onun örtüsünü aç» dedi. Peygamber (s.a.v.) ipek ör­tüyü kaldırdığında Aişe'yİ gördü. Fakat Aişe sadece altı yaşındaydı, kendisi ise elliyi geçmişti. Yanısıra, Ebu Be­kir kızını Mut'im'İn oğlu Cebeyre vermek için söz vermiş­ti. Peygamber (s.a.v.) kendi kendine: «Eğer bu Allah'tan gelen bir emir ise, tekrar gelir» dedi[2]. Birkaç gece sonra uyurken, bir meleğin aynı ipek yığınını taşıdığını gördü, bu kez kendisi meleğe: «Onu bana göster» dedi. Melek ipeği kaldırdı ve yine Aişe'yi gördü. Peygamber (s.a.v.) yi­ne : «Eğer Allah'tan ise, bunu tekrar gösterir,» dedi[3].

Bu rüyaları kimseye, hatta Ebu Bekr (r.)'e bile anlat­madı. Fakat aynı haberi te'kit eden üçüncü bir olay daha oldu. Hadiee (r.)'nin vefatından beri Osman îbn Ma'zun'-un zevcesi Havle Peygamber (s.a.v.)'in ev ihtiyaçlarına yardım ediyordu. Bir gün yine Peygamber (s.a.vJ 'in evin­deyken onun evlenmesi gerektiğini söyledi. Peygamber (s.a.v.) ona kiminle evleneceğini sorduğunda ise: «Ya Ebu Bekir'in kızı Aişe, ya da Ze'meh'in kızı Şevde ile.» ceva-bmi verdi. Süheyl'in [4]yengesi ve kuzeni olan Şevde otuz yaşlarında bir duldu. İlk kocası, Süheyl'in kardeşi Sekran onu da Habeşistan'a birlikte götürmüştü. Onlar Mekke'ye ilk dönenler arasındaydılar. Dönüşlerinden kısa bir süre sonra Sekran ölmüştü.

Peygamber (s.a.v.) Havle'den teklif ettiği iki gelinle de evlilik girişimlerinde bulunmasını istedi. Sevde'nin ce­vabı : «Hizmetindeyim, ey Allah'ın Rasulü» oldu. Peygam­ber (s.a.v.) ona: «Sana evlilikte vekil olacak bir adam seç» diye haber gönderdi. Şevde, Habeşistan'dan dönen, "kayını Hâtib'i seçti ve Hâtib onu evlendirdi.

O sırada Ebu Bekir (r.) de Mut'im'i Aişe'den vazgeç­meye kolaylıkla ikna etmişti ve Aişe de Sevde'den birkaç ay sonra Peygamber'in eşi oldu. Nikâh sırasında Aişe yok­tu, nikâh akdi Peygamber (s.a.v.)'le babası arasında ya­pıldı. Aişe daha sonraları konumunda bir değişiklik ol­duğunu, bir gün evin yakınında arkadaşlarıyla oynarken annesinin elinden tutup içeriye soktuğu zaman anladığı­nı anlatmıştır. Annesi ona artık sokakta oynamamasını, bunun yerine arkadaşlarının ona gelmesini söyledi. Aişe (r.), annesi ona hemen evlendiğini söylememesine rağmen, durumu tahmin ediyordu; ve sokak yerine bahçe duvar­ları arasında oynamaktan başka yaşamı, eskisi gibi de­vam etti.

Bu sırada Ebu Bekir, evinin önüne küçük bir mescid yapmak istedi. Mescid, etrafı duvarlarla kaplı, üstü açık bir yapıydı. Ebu Bekir orada namaz kılar, Kur'an okurdu. Fakat duvarlar yeteri kadar yüksek olmadığı için çoğun­lukla bir grup adam onu Kur'an okurken seyredip dinler ve okuduğu vahyin etkisiyle derinleşen kişiliğini farke-derdi. Ümeyye Ebu Bekir'in neden olduğu ihtidaların ar­tacağından korkuyordu. Onun teklifi üzerine Kureyş li­derleri İbn ed-Duğunne'ye bir mesai gönderdiler, ve ko­ruma şartlarına Ebu Bekir'in uymadığını, mescidin du­varlarının evden bir bölüm sayılamayacak denli alçak ol­duğunu haber verdiler. «Eğer Rabbine duvarlar arasında ibadet edecekse, bırakın yapsın» dediler «fakat eğer açık­tan ibadet etmek istiyorsa korumanı onun üzerinden kal­dır». Ebu Bekir mescidinden vazgeçmek istemiyordu, bu yüzden tbn ed-Duğunne ile yaptığı anlaşmayı resmen boz­du : «Allah'ın koruması bana yeter» dedi.

İşte o gün Peygamber (s.a.v.) ona ve diğer mü'minlere şu haberi verdi:

«Sizin hicret edeceğiniz yer bana gösterildi; İki kaya bloku arasında suyu bol ve hurma ağaçlarıyla dolu bir yer gördüm.»[5]


--------------------------------------------------------------------------------

[1] I. I. 287.
[2] B. X cı, 20.
[3] A.g.e.
[4] Bak. böl. XXIV.
[5] xxxvn, 7.


34. YESRİB’İN CEVABÎ


«Düşmanlık-ve kötülükle yoğrulmuş». Halklarım böy­le tanımlarken, altı yeni müslüman abartma yapmıyoriar-lardı. îç savaşın dördüncü çatışması olan Buas, bu vab[1]«-ti ortadan kaldırıp barış getirmemiş, savaşa sadece belli bir süre için ara vermeye yol açmıştı. Bu uzun süren: ça­tışmalar ve şiddetin gün geçtikçe artması ve düşünebilan adamları, bu sorunun sadece ortak bir başkanla, Karay'­ın Kureyş'i birleştirdiği gibi kendilerini birleştirecek adamla çözülebileceğini düşünmeye itmişti. Vahanın gelenlerinden biri olan Abdullah îbn Übey'e, çoğu kişi, muhtemel kral gözüyle bakıyordu. O son çatışmada Eva'e karşı savaşmamış, çatışmadan hemen önce adamlarını ge­ri çekmişti. Bununla birlikte o yine de bir Hazreçliydi; ve Evslilerin kendi kabilelerinden olmayan bir kralı kabul edip etmeyecekleri şüpheliydi.

Hazreçli altı adam, İslam'ın mesajını kendilerini din­leyen herkese ilettiler. Ertesi yaz, M.S. 621'de, beş tanesi tekrar Hacca geldiler. Beraberlerinde İkisi Eva'Ii yedi kişi daha getirdiler. Akabe'de, bu oniki adam Peygamber*biat ettiler*. Bu biat birinci Akabe Biati olarak bilinir. İçlerin­den biri şöyle anlattı: «tik Akabe'de geceleyin Feygan-ber'e biat ettik, Allah'a ortak koşmayacağımıza, hırsızlık yapmayacağımıza, zina etmeyeceğimize, çocuklarımızı dürmeyeceğimize[2], iftira etmeyeceğimize ve haktan ayrıl­madıkça ona itaat edeceğimize söz verdik. O da bize şöyle dedi: «Eğer bu söze uyarsanız, Cennet sizindir; bu günah­lardan bazılarını işlerseniz ve bu dünyada cezasını çeker­seniz, bu ceza onlara kefaret olur. Fakat bu biati Mahşer gününe dek ta'dil ederseniz, o zaman cezalandırmak veya affetmek Allah'a kalmıştır»[3]

Yesrib'li müslümanlar tekrar Yesrib'e doğru yola çı­karken, ' Peygamber (s.a.v.) onlarla birlikte, Habeşistan'­dan yeni dönen, Abdu'd-Dar sülalesinden Mus'ab'ı da on­larla birlikte gönderdi. Mus'ab (r.) onlara Kur'an okuya­cak ve dini emirleri öğretecekti. Mus'ab önceki yıl Müs­lüman olan altı kişiden biri olan Es'ad îbn Zürare'nin evi­ne misafir oldu. Mus'ab aynı zamanda namazlarda da imam olacaktı, çünkü müslüman olmalarına rağmen ne Evs'ten ne de Hazreç'ten diğerlerine Önderlik edecek ka­dar bilgili kimse yoktu.

Kayle'nin iki oğlunun soyundan gelenler arasındaki rekabet yıllardan beri sürüyordu. Bununla birlikte iki ka­bile arasında evlilikler meydana geliyordu. Bunun bir so­nucu olarak, Mus'ab'ın Hazreç'li ev sahibi Es'ad, Evs'in kollarından birinin başkanı olan Sa'd Îbn Muaz'm kuzeni oluyordu. Sa'd yeni dine şiddetle karşı çıkıyordu. Bu yüz­den, kuzeni Es'ad'la birlikte Musab ve bir grup müslu-manı bir gün kendi kabilesinin topraklarından olan bjr bahçede oturmuş, sohbet ediyor görünce sadece kızmakla kalmadı, Es'ad kuzeni olduğu için utandı da. Kendisi bir kötülük yapmak istememesine rağmen bu tür etkinliklere bir son vermek istediği için kendinden sonra kabilesinin en etkili adamı olan Useyd'e, gitti ve : «Bizim toprakları­mıza, zayıflarımızı kandırmak için gelen şu iki adama git», -şüphesiz bunları söylerken, Yesrib'den ilk müslüman olan ve şimdi hayatta olmayan kardeşi îlyas (r.)'i düşünüyordu [4]«Onları buradan çıkar ve bizim toprakiarmııza gir-meyi onlara yasakla. Eğer Es'ad akrabam olmasaydı bu yükü sana yüklemezdim. Fakat o benim annemin kizkar-deşinin oğlu, bu yüzden ona bir şey yapamam». Useyd mız­rağını aldı, onların yanına gitti ve takınabildiği en sert ifade ile: «İkinizi buraya, zayıfları kandırmaya getiren sebep ne? Eğer hayatta kalmak istiyorsanız buradan gidin» dedi. Mus'ab ona baktı ve çok yumuşak bir tonda: «Neden oturup, benim söylediklerimi dinlemiyorsun? Dinledikten sonra, hoşuna giderse kabul eder, gitmezse kabul etmez­sin» dedi. Peygamber (s.a.v.)'in elçisinin görünüşünden ve davranışından hoşlanan Useyd: «Doğru bir söz» dedi ve mızrağını yere dayayarak onların yanma oturdu. Mus'ab ona islâm'ı anlattı ve Kur'an okudu; Useyd'in yüzündeki ifade değişti. Onun yüzündeki aydınlık ve yumuşamadan etrafındakiler onun müslüman olduğunu anladılar. Mus'­ab (r.) bitirdiğinde: «Bu sözler ne kadar güzel ve harika!* dedi. «Bu dine girmek isteyince ne yapılır?» diye sordu Ona, kendisini temizlemek için baştan ayağa yıkaması ve elbiselerini temizlemesi gerektiğini söylediler. Oturdukları bahçede bir kuyu vardı. Useyd kuyudan su ahp yıkandı, elbiselerini temizledi ve Allah'tan başka ilah yoktur. Mu-hammed (s.a.v.) Allah'ın Rasulüdür diye şehadet etti. Ona nasıl namaz kılınacağını gösterdiler, o da namaz kıldı. Da­ha sonra: «Arkamda öyle bir adam var ki o size uyarsa, tüm halkı ona uyar. Şimdi onu size göndereceğim.» dedi. Kabilesinden adamların yanma döndü. O yanlarına varmadan, onlar Useyd'in değiştiğini anlamışlardı. «Ne yaptın?» dedi Sa'd. Useyd: «îki adamla da konuştum ve Tanrıya andolsun onlarda bir zarar görmedim. Onların devam etmesine izin verdim, onlar da: İstediğiniz gibi ya­pacağız' dediler», dedi- «Gördüğüm kadarıyla senden fay­da yok» diyen Sa'd mızrağı onun elinden aldı ve hâlâ bah­çede sakince oturan müslümanlara doğru gitti. Kuzeni Es'­ad'ı azarladı ve onu akrabalığını kötüye kullanmakla suçladı. Fakat Mus'ab (r.) araya girdi ve Useyd'e söyledikle-rini ona da söyledi. Bunun üzerine Sa'd onu dinlemeyi ka­bul etti. Sonuç ayi-i Useyd'inki gibiydi.

Sa'd namaz kıldıktan sonra, Useyd ve beraberindeki­lerle halkın toplu olduğu meclise gitti. Sa'd onlara hitap etti ve: «Sizin aranızda benim konumum nedir?» diye sor­du. Onlar: «Sen bizim başkanimızsin, aramızda en ada­letli ve liderliğe en uygun olansın» dediler. «O halde» de­di Sa'd, «Allah'a ve Rasulüne inanmadıkça aranızdan hiç bir erkek ve kadınla konuşmayacağıma yemin ediyorum». Akşam olmadan onun kabilesinden müslüman olmayan bir tek kişi kalmamıştı.

Mus'ab (r.) on bir ay kadar Es'adla kaldı ve İslam'a girenlerin çoğu bu dönemde girdiler. Hac zamanı yaklaş­tığında Mus'ab Evs ve Hazreç'in çeşitli boylarında neler olduğunu Peygamber (s.a.v.)'e haber vermek için Mekke'­ye döndü.

Peygamber (s.a.v.) kendisine gösterilen, iki kaya yı­ğını arasındaki sulak ülkenin Yesrifa olduğunu ve bu kez kendisinin de göçedenler arasında olacağını biliyordu. Mu-hainmed (s.a.v.) Mekke'de çok az insana, yengesi Ümm El-Fadl ve müslüman olmadığı halde onu ele vermeyen v sırlarını saklayan amcası Abbas kadar güvenirdi. Bu yüz­den ikisine, Yesrib'e yerleşip orada yaşamak istediğini, ve bunun Hac döneminde gelecek olan delegeye bağlı oldu ğunu anlattı. Bunu duyan Abbas, yeğeniyle birlikte dele­gelerin yanma gitmenin kendisi için bir görev olduğunu söyledi, Peygamber (s.a.v.) de bunu kabul etti.

Mus'ab Yesrib'li müslümanlardan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, aralarında anlaştıkları üzere, 73 erkek ve 8 kadından oluşan bir müslüman grup Peygamber (s.a.v.) '-le anlaşmak üzere Hac yolculuğuna çıktılar. Onların li­derlerinden biri Hazreç'Ii bir lider olan Berâ idi. Yolculu­ğun ilk günlerinden itibaren onu bir düşüncedir almıştı. Onlar Mekke'ye Allah'ın Ev'i Kâ'benin bulunduğu ve tüm Arabistanın hac merkezi olan çehre doğru yol alıyorlardı; aynı zamanda orada Peygamber (s.a.v.) vardı ve Kur'an ilk olarak orada indirilmişti, bu yüzden gönülleri o yana doğru meylediyordu. Böyle olduğu halde namaz vakti ge­lince oraya sırt çevirip kuzeye, Suriye'ye dönmek doğru muydu? Bu sadece bir düşünceden öte gitmeyebilirdi, çün­kü Berâ'nın birkaç aylık ömrü kalmıştı ve ölüme yakla­şan kişilerin çoğunlukla önsezileri kuvvetli olurdu. Her ne ise Berâ düşündüklerini arkadaşlarına anlattı, onlar da Peygamber (s.a.v.)'in Suriye, yani Kudüs'e doğru namaz kıldığını ve ondan farklı davranmak istemediklerini söy­lediler. Berâ: «Ben Kâ'be'ye doğru namaz kılacağım» de­di ve yolculuk boyunca öyle yaptı, diğerleri yine Kudüs'e yönelerek namaz kılmaya devam ettiler. Onunla boşu bo­şuna tartışmadılar. Yalnız, Mekke'ye vardıklarında Berâ' şüphe duymaya başladı ve Yesrib'in ileri gelen şairlerin­den olan Hazreç'li Ka'b İbn Melik'e: «Ey kardeşimin oğlu, Allah'ın Rasulüne gidelim ve benim yolda yaptığım şey hakkında ona danışalım, çünkü ben sizin, bana karşı ol­duğunuzu hissediyorum» dedi. Bunun üzerine rastladık­ları Mekke'li bir adama, henüz hiç görmedikleri Peygam­ber (s.a.v.) 'i nerede bulabileceklerini sordular. Adam : «Am­cası Abbas'ı tanıyor musunuz?» dedi, onlar da tanıdıkla­rını söylediler, çünkü Abbas sık sık Yesrib'e gelirdi. Adam : «Mescid'e girin, Abbas'ın yanında oturan odur* dedi. Pey­gamber ıs.a.v.)'in yanına gittiler, o fiera'nın sorusuna şu cevabı verdi: «Senin bir yönün vardı, onu korumalıydın». Bu söz birçok anlama çekilebilirdi, fakat Berâ' Peygam­ber (s.a.v,)'in yaptığı gibi namazda yönünü tekrar Kudüs'e çevirmeye başladı.

Mekke'ye aralarında Yesrib'Îİ putperestlerin de bulun­duğu bir kervanla yolcuıuK ettiler. Putperestlerden. biri, Beni Salime'nin lideri ve çok etkili bir adam olan Haz-reç'îî Ebu Cabir Abdullah Ibn Amr, yolculuk sırasında Mina'da müslüman oldu. Peygamberle daha önceki gibi Akabe'de Hacc'ı takip eden iki geceden sonraki gece giz-Îicö buluşmayı kararlaştırmışlardı. İçlerinden biri o gece­yi şöyle anlatıyor: «O gece kervandaki diğer adamlarla birlikte gecenin üçte biri geçene dek uyuduk. Daha sonra yavaşça kalktık ve kaya kuşu kadar sessiz bir şekilde he­pimiz Akabe yakınında toplandık. Orada Allah'ın Rasulü gelene dek bekledik, onunla birlikte hâlâ atalarının dinine uyan amcası Abbas da gelmişti. Müslüman olmamasına rağmen Abbas, yeğenini güvenilir ellere teslim etmek isti­yordu. Peygamber (s.a.v.) oturduktan sonra ilk önce Ab­bas konuştu : «Ey Hazreçliler, -Araplar Evs ve Hazreç'e böy­le hitap ederlerdi- Muhammed (s.a.v.)'in bizim aramızda ne kadar itibarlı olduğunu ve onu nasıl koruyup, ona ka­bilesi ve ailesi içinde şerefli ve saygın bir kişi olarak dav­randığımızı biliyorsunuz. Buna rağmen O, sizi seçti ve si­zinle birlikte olmak istiyor. Bu nedenle, eğer ona verdiği niz sözü tutmaya ve onu karşı çıkanlardan korumaya söz veriyorsanız, alın, bu yük sizindir. Fakat o size geldikten sonra onu ele vereceğinizi düşünüyorsanız, onu şimdiden bırakın». «Söylediklerini duyduk» dediler, «Fakat ey Al­lah'ın Rasulü, sen konuş; kendin ve Rabbin adına istedi­ğini seç».

Kur'an okuyup, islâm ve Allah'la ilgili bazı bilgiler söyledikten sonra Peygamber (s.a.v.) : «Bu anlaşmayı şu şartla yapıyorum. Bana verdiğiniz sözden sonra beni eşle­rinizi ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi koruyacaksınız dedi. Berâ' (r.) kalktı. Peygamber'in elini tuttu ve: «Seni Hakla gönderen Allah'a yemin olsun ki, seni, onları koru­duğumuz gibi koruyacağız. Ey Allah'ın Rasulü, biatimizi kabul et, çünkü biz savaşçı ve babadan oğula geçen silah­lara sahip bir topluluğuz» dedi. Evs'li bir adam onun sö­zünü keserek şöyle dedi: «Ey Allah'ın Rasulü, bizim diğer topluluklarla da bağlarımız var», -Yahudileri kasdediyor-du- «onlara galip gelmek istiyoruz. Ya biz sana biat eder, Allah da sana zafer verirse, sen kendi halkına dönüp bizi bırakırsan?». Peygamber gülümsedi: «Hayır, siz benimsi-niz, ben de sizinim. Sizin savaştığınızla savaşır, barıştığı­nızla barışırım» dedi.

Daha sonra şöyle dedi: «Bana aranızdan grubun iş­lerine bakacak oniki lider seçin». Bunun üzerine dokuzu Hazreç'li, üçü Evs'li oniki lider seçtiler. Adamların altmış ikisi ve iki kadın da Hazreç'li olduğu için Hazreç'li lider­ler çoğunluktaydı. Hazreç'li dokuz liderden ikisi Es'ad ve Berâ' idi; Evs'li üç liderden biri ise Sa'd îbn Muazm ve­kili olarak gösterdiği Useyd'di. .

Topluluk teker teker biat etmeye hazırlanırken, önceki yıl biat eden oniki kişiden biri olan Hazreç'li bir adam : «Hazreç'liler, bu adama biat etmenin ne anlama geldiğini biliyor musunuz?» dedi. Onlar: «Biliyoruz» dediler, adam onları duymazdan gelerek devam etti: «Siz siyah, kırmı­zı[5], tüm insanlara savaş açmaya söz veriyorsunuz. Bu yüz­den eğer mallarınız eksildiğinde ve bazılarınız öldürüldü­ğünde, onu terkedeceğinizi düşünüyorsanız, onu şimdi bı­rakın. Çünkü onu o zaman terkederseniz, bu dünyada da ahirette de utanç duymanıza sebep olur. Fakat eğer sözü­nüzden dönmeyeceğinizi düşünüyorsanız, onu alın, çünkü Tanrı'ya andolsun bu, hem dünya hem de ahiret için kur­tuluştur» . «Mallarımız elimizden gitse de, öldürülsek de onu kabul ediyoruz. Ya Resulullah, eğer bu sözümüzü yerine getirirsek bizim için ne var?» dediler. Peygamber: «Cen­net», dedi, onlar da: «O halde elini bize uzat» dediler, eli­ni tutup biat ettiler.

Şeytan o sırada Akabe'nin tepesinde onları gözlüyor ve dinliyordu; kendisini tutamaymca Muzammam (zem­medilen, suçlanan) diye yüksek sesle bağırdı. Peygamber (s.a.v.) bağıranın Şeytan olduğunu biliyordu, ona şöyle ce­vap verdi: «Ey Allah'ın düşmanı, sana fırsat vermeyece­ğim».

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ona bağlı kalacaklarına söz verdiler. Çev.)
[2] Burada Arabistan'da yaygın olan kız çocuklarım diri diri toprağa gömme adeti kasdediliyor,
[3] 1.1. 289.
[4] Bak. böl. XIX.
[5] Bu, tüm insanlar anlamına gelir. Akabe'deki bu ikinci biat-tan sonra ilk Akabe biati «kadınlar biati- diye anılmaya başlamıştır. Savaş görevlerinden bahsetmediği için sadece kadınlar için böyle kullanılmaya devam etmiştir.


35. GÖÇLER


Peygamber (s.a.v.), Mekke'deki müslümanları Yesrıb'e hicret etmeye teşvik ediyordu. Müslümanlardan biri, daha önce oraya hicret etmişti. Ebu Talib'in ölümü, yeğeni Ebu Seleme'nin koruyucusuz kalmasına neden olmuştu. Bu yüz­den Ebu Seleme, karısını ve küçük oğullan Seleme'yi bir deveye bindirdi ve kendisi yürüyerek Yesrib'e yola çıktı. Fakat Ümmü Seleme, Mahzum'un diğer kolundan, yani Beni el-Muğireden'di ve Ebu Cehil'in kuzeni oluyordu. Aile­sinden bazıları onları takip ettiler ve devenin ipini Efc Seleme'nin elinden aldılar. Ebu Seleme karşı çıkmanın an­lamsız olduğunu bildiği için karısına onlarla birlikte git­mesini söyledi. Daha sonra onu almak için bir yol bula­caktı. Fakat Mahzumlu'lann diğer kolu, yani Ebu Seleme'­nin akrabaları bu olayı duyunca çok kızdılar ve çocuğun kendi vesayetleri altında olması gerektiğini söylediler. Böy­lece tüm kabile onlara merhamet edip, çocuk ve annesi­ni, Ebu Seleme'ye gönderene dek ayrı kaldılar. Ümmü Se­leme yanında sadece Seleme ile birlikte deve ile yola çık­tı. Yaklaşık altı mil sonra, o zaman henüz Müslüman olma­yan, Abdu'd-Dar kabilesinden Osman îbn Talha ile karşı­laştılar o, yol boyunca çocukla annesine arkadaş oldu. Ebu Seleme'nin, Yesrib'in en güney noktasında olan ve «iki grup kaya bloğundan» birinin bulunduğu Küba'da olduğunu duymuşlardı. Hurma bahçelerini görünce Osman, Ümmü Seleme'ye : «Kocan bu şehirde, selametle git.» dedi ve kendibi tekrar Mekke'ye döndü. Ümmü Seleme onun bu yar­dımını hiç unutmadı ve onu nazikliğinden dolayı hep öv­dü.

İkinci Akabe biatmdan sonra Kureyşli müslümanlar yavaş yavaş hicret etmeye başladıl u*. İlk gidenler arasın­da Peygamber (s.a.v.)'in kuzenlerinden bazıları, Cahş ve Umeyye'nin oğullan ve kızları, Abdullah, kör olan kardeşi Ebu Ahmed ve Zeyneb ile Hanne adında iki kızkardeşleri vardı. Onlarla birlikte, uzun yıllardan beri Abdu'ş-Şems'in müttefiki olan bir çok Beni Esed'li de gitti. Hamza ve Zeyd bir süre için eşlerini Mekke'de bırakıp gittiler. Fakat Os­man (r), Ruk iye (r.)'yi ve Ömer fr ) de karısı Zeyneb'i, kjzları Hafsa ir.) ve oğullan Abdullah (r)'ı yanma alarak gittiler. Hafsa'nın kocası Sehm kabilesinden Huneys de on­larla bırliktevdi. Ebu Seleme'nîn üvey kardeşi Ebu Sabra, Süheyl'in kı/ı oian karısı Ümmü Gülsümle birlikte git­mişti. Peygamber'in genç kuzenlerinden olan Tulayb ve Zübeyr de gidenler arasındaydı.

Ebu Bekir ve Ali dışında tüm müslümanlar hicret edin­ce, Ebu Bekir fr.) Peygamber (s av )'den hicret etmek için istedi. Peygamber (s.a.v.) ona «Acele etme, belki Al­lah sana bir arkadaş verir» dedi. Ebu Bekir (r.), Peygam­ber Cs.a.v.) 'i beklemesi gerektiğini anladı ve iki devesinin akasya yapraklanyla beslenmesi için adamlarına emir verdi.

Kureyşliler hicret edenleri durdurabilmek ıçm ellerin­den geleni yaptılar. Süheyl'in diğer kızı da, daha önce Ha­beşistan'a gittiği gibi kocası Ebu Huzeyfe ile Yesrib'e git­mişti. Fakat Süheyl, bu kez oğlu Abdullah'ı kaçırmamak içm gözünü ondan ayırmıyordu. Daha önce Habeşistan'a hicret eden, Sehm'lı lider As'ın oğlu Hişam'm başına da aynı şey gelmişti. Kureyşliler tarafından Necaşi'yl muslu-inanlara karşı kışkırtmak için gönderilen adam onun üvey kardeşi Amr'di; Hişam'm teyzesinin oğlu Ömer, Yesrib'e birlikte gitmeyi planlamıştı. Mekke'den ayrı ayrı çıkacak­lar ve şehrin on mil kadar kuzeyinde Edat dikenliğinde bu­luşacaklardı. Mahzun'lu Ayyaş da onlarla yolculuk edecekti; fakat kararlaştırılan saatte Hişam gelmedi. Bunun üze­rine kararlaştırdıkları üzere Hişam'ı beklemeden, Ömer ve ailesi Ayyaş'la yola koyuldular. Hişam'ın babası ve kar­deşleri bu plânı öğrenmişler ve onu zorla Mekke'de tut­muşlardı. Ona o kadar çok işkence etmişlerdi ki, sonunda onu islam'dan döndüğünü açıklamaya ikna ettiler.

Ayyaş ise Ömer'le birlikte Yesrib'e varmıştı. Fakat onun üvey kardeşleri Ebu Cehil ve Haris onu takip ettiler ve annelerinin onu görene dek saçlarını taramamaya ve güneşin altında oturmaya yemin ettiğini haber verdiler. Ayyaş buna çok üzüldü, fakat Ömer ona: «Onlar seni di­ninden döndürmekten başka birşey istemiyorlar; çünkü Al­lah'a andolsun ki eğer bitler anneni rahatsız ederse saçını tarar, güneş onu kavurmaya başladığında ise gölgeye sı­ğınır» dedi. Fakat Ayyaş dinlemiyordu; Mekke'ye dönüp annesinin yeminini bozması gerektiğine inanıyordu. Aynı zamanda Mekke'de bıraktığı parasını da almak istiyordu. Fakat Ömer (r.)'den ayrıldıktan kısa bir süre sonra Ebu CehiJ' ve Haris ona saldırdılar, ellerini ve ayaklarını bağ­layıp şehre bir esir gibi getirdiler: «Ey Mekke'liler, bizim kendi akılsızlarımıza yaptığımızı, siz de kendinizinkilere yapın» diye bağırdılar. Hi&am gibi Ayyaş da işkence so­nucu îslam'dan döndüğünü açıkladı, fakat ikisi için de bu son değildi. Kısa bir süre sonra bunun affedilmeyecek bir suç olduğunun farkına vardılar. Ömer de aynı fikirdeydi Fakat bir süre sonra şu âyet ı zil oldu:

«De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kut­larım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır esirgeyendir. Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbİnize yönelip-dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım da edilmez». (Zümer: 53-54).

Ömer bu âyetleri bir kâğıda yazdı ve onları Hişam'a göndermenin bir yolunu buldu. Hişam şöyle dedi: «O ya­zı bana geldiğinde gözlerime iyice yaklaştırdım, sonra uzak-laştırdım, fakat 'Allah'ım, onu anlamama yardım et' diyene kadar ne yazdığını anlayamadım. Daha sonra Allah onu benim kalbime yerleştirdi ve onun bizim söyledikleri­miz ve bize söylenenler için nazil olduğunu anladım». Hi-şam bu âyetleri Ayyaş'a gösterdi, ikisi de tekrar İslam'a girdiler ve kaçmak için bir fırsat beklemeye başladılar.




36 BÎR SUİKAST


Hişam ve Ayyaş'm İslam'dan döndüklerini açıklama­ları, sürekli akan göçleri durduramadığı için ezilen Ku-reyş'in kazandığı küçük bir zaferdi. Artık Mekke'deki bü­yük evlerden bazıları sahipsizdi; diğerlerinde ise birkaç yaşlıdan başka kimse kalmamıştı. Sadece on yû kadar ön­ce, çok zengin ve ahenkli görünen şehri bir" tek adam de­ğiştirmişti. Fakat bu tür gelip geçici üzüntü ve eseflerin yanısıra Mekkeliler, kuzeyde, dinleriyle çatışınca hiç bir akrabalık bağını tanımayan bu insanların toplandığı Yes-rib'de, kendileri İçin büyük bir tehlikenin geliştiğinin far­kındaydılar. Peygamber Cs.a.vJ'in: «Ey KureysJiler, sizi yerle bir edeceğim* sözünü unutmuyor ve görünürde hiç korkulacak bir şey yokken korkuyorlardı. Gözlerini onun üzerinden hiç ayırmadıkları halde O, Yesrib'e kaçmanın bir yolunu bulmuş ve artık bu söz sadece bir tehdit olmak­tan çıkmıştı.

Peygamber (s.a.v.)'in koruyucusu Mut'îm'in oimesı meydanı onlara bıraktı, meydanı daha da temizlemek için. Kureyş liderleri mecliste toplandığında Ebu Leheb orada bulunmadı. Uzun tartışmalardan sonra, -bazılarının istek­siz olmasına rağmen- Ebu Cehil'in bu tehlikeyi kökten hal­letmek için öne sürdüğü plân kabul edildi. Her kabile, r lı, güvenilir ve silahlandırılmış bir genç seçecek ve bu ; çilen adamlar aynı anda Muhammed (s.a.v.)'e sa'dıracak-lardı. Hepsi onun kanını akıtacak, böylenB de hiç bir kabile tek basma cinayetten sorumlu tutulmayacaktı. Çünkü Be­ni Haşim, bütün Kureyşli kabilelerle uğraşamazdı, onların öne sürdüğü diyeti de ödeye rdi. .Böylece bütün kabi' îeler, yaşadığı sürece kendiler: rahat vermeyecek olan bu adamdan kurtulacaklardı.

Cebrail fa.s.), Peygamber (s.a.v.)'e gelmiş ve ne yapma­sı gerektiğini söylemişti, öğle vakti, ziyaret için uygun ol­mayan bu vakitte, Peygamber (s.a.v.) doğruca Ebu Bekir (r.)'in evine gitti. Ebu Bekir onu kapıda görür-görmez önemli bir oîay olduğunu anladı. Peygamber (s.a.v.) gel­diğinde, Aişe ve ablası Esma babalarının yanındaydılar. Peygamber ts.a.v.) : «Allah, bu şehirden ayrılıp, hicret et­mem için izin verdi» dedi. Ebu Bekir: «Benimle mi?» diye sordu. «Evet, seninle» dedi Peygamber (s.a.v.). Aişe o za­man yedi yaşındaydı. Daha sonraları şöyle derdi: «O güne dek, Ebu Bekir'in bu sözleri duyduğunda ağladığı gibi, bir kişinin sevinçten ağlayabileceğin! bilmiyordum.

Plânlarını yaptıktan sonra Peygamber (s.a.v.) evine döndü ve Ali fr.)'ye Yeszib'o gideceğini, onun kendisin­deki emanetleri sahiplerine verinceye kadar Mekke'de kal­ması gerektiğini söyledi. Peygamber (s.a.v.) hâlâ «el-Emîn» deniyordu ve kafirler bile hiç kimseye güvenmedikleri mal­larını ona emanet ediyorlardı. Peygamber (s.a.v.), Ali'ye, Kureyşlilerin kendisine suikast hazırladıklarını Cebrail'in haber verdiğini de söyledi.

Onu öldürmek için seçilen genç adamlar, geceleyin onun evinin dışında buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Fakat sayılarının tamamlanmasını beklerken evden kadın sesle­ri Şevde, Ümmü Eymen, Ümmü Gülsüm ve Fatuna'nın seslerini duydular. Bu, onların düşünmesine sebep oldu, içlerinden biri, eğer eve tırmanıp girerlerse, kadınların giz­liliğine saldırdıkları için tüm Arabistan'da kötü anılacak­ların] söyledi. Bu yüzden kurbanlarının, her sabah «uleti olduğu üzere dışarı çıkmasını beklemeye karar verdiler.

Peygamber (s.a.v.) ve Ali (r.) onların varlığından ha­berdardılar; Peygamber (s.a.v.) her zaman üstünde uyu­duğu Örtüyü Ali'ye verdi ve: «Benim yatağıma yat ve benim bu yeşil Hadrâmi örtüme bürûn. Uyu, sana onlardan bir zarar gelmeyecek» dedi. Daha sonra Ya-sin diye baş­layan sureyi okumaya başladı.

«Biz onların önlerinde bir sed, arkalarında da bir sed çektik Böylelikle onları örtüverdik, artık görmezler». (Yasin: 9).

Âyetine gelince evden çıktı. Allah onların görmesini engelledi ve Peygamber (s.a.v.) aralarından geçti gitti.

Karşı taraftan bir adam geliyordu, Peygamber (s.a.v.)'i farketti. Biraz sonra Peygamber (s.a.v.)'in evinin yanından geçerken kapının önünde yığılan gençleri görünce, onla­ra Muhammed (s.a.v.) 'İ arıyorlarsa, onun evde olmadığı­nı, kısa bir süre önce dışarı çıktığını söyledi. «Bu nasıl olur?» diye düşündüler. Suikastçılardan biri erken gelmiş ve arkadaşlarını beklerken Peygamber Cs.a.v.)'in içeri gir­diğini görmüştü. Hepsi, oradan kimsenin ayrılmadığından da emindiler. Fakat yine de şüpheye düştüler; içlerinden biri Peygamber (s.a.v.)'in yattığı yeri biliyordu, pencere­den baktı ve Peygamber (s.a.v.)'in örtüsüne sarınmış bi­rinin uyuduğunu gördü. Arkadaşlarını Peygamber'in hâlA orada olduğu konusunda ikna etti. Fakat şafak vakti Ali Cr.) kalktı ve hâlâ örtüye sarılı bir halde dışarı çıktı. Onun kim olduğunu görünce, kandırıldıklarından şüphelendiler. Biraz daha beklediler; geçen Safer ayından kalan ince hi­lâl doğudaki tepelere yükselmişti. Ve aydınlık çıktıkça ren­gi soluyordu. Hâlâ Peygamber (s.a.v.)'den bir işaret yok­tu; ani bir dürtüyle, herbirinin alarm vermek için kendi kabilesine gitmesi gerektiğine karar verdiler.


37. Hicret


O sırada Peygamber (s.a.v.), Ebu Bekir (r.)'e gitti ve vakit kaybetmeden evin arka penceresinden eğerli halde bekleyen iki devenin yanına çıktılar. Peygamber (s.a.v.) birine bindi, diğerine de Ebu Bekir bindi. Oğlu Abdullah'ı ise arkasına bindirdi. Daha önceden plânladıkları şekil­de, Yemen'e giden yol üzerinde ve güneyde olan Sevr da­ğındaki bir mağaraya doğru yöneldiler. Çünkü Mekke'de Peygamber (s.a.vj 'İn yokluğu anlaşılır anlaşılmaz, tüm ku­zey yollarına gözcüler ve takipçiler gönderileceğini biliyor­lardı. Mekke'nin biraz dışına çıkınca Peygamber (s.a.v.) devesini durdurdu ve arkasına bakarak: «Allah'ın yeryü­zünde, sen, bana ve Allah'a en sevgili yersin ve halkım be­ni senden çıkarmasaydı senden ayrılmazdım» dedi.

Ebu Bekir (r.)'in köle olarak aldığı, sonradan azad et­tiği çoban Amir îbn Fuheyre sürüsüyle onların izlerini ka­patmak için arkalarından geliyordu. Mağaraya vardıkla­rında Ebu Bekir, oğlunu develerle birlikte eve geri gön­derdi ve ona ertesi gün Peygamberin yokluğu farkedilin-ce neler konuşulduğunu dinlemesini ve ertesi gece haber getirmesini söyledi. Amir, koyunlarını gündüz her zaman­ki gibi diğer çobanlarla otlatacak, akşam olduğunda ise Mekke ile Sevr arasında Abdullah'ın izlerini kapatmak için dolaştıracaktı.

Ertesi gece Abdullah ve kardeşi Esma mağaraya, on­lara yemek getirdiler. Verdikleri haber şuydu Muhammed (s.a.v.)'ı yakalayıp getirene yuz deve ödül verilecekti. Atlılar Mekke'den Yesrib'e giden tûîn yollan, ikisini de birlikte yakalamak için araştırıyorlardı. Ebu Bekir de yok olduğu için ikisinin beraber gittiğini tahmin ediyorlardı.

Fakat Abdullah'ın belki de bilmediği başka bir grup, onun Mekke dışındaki mağaralardan birinde olabileceğim düşünüyordu. Yanısıra, cöl Arapları iyi iz sürerlerdi: sıra­dan bir bedevi arkasından bir koyun sürüsü takip etse bi­le, küçük izler arasındaki büyük izleri farkederek oradan iki veya üç deve geçtiğini bile anlayabilirdi. Kaçanların güneyde bir yerde olmaları muhtemel değildi, fakat bu kadar büyük bir ödül için her yol denenebilirdi, ve Sevr'e giden yolda koyun izleri arasındaki deve izleri de anlaşıla­bilirdi.

Üçüncü gün dağın sessizliğini, kaya güvercini olduk­larını tahmin ettikleri, iki kuşun kanat çırpışlarından ve ötmelerinden çıkan sesler bozdu. Kısa bir sure sonra de­rinden gelen, fakat sanki dağa tırmanan birileri varmış gibi gittikçe yükselen insan sesleri duydular. Fakat hava kararmcaya kadar Abdullah'ı beklemiyorlardı ve güneşin batmasına daha be'li bir vakit vardı. Buna rağmen mağa ra normalden daha az ışıktı. Artık sesler uzaktan gelmiyordu, en azından beş veya altı adam gittikçe yak­laşıyordu. Peygamber (s.a.v.) Ebu Bekir'e baktı ve : «Hüz­ne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir» dedi. (Tev-bo: 40).

Daha sonra şunu ekledi «Üçüncüleri Allah olan iki kışi« (B. LVIT, 5). Artık yaklaşan ve duran ayak seslerini duyabiliyorlardı: adamlar mağaranın dışındaydilar Hep si de kararlı bir şekilde mağaraya girmeye gerek olmadı ğını, çünkü orada kimsenin bulunamayacağım söylediler Daha sonra geldikleri yoldan geri döndüler.

Uzaklaşan ayak sesleri duyulmaya başlayınca, Peygan ber ve Ebu Bekir (r.) mağaranın ağzına geldiler. Önünde sabahleyin görmedikleri, hemen hemen girişin tümünü ka­patan insan boyunda bir akasya ağacı vardı Açık kalar. yeri de bir örümcek, akasya ile mağaranın duvarı arasında ağ Örere!, kapatmıştı. Ağın içinden baktılar, mağaraya girerken adamın ayağını basacağı yere, kayanın çuku­runa, bir kaya güvercini yuva yapmıştı ve altında yumur­ta varmış gibi oturuyordu. Erkek güvercin ise biraz yük­sekteki kayaya tünemişti.

Abdullah ve kardeşinin seisini bekledikleri saatte du­yunca, kendilerini koruyan ağı kibarca kaldırdılar ve gü­vercini ürkütmemeye çalışarak onları karşılamaya gitti­ler. Amir de onlarla birlikteydi, fakat bu kez sürüsü yok­tu. Amir, Ebu Bekir'in yolculuk için seçtiği develeri ema­net ettiği bedeviyi getirmişti. Bedevi henüz müslüman ol­mamıştı, fakat sırlarını gizleyeceğine güvenilebilirdi. Bu adam onları Yesrib'e sadece gerçek bir çöl adamının bile­bileceği yollardan götürecekti. Bedevi onları iki dağ ara­sındaki vadide, yanında Ebu Bekir'in iki devesi ve kendi için aldığı bir deve ile birlikte bekliyordu. Ebu Bekir, ih­tiyaçlarına yardım etmek üzere Amir'i arkasına bindire­cekti. Mağaradan çıktılar ve düzlüğe indiler. Esma bir çan­ta dolusu yiyecek getirmişti, fakat ip getirmeyi unutmuş­tu Bu yüzden kuşağını çıkardı, ikiye yırttı ve birini ba­basının semerine çantayı bağlamakta kullandı, diğerini de kendine ayırdı. Bu olaydan sonra ona «iki kuşaklı» adı ve­rildi.

Ebu Bekir (r.), Peygamber (s.a.v.)'e develerin en iyi­sine binmesi için verdiğinde, O: «Ben benim olmayan de­veyle gitmem» dedi. Ebu Bekir: «Fakat o senin, ey Allah'­ın Rasulü» dedi. "Hayır» dedi Peygamber (s.a.v.), «Onun için kaç para ödertin?» Ebu Bekir söyledi, Peygamber (s.a.v.) «Deveyi o fiyattan alıyorum» dedi. Peygamber (s.a.v.) daha önce birçok kez ondan hediye kabul ettiği halde, bu özel bir durum olduğu için Ebu Bekir (r.) he­diye etmekte ısrar etmedi. Bu durum Rasulün hicretiydi, Al­lah rızası için yurdundan tüm bağlarını koparmasıydı. Bu nedenle hicret, yani yaptığı fedakârlık, sadece kendinin ol­malı ve başkalarıyla paylaşılmamalıydı. Bu olayın bir par­çası olduğu için binek de kendinin olmalıydı. Hicret ettiği sırada aldığı devenin adı Kesva' idi ve o günden sonra en sevdiği devesi olarak kaldı.

Rehberleri onlan Mekke'den biraz doğuya, biraz güne­ye doğru götürdü, sonunda Kızıl Deniz'e ulaştılar. Yesrib, Mekke'nin kuzeyindeydi, fakat sadece o noktadan kuzeye yönelebilirlerdi. Sahil yolu kuzey batıya gidiyordu. Birkaç gün bu yolu takip ettiler. îlk akşamlarından birinde, Nabi çölünde su ararken Rabiul-Evvel ay'ının hilalini gördüler. Peygamber (s.a.v.) yem Ay'ı görünce: «Ey iyilik ve reh­berlik hilâli, imanım seni Yaratana'dır»[1].

Bir sabah, karşı taraftan küçük bir kervanın geldiğini görerek şaşırdılar ve korktular. Fakat onun, devesine yük­lediği elbise ve diğer ticari eşyalarla Suriye'den dönen, Ebu Bekir'in kuzeni Talha olduğunu görünce, şaşkınlıkları se­vince dönüştü. Talha, gelirken Yesrib'e uğramıştı, malla­rını Mekke'de satar-satmaz hemen geri dönmeyi düşünü­yordu. Yesrib'de Peygamber (s.a.v.)'in gelişinin büyük bir merakla beklendiğini haber verdi ve veda etmeden önce onlara, zengin Kureyşlilere satmayı planladığı beyaz Su­riye elbiseleri hediye etti.

Talha'yla karşılaştıktan kısa bir süre sonra kuzeye doğru yöneldiler, sahilin biraz içinden ilerleyerek kuzey doğuya döndüler; artık yönleri direkt olarak Yesrib'e dö­nüktü. Yolculuğun belli bir zamanında Peygamber vahiy geldi.-

«Hiç şüphesiz, sana Kuranı farz kılan, seni dönülecek yere elbette döndürecektir» (Kasas: 85).

Mağaradan ayrılışlarının onikinci günü, şafakta Akik ovasına vardılar ve diğer taraftaki tepeye tırmandılar. Te­penin en yüksek yerine ulaşmadan önce güneş yükseldi ve sıcak artmaya başladı. Diğer günlerde sıcağın en yüksek dereceye ulaştığı zamanlarda dinleniyor, yolculuk etmiyor­lardı. Fakat bu son tepeyi, durmadan aşmaya karar verdiler. Tepeye ulaşıp vadiyi gördüklerinde ise durmak istemediler. Peygamber (s.a.v.)'in rüyasında gördüğü «İki grup kara kaya yığını arasındaki suyu bol yer» önlerinde uzanıyordu. Koyu yeşil hurma bahçeleri ve açık yeşil bos­tanlar, bulundukları noktadan yürüyerek üç mil aşağıda gözler önüne serilmişti. ,

Yeşilliğin en yakın noktası, hicret edenlerin ilk durağı olan ve bazılarının hâlâ orada bulunduğu Küba idi. Pey­gamber Cs.a.v.) rehbere: «Bizi Kuba'daki Beni Amr'a gö­tür, şehre götürme» dedi. Vadinin en kalabalık yerleşim merkezi bu adla (şehir) tanınırdı. O zamandan sonra bu şehir tüm Arabistan'da ve her yerde el-Medina, Medine olarak anılmaya başlandı.

Günlerce önce, Mekke'de Peygamber (s.a.v.)'in kaybol­duğu ve onu bulana verilecek ödülün haberi vahaya ulaş­mıştı. Kübalılar, onun gelme vakti geciktiği için her gün bekliyorlardı. Bu yüzden her sabah, namazdan sonra Beni Amir'den birkaç adam, başka kabilelerden adamlarla ve Mekke'den hicret eden fakat henüz Medine'ye girmemiş olan muhacirlerden bir kısmıyla yola çıkıyor ve onu arı­yorlardı. Tarlaları, hurma bahçelerini geçip kayalık böl­geye varıyorlar ve sıcak bastırana dek yolu gözlüyorlar, daha sonra tekrar evlerine dönüyorlardı. O sabah da git­mişler, fakat dört yolcu kayalıklardan inmeye başladığın­da geri dönmüşlerdi. Artık gözler bekleyişle o yöne bak­mıyordu; fakat Peygamber (s.a.v.) ve Ebu Bekir (r.)'in ye­ni, beyaz elbiseleri, arkadaki mavimsi kaya zemininde da­ha da belirginleşerek, güneşten parlıyordu. O sırada evi­nin çatısında olan bir yahudi onları gördü. Onların kim olduğunu hemen anladı, çünkü Kuba'lı yahudiler, komşu­larının neden her sabah şehrin dışına çıkıp birşeyler araş­tırdığım sormuşlar ve nedenini öğrenmişlerdi. Bu yüzden yüksek sesle bağırdı: «Kayle'nin oğulları, o geldi, o geldi!» Çağrıyı duyan çocuk, kadın ve adamlar evlerinden fırla­dılar. Bir kez daha yeşillikten geçip kayalığa doğru gitti ler. Fakat fazla ilerlemelerine gerek yoktu. Çünkü o za­mana kadar yolcular ilk hurma bahçesinin yanma ulaş- . O, her yönüyle coşku dolu bir öğlendi. Peygamber (silv.) onlara şöyle hitap etti* «Ey insanlar, birbirinizi ba nşla selamlayın, açları doyurun; akrabalık bağlarına saygı gösterin, herkes uyurken namaz kılın. Böylece selam için­de Cennet'e gireceksiniz»[2]

Peygamber (s.a.v.)'tn daha önce Hamza (r.) ve Zeyd (r,)'i de misafir eden yaşlı bir Küba'iı olan Gülsüm'ün evin­de kalmasına karar verildi. Gülsüm'ün kabilesi olan Beni Aznr, Evs'üî bir koluna mensubtu. Bu yüzden, iki Yesrib'li kabilenin de misafirperverliği paylaşması için Ebu Bekir, Medine'ye biraz daha yakın olan Sunh köyündeki bir Haz-reçli de kaldı. Bir veya iki gün sonra AH (rJ, Mekke'den geldi ve Peygamber (s.a.v.)'in kaldığı evde misafir oldu Emanet edilen mallan sahiplerine geri vermesi üç gününü almıştı.

Peygamber (s.a.v.)'i selamlamaya pek çok kişi geliyor­du. Bunların arasında iyi niyetten değil meraktan geler Medine'li yahudüer de vardı. Fakat üçüncü veya ikinci ak­şam, görünüşü diğerlerinden, farklı olan ve ne araba ne de yahudiye benzemeyen bir adam geldi. Adı Selman olan bu adam, İsfahan'a yakın Ceyy köyünden, Iran'h ateşe ta­pan bir ailenin çocuğuydu, fakat çok gençken hıristiyan ol­muş ve Suriye'ye gitmişti. Orada bir aziz rahibe bağlan­mıştı: bu rahip ölüm döşeğinde ona kendisi gibi yaşlı fa­kat çok iyi bir adam olan Musul rahibine gitmesini söyle­mişti. Selman Irak'ın kuzeyine doğru yola koyulmuştu. Bu onun için bir dizi yaşlı hıristiyan rahibe bağlanmanın baş­langıcını oluşturuyordu. Bu rahiplerin sonuncusu, yine ölüm döşeğinde ona bir peygamberin gelmek üzere oldu-ğuûü söylemişti; -O, İbrahim'in dini ile gönderilecek ve Arabistan'da ortaya çıkacak, kendi yurdundan hicret edip iki kaya yığını arasındaki hurma ağaçlarıyla dolu ülkeye gidecek. Onun belirtileri şunlardır: Hediye kabul edece!; fakat sadaka olarak verileni almayacak; ve iki kürek ke­miği arasında Peygamberlik mührü olacaktır». Selman. peygamber (s.a.v.) 'in memleketine gitmeye karar vermiş ve Kalk kabilesinden tüccarlara, kendisini Arabistan'a götür­meleri için ödemede bulunmuştu. Fakat Kızıl Deniz'in ku­zeyindeki Akabe Körfezi'nin yakınında yer alan Vadi'I-Ku-ra'ya geldiklerinde tüccarlar onu bir yahudiye köle ola­rak satmışlardı. O, Vadi'l-Kura'daki hurma ağaçlarını gö­rünce beklediği yerin burası olduğunu zannetmişti, fakat yine de şüphe içindeydi. Kısa bir süre sonra yahudi onu, Medine'deki Beni Kurayza kabilesinden olan kuzenine sat­mıştı. Selman, Medine'yi görür görmez, Peygamber (s.a.v.) '-in hicret edeceği yerin burası olduğunu anlamıştı.

Selman'm yeni sahibinin Küba'da da bir kuzeni vardı; ve Peygamber (s.a.v.)'in vardığı haberini bu yahudi Me­dine'ye getirmişti. Yahudi kuzenini bir hurma ağacının al­tında oturur buldu, ağacın üstünde çalışan Selman ada­mın şöyle dediğini duydv : «Allah Kayle oğullarının be­lâsını versin! Onlar şimcıi de Küba'da Mekke'den gelen bir adamın etrafında toplandılar. Onun bir Peygamber ol­duğuna inanıyorlar». Bu son sözler, Selman'ın ümitlerinin gerçekleştiğini gösteriyordu. Selman o kadar heyecanlan­mıştı ki bütün vücudu titriyordu. Ağaçtan düşeceğinden korktu ve aşağı indi; yahudiye peygamberle ilgili sorular sormaya başladı. Fakat sahibi ona kızdı ve ağaca çıkıp ça­lışmasını emretti. Selman o akşam yanma biriktirdiği bir parça yiyeceği alarak kaçtı ve Küba'ya gitti. Peygamber (s,a.v.) eski ve yeni sahabeleriyle oturuyordu. Selman, onun Peygamber (s.a.v.) olduğundan emindi, fakat bununla bir­likte yaklaştı ve elindeki yiyeceği bir sadaka olarak ver­diğini söyleyerek onlara uzattı. Peygamber (s.a.v.) arka­daşlarına yemelerim söyledi, fakat kendisi yemedi. Selman bir gün Peygamberlik mührünü görmeyi ümit ediyordu, fakat şimdilik Peygamber (s.a.v.) 'i görmek ve söyledikleri­ni duymak yeterliydi. Medine'ye sevinç ve şükür içinde döndü.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] A. H. V, 320. 174
[2] I. S. I/l, 159.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI)
MesajGönderilme zamanı: 10.02.11, 12:01 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 14.12.10, 17:07
Mesajlar: 70
38. Medine'ye Giriş


Peygamber, vahaya 27 Eylül (M.S.) 622, Pazartesi gü­nü vardı. Medine'lilerin Peygamber (s.a.v.) Küba'ya geldi­ği için sabırsızlandıkları haberi geldi. Bu yüzden Peygam­ber (s.a.v.) Küba'da üç gün kaldı. Ve ayrılmadan önce İs­lam'ın İlk camisinin temelini attı. Cuma sabahı Küba'dan ayrıldı; o ve arkadaşları, onları bekleyen Hazreç'li Beni Salim kabilesiyle namaz kılmak için Ramına ovasında dur­dular. Bu, o zamandan itibaren yurdu olacak olan ülkede ilk kılınan Cuma namazıydı. Beni en-Neccar'dan bir grup akrabası onu karşılamaya gelmişlerdi, bazı Kuba'lılar ise onu geçirmek için yola çıkmışlardı. Cuma namazını kılan­ların toplamı bunlarla birlikte yüzü buluyordu. Namazdan sonra Peygamber (s.a.v.) Kesva'ya bindi, Ebu Bekir (r.J ve diğer Kureyş]iler de develerine bindiler ve Medine'ye doğru yola çıktılar. Sağlarında ve sollarında, şeref koru­yucuları olarak ve verdikleri koruma sözünün boş olma­dığım göstermeH istercesine Evs'li ve Hazreç'li adamlar kılıçlarını çekmiş bir şekilde ilerliyorlardı. Bu kadar coş­ku dolu bir gün daha görmemişlerdi: «Allah'ın Rasulü gel­di! Allah'ın Rasulü geldi!», müjdesi, yolu kaplayan kadın­ların, çocukların ve erkeklerin ağzında tekrarlanıyordu. Kesva, Medine'nin güneyindeki hurma ağaçlan ve bahçe­ler arasından geçerken adımlarım yavaşlattı. Evler henüz çok az ve birbirinden uzaktı; yavaş yavaş daha sık evlerin yeraldı yerleşim bölgelerine yaklaştılar, Her evden şu da-

veti alıyordu: «Buraya buyur ey Allah'ın Rasulü, çünkü seni ve diğerlerini koruma gücüne sahibiz». Birçok kez adamlar, Kesva'nm ipini kendi evlerine doğru çektiler. Fa­kat Peygamber (s.a.v.) her seferinde onları selamlayarak: «Bırakın istediği yere gitsin, çünkü O Allah'ın emrindedir> diyordu.

Bir noktada sanki deve. Peygamber (s.a.v.)'in en yakın akrabaları olan Hazreç'li Neccar kabilesinin Adiy kolunun yaşadığı evlere doğru yöneldi. Fakat, deve, Peygamber (s.a.v.) 'in çocukken annesiyle birlikte kaldığı bu mahal­leden, tüm çağrılara rağmen geçip gitti. Peygamber (s.a.v.) bu çağrılara da aynı cevabı verdi. Artık Neccar'ın Benî Malik kolunun evlerine ulaşmışlardı. Birinci Akabe'den önce kendisine biat eden altı kişiden ikisi Es'ad ve Avf, bu kabileye mensuptu. Burada, Kesva yoldan döndü ve içinde hurma ağaçları ve bir yapının kalıntıları bulunan bir bahçeye yöneldi. Bahçenin bir ucu bir zamanlar me­zarlık olarak kullanılmıştı. Hurmaları kurutmak için ay­rılmış bir yer de vardı. Es'ad'ın mescid olarak çitle çevir­diği yere doğru ilerledi ve onun önünde çöktü. Peygam­ber {s.a.v.) onun yularını bıraktı, fakat inmedi, deve bir dakika sonra kalktı ve tembelce yürümeye başladı. Fakat fazla uzaklaşmadı, geri döndü ve daha önce çöktüğü ye­re gitti. Tekrar çöktü ve bu kez ayaklarını öne doğru yay­dı. Peygamber (s.a.v.) indi ve: «înşaallah bu evimdir» de­di[1]

Daha sonra bu bahçenin sahibinin kim olduğunu sor­du. Avf'ın kardeşi Mu'az, oranın Sehl ve Süheyl adında iki yetime ait olduğunu söyledi. Çocuklar Es'ad'in vela­yeti altındaydılar. Peygamber (s.a.v.) onları getirmelerini istedi. Fakat çocuklar zaten oradaydılar ve hemen yanı­na gittiler. Peygamber (s.a.v.) onlara, bahçeyi kendisine satıp satmayacaklarını ve satarlarsa ne kadar fiyat koya­caklarını sordu. Onlar: «Hayır ey Allah'ın Rasulü, onu sa­na veriyoruz» dediler. Peygamber (s.a.v.) bunu kabul et­ti)etmedi ve Es'ad'ın yardımıyla bir fiyat belirledi Bu sırada, yakında oturan Ebu Eyyub Halid (r.), devenin yukunu çözmüş ve evine götürmüştü. Kabileden diğerleri de gelip Peygamber Cs.a.v.)'e kendilerine misafir olması için yal vardılar; fakat Peygamber (s.a.v.) onlara: «Bir adam. yu kuyîe beraber olmalı» cevabını verdi. Ebu Eyyub (r.) ken­di klanından ikinci Akabe'de ilk biat eden adamdı Ebu Eyyub (r.) karısı ile birlikte evinin üst katma taşındı ve alt katı Peygamber (s.a.v.)'e bıraktı. Es'ad da Kesva'yi yakın olan kendi bahçesine götürdü.


--------------------------------------------------------------------------------

[1] B, LXII.






39. AHENK VE UYUŞMAZLIK


Peygamber (s.a.v.) yeni aldığı bahçeye bir cami yapıl­masını istedi.. Kuba'daki gibi hemen yapıma başladılar. Binanın çoğunu briketlerden yaptılar, fakat kuzeydeki du­varın, yani Kudüs'e yönelik olan duvarın ortasındaki na­maz kılınan oyuğun iki tarafına taş koydular. Bahçedeki hurmaları kestiler ve kerestelerini, hurma dallarından olu­şan çatıya destek yapmakta kullandılar. Bahçenin hepsinin üstünü kapatmadılar, büyük bir kısmı çatısızdı.

Peygamber Cs.a.v.) Medine'li müslümanîara yardımcı­lar anlamına gelen Ensar, kendi yurdunu bırakıp vadiye göç eden Kureyşlilere ve diğer kabilelerden müslümanîara da, göç edenler anlamına gelen Muhacir adını verdi. Pey­gamber (s.a.v.) de dahil hepsi yapımda çalıştılar. Çalış­tıkları sırada sürekli şu beyiti tekrarlıyorlardı:

«Alah'ım, Ahiret gününden 'başka iyi gün yoktur.

Ensar ve Muhacirine yardım et».

Veya:

«Ahiret yurdundan başka gerçek hayat yoktur

Allah'ım, Ensar ve Muhacirine merhamet et».

Bu iki grubun bir üçüncü ile güçlendirileceği ümit edi­liyordu. Sonunda Peygamber (s.a.v,), Yahudilerle müslü-manlar arasında, iki grubu bir toplum haline getiren, fa­kat dinlerinde serbest bırakan karşılıklı bir anlaşma, imzaladı. Müslümanlar ve yahudiler eşit statülere sahip ola­caklardı. Eğer bir Yahudiye zarar verilirse, ona hem müslûmanlar hem de yahudiler yardım edecekti. Aynı durum bir müslüman için de sözkonusuydu. Putperestlere karşı bir tek topluluk olarak savaşacaklar ve ne müslümanlar ne de yahudiler birbirlerinden ayrı banş yapamayacaklar­dı. Eğer görüş farklılıkları, tartışmalar, anlaşmazlıklar or­taya çakarsa bu mesele Resulullah s.a.v.) aracılığıyla Allah'a götürülecekti. Bununla birlikte, anlaşma metninde Muhammed (s.a.v.)'e hep Allah'ın Rasulü olarak değinilmeşine rağmen, yahudilerin normal olarak onun Allah'ın elçisi olduğunu kabul etmek zorunda olduklarını ifade eden bir madde yoktu.

Yahudiler bu anlaşmayı politik nedenlerden ötürü kabul etmişlerdi. Peygamber (s.a.v.) Medine'nin en güçlü ada­mı olmuştu ve gücü daha da artacağa benziyordu. Kabui etmekten başka seçenekleri yoktu; fakat yine de araların­dan çok azı Allah'ın yahudi olmayan bir peygamber gön­dereceğine inanıyordu, ilk önceleri dışa karşı samimî gö­rünüyorlardı. Buna rağmen kendi seçilmiş topluluklarının üstünlüğünün bilincindeydiler ve bu konuyu kendi arala­rında konuşuyorlardı. Yeni dine karşı şüpheli tavırlarını gizli tutmalarına rağmen, bu tavrı vahyin ilahî kaynağın­dan şüphe duyan Araplarla paylaşmaya hazırdılar.

İslam, Evs ve Hazreç kabilelerinde hızla yayılmaya de­vam etti. Bazı mü'minler artık vadiye, yahudilerin de an­laşmaya katılmasıyla ahenkli bir bütün olarak bakıyor­lardı. Fakat vahy onları gizli uyuşmazlık ve ihanetlere kar­şı uyarmaya başladı. Bu sıralarda, Kur'an'm en uzun sû­resi olan ve Fatiha'dan sonra ikinci sırayı alan Bakara sü­resi indirilmeye başlandı. Sûre doğru yolda olanların ta­nımlanmasıyla başlıyordu:

«Elif, Lâm, Mim. Bu kendisinde şüphe olmayan, ntuttakiter (Allah'tan korkup sokmanlar) içinde kılavuz olan bir kitaptır. Ki otar, gayba inanırlar, namazt dosdoğru kılarlar ve kendilerine olarak perdfkterimizden infak ederler. Ve (yine) onlar, şarta indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve ahirete de ke­sin bilgiyle inanırlar, işte bunlar, Rablerinden olan bir hidayet üzcredirler ve kurtuluşa erenler de bunlardır». (Bakara: 2-5).

Bunun arkasından Hakk'a karşı kör ve sağır olan müş­rikleri tanımladıktan sonra üçüncü bir grup insandan bahsediliyordu :

«insanlardan öyleleri vardır fet: 'Biz Allah'a ve Ahiret gönüne intan ettik' derler, oysa onlar inanmış değildirler... îman edenlerle karşılaştıkları zaman ? «İman ettik» derler. Şeytanlartyla haşhaşa kaldıklarında ise, derler kî: «Kuşku yok, sizinle beraberiz. Biz (on­larla) yalnızca alay edicileriz». (Bakara: 8, 14).

Bunlar Evs ve Hazreç'ten çeşitli samimiyetsizlik derece­sinde şüpheciler, kararsızlar ve ikiyüzlüler (münafıklar) idi. Onların şeytanları ise, onlardaki bu şüphe tohumunu sürekli besleyen inkarcılardı. Peygamber (s.a.v.) burada, Mekke'de hiç bir zaman karşılaşmadığı bir olaya karşı uyarılıyordu. Orada müslüman olanların samimiyetinden hiçbir zaman şüphe edilemezdi. Yeni dine girmelerinin se­bebi sadece inanmaları ve samimiyetleriydi; çünkü yeni dine giriş dünyevi hayatla ilgili insana birşeyler kazan­dırmıyor, belki de kayıplara uğratıyordu. Fakat şimdi, Me­dine'de yeni dine girmenin sağlayacağı dünyevi yararlar vardı, hem de bu yararlar sürekli artış yolundaydı. Müs­lüman safları arasında hiçbir ikiyüzlünün bulunmadığı o günler artık geride kalmıştı.

Ayette değinilen şeytanlardan bazıları yahudilerdi. Yi­ne aynı sûrede şöyle deniyordu:

«Kitap (İncil) ehlinden çoğu, kendilerine gerçek (hak) apaçık belli olduktan sonra, nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan dolayt, ima­nınızdan sonra sizi küfre döndürmek arzusunu duydular». (Baka­ra : 109).

Yahudiler Peygamber ts.a.v.)'in gelişini ruhi ve ma­nevi aydınlanma için değil, Yesrib'de daha önce sahip oldukları üstünlüğü tekrar ele geçirmek için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Fakat onların ümitlerinin tersine, gelen pey­gamber, İshak'in değil, İsmail'in soyundandı. Bir Allah'a inanan bu peygamberin başarıları, ilahî kaynaktan destek gördüğünü gösterecek şekilde çoğalıyordu. Yahudiler, onun gerçekten hak Peygamber olmasından korktular ve bu yüz­den, onun gönderildiği topluluğa karşı kıskançlık duyma­ya başladılar. Bununla birlikte yine de onun gerçek Pey­gamber olmadığına kendi kendilerini ikna -ediyorlar ve başkalarına da onun semavî bir elçi'nin Özelliklerini ta­şımadığım söylüyorlardı; «Muhammed (s.a.vj kendisine gökten haber indirildiğini iddia ediyor, halbuki O daha devesinin nerde olduğunu bilmiyor». Peygamber fs.a.vJ'in devesinin kaybolduğu bir gün-bir yahudi bdyle demişti. Peygamber (s.a.v.) bunu duyunca şöyle dedi; «Ben ancak Allah'ın bana bildirdiklerini bilirim. Şimdi O, bana göster­di: deve size söylediğim gibi yuları ağaca bağlı duru­yor.»[1]. Ensar'dan bir grup adam gittiler ve deveyi onun söylediği yerde buldular.

Yahudilerin çoğu ilk önceleri vadide iç savaşın sona ermesine neden olan bu birliğe sevinmişlerdi. Bununla bir­likte vadide çatışma olmasından onların daha büyük çı­karları oluyordu. Araplar arası bir çatışma, Arap olma­yanların değerini artırıyordu, çünkü onlara müttefik ola­rak ihtiyaç duyuluyordu. Evs'le Hazreç'in birleşmesi bir taraftan Ye"srib Araplanna büyük bir güç vermiş, diğer ta­raftan bu tür müttefiklere duyulan ihtiyacı da ortadan kal­dırmıştı. Anlaşmaya giren yahudilerin de bu güçten pay­lan olacaktı. Fakat bu, aynı zamanda, vadi ..dışındaki Arap­lara karşı açılan savaşta onlara zorunluluklar yükleyen bir anlaşma idi. Henüz denemedikleri bu yerii yaşamda, on­lar için daha başka tehlikeler de ortaya çıkarabilirdi. Oy­sa eski yaşamlarına alışmışlardı, bu yüzden çoğu tekrar eski yaşamlarına dönmek istediler. Beni Kaynuka'li, Evs'le Hazreç arasındaki anlaşmazlığı körüklemede usta bir po­litikacı olan yaşlı bir yahudi, bu iki kabilenin birleşmesine çok kızmıştı. Bu yüzden sesi güzel olan bir gence, Ensar toplu halde otururken, yanlarına gidip bir önceki İç sa­vaştan (Buas) önce ve sonra, iki tarafın karşılıklı birbir­lerini suçlama ve aşağılama için yazdığı şiirlerden bölüm­ler okumasını söyledi. Genç söylenenleri aynen yaptı ve orada bulunanların hepsini geçmişe aktaran, büyük bir il­gi topladı. Evs'liler kendi şiirlerini, Hazreçliler de kendi şiirlerini alkışladılar; daha sonra bu iki taraf birbirine ba­ğırmaya, hakaret etmeye başladı. Sonunda: «Silahlanan! Silahlanın!» sesleri yükseldi. Kayalıklara gidip tekrar sa­vaşmak için yola çıktılar. Bu haberler Peygamber (s.a.v.î'e ulaştığında Peygamber (s.a.v.) bütün muhacirleri topladı ve aceleyle çatışma yerine gitti: «Ey müslürnanlar!» dedi ve sonra iki kez: «Allah, Allah" dedi. «Cahiliye devrinde­ki gibi mi davranacaksınız?» diye devam etti, «Aranızda ol­mama, Allah'ın sizi doğru yola ulaştırıp şereflendirmiş, böylece sizi putperest adetlerden, küfürden korumuş ve kainlerinizi birleştirmiş olmasına rağmen hâlâ bunu mu yapıyorsunuz?» Ensar, hata ettiklerini ve yoldan çıktıkla­rını kabul ettiler. Ağlayarak birbirleriyle-kucaklaştılar ve Peygamber (s.a.v.)'le birlikte, onun sözlerini dinlemek ve itaat etmek üzere Medine'ye döndüler[2].

Mü'minler topluluğunu daha çok birbirine bağlamak istediği için Peygamber (s.a.v.), Ensar İle Muhacirler ara­sında kardeşlik kurumunu ortaya koydu. Böylece Ensar'-dan herbiri, kendisine diğer Ensar'm tümünden daha ya­kın bir Muhacir kardeşe, Muhacirlerden her biri de ken­disine diğer Muhacirlerin tümünden daha yakın bir Ensar kardeşe sahip oluyordu. Fakat Peygamber {s.a.v.) kendi­sini ve ailesini bundan ayrı tuttu, çünkü Ensar'dan birini diğerine tercih edip kendisine kardeş seçmek çok zor bir iti. Bu yüzden Ali Cr.) 'nin elini tuttu ve: «Bu benim kar­deşimdir» dedi. Hamza <r.) ile de Zeyd (r.)'i kardeş yaptı.

İslâm'ın en büyük düşmanlarından ikisi, babaları tara­fından biri Hazreç'li, biri Evs'li anne tarafından ise kuzen

olan ve kabilelerinde büyük nüfuza sahip olan iki adamdı. Evs'li Ebu Amir'e, tüy bir elbise giydiği ve ara-sira inziva­ya çekildiği için bazan «Rahip» derlerdi. Ebu Amir, İbra­him'in dinine bağlı olduğunu söylerdi; bu şekilde Yesribler arasında prestij ve dinî otorite kazanmıştı. Peygam­ber (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde, Ebu Amir ona gitmiş ve yeni dinle ilgili sorular sormuştu. Peygamber (s.a.v.) ona bu vahyin, İbrahim'in dininin (Bakara: 135) devamı oldu­ğunu anlatan bir âyetle cevap verdi. Ebu Amir: «Fakat ben o dine bağlıyım» dedi ve inkârda direnerek, Peygam­ber (s.a.v.)'i İbrahim'in dinini yalanladığını ve bozduğu­nu iddia ederek suçladı. Peygamber (s.a.v.) : «Hayır, ben onu bozmadım, temiz ve pak olarak getirdim» dedi. Ebu Amir: «Allah yalancıyı yalnız bir sürgün olarak öldürsün» dedi. Buna karşı Peygamber (s.a.v.) şu cevabı verdi; -öy­le olsun! Allah O söylediğini yalancının üzerine döndür­sün»[3]

Ebu Amir daha sonra otoritesinin gittikçe azaldığını farketti. Oğlu Hanzala'nın da müslüman olup, Peygamber (s.a.v.)'e bağlanmasıyla prestiji daha da azaldı. Bundan, kı­sa bir süre sonra, zaten çok az olan -on kişi- adamlarını toplayıp Mekke'ye gitti. Bu onun kendi kendine uyguladığı sürgünün başlangıcıydı.

Onun kuzeni olan Hazreç'li Abdulah İbn Ubey de, Pey­gamber (s.a.v.)'in gelişine sevinmemişti. Onun gelişiyle Ab­dulah fbn Ubey'in politik otoritesi sarsıldı; oğlu Abdullah ve kızı Cemile'nin de Peygamber (s.a.v.)'e tabi olduğunu görünce daha çok sinirlendi. Fakat Ebu Amir'in aksine İbn Ubey, yeni gelen adamın etkisinin er geç söneceğini dü­şünerek bekliyordu. O sırada uyguladığı politika karşı çık­mamaktı, fakat bazen buna rağmen duygularını ele veri­yordu.

Hazreç'in ileri gelenlerinden biri olan Sa'd İbn Muaz (r.)'ın hastalanması üzerine Peygamber (s.a.v.) onu ziya­rete gitmişti. Vadideki bütün zengin adamlar evlerini kale şeklinde yaparlardı. Peygamber (s.a.v.) Sa'd'ı ziyarete gi­derken, bahçe duvarının önünde çevresinde diğer Hazreç-lilerle oturan Abdullah tbn Ubey'in evinin (Muzahem) önünden geçiyordu. Bahçe duvarının dışında bineğinden indi ve ona selam verdikten sonra aralarında biraz oturup onlara Kur'an okumak ve İslam'ı anlatmak istedi. Fakat tam anlatmaya başlayacağı sırada Abdullah îbn Ubey ona döndü ve şöyle dedi: «Senin anlatacakların ger­çekse, hiçbir şey onlardan daha iyi olamaz. O halde evde, kendi evinde otur. Sana gelenlere anlat. Fakâtt sana gel­meyeni konuşmalarınla rahatsız etme ve istemediği halde topluluğuna girme». «Hayır» dedi bir ses, «bize onu anlat, topluluklarımıza, mahallelerimize ve evlerimize gir. Çün­kü biz onu seviyoruz, Allah bize merhamet etti ve bizi doğ­ru yola ulaşıtrdı». Konuşan Abdullah Îbn Ubey'in her za­man için kendisine güvenebileceğini düşündüğü bir adam olan Abdullah îbn Revaha idi. Hayal kırıklığına uğrayan lider tîbn Ubey), suratını asarak, arkadaşları tarafından terkedilen bir adamın yenilmeye mahkûm olduğunu anla­tan bir beyit okudu. Artık karşı koymanın anlamsız oldu­ğunu anlamıştı. Peygamber (s.a.v.) ise Abdullah'ın tamir edici çabalarına rağmen çok üzgün bir şekilde yoluna de­vam etti. Hasta adamın evine vardığında reddedilmenin üzüntü izleri hâlâ yüzünden okunuyordu. Sa'd hemen onu üzen meselenin ne olduğunu sordu. Peygamber (s.a.v.) Ab­dullah îbn Ubey'in küfrünün üzülmesine sebep olduğunu söylediğinde Sa'd: «Ey Allah'ın Rasulü, ona nazik davran, çünkü Allah seni bize verene delç biz ona taç giydirip, onu kral yapmayı tasarlıyorduk. Şimdi o kendi krallığını se­nin çaldığını sanıyor» dedi.

Peygamber (s.a.v.) bu sözleri hiç unutmadı, îbn Ubey'e gelince O, bir zamanlar çok büyük olan prestijinin gün geçtikçe azaldığını ve İslam'a girmezse tamamen yok ola­cağını anladı. Diğer taraftan islam'ı sözde kabul etmiş görünmesi onun otoritesini güçlendirirdi; çünkü Araplar, büyük bir sebep olmadıkça eski anlaşma bağlarını kopar­ın azlardı. Bu yüzden kısa bir süre sonra islam'a girdi.

Normal olarak Peygamber Cs.a.v.)*e Mat etmesine ve na­mazlara devam etmesine rağmen, mü'minler ondan hiçbir zaman emin olmadılar. Şüphe duydukları başka kişiler de vardı, fakat İbn Ubey farklı biriydi. Onun etkisiyle sami­mî olmaksızın yeni dine girdiğini açıklayan grup gittikçe artıyor, bu da onun tehlikesini artırıyordu.

Caminin henüz yapım halinde olduğu ilk aylardan bi­rinde cemaat büyük bir kayıpla karşılaştı: Vadide Peygam­ber (s.a.vj'e ilk biat eden adam olan Es'ad Ölmüştü. O, iki Akabe biati arasında Mus'ab'a ev sahipliği yapmışta Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: «Yahudiler ve Arap ikiyüz­lüler benim hakkımda şöyle diyecekler: 'Eğer o gerçekten peygamber olsaydı arkadaşı ölmezdi. Halbuki ben Allah'­ın isteği dışında ne kendime, ne de arkadaşım için birşey dileyemem».

Belki de Esad'm cenaze töreninde Selman'la Peygam­ber (s.a.v.) ikinci defa karşılaştılar, çünkü sonraki yıllar­da Selman bu olayı şöyle anlatıyor «Allah'ın Rasulü, Ba­ki El-Garkad'da[4] iken yanma gittim; orada bir arkadaşının tabutu başındaydı». Selman Peygamber (s.a.v.)'in oraya ge­leceğini biliyordu, bu yüzden zamanında oraya ulaşabil­mek için işini bıraktı ve Peygamber (s.a.v.)'i Ensar ve Mu­hacirlerden bir grupla oturur buldu. Onu selamladım» de­di Selman, «daha sonra Peygamberlik mührünü görme ümidiyle arkasına dolandım. Benim isteğimi anladı. Cüb-besini sıyırarak sırtını açtı. Hocamın -bana anlattığı şekil­de mührü gördüm. Eğildim, mührü Öptüm ve ağladım. Son­ra Peygamber (s.a.v.) bana yanma gelmemi söyledi. Önü­ne oturdum, ve başımdan geçenleri anlattım. Hikâyemi ar­kadaşlarının da dinlemesini istedi. Daha sonra müslüman oldum.»[5] Selman bir köle olduğu için Beni Kuray'zalılar arasında yaşıyor ve çok sıkı .çalıştırılıyordu. Bu yüzden, bu olaydan sonraki dört yıl boyunca müslümanlarla çok az ilişki kurabildi.

Ehli Kitap'tan İslama giren diğer bir adam da Beni Kaynuka'mn dini lideri Hüseyin İbn Selâm idi.-îbn Selâm (r.) gizlice Peygamber (s.a.v.)'e gelmiş ve biat etmişti. Bu­nun üzerine Peygamber (s.a.v.) ona Abdullah ismini ver­mişti. Abdullah, halkının kendisinin müslüman olduğunu duymadan önce, onlara kendi konumu hakkında sorular sorulmasını önerdi. Peygamber (s.a.v.) onun evine gitti ve Beni Kaynuka'mn ileri gelenlerini eve çağırdı. Onlara İbn Selâm'm onlar arasındaki konumunu sordu. Beni Kaynu-kalılar: «O bizim başkanımız ve başkanımızın oğlu; o bi­zim hahamımız ve en bilgili adamımızdır» diye cevap ver­diler. Abdullah ortaya çıktı ve onlara: «Ey Yahudiler, Allah'tan korkun ve O'nun size gönderdiği şeyi kabul edin Çünkü siz bu adamın Allah'ın Rasulü olduğunu biliyor­sunuz» dedi. Daha sonra kendisinin ve ailesinin Müslü­man olduğunu açıkladı. Bunun üzerine halk, o.nun, daha önce tasdikledikleri konumunu reddettiler.

îslâm, artık vahada tüm teşkilatıyla yerleşmişti. Vahy zekât vermeyi, Ramazan ayında oruç tutmayı farz kılmış, helâller ve haramları belirlemişti. Günde beş vakit namaz cemaatle kılmıyordu. Her namaz vakti müslümanlar yap­tıkları mescidin önünde toplanıyorlardı. Herkes namaz vaktini gökte güneşin konumuna, onun doğu ufkundaki ilk ışıklarına veya batıda güneşin batış şekline göre belirliyordu. Fakat kişiler farklı farklı vakitler belirleyebiliyor-du. Bu yüzden Peygamber (s.a.v,), namaz vakti geldiğinde müslümanları namaza çağıracak bir alete ihtiyaç duydu. İlk anda aklına yahudilerin borusu gibi boru öttürecek bir adam tayin etmek geldi. Sonradan fikrini değiştirdi ve o zamanki Hristiyanların kullandığı nakus adı verilen tah­ta çan kullanmaya karar verdi. Fakat bu iki aleti de hiç bir zaman kullanmadılar. Çünkü, İkinci Akabe'de biat eden bir Hazreç'Ii Abdullah îbn Zeyd (r.), bir rüya görmüş ve onu ertesi gün Peygamber (s.a.v.)'e anlatmıştı: «Üstünde iki parça kumaştan yeşil elbiseli bir adam yanımdan geç­ti, elinde bir nakus vardı. Ben: «Ey Allah'ın kulu, o naku-su bana satar mısın?» dedim. 'Onunla ne yapacaksın?' diye sordu. 'Onunla insanları namaza çağıracağız?' dedim. 'Sana bundan daha iyi bir yol göstereyim mi?' Ben: «Ne­dir o yol?» diye sordum. Adam: Allahu Ekber, Allah Bü­yüktür, demelisin' dedi. Ve bu ibareyi dört kez tekrarla­dı. Sonra ikişer kere de aşağıdakileri okudu: «Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet ederim, Muhammed'in Al­lah'ın Basulü olduğuna şehadet ederim, Haydi namaza. Haydi kurtuluşa, Allah Büyüktür'. Daha sonra bir kez Al­lah'tan başka gühah yoktur» dedi».

Peygamber (s.a.v.) bunun hak bir rüya olduğunu söy­ledi. Abdullah îbn Zeyd (r.)'den, sesi çok güzel olan Bi­lal (t.)'e rüyasında duyduğu sözlerin aynısını öğretmesini istedi. Camiye yakın en yüksek evlerden biri Neccar ka­bilesinden bir düğünde ellerini yukarı kaldırır ve şöy­le dua*ederdi: Allah'ım, Sana hamdediyorum ve Kureyş'm müslüman olması için senden onlara yardım etmen; isti­yorum. Daha sonra ayağa kalkar ve ezan okurdu. kadına aitti. Bilâl (r.) oraya her gün şafaktan önce gelir ve şafağın ilk ışıklarını beklerdi. Doğuda ilk solgun ışığı gör



--------------------------------------------------------------------------------

[1] 1.1. 361.
[2] 1.1. 386.
[3] 1.1.411-12
[4] Medine'nin güney-doğu köşesindeki mezarlık.
[5] 1.1. 141.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI)
MesajGönderilme zamanı: 10.02.11, 12:04 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 14.12.10, 17:07
Mesajlar: 70
40. Yenî Yuva


Cami'in bitirilmesine yakın Peygamber (s.a.v.), cami­nin doğu duvarına bitişik iki oda yapılması için emir ver­di. Biri hanımı Şevde (r.), diğeri de nişanlısı Aişe (r.) için­di. Binanın yapımı toplam yedi ay sürmüştü, Peygamber (s.alv.) bu süre içinde Ebu Eyyub (r.)'un evinde kaldı. Sevde'nin evi bitmek üzere ilçen, Zeyd (r.)'i, zevcesi Sevde'yi. kızları Ümmü Gülsüm Cr.) ve Fatuna tr.)*yı Medine'ye ge­tirmesi için Mekke'ye gönderdi. Ebu Bekir (r.) de oğlu Ab­dullah'a, Ümmü Rûmân, Esma ve Aişe'yi getirmesi için haber gönderdi. Zeyd kendi karısı Ümmü Eymen ve küçük oğullan Üsame'yi de beraberinde getirdi. Talha tüm taşı­nabilir mallarını elden çıkarmıştı, bu yüzden o da Zeyö'le beraber Medine'ye geldi, henüz yeni hicret ediyordu. Bu partinin gelişinden kısa bir süre sonra Ebu Bekir (r.) kızı Esma'yı annesi Safiye ile birlikte birkaç aydan beri Me­dine'de olan Zübeyr'le evlendirdi. Ebu Bekir'in kız kar­deşi Kureybe, yaşlı ve kör olan babaları Ebu Kuhafe'ye bakmak için Mekke'de kalmıştı. Kureybe'nin aksine, ba­bası henüz müslüman olmamıştı.

Peygamber <s.a.v.) Zeyd'in Ümmü Eymen (r.)'den baş­ka, kendi yaşında ikinci bir eş almasını uygun gördü ve Cahş'm oğlu Abdullah'tan güzel kızı ZeynebU istedi. İlk önceleri Zeynep İsteksizdi, bunun için bir sürü geçerli ne­deni de vardı. Zeyneb bir Kureyş'Uydİ, Fakat bu sebebi öne sürmesi inandırıcı olmadı. îki taraftan» saf Kureysli olan annesi Umeyme, Esed'ii bir adamla evlenmişti, Zeyd'in Kureyş kabilesine evlat edinildiği hesaba katılmazsa, onun ailesinin kabileler: olan Beni Kalk ve Beni Tayy, Beni Esed'e göre daha aşağı bir statüdeydi. Zeynep, Zeyd'le evlenme­sini Peygamber (s.a.v.)'in istediğini anlayınca, razı oldu, ve evlilik meydana geldi. O sıralarda kardeşi Hamne de Mus'ab'la evlenmişti. Bundan kısa bir süre sonra Zeyneb'in annesi Umeyme Medine'ye geldi ve Peygamber (s.a.v.)'e biat etti.

Peygamber (s.a.v.) ve kızları, Şevde ile birlikte yeni yapılan evde oturmaya başladılar. Bundan bir ya da iki ay sonra Aişe'rdn de artık evlenmesi gerektiği kararına vardılar. O sıralarda Aişe (r.), güzelliği göze çarpan do­kuz yaşlarında bir çocuktu. Güzelliği anne ve babasından kaynaklanıyordu. Kureyşliler babasına, yüzü güzel oldu­ğu için Atik derlerdi[1]. Annesi hakkında ise Peygamber (s.a.v.) şöyle derdi: «Kim Cennet'teki büyük gözlü Huri kızlarım görmek isterse, Ümmü Rûmân (r.)'a baksın.*[2] Peygamber (s.a.v.) uzun süreden beri Aişe'ye çok yakın­dı. Aişe (r.), Peygamber (s.a.v.}'le babasının Medine'ye hic­ret edip, kendisinin annesi ile birlikte Mekke'de kaldığı birkaç ay dışında, onu hergün görmeye alışmıştı. Küçük ya­şından beri O, anne ve babasının Muhammed (s.a.v.)'e, hiç kimseye göstermedikleri sevgi ve saygıyı gösterdiklerini farkediyordu. Ona bunun nedenleri de anlatılmıştı: O, Al­lah'ın Basulü idi, düzenli olarak Cebrail'le ilişki içindeydi ve O, semaya yükselip tekrar yeryüzüne döndüğü için in sanlar arasında seçkin bir adamdı. Onun görünüşü bile bu yükselişi gösteriyor ve Cennet zevklerinden birşeyler İletiyordu.' Onun mucize dokunuşunda bu zevk elle tutu­lur hale geliyordu. Herkes sıcaktan bayılırken onun elleri «kardan daha serin ve miskten daha güzel kokulu»[3] o1 yordu. Bunun yanısıra O, sanki ölümsüzmüş gibi yaşını göstermezdi. Gözleri parlaklığından birşey kaybetmemişti. Siyah saçları ve sakalı hâlâ gençliğin izini taşıyordu. Be­deni ise, Fil Yılından sonra geçen elli üç yıjın. sadece yarı­sını yaşamış bir adam olduğunu gösterecek kadar zinde görünüyordu.

Düğün için bir takım hazırlıklar yapıldı. Fakat bun­lar, Aişe'ye eşsiz ve büyük bir an yaşadığını hissettirecek denli büyük değildi. Evden ayrılmasından kısa bir süre önce Aişe bahçeye kaçmış ve bir arkadaşıyla oynamaya dalmıştı. Kendisi bu olayı şöyle anlatıyor: «Bir tahtere­vallinin üzerinde oynuyordum, uzun saçlarım darmadağı­nık olmuştu. Geldiler, beni alıp götürdüler ve hazırladı­lar.»[4].

Ebu Bekir (r.), Bahreyn'den kırmızı, ince çizgili bir kumaş almışta. Bundan Aişe (r.)'ye düğün elbisesi diktiler. Bu elbiseyi giydirdiler, annesi onu elinden tutup, dışında Ensar'dan bazı kadınların beklediği yeni evine götürdü. Onu şöyle selamladılar: Mutluluk ve iyilik dileğiyle -her şey iyi olsun». Daha sonra onu Peygamber .(s.a.v.)'İn ya­nma götürdüler. Kadınlar onun saçlarını tarayıp, takılar­la süslerken, Peygamber (s.a.v.) ayakta onları gülümseye­rek seyretti. Diğer düğünlerinin aksine bu düğünde yemek vermedi. Tören mümkün olduğu kadar sadeydi. Bir kâse süt getirilmişti. Peygamber (s.a,v.) kendisi içtikten sonra Kaseyi Aişe'ye uzattı. O, utanarak reddetti, fakat Peygamber (s.a.v.) ısrar edince İçti ve kaseyi yanında otu­ran kardeşi Esma'ya uzattı. Orada bulunanların hepsi de sütten içtiler. Daha sonra, gelin ve damadı yalnız bırakarak hepsi evlerine' gittiler.

Son üç yıl boyunca, Aişe'nin arkadaşlarının gelip Ebu Bekir'in avlusunda oynamadıkları çok az gün vardı. Aişe (r.)'nin Peygamber (s.a.v.)'in evine taşınması bu durumu değiştirmedi. Artık arkadaşları hergün onu yeni evinde zi­yaret ediyorlardı. Bunlardan bir kısmı kendisi gibi aile­siyle Mekke'de hicret edenler, bir kısmı ise Medine'de edindiği yeni arkadaşlardan oluşuyordu. Aişe CrJ şöyle anla­tıyor: «Ben, arkadaşlarımla beraber bebeklerimle oynar­dım. O sırada Peygamber Cs.a.v.) gelirdi. Onu görünce ar­kadaşlarım kaçışırlardı. Fakat Peygamber (s.a.v.} onları, ben onlarla beraber olmak istediğim için geri getirirdi.»[5]. Bazen onlar kaçmaya fırsat bulamadan: «Olduğunuz yer­de kalın.»" derdi. Çocukları sevdiği ve kızlarıyla oynama­ya alışık olduğu için bazan onlara katılıp birlikte oyun oy­nardı. Oyuncakların ve bebeklerin bir çok rolleri vardı. Aişe fr.) şöyle diyor: «Bir gün ben oyuncaklarımla oynarken Peygamber (s.a.v.) içeri girdi ve: «Ey Aişe, bu hangi oyun?» dedi. Ben: «Süleyman'ın atları» dedim. O da bana güldü.»[6] Fakat bazen geldiğinde onları rahatsız etmenıpk için cübbesine bürünür beklerdi.

Aişe (rj'nin yaşamının üzücü bir yanı da vardı. Yesrib, tüm Arabistan'da, belli bir mevsimde -yayılan ateşli humma hastalığıyla tanınırdı. Bu, Özellikle vakaya yaban­cı olanları yakalayan bir hastalıktı. Peygamber (s.a.v.) hum­maya yakalanmamıştı, fakat onun en yakın arkadaşlar: -Ebu Bekir, azatlısı Amir (r.) ve Bilal ( hummaya tu­tulmuşlardı. Bir sabah Aişe babasını ziyarete gitti ve uç adamı yan baygın halde yatarken bulunca dehşete kapıl­dı. «Babacığım, nasılsın?» diye sordu. Fakat babası ceva­bını dokuz yaşındaki bir kızın anlayabileceği seviyeye in-diremeyecek derecede hastaydı. Bu yüzden iki mısrahk bir şiirle cevap verdi:

«Herkes her sabah akrabalarına iyi günler diler,

Ve ölüm onun ayakkabısının bağından daha yakındır».

Aişe babasının sayıkladığını zannetti ve Amir'e döndü. Ölmese de ölüme çok yaklaşan Amir de ona şiirle cevap verdi. O sırada Bilal hummadan kurtulmuştu, fakat hiçbir şey yapacak gücü olmadığı için evin avlusunda yatıyor-

Buna rağmen, konuşacak kadar gücü vardı, şu sözleri söyledi:

«Ah, geceleyin bir daha uyuyabilecek miyim?
Mekke dışında yetişen sümbül ve kekiklerin arasında?
Mecenne[7] sularından bir daha içip,
Şâme ve Tafîl[8] bir daha görebilecek miyim?"

Aişe çek üzgün bir şekilde eve döndü. «Ateşten, akıl­ları başlarından gitmiş bir halde sayıklıyorlar» dedi. Pey­gamber (s.a.v.î, Aişe, anlamasa da çocuk hafızasıyla on­ların söylediklerini kelimesi kelimesine tekrarlayınca ikna oldu. Ve şöyle dua etti: «Allah'ım, Mekke'yi bize sevgili kıldığın gibi,. Medine'yi de bize sevgili kıl, hatta daha da sevgili. Bize suyunu ve ekinlerini ver ve hummayı bura­dan Mahya'ah[9] kadar uzaklaştır»[10] Allah onun duasını kabul etti.


--------------------------------------------------------------------------------

[1] I. H. 161,
[2] I. S. VII, 202.
[3] B.fXr, 2
[4] i. s. vm, 40-1.
[5] A.g.e., 41.
[6] A.g.e., 42
[7] Mekke'ye yakın bir yerin ad.
[8] Mekke'de 2 tepe,
[9] Medine'nin yedi günlük deve yolu güneyinde bir yer.
[10] 1.1. 414.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI)
MesajGönderilme zamanı: 10.02.11, 12:05 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 14.12.10, 17:07
Mesajlar: 70
41. Savaşa Başlangıç


«Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, anlara karşı savaş açı-1 lana (mû'minlere savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yar-dtm etmeye güç yetirendir. Onlar, yalntzcû: «Rabbimiz. Allah'tır» demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıka rtldtlar». (Hacc: 39-40).

Bu vahy, Peygamber (s.a.v.) 'e Medine'ye ulaştıktan kısa bir süre sonra indi. Peygamber buradaki iznin emir anlamında olduğunu biliyordu. Yahudilerle yapılan anlaş­mada da, savaş gerekleri belirlenmişti. Fakat şu an için sa­dece baskın yapılabilirdi, başka türlü bir saldırı düşünü­lemezdi. Kureyglilerin kervanları saldırıya açıktı; özellikle ilkbaharda ve yazın ilk aylarında, Suriye'ye yaptıkları ti­caret aktif olduğu sırada, Medine'den yapılacak olan sal­dırılara savunmasız kalabilirlerdi. Sonbahar ve kış ayla­rında ise kervanlarını daha çok güneye, Yemen ve Habe­şistan'a gönderiyorlardı.

Medine'de, kervanlarla ilgili toplanan bilgiler, kesin olmaktan uzaktılar, çünkü sık sık son anda plân değişikli­ği olurdu. Mekke kervanları, Medine'li müslümanlarm yap­tığı ilk saldırılardan kurtuldular. Fakat, bununla birlikte, Müslümanlar, Kızıl Deniz kıyısındaki stratejik noktalarda yaşayan Bedevi kabilelerle anlaşma yapmayı başardılar.

Peygamber (s.a.v.) Medine dışına çıkınca şehirde kendi adına yönetimi devralan bir arkadaşını, Hazreç liderlerinden Sa'd İbn Ubede'yi vekil olarak tayin etti. Bu olay Hic­ret'ten onbir ay sonra meydana geldi. O zamandan sonra Peygamber (s.a.v.) bir daha sefere katılmadı ve giden gru­ba, elinde uzun bir sopanın ucunda beyaz bir bez taşıyan bir lider tayin etti. îlk yıl, Peygamber (s.a.v.) sadece Muha-cir'lerden bir grubu akma gönderiyordu. Fakat 623 Eylül'-ünde, Cumah'lı lider Umeyye yönetiminde ve yüz silahlı adam eşliğinde, zengin bir kervanın kuzeyden geldiği bi­berleri Medine'ye ulaştı. Umeyye, her zaman için İslam'ın en azgın düşmanlarından biri olmuştu-, muslümanların sal­dırmak istemesinin diğer bir nedeni de ele geçirecekleri ganimetlerdi. Ticarî eşyaların yaklaşık 2500 deveye yüklen­diği söyleniyordu. Fakat sadece Muhacirler yüz Kureyşli'ye karşı koyamazlardı. Bu yüzden, Peygamber (s.a.v.) bu sefer, yansını Ensar"ın oluşturduğu İkiyüz adam gönderdi. Fakat bu kez de bilgiler yetersizdi ve yine hiçbir çatışma olmadı. Bundan yaklaşık üç ay sonra, daha az korunan zengin bir kervanı daha kaçırdılar. Kervan, Şemsti Ebu Süfyan'ın Suriye'ye götürdüğü mallarla yüklüydü. Kerva­nın haberi Medine'ye geç ulaşmıştı; Peygamber (s.a.v.) ve adamları, Medine'nin güney-batısından Kızıl Deniz'e açı­lan Yenbu' ovasmdaki Uşeyre'ye vardıklarında, kervan çoktan oradan geçip gitmişti. Fakat Ebu Süfyan, belli bir süre sonra, belki de daha fazla yükle Suriye'den dönecek­ti, îşte o zaman, Allah dilerse, onları kaçırmayacaklardı. Henüz hiçbir çatışma meydana gelmemiş olmasına rağ­men, Kureyşliler Medine'deki düşmanlarına karşı alarm­daydılar. Fakat, bu durumun güney, ticaretlerini engelle­meyeceğini zannediyorlardı. Bu zanlan tersine çaktı. Çün- * kü Peygamber (s.a.v.) Yemen'den gelen bir kervanın ha­berini aldı ve kuzeni Abdullah İbn Cahş'ı, sekiz Muhacirle birlikte, Taif ve Mekke arasındaki Nahle ovasında bekle­mek üzere gönderdi. Recep aynıdaydılar, yani yılın dört haram ayından biri. Peygamber (s.a.v.) Abdullah'a saldın emri vermemişti, sadece haber getirmesini söylemişti. Şüp­hesiz, ileriki saldırılarda hazırlıklı bulunmak için güney kervanlarının ne derece korunduğu hakkında fikir, sahibi olmak istiyordu.

Muhacirler, Nahle'ye varıp, yolun çok yakınında gizli bir yere konakladıklarında, küçük bir Kureyş kervanı, on­lardan habersiz, yakınlarında bir yere konakladı. Develer, deri, kuru üzüm ve diğer ticari eşyalarla yüklüydü. Ab­dullah ve arkadaşları bir ikilem içindeydiler: Peygamber (s.a.v.)'in tek açık emri onların haber getirmesiydi; fakat onlara savaşmaları gerektiğini söylememiş ve haram ay lardan da bahsetmemişti. İslam öncesi bu yasak, şinidi de g&çerli mi, diye kendi kendilerine soruyorlardı. Şu âyeti de düşünüyorlardı: «Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü'minlere savaşma) izni ve­rildi... Onlar haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıka­rıldılar». (Hacc : 39).

Kureyşle savaş halindeydiler. Bunun yanisıra, kervan-dakiler, arasında, Mekke'deki diğer kabileler arasında İs­lam'a en çok düşmanlık gösteren Mahzum kabilesinden iki adam vardı. Receb'in son gününün sabahmdaydılar; güne­şin batmasıyla, haram ay olmayan Şaban, ay'ina girecek­lerdi. Fakat o zamanda, düşmanlar haram ayla değil, haram bölge ile korunacaklardı. Çünkü güneş batıncaya kadar Mescid-i Haram'a ulaşacaklardı. Bir- müddet süren kararsızlıktan sonra saldırmaya karar verdiler. İlk attıkla­rı okla, Abdu'ş-Şems kabilesinin müttefiki olan Kinde kabi­lesinden bir adamı öldürdüler. Hemen arkasından, -zum'lu Osman'ı ve bir azatlı olan Hakem'i esir aldılar. Fa­kat Osman'ın kardeşi Nevfel, Mekke'ye kaçmayı başardı.

Abdullah (r.) ve adamları, develeri, esirleri ve ticarî eşyaları Medine'ye getirdiler. Abdullah getirdiklerinin beş­te birini Peygamber (s.a.v.)'e verdi, geri kalanlarını da ar kadaşlarıyla paylaştılar. Fakat Peygamber fs.a.v.) verilen­leri kabul etmedi ve: «Size haram ayda savaşmanız için izin vermemiştim» dedi. Bunun üzerine bu Muhacirler gru­bu günah işlediklerini anladılar. Medine'deki arkadaşları onları haram aya tecavüzle suçladılar; Yahudiler bunun Peygamber ts.a.v.) için kötü bir şöhret olacağını söyledi­ler. Kureyşliler ise 'Mühammed Cs.a.v.) haram aya tecavüz etti' diye her tarafta propagandaya giriştiler Bunun \ üzerine şu âyetler nazil oldu:

«Sana haram olan ay'ı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Allah kaanda ise, Allah'ın yolun­dan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Harama (ziyaretçilerin girmelerine) engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır). Fitne ise, katilden beterdir». (Bakara: 217),

Peygamber (s.a.v.) bu âyeti şöyle yorumladı; Haram aylarda savaşmak yine haramdı, fakat bu durum bir istis­naydı. Bu yüzden Abdullah'ın verdiği beşte biri toplumun genel harcamalarında kullanmak üzere kabul etti. Mah-zum kabilesi esirleri için fidye göndermişti, fakat onların azatlısı Hakem müslüman oldu ve Medine'de kaldı. Bu nedenle Osman, Mekke'ye yalnız döndü.

O Şaban ayında, çok büyük önem taşıyan bir vahiy nazil oldu. İlk kelimeleri, Peygamber fs.a.v.) 'in kıble tayini için gösterdiği aşırı dikkate değiniyordu. Camide kıble, Mihrabla, yani Kudüs'e yönelik duvarın ortasında konan taşlarla belirlenmişti. Fakat şehir dışında iken kıble, gü­neş ve yıldızlara bakarak belirlenebiliyordu.

«Biz, senin, yüzünü çok defa göğe doğru, sağa-sola çevirip-dur-duğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnut olacağın kıbleye çe­vireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin». (Bakara: 144).

Bunun üzerine Mescid'in Mekke'ye bakan güney duva­rına, bir Mihrab yapıldı. Bu değişiklik Peygamber (s.a.v.) 'i de memnun etmişti. O günden itibaren müslümanlar, beş vakit namazda ve diğer namazlarda yüzlerini Kâ'be tara­fına çevirdiler.


42. Bedîr'e Doğru


Ebu SûJfyan ve arkadaşlarının aldıkları mallarla Suri­ye'den dönme zamanı gelmişti. Peygamber Is.a.v.) Talha ve Ömer'in kuzeni Sa'd'ı, -Hanîflerden olan Zeyd'in oğlu- Me­dine'nin batısındaki sahilde yeralan Havra'ya, kervanla il­gili haber almaları için gönderdi. Bu şekilde, gün ey-batıya hızb bir yürüyüşle kervanı sahile yaklaştırmak daha da kolay olacaktı. Gönderdiği iki gözcü Cüheyne kabilesin­den bir adamın evinde, kervan geçinceye kadar misafir edilmişti. Fakat bu zahmetler boşa gidebilirdi. Çünkü Me­dine'deki yahudilerden veya münafıklardan biri, Peygam­ber (s.a.v.)'in plânını Ebu Süfyan'a haber vermişti. Bunu duyan Ebu Süfyan, Gıfari kabilesinden Demdem adındaki Wr adamı Mekke'ye haber vermesi ve onlan koruyacak bir ordu hazırlamalarını söylemesi için gönderdi. Bu sırada kendisi de, gece-gündüz kervanıyla sahil yolunda hızla iler­liyordu.

Acil durumda olan sadece Ebu Süfyan değildi. Peygam­ber (s.a.v.) Medine'de mümkün olduğu kadar uzun süre kalmak istiyordu, çünkü kızı Rukiyye tr.) çok hastaydı. Fakat kişisel sorunlar engelleyici olmamalıydı, bu yüzden Peygamber (s,a.vj, gönderdiği gözcülerin dönmesini bekle­meden yola koyulmaya karar verdi. Medine'ye vardıkla­rında, Muhacirlerden ve Ensardan oluşan, toplam 305 kişi olan bir ordu kurulmuştu. O sırada Medine'de eli silah tu­tan yetmiş yedi Muhacir vardı. Üçü hariç hepsi oradaydılar: Bunlardan biri Peygamber (s.a.v.)'in damadı Osmandı.Peygamber (s.a.v.), onun hasta karısına bakmak için Me­dine'de kalmasını istemişti. Diğer ikisi ise Talha (r.) ve Sa'd (r.) idi. Onlar Medine'ye vardıklarında ordu çoktan yola çıkmıştı.

tik konaklarında, Peygamber (s.a.v.)'in kuzeni Zühre kabilesinden Sa'd, on beş yaşındaki kardeşi Umeyr'i üzün­tülü görünce, ne olduğunu sordu. «Korkuyorum» dedi Umeyr, «Allah'ın Rasulü beni görür de çok küçük oidugu-mu söyler ve beni geri gönderir diye korkuyorum. Fakat ben gitmek istiyorum. Çünkü, belki Allah bana şehadeti tattırır». Korktuğu başına gelmişti. Peygamber (s.a.v.) or­duyu düzene sokarken onu gördü ve çok küçük oıdugu için Medine'ye geri dönmesini istedi. Fakat Umeyr ağlayınca, Peygamber (s.a.v.) kalmasına izin verdi. «O kadar küçük­tü ki,» dedi Sa'd, «Kılıç kayışını kısaltmak zorunda kal­dım».

Üzerinde üç veya dört kişiyi taşımakta olan yetmiş de­veleri, biri Zübeyr'e ait olan üç de atları vardı. Beyaz san­cak Mus'ab (r.)'a verilmişti. Çünkü o, savaşta Kureyşlile-rin sancaktarı olan Abdu'd-Dar sülalesindendi. Bu öncü kolun hemen arkasında, Peygamber (s.a.v.) yer alıyordu. Onu da, biri Muhacirleri, diğeri Ensar'ı temsil eden iki siyah flama takip ediyordu. Bu flamalardan birini Ali (r.), diğerini Evs'li Sa'd Ibn Muaz (r.) taşıyordu. Peygamber (s.a.v,)'in yokluğunda Medine'de namazları âmâ olan îbn Ümmü Mektum (r.) kıldıracaktı. Onun hakkında şu ayet nazil olmuştu: «Surat astı ve yüz çevirdi, kendisine o kör geldi diye»

[1]Demdem'in Mekke'ye ulaşmasından önce Peygamber (s.a.v.)'in halası Atike korkunç bir rüya görmüş ve bunu Kureyş'i bekleyen felâkete yormuştu. Rüyadan çok etkile­nen Atike kardeşi Abbas'a haber göndermiş ve gördükle­rini ona anlatmıştı: «Deveye binen bir adam gördüm, va­dinin ortasında devesinden indi ve en yüksek sesiyle: 'Ey vefasız insanlar, üç gün içinde sizi mahvedecek olan felâ­kete hazırlanın' diye bağırdı. İnsanların onun etrafında toplandığını gördüm. Daha sonra etrafındaki insanlarla birlikte Mescid-i Haram'a girdi. Devesi onu, insanların ara­sından, Kâ'be'nin çatısına götürdü. Orada yine aynı şe­kilde bağırdı. Daha sonra devesi onu Ebu Kubays tepesine taşıdı, oradan da insanlara aynı şekilde bağırdı. Sonra yerden bir kaya aldı ve tepeden aşağıya fırlattı. Kaya te­penin eteklerine ulaştığında ikiye ayrılmıştı. Mekke'de ka­yanın bir parçasının darbe vurmadığı bir tek ev kalma­mıştı».

Abbas kızkardeşinin rüyasını arkadaşı Velid'e -Utbe'-nin oğlu- anlattı. Velid de bunu babasına anlattı ve haber tüm şehre yayıldı. Ertesi gün Ebu Cehil, Abbas'm yanında alaylı bir sesle şöyle dedi: «Ey Abdu'l-Muttalib oğulları, ne zamandan beri aranızdaki kadın peygamber size gayb-dan haberler veriyor? Erkeklerinizin peygamber rolü oyna­ması yetmedi mi? Şimdi sıra kadınlarınızda mı?» Abbas, verecek bir cevap bulamadı, fakat Ebu Cehil, ertesi gün Ebu Kubays tepesinden Demdem'in sesi tüm şehri çınlat­tığında cevabını aldı. İnsanlar evlerinden fırladılar ve onun etrafında toplandılar. Ebu Süfyan ona çok para ödemişti, bu nedenle rolünü güzel oynamalıydı. Devenin üstünde, ters bir şekilde oturmuştu, bunun yanısıra felâket işareti olarak devesinin burnunu da yatmıştı. Devenin burnun­dan kanlar akıyordu. Kendi üstündeki giysiyi de parça­lamıştı. «Ey Kureyşliler» diye bağırdı, «Kervan develeri, kervan develeri, Ebu Süfyan'la beraber olan mallarınız! Mu-hammed ve adamları onlara saldırdı. Yardım edin! Yar­dım edin!».

Şehir birden bîre telaşa büründü. Şimdi tehlikede olan kervan, yılın en zengin kervanıydı ve çoğu onu yitirmek­ten korkuyordu. Hemen bin kişilik bir ordu toplandı. Nehle'de haram ayda öldürülen Abdu'ş-Şems'in müttefiki Amr'ı kasdederek : «Muhammed ve arkadaşları bu kervanın, İbn el-Hadramî'nin kervanı gibi olduğunu mu zannediyorlar?» diyorlardı. Sadece Adiy kabilesi orduda yer almıyordu. Kendi yerine, para vererek bir Mahzum'luyu gönderen Ebu Leheb'den başka diğer bütün kabile reisleri bir grup askerle savaşa katılıyorlardı. Beni Hasim ve Beni Muttalib kabilelerinin de kervanda malları vardı ve onları koruma­yı şeref meselesi yapıyorlardı. Bu nedenle Talib iki kabile­den de bir grup adam çıkardı. Abbas da aracılık yapmak için onlarla birlikte gitti. Esed kabilesinden Hadice'nin ye­ğeni Hakim de aynı amaçla onlara katıldı. Ebu Leheb gibi Cumah'm lideri Umeyye de, yaşlı bir adam olduğunu ileri sürerek Mekke'de kalmaya karar verdi. Fakat o Mescid-i Haram'da otururken Utbe geldi, onu önüne güzel koku ya­yan bir buhurdanlık koyarak: «Bundan kendine güzel ko­ku sür Ebu Ali, çünkü sen kadınlar gibisin» dedi. «Allah belânı versin» diye Umeyye, diğerleriyle birlikte yola çık­mak üzere hazırlandı.

Peygamber (s.a.v.) Medine'den güneye giden direkt yoldan ayrılmış ve batıda Suriye'den Mekke'ye gideni sahil yolu üzerinde yer alan Bedir'e yönelmişti. Ebu Süfyan'ı Bedir'de yakalamayı planlıyordu. Bu nedenle müttefikleri olan Cuheynelilerden oraları iyi tanıyan iki adamı gözcü olarak gönderdi. Gözcüler Bedir kuyusunun üstündeki bir tepede konakladılar. Su doldurmak için kuyunun yanına geldiklerinde, köyden iki kızın aralarında konuştuklarına kulak misafiri oldular. Biri diğerine: «Kervan ya yarın, ya da öbür gün gelecek, onlar için çalışıp para kazanacağım ve sana olan borcumu ödeyeceğim» diyorlardı. Gözcüler bunları duyunca Peygamber (s.a.v.)'e haberi ulaştırmada acele ettiler. Bir müddet daha kalmış olsalardı, batıdan ku-vuya doğru güçlü bir atlının geldiğini göreceklerdi. Atlı Suriye'den Mekke'ye giden ve Bedir'den geçen yolun, gü­venilir olup olmadığını kontrol etmek için kervanın önün­den giden Ebu Süfyan'dı. Suyun yanma geldiğinde köylü­lerden birine rastladı ve ona bir yabancı görüp görmedi­ğini sordu. Köylü, iki yabancının gelip tepede konakladık­larını ve su doldurup gittiklerini haber verdi. Ebu Süfyan onların konakladığı tepeye gitti, götürdüğü deve pislikleri­ni parçaladı. İçlerinde hurma çekirdekleri vardı. «Tanrım,» dedi, «Bu Yesrib'in yemi». Aceleyle geri döndü ve kervanı Bedir'i sol tarafına alıp deniz kıyısına doğru yöneltti.

O sırada iki gözcü Peygamber (s.a.v.)'e kervanın erte­si gün veya iki gün sonra geleceği haberini ulaştırdılar. Kervan mutlaka, Suriye ile Mekke arasındaki en eski ko-noklardan biri olan Bedir'de duracaktı. Müslümanların on­ları orada bastırıp, şaşırtmaya vakitleri vardı.

Dana sonra Kureyşlilerin bir ordu hazırlayıp yola çık­tıklar} haberi ulaştı. Bunu her zaman bir ihtimal olarak gözönünde bulundurmuşlardı. Fakat bu ihtimalin gerçekleş­tiğini öğrenince Peygamber (s.a.v.) sahabilerine danışıp, devam etme veya geriye dönmek için bir karar verme ge­reğini hissetti. Ebu Bekir tr.) ve Ömer Cr.), Muhacirler adı­na devam etme kararım açıkladılar. Onların söyledikleri­ni kuvvetlendirir bir şekilde, Beni Zühre'nin müttefiklerin­den biri olan ve Medine'ye yeni gelen Mikdad ayağa kalktı ve şöyle dedi: «Ey Allah'ın Rasulü, Allah sana ne yapman gerektiğini söylediyse onu yap. Biz tsrailoğullannin Mu­sa'ya- dediği gibi: 'Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz şüphesiz burada duranlarız' Maide : 24) demeyiz. Biz şöy­le deriz: «Sen ve Rabbin gidin, ikiniz savaşın, sizinle bir­likte, sağınızda, solunuzda, ön ve arkanızda biz de sava­şacağız». Abdullah İbn Mes'ud daha sonraki yıllarda, Pey­gamber (s.a.v.)'in bu sözleri duyduğunda nasıl yüzünün parladığım anlatırdı. O buna şaşırmamıştı, çünkü Muha­cirlerin tamamen kendisiyle birlikte olduğuna inanıyordu. Fakat aynı şey, orada bulunan Ensar'ın tümü İçin de söy­lenebilir miydi? Ordu, Medine'den kervanı yakalamak için yola çıkmıştı. Fakat şimdi daha büyük bir orduyla karşı­laşma İhtimali ortaya çıkmıştı. Bunun yanısıra, Medine'-liler Akabe'de, onu, kendi sınırları içinde korumak üzere söz vermişlerdi. Ancak kendi ülkelerinde onu, eşlerini ve çocuklarını korudukları gibi koruyacaklardı. Acaba Medi­ne dışındaki bir düşmana karşı da onu korumaya hazır mıydılar? «Ey insanlar, benimle istişare edin» dedi. Hitap geneldi, fakat o, aralarında henüz kimsenin konuşmadığı Ensar'ı kasdediyordu. Sa'd İbn Muaz (r.) ayağa kalktı ve : «Ey Allah'ın Rasulü, zannedersem insanlar derken bizi kas­tediyorsun» dedi. Peygamber (s.a.v.) bunu onaylayınca konuşmasına devam etti: Biz sana güveniyoruz, bize söyle­diklerine inanıyoruz ve getirdiğin şeyin hak olduğuna şa­hadet ediyoruz. Biz, dinlemek ve itaat etmek üzere sana söz verdik. O halde ne istiyorsan onu yap, biz seninle bir­likteyiz. Seni Hak'la gönderene yemin olsun ki, eğer bize şu ileriki denizden geçmemizi emretsen ve kendin suya dal­san, biz de seninle birlikte dalarız. Hiç birimiz geride kal­mayız. Yarın o düşmanla karşılaşmaktan da çekinmiyoruz. Biz savaşta deneyimli ve çatışmada güçlüyüz. Belki de Al­lah, bizim yiğitliğimizi sana gösterir de senin gözlerin se­rinlikle dolar[2] O halde Allah'ın yardımıyla bize önderlik et».

Peygamber (s.a.v.) bu sözlere çok sevindi. Ya kervan ya da ordudan sadece biriyle savaşmaları gerektiği kanı­sındaydı. «İleri* dedi, «Neşelenin, çünkü Yüce Allah, ba­na iki gruptan birini söz verdi. Şimdiden düşmanı yenil­miş bir halde görüyorum»[3].

Kendilerini en kötü ihtimale hazırlamış obualarına rağ­men yine de içlerinde, kervanıIe geçirip, Kureyş ordusu gelmeden Medine'ye ganimetler ve esirlerle dönme ümidi vardı. Fakat, Bedir"e bir günlük uzaklıktaki bir konağa var­dıklarında, Peygamber (s.a.v.î ve Ebu Bekir önden gidip rastladıkları yaşlı bir adamdan bilgi aldılar ve Mekke or­dusunun yakında olduğu kanaatine vardılar. Kamp yerine döndüler, gece yarısına kadar beklediler. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) üç kuzenini, Ali, Zübeyr ve Sa'd'ı di­ğer birkaç arkadaşıyla birlikte, Mekke ordusunun veya ker­vanın kuyudan su alıp almadıklarım Öğrenmek Üzere Be­dir kuyusuna gönderdi Gönderdiği adamlar kuyuya var­dıklarında Kureyş ordusu için su dolduran iki adama rast­ladılar. İkisini de yakalayıp, Peygamber (s.a.v.)*e getirdi­ler. O sırada Resululîah (s.a.v.) namaz kılıyordu. Onun bitirmesini beklemeden Kureyş ordusunun su taşıyıcıları olduklarım söyleyen iki adamı sorguya çekmeye başiadı-lar. Soranlardan bazıları onların yalan söylediğini düşün­meyi tercih ediyordu, çünkü onlan, Ebu Süfyan'm kervan için su doldurmak üzere gönderdiğini ümit ediyorlardı. İki adamı, «Biz Ebu Süfyan'm adamlarıyız» diyene kadar döv­düler, sonra serbest bıraktılar. Peygamber (s.a.v.1 namaz­da son oturuşunu yaptı ve selam verdi. Sonra: «Sizo doğ­ruyu söylediklerinde onları dövüyorsunuz, yalan söyledik­lerinde ise bırakıyorsunuz. Onlar gerçekten Kureyş ordu­sunun adamları» dedi. Daha sonra iki adama dönerek: «Siz ikiniz, bana Kureyş'in nerede olduğu hakkında bilgi verin» dedi. Adamlar Akankal'ı işaret ederek: «Onlar şu tepenin arkasındalar, tepenin ötesindeki vadideler» dedi­ler. Peygamber (s.a.v.î : «Kaç kişiler?» diye sordu. «Çok. dediler, fakat kesin bir sayı söyleyemediler. Bunun üzeri­ne Peygamber fs.a.v.) onlara günde kaç hayvan kestikle­rini sordu. «Bazı günler dokuz, bazı günler on» diye cevap verdiler. Peygamber (s.a.v.) buna karşılık şöyle dedi: «O halde dokuzyüz kişi İle bin kişi arasındadırlar. Peki hangi Kureyş liderleri ordunun arasında?» Onbeş tane isim say­dılar. Bunların arasında şu isimler vardı: Abdu'ş-Şems'ten iki kardeş, Utbe ve Şeybe; Nevfel kabilesinden Haris ve Tu'ayme; Abdu'd-Dar'dan, kendi Farisî hikâyelerini Kur'-an'la karşılaştıran Nadr; Esed kabilesinden Hadice'nin üvey kardeşi Nevfel; Mahzum'dan Ebu Cehil; Cumah'tan Umey-ye; Amir'den Süheyl. Bu önemli İsimleri duyan Peygam­ber (s.a.v.î adamlarını topladığında: «Mekke, hayatının en iyi parçalarım sizin önünüze atıyor» dedi.

Bin kişilik güçlü Kureyş ordusunun haberinin Ebı Süfyan'a ulaşması uzun sürmemişti. Fakat o zamana ka dar kervan, kendisini korumaya gelen ordunun düşmante kervan arasında duvar olacağı bir konağa ulaşmıştı. Ker­vanın artık güvende olduğunu hisseden Ebu Süfyan Ku­reyş ordusuna bir elçi gönderdi: «Siz develerinizi, malla­rınızı ve adamlarınızı korumak üzere geldiniz. Allah on­ları korudu, o halde geri dönün». Bu mesaj Kureyş ordu­suna, Bedir'in biraz güneyindeki Cuhfe'de konakladıkları sırada ulaşmıştı. Ordunun daha fazla ilerlememesi için bir neden daha vardı. Beni Muttalib'den bir adamın -Cuheym-gördüğü rüya, veya hayal nedeniyle tüm kampı karam­sarlık bürümüştü. Cuheym şöyle diyordu: «Uyku ile uya­nıklık arasında, yanında bir deveyle birlikte at üstünde bir adamın yaklaştığını gördüm. Atından indi ve 'Utbe, Şey-be, Ebul-Hakem ve Umeyye' -sonra adamın, söylediği di­ğer kabile liderlerini de saydı- hepsi kılıçtan geçirilecek». -Daha sonra» dedi Cuheym: «devesinin göğsünü bıçakla yaraladı ve onu çadırların arasında koşması için serbest bıraktı. Kampta devenin kanı sıçramayan bir tek çadır kalmadı». Ebu Cehil, Cuheym'in anlattıklarını duyunca, se­sinde zafer dolu bir hava ile: «îşte, Abdu'l-Muttalib oğul­larından bir Peygamber daha» dedi. «Bir peygamber daha» demesinin sebebi, Haşim ve Muttalib oğullarının bir tek kabile olarak kabul edilmesiydi. Kamptaki bu karamsar­lığı yok etmek isteyen Ebu Cehil, oradakilerin tümüne hi­tap ederek şöyle dedi: «Tanrıya andolsun ki, Bedir'e git­meden geri dönmeyeceğiz. Orada üç gün kalacağız-, deve­ler kesip şölen, kuracağız; şarap su gibi akacak ve dansöz­ler bize şarkı söyleyip dansedecekler. Araplar bizim bu muhteşem yürüyüşümüzü ve topladığımız gücü duyacak­lar. Bundan sonra bize karşı hep korku ve saygı duyacak­lar. Bedir'e, ileri!».

Abbas îbn Şerik, müttefiki olduğu Zühre kabilesi ile "beraber gelmişti; şimdi ise onlan Ebu CehİFe kulak asma­maları için ikna etmeye çalışıyordu. Zühre'lileri ikna et­meyi başardı ve hepsi Cu'fe'den Mekke'ye döndüler. Ta-lib de adamlarından bir kısmıyla geri dönmüştü. Çünkü Kureyş'ten bazıları ona şöyle demişlerdi: «Ey Haşimoğul-ları, sizin şu anda bizimle olmanıza rağmen, gönüllerinizin Muhammed'le birlikte olduğunu biliyoruz». Abbas buna rağmen Bedir'e gitmeye karar verdi ve yanına üç yeğeni­ni aldı: Hâris'in oğullan Ebu Süfyan ve Nevfel ile Ebu Talib'in oğlu Akil.

Tepenin arkasında, biraz kuzey-doğuda müslümanlar çadır bozuyordu. Peygamber (s.a.v.) Bedir kuyularına düşmandan önce varmaları gerektiğini biliyordu. Bu nedenle hemen yola çıkma ve hızla ilerleme emri verdi. Yola çık­malarından biraz sonra yağmur yağmaya başladı. Müs­lümanlar bunun Allah'tan bir yardım işareti olduğunu dü­şünerek sevindiler. Yağmur sayesinde insanlar zindeleşti, üzerinde yol aldıkları Yelyel kumu ise yatıştı, yağmur, müs-lümanlann solunda, Bedİr'in aksi yönündeki Akankal te­pelerini henüz tırmanacak olan düşmanları engelliyordu. Kuyuların hepsi önlerindeki eğimde sıralanıyordu. Peygam­ber (s.a.v.) geldikleri ilk kuyunun yanında konaklama em­ri verdi. Fakat Hazreç'Ii Hubâb İbn el-Munzir (r.) ona gel­di ve: «Ey Allah'ın Rasulü (s.a.vJ, bu konakladığımız yer­den ne ilerleyip ne de gerilemeden durmamızı Allah mı sana emretti, yoksa bu senin görüşün ve savaş stratejin mi?» dedi. Peygamber (s.a.vJ bunun sadece bir görüş ol­duğunu söyleyince Hubâb devam etti: «Burada konakla­mayalım. Ey Allah'ın Rasulü, düşmana yakın kuyuların en büyüklerinden birinin yanma varıncaya kadar ilerleyelim. Orada konaklayalım, diğer bütün kuyaları kapatıp, kendi­miz için bir sarnıç hazırlayalım. O zaman düşmanla kar­şılaştığımızda bizim içecek suyumuz olur, onlarınsa suyu olmaz». Peygamber (s.a.v.) bu görüşü kabul etti ve Hubâb'-ın plânı ayrintıyia uygulandı, ilerideki bütün kuyular ka­patılıp, bir sarnıç hazırlandı. Herkes su kırbasını doldur­du.

Daha sonra Sa'd îbn Muaz (r.) Peygamber (s.a.v.)'e geldi ve şöyle dedi; «Ey Allah'ın Rasulü, izin ver de senin için bir gölgelik yapalım, develerini de yanma bağlayalım. Düşmanla karşılaştığımızda, Allah bize güç verir de onla­rı yenersek, bizim istediğimiz yerine gelir. Fakat eğer kay­bedersek, sen hemen devene binip gerideki arkadaşları­mıza katılabilirsin. Çünkü geride kalan arkadaşlarımız da seni bizim kadar severler, eğer senin savaşla karşılaşaca­ğını bilselerdi, onlar da sana yardımcı olurlar ve senin ya* nmda savaşırlardı.» Bunun üzerine Peygamber (s.a.vJ, Sa'd'ı övdü ve ona dua etti. Hurma dallarından bir gölge­lik yapıldı,

O gece Allah, mü'minlere rahat bir uyku indirdi ve mü'minler sabahleyin çok zinde kalktılar. (Enfal: 11).

Günlerden Cuma'ydı, 17 Mart. M.S. 623, yani 17 Ra­mazan H. S. 2 [4]Şafakla birlikte Kureyş Akankal tepe­sine tırmandı. Onlar tam tepeye ulaştıklarında, güneş yük­selmişti. Peygamber (s.a.v.) onları süslenmiş atlar ve deve­ler üstünde, tepeden Bedir'e doğru Yelyel vadisine iner­ken gördü ve şöyle dua etti: «Allah'ım, işte Kureyş: ki­bir ve gururla geliyorlar, sana karşı çıkıyor ve senin Rasulünü yalanlıyorlar. Ya Rabbi, bize vadettiğin yardımını üzerimizden eksik etme! Ya Rabbi, bu sabah onları helak et!».

Kureyş ordusu tepenin hemen eteğinde konakladı. Müs­lümanları beklediklerinden az buldukları için Cumah ka­bilesinden Umeyr'i, arkada başka yedek ordunun olup ol­madığını öğrenmek üzere gönderdiler. Umeyr, vadinin di­ğer ucunda, karşılarında duran, ordudan başka yardımcı güç görünmediğini haber verdi. «Fakat, ey Kureyşliler,» di­ye devam etti, «Onlardan hiç birinin sizden bir adam öl-dürmedikçe öleceğini zannetmem. Onlar, sizden kendi sa­yılarına eşit adam öldürürlerse, geriye ne kalır?» Umeyr, Mekke'de kâhinliğiyle meşhurdu, bu şöhreti sözlerinin da­ha etkili olmasını sağlıyordu. Hatice'nin yeğeni Esed ka­bilesinden Hâkim de bu konuda aynı görüşteydi. Hakim tüm kampı yürüyerek dolaştıktan sonra Abdu'ş-Şems ka­bilesinin konakladığı yere vardı. Utbe'ye: «Ey Velid'in ba­bası» dedi, «Sen Kureyş'in en büyük adamı ve onların yö­neticisinin, onlar sözünü dinlerler. Sonsuza kadar onların arasında şeref ve Övgüyle anılmak ister misin?» Utbe: «Bu­nu nasıl yapabilirim?» diye sordu. «Onları geri götür» de­di Hakim, «ve öldürülen müttefikin Amr'ın, diyetini üzeri­ne al.» Hakîm siavaşın en büyük nedenlerinden biri olan kan davası ve diyeti ortadan kaldırmak istiyordu. Çünkü Nahle'de öldürülen adamın kardeşi Amîr, bu savaşa öç al­mak için gelmişti. Utbe, Hakîm'in dediklerinin hepsini kabul etti, fakat onun gidip savaşı en çok isteyen Ebu Ce­hille konuşmasını istedi. O sırada orduya şöyle seslendi: «Ey Kureyşliler, Muhammed ve arkadaşlarıyla savaşmak size hiçbir şey kazandırmayacak. Eğer onlarla savaşırsa­nız, herbiriniz bir diğerinin yüzüne, kardeşi, amcası veya yakın bîr akrabasını öldürdüğü için nefretle bakacak. Bu nedenle geri dönün ve Muhammed'i diğer Araplara bıra­kın. Eğer onu Öldürûrlerse sizin isteğiniz yerine gelir, eğer öldürmezlerse ona karşı kendinizi, tuttuğunuzu anlayacak­sınız».

Utbe, şüphesiz, kardeşinin kan diyetini ödemek için Amir el-Hadrami'ye yaklaşmak istiyordu. Fakat Ebu Ce­hil, Utbe'yi korkaklıkla, kendinin ve karşı saflardaki oğlu Ebu Huzeyfe'nin öldürmesinden korkmakla suçladı. Daha sonra Amir'e dönerek onu, kardeşinin öcünü alacağı bu fırsatı kaçırmamaya teşvik etti. «Kalk ve onlara sözünü, kardeşinin öldürüldüğünü hatırlat» dedi.

Amir ayağa kalktı ve elbiselerini parçalayarak bağır­maya başladı. «Amr'a yazık oldu! Amr'a yazık oldu!» Bu sözler askerlerin coşmasına neden oldu ve kalblerini hid­detle doldurdu. Artık ne Utbe, ne de başka biri onları ikna edemezdi.

Bu son coşku ve hiddet dolu anlar bir adama bekledi­ği fırsatı sağladı. Kendisi yokken oğlunun kaçmasından korkan Süheyl oğlu Abdullah'ı da Bedir'e getirmişti. Cumah'ın lideri Umeyye de zorla islam'dan döndüğünü söy­lettiği oğlu Ali'yi aynı nedenle savaş alanına getirmişti. Fakat kararsız olan Ali'nin aksine Abdullah'ın inancı sar­sılmazdı. Kampın yakınındaki bir kayanın arkasına gizle­nen Abdullah, karşıdaki müslüman kampa kaçmanın bir yolunu bulmuştu. Oraya vardığında doğruca Peygamber 'e gitti, ikisinin de yüzü sevinçten parlıyordu. Ab­dullah, daha sonra sevinç içinde iki eniştesi, Ebu Huzeyfe ve Ebu Sabra'yı selamladı.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Abese: 1-3, Bkz. Böl. XXII
[2] Gözlerin serinliği» deyimi Arapça'da çok fazla sevinç, neşe ifade eden bir deyimdir,
[3] I. I. 435.
[4] Hicret'ten sonra - îslam Tarihi Hicret'le başlar.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI)
MesajGönderilme zamanı: 10.02.11, 12:06 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 14.12.10, 17:07
Mesajlar: 70
43. Bedîr Savaşı


Peygamber (s.a,v.) orduyu düzene soktu ve elinde bir okla her askerin önünde durup hem onlara moral verdi, hem de sanan düzene soktu. Çok geride kalan Ensar'dan birine, elindeki okla göğsüne hafifçe vurarak: «Sıraya gir, Sevad» dedi. Sevad: «Ey Allah'ın Basulü, canımı yaktın. Allah seni hak ve adaletle gönderdi, o halde karşılığını ver» dedi. Peygamber (s.a.v.) kendi göğsünü açarak elin­deki oku uzattı ve «Al!» dedi, Sevad ise eğildi ve tam Pey­gamber (s.a.v.)'i vurduğu yerden öptü. «Niye böyle yap­tın?» diye sordu Peygamber (s.a,v.)'e. Sevad şu cevabı ver­di: «Ey Allah'ın Rasulü, gördüğün gibi düşmanla karşı karşıyayız; seninle geçirebileceğim son dakikalar olabile­cek şu anda, sana dokunmak, İstedim». Peygamber (s.a.v.) onun için dua etti.

Kureyş ilerlemeye başlamıştı. Fakat dalga dalga yayıl­mış olan kum tepecikleri arasında olduklarından daha az görünüyorlardı. Buna rağmen Peygamber (s.a.v.) onların gerçek sayısını ve iki ordu arasındaki dengesizliği biliyor­du. Ebu Bekir'le birlikte gölgeliğine döndü ve Allah'a, va-dettigi yardımı göndermesi için dua etti.

Hafifçe uyukladı ve uyandığında: «Neşelen ey Ebu Be­kir: Allah'ın yardımı geldi. İşte Cebrail, elinde bir atla geliyor, savaş için hazırlanmış» dedi.[1]

Arap tarihinde birçok savaş, iki ordu karşı karşıya geldikten sonra tam çatışmaya başlanacağı anda son bulmuştu. Fakat Peygamber (s.a.v.) bu kez savaşın olacağın­dan emindi, işte bu karşılarında]» ordu ona vadedüen iki gruptan biri idi. Akrabalar da savaşın kaçınılmaz olduğu­nu anlamış gibi, iki ordunun da ölülerini yemek için kaya­lıklara tünemişlerdi. Kureyşin hareketlerinden saldırıya ha­zırlandıkları anlaşılıyordu. Çok yaklaşmışlar ve müslüman-ların yaptığı sarnıcın yakınına konaklamışlardı. İlk hare­ketlerinin sarnıcı ele geçirmek olacağı anlaşılıyordu.

Mahdum kabilesinden Esved diğerlerinin Önüne geçti ve su içmek üzere ilerledi. Onun karşısına Hamza (r.) çıktı; ilk kılıç darbesiyle bacağını dizinin ortasından yaraladı, ikinci darbeyle de öldürdü. Onun arkasından, hâlâ Ebu Ce-hili'n olaylarına maruz kalan Utbe, safların önüne fırladı ve teke tek karşılaşmayı teklif etti. Ailenin şerefini yük­seltmek için kardeşi Şeybe ve oğlu Velid onun iki tarafın­da yer aldılar. Bu meydan okumayı ilk kabul eden, En-sar'dan Peygamber (s.a.v.)'e ilk biat eden altı kişiden biri olan Hazreç'li Neccar kabilesinden Avf (r.) oldu. Avf ile bir­likte kardeşi Muavviz de ileri çıktı. Medine'de Kesva, Hic­retin son konağını onların mahallesinde yapmıştı. Mey­dan okumaya karşı çıkan üçüncü kişi ise, îbn Ubey'i Pey­gamber (s.a.v.)'e nazik davranması için uyaran Abdullah îbn Revana Cr.) idi.

«Kimsiniz?» diye sordu Kureyşliler. Adamlar cevap ve­rince Utbe: «Siz soylusunuz ve bizim dengimizsiniz. Fa­kat bizim sizinle işimiz yok. Bizim meydan, oku/uşumuz sadece kendi kabilemizden olanlara» dedi. Daha sonra Ku-reyş'in habercisi şöyle bağırdı: «Ey Muhammed, bizim kar­şımıza kendi kabilemizden uygun adamlar çıkar». Peygam­ber (s.a.v.) böyle bir şeye niyetlenmemişti, fakat Ensarm aceleciliği bu duruma sebep olmuştu. Bu nedenle Peygam­ber (s.a.v.) en fazla kendi ailesinin bu savaşa sebep oldu­ğunu düşünerek ailesinden üç kişiyi çağırdı. Meydan oku­yanlardan ikisi orta yaşlı, biri gençti. Peygamber (s.a.v ) «Kalk ey Ubeyde! Kalk ey Ali! Kalk ey Hamza!» dedi. Ubey-de ordudaki en yaşlı ve en deneyimli adamdı; o da Abdu'l-Muttalib'in torunu oluyordu. Ubeyde, Utbe İle, Hamza Şeybe ile, Ali de Velid ile karşılaştı. Çarpışmalar uzun sür­medi: kısa bir sûre sonra Şeybe ve Velid yerde ölmüş bir hal­de yatıyorlardı. Hamza ve Ali (r.) ise yaralanmamışlardı bi­le. Fakat Ubeyde tam Utbe'yi yere düşürmüşken bacağına bir kılıç darbesi yedi. Bu üçlü bir mücadeleydi; üçe karşı üç. Bu nedenle Hamza ve Ali kılıçlarını Utbe'ye çevirdiler ve Hamza'nın kılıç darbesiyle Utbe öldü. Daha sonra ya­ralı kuzenlerni geriye taşıdılar. Ubeyde fr.) çok kan kaybet­mişti, kopan bacağının yarasından hâlâ kan fışkırıyordu. Fakat onun sadece bir tek düşüncesi vardı: «Ben bir şehit değil miyim, ey Allah'ın Rasulü?» dedi. Peygamber (s.a.v.) ona yaklaştı ve: «Elbette şehitsin» cevabını verdi.

îki düşman arasındaki durgunluk Kureyş'in attığı bu okla bozuldu. Ok Ömer'in azatlılarından birine isabet etti, adam ağır yaralı bir şekilde yere yuvarlandı. İkinci ok da, sarnıcın başında su içmekte olan Hazreç'li genç Hârise'-nin boynuna saplandı. Peygamber s.a.v.) adamlarına mo­ral vererek şöyle dedi r «Muhammed Cs.a.v.) 'in nefsini kud­ret elinde tutana yemin olsun ki, bugün mükâfat umarak çarpışan ve öldürülen, geriye üunmeyip hep ilerleyen kim varsa, Allah onları Cennete koyarak mükâfatlandıracak».[2]. Onun söylediklerini duyanlar, uzakta olup da duyamayan-lara ulaştırdılar. Hazreç kabilesinin Selime kolundan olan Umeyr (r.î elindeki bir avuç dolusu hurmayı yiyordu. «Al­lah! Allah!» diye bağırdı, «Benimle cennet arasında şu adamların beni öldürmesinden başka bir şey kalmadı mı'». Hemen elindeki hurmaları fırlattı ve emre hazır bir şe­kilde elini kılıcının üstüne koydu.

Avf (r.), Peygamber Cs.a.v.)'in yanında ayakta duru­yordu ve kendisi ilk kabul eden olduğu halde düelloda ken­disinin kabul edilmemesi onu hayal kırıklığına uğratmış­tı: «Ey Allah'ın Rasülü, Allah'ın kuluyla alay ettirmesi­nin sebebi neydi?» Peygamber hemen şu cevabı verdi: «Sen zırhsız bir şekilde düşmanların ortasına dalacaksın». Bunun üzerine Avf, hemen giydiği zırhı üzerinden çıkar­dı. O sırada Peygamber (s.a.v.) yerden bir avuç çakıltaşı aldı, Kureyş'e doğru «O yüzler harap olsun!» diyerek fır­lattı. Bunun onlara felaket getireceğinin farkındaydı. Da­ha sonra saldırı emri verdi. Onlara söylediği savaş çağrı­sı. Ya Mansur Emit!»[3] sözleri ağızdan ağıza dolaşıyordu. Zırhsız olan Avf ve Umeyr ilk çarpışanlar arasındaydılar ve öldürülene kadar mücadele ettiler. Müslümanlardan ölenlerin sayısı, onların ölümü, Ubeyde ve Itureyş okla-rıyla ölen iki kişi ile beraber toplam beşi buluyordu. Müslümanlardan o gün dokuz kişi daha ölecekti. Bu dokuz ki­şinin arasında Peygamber (s.a.v.)'in çok genç olduğu için geri göndermek istediği Sa'd'ın kardeşi Umeyr (r.) de var­dı.

«Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü». (Enfal: 17).

Bu sözler, hemen savaştan sonra indirilen âyetin bir bölümüydü. Fırlatılan çakıl taşlan ilahi yardımın tek ör­neği değildi. Kureyş'in karşı koyma gücünün en çetin ol­duğu bir anda mü'minlerden birinin kılıcı kırıldı. Cahş ailesinin akrabalarından, Ukkaşe adındaki bu adamın ilk düşüncesi gidip Peygamber (s.a.v.)'den başka bir silah is­temek oldu. Peygamber (s.a.v.) ağaçtan bir sopayı ona uza­tarak «Ukkaşe, bununla dövüş» dedi. Ukkaşe sopayı aldı, düşmana karşı salladığında sopa uzun, keskin bir kılıç ha­line geldi Ukkaşe, Bedir'de ve diğer savaşlarda bu kılıçla savaştı. Kılıca ilahî yardım anlamına gelen «el-Avn* adını verdiler.

Mü'mİnler, savaşırlarken yalnız değildiler. Çünkü Al­lah. Peygamber (s.a.v.) 'e yardım vadetmişti: «Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediciyim» (En­fal: e).

Allah, meleklere de şu mesajı vermişti:

«Rabirin meleklere vahyetmişti ki: «Şüphesiz ben sizinleyim, iman edenlere sağlamlık (güç ve metanet) katın, küfre sapanların kalblerme amansız bir korku salacağım, öyleyse (ey müslümaritar), vurun boyunlarının üstüne, vurun onların bütün parmaklarına». (Enfaî: 12).

Meleklerin inananlara yardımcı, kafirlere ise korku ve­rici olarak varolduğunu oradaki herkes hissediyordu. Fa­kat çok azı onları görüp, algılayabildi. Komşu Arap kabi­lelerinden iki adam, savaştan sonraki ganimetlerden çal­mayı ümit ederek bir tepede savaşın bitmesini bekliyorlar­dı. Üstlerinden bir bulut geçti, at kişnemeleriyle dolu bir bulut Adamlardan biri o anda düşüp Öldü. Yanındaki,adam daha sonra şöyle dedi: «Korkudan kalbi çatlamıştı».

Sonunda Kureyşliler kaçmaya başladılar. Ebu Cehil kaçmaya çalışırken Avf in kardeşi Muaz onu yere düşür­dü. Ebu Cehil'in oğlu İkrime de Muaz'a hücum etti ve onu omuzundan yaraladı. Muaz sağlam koluyla savaşa devam etti, diğer kolu yanında sadece derisiyle bedenine bağlı bir şekilde sallanıyordu. Çok acımaya başlayınca Muaz eğildi, kesik elini ayağının altına koyarak kendini yukan doğru çekti, yaralı kolu koptu. Muaz düşmanını takibe devam etti. Ebu Cehil hâlâ yaşıyordu. Fakat Avf'm diğer kardeşi Muavviz onu yerde yatarken farketti ve kılıcıyla öldürdü. Daha sonra o da Avf ^ibi ilerledi ve öldürülene dek sa­vaştı.

Kureyş'lilerin çoğu kaçmıştı. Elli kadar Kureyş'li ya sa­vaş sırasında ya da kaçarken yakalanıp öldürülmüş veya ağır yaralanmışta. Peygamber (s.a.v.) arkadaşlarına şöyle seslendi: «HaşimoğuUarmın ve diğerlerinin bizimle dövüş­mek istemeden zorla buraya getirildiklerini biliyorum» Ve eğer yakalanmışlarda, öldürülmemeleri gereken bir kaç isim saydı. Fakat ordunun çoğu zaten, esirlerini öldürmek yerine fidye almayı tercih etmişti.

Müslümanlardan sayıca fazla olduğu için Kureyşİüe-rin geri dönüp tekrar savaşma ihtimalleri vardı. Bu yüzden Peygamber (s.a,v.)'i Ebu Bekir (r.)'le birlikte gölgeliğine çekilmeğe razı ettiler, Ensardan bazıları da gözcülüğe baş­ladılar. Sa'd tbn Muaz gölgeliğin önünde kılıcı havada bekliyordu. Arkadaşlarının esirlerle birlikte kendisine doğru ' geldiklerini görünce, yüzünde bunu tasdik etmez bir ifa- ı de belirdi. Bu ifadeyi farkeden Peygamber (s.a.v.) : «Ey Sa'd, onlann yaptıklarına galiba nefretle bakıyorsun» de­di. Sa'd bunun doğru olduğunu söyledi ve şunları ekledi: «Bu, Allah'ın putperestlere gösterdiği ilk yenilgi, bu adam­ları diri görmektense öldürülmelerini tercih ederdim». Ömer (r.) de Sa'd (r.) ile aynı fikirdeydi. Fakat Ebu Be­kir, esirlerin er geç müslüman olabilme ihtimalleri olduğu için, serbest bırakılması taraftarıydı. Peygamber (s.a.v.) de onun görüşüne katılıyordu. Günün geç saatlerinde Ömer, gölgeliğe girdiğinde Peygamber (s.a.v.) ve Ebu Bekir'i yeni gelen vahyin etkisiyle titrer bir durumda buldu. Gelen vahiy şöyleydi:

«Hiçbir peygambere, yeryüzünde (küfredenlere karşı) kesin bîr zafer kazantncaya kadar esir alması yakışmaz. Siz dünyanın geçici yaratım istiyorsunuz. Oysa Allah (size) ahireti istemektedir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir». (Enfal: 67}

Daha sonra gelen vahiy, esirlerin Öldürülmemesi fik­rinin Allah tarafından desteklendiğini belirtiyordu. Peygamber (s.a.v.)'e esirlerle ilgili bir mesaj da vardı:

«Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: «Eğer Allah, sızın kalblerimzde bir hayır bilirse (görürse) size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allak bağışlayandır, esirgeyendir», (hnfal: 70).

Bununla birlikte yaşamasına izin verilemeyecek bir adam vardı: Ebu Cehil. Genelde herkes onun öldürüldüğü kanaatindeydi, Peygamber (s.a.v.) cesedinin arpnması için emirler verdi. Abdullah tbn Mes'ud (r.), İslâm'a diğer Mek-ke'lilerin hepsinden daha fazla nefret gösteren bu adamın cesedini bulmak için bir kez daha savaş alanına gitti, Ebu Cehil, önünde ayakta duran düşmanını farkedebilecek kadar yaşadı. Abdullah, Kâ'be'nin önünde ille defa sesli ola­rak Kur'an okuyan adamdı. Ebu Cehil, onu koruyan kim­sesi olmadığı, annesi köle Zühre'nin bir müttefiki olan bir köle olduğu için Kâ'be'nin önünde kılıçla yüzünden yara­lamıştı. Abdullah ayağını Ebu Cehil'in boynuna koydu Ebu Cphil: «Küçük çoban, yeteri kadar yükseldin demek» de­di. Daha sonra, savaşı hangi tarafın kazandığını sordu. Ab­dullah : «Allah ve Rasulü kazandı» dedi. Sonra başını ke­sip Peygamber (s.a.v.)'e götürdü.

Ebu Cehil, savaş bittikten sonra öldürülen tek Kureyş-li lider değildi. Abdurrahman îbn Avf, ganimet olarak al­dığı zırhı taşırken, bineğini kaybettiği için kaçamayan şiş­man Umeyye'ye rastladı. Yanında elinden tuttuğu oğlu Ali de vardı. Umeyye bir zamanlar arkedaşı olan bu ada­ma : *Beni esir olarak al, çünkü ben birden fazla zırha de­ğerim» dedi. Abdurrahman bu teklifi kabul etti ve elindeki zırhı bırakarak onu ve oğlunu elinden tutup götürmeye başladı. Fakat o, esirlerini kampa doğru götürürken Bilâl Cr.) eski sahibi ve ona işkence eden adamı farketti. «Umeyye! Küfrün başı! O yaşadıkça ben nasıl yaşarım?» diye bağır­dı. Abdurrahman onların kendi esirleri olduğunu hatır­lattı. Fakat Bilâl yine bağırmaya devam etti: «O yaşadık­ça ben nasıl yaşarım!» Sinirlenen Abdurrahman: «Beni duymuyor musun ey kara kadının oğlu?» diye, bağırdı. Bu­nun üzerine Bilâl, müezzin olmasını sağlayan gür sesinin tüm gücüyle bağırdı: «Ey Allah'ın yardımcıları, küfrün ba­şı Umeyye! O yaşadıkça ben nasıl yaşarım?». Her taraftan adamlar koşuştu ve Abdurrahman'la iki esirinin çevresi­ni kuşattılar. Daha sonra bir kılıç çekildi ve Ali yere düş­tü, fakat ölmedi. Abdurrahman Umeyye'nin elini bıraktı ve «Kendin kaçabilirsen kaç, çünkü ben senin İçin hiçbir şey yapamam» dedi. Etrafını saran adamlar hemen iki esi­ri de öldürdüler. Abdurrahman sonraki yıllarda şöyle der­di: «Allah Bilâl'e merhamet etsin! Zırhlarımı kaybettim, Bilâl de beni iki esirimden etti.»[4]

Peygamber (s.a.v.), savaşta Öldürülen, tüm müşriklerin cesetlerinin bir kuyuya toplanmasını emretti. Utbe'nin ce­sedi taşınıp kuyuya atılırken oğlu Ebu Huzeyfe (r.)'nin yü­zü sarardı ve üzüntüyle doldu. Peygamber (s.a.v.î bunu hissetti ve ona teselli dolu bir bakışla baktı. Ebu Huzeyfe şöyle dedi: «Ey Allah'ın Rasulü, babamla ilgili emrine ve oraya atılmasına karsı çakmıyorum. Fakat onu akıllı, hik­met sahibi ve düşünceli bir adam bilirdim. Bu niteilkle-rin onu İslam'a getirmesini ümit ediyordum. Fakat onun küfürde inatlaştığını ve o halde öldüğünü görünce üzül­düm». Sonrö Peygamber (s.a.v.) Ebu Huzeyfe (r.) için ha­yır dualar etti.

Kamptaki barış ve sessizlik sinirli bir takım seslerle bozuldu. Geride Peygamber (s.a.v.)'i korumak için kalan­lar da ganimetten pay istiyorlardı. Düşmanı kovalayıp esir alanlar ve ganimetleri kendi ellerinde toplayanlar ise bun­ları vermek istemiyorlardı. Peygamber fs.a.v.)'in bu karı­şıklığı düzeltip eşit bir dağıtım yapmasına fırsat kalma­dan bu konuda bir vahy geldi:

«Sana savaş ganimetlerini sorarlar. De ki: Ganimetler Allah'ta ve Rasulündür». (Enfaî: 1).

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v,) ganimetlerin ve esir­lerin artık özel mülkiyette olmadığını söyledi ve hepsinin yanına getirilmesini istedi. Hiç karşı çıkılmaksızm düzen hemen sağlandı.

En Önemli esirlerden biri, Şevde'nin kuzeni ve ilk ko­casının kardeşi olan, Amir kabilesinin şefi Süheyl idi. Pey­gamber fs.a.v.)'e daha yakın bağlarla bağlı olan esirler arasında amcası Abbas, damadı, yani kızı Zeyneb'in kocası Ebu'l-As, ve kuzenleri Nevfel ile Akil de vardı. Peygamber (s.a.v.) esirlere iyi davranılmasıyla ilgili genel bir emir vermişti. Fakat esirlerin bağlanması da gerekliydi, bu yüz­den esirlerin bağlanmasına izin verdi. Fakat Peygamber (s.a.v.) o gece, amcasının böyle bir konumda olduğunu dü­şünerek uy uyamadı. Ve bağlarının gevşetilmesi için emir verdi. Diğer esirler, akrabalarından daha az ilgi gördüler. Mus'ab (r.), Ensardan biri tarafından esir alınan kardeşi Ebu Aziz'e rastladı. Mus'ab esir alana: «Onu sıkı tut, çün­kü annesi çok zengindir, sana yüklü bir miktar fidye ve­rebilir» dedi. Ebu Aziz: «Ey kardeşim, beni başkalarına mı emanet ediyorsun?» deyince Mus'ab: «Şimdi senin ye­rine benim kardeşim O.» cevabını verdi. Bununla birlikte Ebu Aziz daha sonraki yıllarda, kendisini 4.000 dirhem fid­ye karşılığında serbest bırakıp Medine'ye götüren Ensar­dan gördüğü iyi muameleyi anlatırdı.

Hâlâ sayıca çok fazla olan sekiz yüz kişilik Mekke or­dusunun, geri dönüp saldırmayacak kadar uzaklaştığı ke-sinleşince, Peygamber (s.a.v.3, Abdullah îbn Revana (r.)'yı zafer haberini vermek üzere Yukarı Medine'ye, Zeyd'i de Aşağı Medine'ye gönderdi. Kendisi ise orduyla birlikte Be-dir'de kaldı. O gece, kafirlerin cesedlerinin atıldığı kuyu­nun başında durdu ve -. «Ey kuyudakiler, ey Peygamber'in akrabaları, ona çok kötü bir akrabalık gösterdiniz. Beni başkaları kabul ederken, siz bana yalancı dediniz. Başka­ları zafer kazanmamda bana yardım ederken siz bana kar­şı savaş açtınız. Siz, Rabbtnizin size verdiği sözün hak ol­duğunu gördünüz mü? Ben, «Rabbimin bana verdiği sö­zün gerçekleştiğini-ve hak olduğunu gördüm,» dedi. As-habdan bazıları onun ölülerle konuştuğunu duydular ve endişe ettiler. Peygamber (s.a.v.) onlara: «Siz benim söz­lerimi onlardan daha iyi duyamazsınız. Onların simden tek farkı bana cevap vermemeleri,» dedi[5]

Ertesi sabah erkenden ordu ve esirlerle birlikte yola çıkıldı. Esirlerin en değerlileri, yani aileleri 4000 dirhem fidye ödeyebilecek olanlardan âtisi Abdu'd-Dar'dan Nadr ile Abdu'ş-Şems'ten Ukbe[6] idi. Fakat bu iki adam îslam'ın en azılı düşmanlarıydı ve eğer serbest bırakılırlarsa he­men eski kötü faaliyetlerine başlayacaklardı. Çünkü bu ahmakları, Bedir'de sayıca az olan müslümanlann zafer

kazanması bile düşünceye sevketmezdi. Peygamber Cs.a.v )'-in gözü sürekli onların üstündeydi; fakat iki adamın da kalbinde bir değişiklik görünmüyordu. Yolculuk sırasında, onların yaşamasının Allah'ın isteğine aykırı olduğu düşün­cesi Peygamber'de belirdi. Konakladıkları bir yerde, Nadr'-m öldürülmesini emretti. Onun başını Hz. Ali kesti. Bir di­ğer konak yerinde de Ukbe, Evs'li bir adamın elinden ay­nı akıbete uğradı. Peygamber (s a.v.) Medine'ye yayan üç gün uzaktaki bir konak yerinde geri kalan esir ve gani­metleri paylaştırdı. Savaşta rol alan her adama eşit bir pay verdi.

O zamana kadar Zeyd ve Abdullah îbn Revana (r.) Me­dine'ye varmıştı ve yahudilerlo münafıklar hariç herkes bayram sevinci yaşıyordu. Fakat Zeyd getirdiği iyi haber­lerin yamsıra, kötü haberler de alnrtşti: Rukiyye olmuştu, Osman ve Üsame onu gömmüşler ve henüz yeni donuyor­lardı. Zeyd, Afra'ya iki oğlunun da -Avf ve Muavviz- öl­dürüldüğü haberini verince, şehrin o bölgesindeki üzüntü daha da fazlalaştı. Şevde, iki evdeki matemi de teselli et mek için kendi eviyle 'Afra'nın evi arasında mekik doku­yordu. Afra için üzüntünün yanında sevinç de vardı çün­kü oğulları kahramanca çarpışmışlar ve şereflice ölmüş­lerdi. Zeyd, Rubayyi'ye de sarnıçta su içerken boynundan okla vurulan oğlu Harise, tbn Surâka'nm da ölüm haberi­ni vermek zorundaydı. Birkaç gün sonra Peygamber (s a.v } Medine'ye gelir-gelmez, Rubayyi hemen ona gitti ve oğlu­nu sordu. Çünkü oğlu savaş başlamadan, îslam için bir ok bile atmaya fırsat bulamadan öldürülmüştü. «Ey Allah'­ın Rasulü,» dedi Rubayyi, «Bana Harıse'nin Cennet'te ol­duğunu söylemeyecek misin? Eğer cennette olduğunu söy­lersen bu kaybı sabırla karşılayayım, eğer cennette değil­se ağlayarak ona yas tutayım». Peygamber (s.a.v.) bu tür sorulara her zaman genel cevaplar verir O çoğu kez «Ameller niyetlere göredir»[7] deyip, amacım yerine getir­mese bile bir mü'minin, Allah için niyet ederse mükâfatını alacağını belirtmiştir. Fakat bu kez kadına özel bir ce­vap verdi: «Ey Harise'nin annesi, cennette birçok bahçe­ler vardır. Senin oğlun ise onların en yükseğinde, Firdevs1-tedir.»[8].


--------------------------------------------------------------------------------

[1] B. LXIV, 10. I. I. 444
[2] I. I, 445.
[3] Bu terim Arapça'da anlamlıdır, fakat Türkçe'ye çevrildiğin­de anlamını yitiriyor. Yaklaşık olarak: «Ey Allah'ın zafer verdikleri, öldürün!» anlamına gelir.
[4] 11.1. 448-9.
[5] I. I. 454
[6] Bak. böl.
[7] B. i. ı. 220
[8] B. LVI. 11


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI)
MesajGönderilme zamanı: 10.02.11, 12:07 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 14.12.10, 17:07
Mesajlar: 70
44. Yenilenlerin Geri Dönüşü


Kureyş Onlusu Mekke'ye küçük gruplar halinde dön­müştü. Mekke'ye ük varanlar arasında geride kardeşi Nev-fel'i esir bırakan Haşimî Ebu Süfyan vardı. Ebu Süfyan'ın yeni dine karşı gösterdiği düşmanlık onun kuzeni, aynı za­manda sütkardeşi olan Muhammed (s.a.v.) ve yeni din hflTrkın<if| hicveden şiirler yazmaya itmişti. Fakat Bedir deneyimi onu oldukça sarsmıştı. Mekke'ye döndüğünde ilk düşüncesi Kâ'be'yi ziyaret etmek oldu. O sırada amcası Ebu Leheb, Zemzem cadın denilen çadırın altında oturu­yordu. Yeğenini gören Ebu Leheb, neler olduğunu anlat­ması için onu yanma çağırdı. «Anlatılacak birşey yok-» de­di Ebu Süfyan. «Düşmanla karşılaştık, sonra arkamızı dö­nüp kaçtık. Onlar bizi kovaladılar ve istedikleri kadar esir aldılar. Arkadaşlarımdan hiçbirini suçlamıyorum. Çünkü biz sadece düşmanla karşı karşıya değildik. Gökle yer ara­sında, ayaklan yere değmeyen atlar üzerinde beyaz giysili adamlar da vardı».

Ümmül-Fadl, çadırın bir köşesinde oturuyordu, yanın­da Abbas'ın kölelerinden biri olan Ebu Raf i1 (r.) oturu­yor ve ok yapıyordu. Ümmü'1-Fadl fr.) gibi o da müslü-mandi; ikisi de birkaç kişi hariç, müslüman olduklarım herkesten gizliyorlardı. Fakat Ebu Rafi' Peygamber (s.a.v.)'-in zafer haberini duyunca sevinçten kendini tutamadı ve «Gökle yer arasında beyaz giymiş adamlar» sözünü du­yunca heyecanla bağırdı: «Onlar meleklerdi». Ebu Leheb bunu duyar duymaz sinirle ayağa kalktı ve Ebu Rafi'nin yüzrüna bir darbe indirdi. Köle karşı koymaya çalıştı, fa­kat çok güçsüz ve zayıftı. Ebu Leheb onu yere düşürdü ve arka arkaya vurmaya başladı. Bunun üzerine Ümmü'1-Fadl yerden, çadıra destek olarak kullanılan tahta bir kazık al­dı ve tüm gücüyle Ebu Leheb'in kafasına indirdi. Kayını­nın kafa derisi yarılmış, etler dışarı çıkmış ve hiçbir za­man iyileşmeyecek olan bir yara açılmıştı. Ümmü'1-Fadl (r.) «Sahibi burada olmadığı ve onu koruyamadığı için ona böyle mi davranıyorsun?» diye bağırdı. Ebu Leheb'in kafa­sındaki yara mikrop kaptı ve birkaç hafta içinde tüm vü­cudu iltihaplı kabartılarla doldu. Sonunda bu hastalıktan öldü.

Savaşla ilgili diğer haberler ulaştığında ve ölenlerin yakınları feryada başladığında Meclis'te bir karar alındı: ölenleri yakınları kendilerini tutmalıydı. Onlara şöyle dendi: «Muhammed ve arkadaşları sizin böyle yaptığınızı duyarlarsa, daha da sevinirler». Esirlerin ailelerine ise, Me­dine'ye fidye teklifiyle gitme işini şimdilik ertelemeleri tav­siye edildi, önemli birçok adamın savaşta Ölmesiyle, Umey-ye'den Ebu Süfyan birçok kişinin gözünde Kureyş'in lideri olarak görünmeye başladı. Bu nedenle diğerlerine örnek olmak için biri öldürülen, diğeri de esir alınan iki oğlu Hanzala ile Amr hakkında şöyle konuştu: «Hem zengin­lik hem de kanundan iki taraflı kaybım için üzülecek mi­yim? Hanzala'yı öldürdüler, Amr için fidye mi vermeli­yim? Bırakın onlarla birlikte kalsın. Onu istedikleri kadar yanlarında tutsunlar».

Ebu Süfyan'm kızgın karısı Hind ne Hanzala'n ne de Amr'm annesi değildi. Fakat savaşın başında babası Utbe, amcası Şeybe ve kardeşi Velid'i kaybetmişti. Mate­me son verdiği halde, Kureyş'in öcünü alacağı ikinci bir savaşla -öç alınması gerektiğini düşünüyordu- babasını ve amcasını öldüren Hamza'nuı (r.) ciğerini yemeğe and İçti.

Ebu Süfyan'ın Mekke'ye sağ salim getirmeyi başardı­ğı zengin kervandan elde edilen tüm kârın, Medine'nin kar­şı koyamayacağı, güçlü bir ordu kurulması için harcanmasına karar verildi. Bu kez -yani ikinci kez savaştıkların­da- kadınları da, erkeklere moral vermek için yanlarına almaya karar verdiler. Aynı amaçla tüm Arınış tan'daki müttefiklerine, savaşta kendilerinin yanında yer almaları için, bu ortak düşmanın zararlarını anlatan elçûer gönder­diler

"Yas tutmama konusunda Meclis'in aldığı karara tüm Kureyş'in saygı duymasına rağmen fidye konusunda alı­nan karara pek fazla uyulmadı. Hemen hemen her kabi­leden adamlar Medine'ye gidip, kendi akrabalarını veya müttefiklerini kurtarmak için fidye konusunu görüşmek üzere yola çıktılar. Ebu Süfyan sözünde durdu; fakat bir sonraki Hac mevsiminde, Medine'den gelen Evs'li yaşlı bir hacıyı rehin aldı vc Medine'ye, oğlu Amr'ı serbest bırak­madıkça adamı bırakmayacağı haberini gönderdi. Hacının ailesi bu değiş tokuşun gerçekleşmesi için Peygamber (s.a.v.)'i ikna ettiler.


45. Esirler


Esirler, Medine'ye koruyuculanyla beraber, Peygam-ber'den birgün sonra ulaştılar. Şevde ziyaret için Afra'mn evine gittiğinde, kuzeni ve eski kocasının kardeşi, aynı za­manda kabilesinin lideri olan Süheyl'i elleri boynuna bağ­lı bir şekilde evin bir kör asinde oturur bulunca çok şaşır­dı. Bu görüntü onda, unutulmuş ve yerine yenileri geç­miş olan eski duyguları tekrar uyandırdı. «Eby Yezid,» di­ye bağırdı, «ne de çabuk teslim olmuşsun, şerefinle Öl­men gerekmez miydi?» Peygamber: «Şevde!» diye yüksek sesle bağırdı. Şevde onun varlığını farketmemişti. Pey­gamber (s.a.v.Vin sesindeki ton, onu utançla, İslam öncesi geçmişinden bugününe geri getirdi. Hâlâ Süheyl'in İslam'a girme ihtimali vardı. Allah'ın kanunlarına uygun yönetimin güçlendiği bir ortamda bulunmaları da onda ve diğer esirlerde belirli izler bırakacaktı. Fakat Peygamber (s.a.v.), müslümanlara kafalarını pagan (putperest) fikir­lerle değil, Islâmî düşüncelerle donatmalarını emrediyor­du. Tekrar, pişman olan Sevde'ye dönerek: «Onu Allah'a ve Rasulüne karşı mı kışkırtıyorsun?» dedi.

Ebu Süfyan gibi, Süheyl'in Önemi de diğer liderlerin ölümüyle artmıştı. Onun etkisiyle birçok kararsız İslam'a girebilirdi, fakat Süheyl Medine'de çok kısa bir süre kal­dı. Çünkü Beni Amir hemen fidye üzerinde görüşmek üze­re bir adam göndermişti. Süheyl hemen Mekke'ye dönmus, gelen adam ise fidye üzerinde anlaşmak için Medine'ae kalmıştı.

Her esir üç veya daha fazla Müslüman tarafından pay­laşılıyordu. Abbas'a sahip olan bir grup Ensar Peygamber (s.a.v.)'e geldiler ve: «Ey Allah'ın Rasulü, izin ver de kız-kardeşîmizin fidyesini biz Ödeyelim ve serbest bırakalım-' «Kızkardeş» derken, esirin büyükannesi Selma'yı kasdedı-yorlardı. Peygamber onlara: «Siz bir dirhem bile verme­yeceksiniz» dedi. Daha sonra amcasına döndü ve: «Ey Ah bas, kendinin ve iki yeğenin Akil ile Nevfel'in ve müttefi­kin Utbe'nin fidyelerini sen öde. Çünkü sen zengin bir adamsın», dedi. Abbas buna karşı çıktı ve: «Ben zaten müslüman olmuştum, fakat bu adamlar beni zorla getir­diler» dedi. Peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı verdi 'Se­nin îslâmı kabul edip etmediğini ancak Allah bilir. Eğer söylediğin doğru ise, O, senin mükâfatını verecektir. Fa­kat dış görünüşte sen bize karşı olanlardaydın. O halde bize fidyeni Öde». Abbas, parası olmadığını söyleyince Pey­gamber (s.a.v.) ona şöyle dedi: «O zaman Ümmü'l-Fadİ'a bıraktığın para nereye gitti? İkiniz yalnızken ona: «Eğer öldürülürsem şu kadarını Abdullah'a, şu kadarını Fadl a, Kisam'a ve Ubeydullah'a ver! demiştin». İşte Peygamber (s.a.v.) bunu söyleyince iman gerçekten Abbas'm kalbine girdi. «Seni Hakla gönderene yemin olsun ki, bunu benden ve Ümmü'l-Fadl'dan başkası bilmiyordu. îşte şimdi senin Allah'ın Rasulü olduğunu anladım»[1] dedi ve kendisiyle birlikte iki yeğeni ve müttefikinin fidyesini ödemeyi ka­bul etti.

Peygamber (s.a.v.)'in yanındaki esirlerden biri de da­madı Ebu'l-As idi. Ebu'1-As'm kardeşi Amr'ı, Zeyneb, fid­ye ödeyip Ebu'1-As'ı kurtarması için Medine'ye göndermiş­ti. Gönderdiği paraların yanında annesinin kendisine ev­lendiği gün hediye ettiği akik bir kolye de vardı. Peygam­ber (s.a.v.) kolyeyi görür-görmez, onun Hatice'nin kolyesi olduğunu farkederek sarardı. Çok duygulanan Peygamber (ö.a.v.), esirde hissesi olanlara şöyle dedi: «Eğer isterseniz, esiri fidyesini almadan karısına gönderin, bu size kalmış

bir şey». Hepsi de bunu kabul ettiler ve Ebu'l-As Mekke'ye hem paralan hem de kolyeyi alarak döndü. Onun, Medi­ne'de iken müslüman olması ümit ediliyordu, fakat olma­dı. Mekke'ye dönerken Peygamber (s.a.v.) ona Zeyneb'i Medine'ye göndermesi gerektiğini söyledi. Ebu'l-As da bu­na üzülerek söz verdi. Vahiy, müslüman bir kadının, müş­rik bir erkekle evli kalamayacağını açıkça söylüyordu.

Şimdi hayatta olmayan, Manzum kabilesinin Şefi Ve-lid'in en küçük oğlu olan Velid de Abdullah îbn Cahş'ın da hissesi vardı. Abdullah, 4000 dirhem fidyeden daha azı­na razı olmuyor ve Velid'in üvey kardeşi Halid de bu ka­dar fazla para ödemek istemiyordu. Fakat Velid'in Öz kar­deşi Hişam ona: «Tabi ödemek istemezsin, o senin anne­nin oğlu değil» deyince ödemeyi kabul etti. Bununla bir­likte Peygamber (s.a.v.) bu değiş tokuşa razı olmadı ve Abdullah'a, onlardan babalarının meşhur silahlarını ve zır­hını istemelerini söyledi. Halid bir kez daha karşı çıktı, fa­kat Hişam ondan baskın çıktı. Silahlan ve parayı Medine'­ye getirdiklerinde kardeşleriyle birlikte Mekke'ye doğru yo-ia çıktılar. Fakat ilk konaklardan birinde Velid onlardan kaçarak Medine'ye dündü, Peygamber (s.a.v.)'e gidip müslüman olduğunu açıkladı ve biat etti. Kardeşleri onu takip ettiler. Olanlan farkedince çok sinirlenen Halid: «Ne­den bunu, fidyeyi ödemeden ve babamızın hazineleri eli­mizden çıkmadan önce yapmadın? Eğer istediğin bu idiy­se, neden o zaman Muhammed (s.a.v.)'e tabi olmadın?» Velid, Kureyşülerin kendisi hakkında: «Fidyeyi ödememek için müslüman oldu» demelerini istemediğini söyledi. Da­ha sonra bazı mallannı almak üzere kardeşleriyle birlik­te Mekke'ye gitti. Onların kendisine bir şey yapacaklarını ümit etmiyordu. Fakat Mekke'ye varır varmaz onu da Ay­yaş ve Seleme'nin yanına hapsettiler. Ebu Cehil'in üvey kardeşleri olan bu iki adamı, Ebu Cehil'in oğlu İkrime, ba­bası öldüğü halde hapiste tutmaya devam ediyordu. Pey­gamber (s.a.v.) sık sık bu üç kişi ve Mekke'de zorla tutu­lan Hişam ve Sehm'in oradan kurtulmaları için dua eder­di.

Mut'im'in oğlu Cübeyr, kuzenini ve müttefiklerinden ikisini kurtarmak için Medine'ye geldi. Peygamber (s.a.v.) onu çok iyi karşıladı; ona eğer Mut'im hayatta olsa ve esirleri, fidye ödeyip kurtarmak üzere gelseydi, onları fid­ye friranH»" Mut'im'e teslim edeceğini söyledi. Cübeyr, Me­dine'de gördüğü herşeyden etkilenmişti; bir akşam güneş batarken Mescid'in dışında durmuş ve namaz kılarken müslûmanlan dinlemişti. Peygamber (s.a.v.) Cennetten, Cehennemden ve Hesap gününden bahseden «et-Tur» sure­sini okuyordu. Sure şu sözlerle bitiyordu:

«Arttk sen, Rabbinin hükmüne sabret; çünkü gerçekten sen, bizim, gözlerimizin önündesin. Ve her kalkışında da Rabbİnİ hamd \\t teşbih et Gecenin bîr bölümünde ve ytldtzlann batışının ardın­da da O'nu teşbih et». (Tûr; 48-9).

Cübeyr: -işte bunları duyduğum zaman iman kalbim­de yer etti»[2] dedi. Fakat o daha fazla dinleyip etkilenmek­ten kendini alıkoydu. Çünkü çok sevdiği amcasının. Be-dir'de öldüğü aklından çıkmıyordu. Mut'im'in kardeşi Tu'-ayme de Hamza'nın öldürdüğü adamlardan biriydi ve Cü­beyr amcasınuı öcünü almaya kendini zorunlu hissediyor­du. Bu amacından dönmekten korktuğu için, fidyeler ko­nusunda anlaşmaya varır varmaz Mekke'ye döndü.

Fidye vermek için gelenlerin çoğu en azından Peygam­ber (s.a.v.)'e karşı saygılıydılar. Fakat savaştan sonra öl­dürülen Umeyye'nin kardeşi ve yine o zaman öldürülen Utbe'nin yakın arkadaşı Cuınah kabilesinden Übey bun­lara» dişındaydı. Fidyesini ödediği oğlunu alıp geri döner­ken : «Ey Muhammed, Avd adında bir atı hergün her çeşit tahıl ile besliyorum. Onun üstünde iken, seni öldürece­ğim» dedi Peygamber (s.a.v.) şu cevabı verdi: «Hayır, in­şaattan ben seni öldüreceğim»[3]

O sırada Mekke'de Übeyy'in iki yeğeni Safyan ve Umeyr büyük bir acı içinde Bedir'de kaybettikleri değerli ve bü­yük liderlerden bahsediyorlardı. Safvan, Umeyye'nin oğ­luydu ve babası öldüğü için Cumah'ın lideri olacağı bek­leniyordu. Kuzeni Umeyr, Bedir'de müslüman ordu hak­kında bilgi toplamak ve güçlerini tahmin etmek için göz­cü olarak giden adamdı. Safvan: «Tanrıya andolsun, on­lar gidince dünyada hiçbir iyilik kalmadı» dedi. Umeyr de bunu tasdikledi, fakat o Safvan'dan daha samimiydi. Umeyr'in oğlu da Medine'deki esirler arasındaydı. Fakat O fidye ödeyemeyecek kadar borçluydu. Zaten hayatından bezmişti, bu nedenle hayatını genel bir yarar uğruna fe­da etmeye karar verdi. «Eğer ödeyemediğim borçlarım ve bakmak zorunda olduğum bir ailem olmasaydı, gider Mu-hammed (s.a.v.)'i öldürürdüm.» dedi. Safvan: «Borcun be­nim üzerime olsun, senin ailen demek benim ailem de­mektir. Onlara ölünceye dek bakmaya söz veriyorum. Be­nim olan herşeyi istemelerine gerek kalmadan onlara ve­ririm». Bunun üzerine Umeyr kararını uygulamak istedi­ğini söyledi ve amaçlan gerçekleşinceye kadar bu konuş­tuklarını gizli tutacaklarına birbirlerine söz verdiler. Umeyr, kılıcını keskinleştirdi, keskin tarafına zehir sürdü ve oğlunu kurtarma amacıyla gittiğini söyleyerek Medine -ye doğru yola çıktı

Aşağı Medine'ye vardığında, Peygamber (s.a.v.) Mes-cid'de oturuyordu. Umeyrl kılıcını kuşanmış bir şekilde gören Ömer (r.), onun içeri girmesine engel oldu. Fakat Peygamber (s.a.v.) ona Cumah'h adamın yaklaşmasına izin vermesini Söyledi. Bunun üzerine Ömer (r.), yanında bulunan Ensardan birkaç kişiye şöyle dedi: «Onu Allah'-m Rasulüne götürün, siz de beraber oturun ve, gözünüzü bu adamdan ayırmayın, çünkü pek güvenilir bir adam de­ğil». Umeyr onlara iyi günler diledi -Cahiliye devrinde yay­gın olan bir selamlama şekli- Peygamber (s,a,v.) ona şöy­le dedi: «Allah bize bundan daha güzel bir selamlama şek­li öğretti, ey Umeyr. O selam'dır, Cennet ehlinin birbirini selamlama şeklidir»*. Daha sonra ona niçin geldiğini sordu.

Umeyr oğlunu kurtarmak için geldiğini söyleyince Peygam­ber fs.a.v.) : «Peki bu kılıç ne oluycr?» dedi. Umeyr: -Al­lah kılıçların belasını versin» dedi, «Onların bize hiç fay­dası dokundu mu?» Peygamber «Gelişinin asıl sebebi ne?» diye tekrar sordu. Umeyr yine sebep olarak oğlunu öne sü­rünce, Peygamber (s.a.v.) onun Safvan'la Hicr'de konuş­tuklarını kelimesi kelimesine tekrarladı. En son olarak «Safvan senin borçlarını ve aileni üzerine aldı ki sen be­ni öldürebilesin. Fakat seninle onun arasına Allah girdi» dedi. Bunları duyan Umeyr: «Bunu sana kim söyledi?» di­ye bağırdı, «Bizim yanımızda bir üçüncü kişi yoktu». Pey­gamber Cs.a.v.) «Bana bunları Cebrail haber verdi» dedi. Umeyr: «Sen bize Gökten haberler getirdiğinde biz sana yalancı dedik. Fakat bana İslam'ı hidayet eden Allah'a hamdolsun. Ben. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Mu-hamed (s.a.v.)'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ediyo­rum» dedi. Peygamber (s.a.v.} orada bulunanlara dönerek şöyle dedi: «Kardeşinize dinini öğretin ve ona Kur'an oku­yun; esir oğlunu da serbest bırakın.»[4]

Umeyr (r.), diğerlerini de, özellikle Safvan'ı İslam'a da­vet etmek için Mekke'ye dönmek istiyordu. Peygamber (s.a.v.) ona gitme izni verdi ve onun sayesinde birçok ki­şi müslüman oldu. Fakat Safvan onun bir hain olduğunu düşünüyor ve bu yüzden onunla hiç konuşmuyordu. Bir­kaç ay sonra Umeyr, muhacir olarak Medine'ye döndü.

Ebul-As, Mekke'ye döndüğünde karısı Zeyneb'e, onu Medine'ye göndereceğine dair babasına söz verdiğini söy­ledi. Küçük kızları Ümame'nin de annesiyle birlikte git­mesine karar verdiler. Oğullan Ali daha bebekken ölmüş­tü. Zeyneb de üçüncü bir çocuk bekliyordu. Tüm hazır­lıklar yapıldığında Ebu'l-As kardeşi Kinane'yi muhafız ola­rak karısının yanma gönderdi. Plânlarını gizli yapmışlardı. Fakat buna rağmen gündüz yola çıktılar. Bu da Mekke'de birçok lâfa neden oldu, sonunda Kureyş'ten bir grup on­ları takip etmeye ve Zeyneb'i evlilikle bağlı olduğu Abdu'ş-Şems kabilesine geri getirmeye karar verdiler. Fihr Kabilesinden. Habbar adındaki bir adam ilerledi ve mız­rağını sallayarak, tahtında Ümame ile birlikte oturan Zey-neb'in önüne geçti. O sırada diğerleri de yaklaşıp onları çevrelediler. Kinane atından indi ve yayını çekip ok sada­ğını yere indirdi. «Hele biriniz gelin, hemen okumla öl­dürürüm» dedi. Yayını gerince adamlar, geri çekildiler. Kı­sa bir sessizlikten sonra Abdu'ş-Şems'in lideri Ebu Süfyan ve bineklerinden inen birkaç kişi ona yaklaştılar. Ona si­lahlarını bırakıp, meseleyi sakince konuşmayı teklif etti­ler. Kinane razı oldu. Ebu Süfyan ona şövle dedi: «Başı­mıza gelen felâketi ve Muhammed (s.a.v.)'in bize yaptığı kötülükleri bildiğin halde kadını, insanların gözü önünde götürmen büyük bir hataydı. Bu bizim aşağılandığımızı gösterir bir işaret, adamlar bizim hakkımızda beceriksiz diye konuşacaklar. Hayatım üzerine yemin ederim ki, onu babasnıdan ayrı tutmak istemiyoruz, bunun bize bir fay­dası da yok. Fakat kadını Mekke'ye geri götür. Hakkımız­da konuşanların ağzı susuncaya ve bizim gidip onu getir­diğimiz halk arasında yayılıncaya kadar Mekke'de kalsın. Sonra onu gizlice al ve babasına götür». Kinane bu öne­riyi kabul fstti ve hep birlikte Mekke'ye döndüler. Döndük­ten kısa bir süre sonra Zeyneb, bir düşük yaptı. Büyük bir ihtimalle bunun nedeni Habbar'dan korkmasıydı. İyile­şince ve yeteri kadar zaman geçince Kinane onları, yani Zeyneb ile Ümame'yi gece karanlığında yola çıkardı ve Mekke'ye sekiz mil kadar uzaklıktaki Yecec ovasına kadar onlara eşlik etti. Orada, daha önceden plânladıkları gibi Zeyd'le buluştular. Zeyd, onları sağ sağlim Medine'ye ge­tirdi


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Tab. 1344. 226
[2] B. LII. 25.
[3] W. 25I.
[4] I. S. IV, 147; I. I. 472-3. 230


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 80 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6 ... 8  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 4 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye