27. Bölüm: Hakîkat-ı Ahmedî Eleştirisine Cevap
Değerli (din) kardeşim Hâce Muhammed Hâşim, din büyüklerinden bir zâtın benim iki sözüm hakkında şüpheye düştüğünü yazarak açıklama istemişlerdi.
Bu iki sözden birisi şudur: “(Peygamberimizden) Bin yıl sonra Hakîkat-ı Muhammedî, Hakîkat-ı Ahmedî olur” . İbârenin tümünü yazmışlardır ki bundan sonra bir fıkra (paragraf) vardır. (Bin yıl sonra) her iki isimle de (Hakîkat-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Ahmedî olarak) gerçekleşir. Bu ibâre üzerinde düşündükten sonra baksınlar, o şüphe kalacak mı, kalmayacak mı? Bir hakîkatin, kendi isimlerinden ikisi ile isimlenmesine bir mâni var mıdır?
Bu isimler de uzun zaman sonra bir biri ardından gelen özel kemâlâttır ve bir kemâlden diğerine bil-kuvve (teorik ve potansiyel olarak) yükselmektir.
Filozoflar mücerred (soyut) şeylerde bütün kemâlâtı bil-fiil îtibâr etmişler, kuvveden fiile yükselmeyi câiz görmemişlerdir. Bu, onların dar görüşlülüğü sebebiyledir. (Hadis-i şerif:) “İki günü eşit olan (aynı seviyede kalan) kişi aldanmıştır”. (Hz. Muhammed’in hakîkati de aynı seviyede kalmamış, zamanla mânen yükselip Hakîkat-i Ahmedî ismini almıştır).
Yeryüzüne inişi, Peygamberimizin gönderilişinden bin sene sonra olacak olan Hz. Îsâ’nın (a.s) Efendimiz’i (a.s) “Ahmed” ismiyle anmış olması ve onun geleceğini kavmine müjdelerken bu ismi kullanmış olması bu hikmete mebnî olmalıdır. Çünkü (Hz. Îsâ’nın yeryüzüne ineceği zaman olan hicretten en az bin yıl sonrası) bu Ahmed isminin saltanat zamânıdır (çünkü bu dönemde Hakîkat-ı Muhammedî ismi, Hakîkat-ı Ahmedî’ye dönüşür). Yoksa, Hz. Îsâ’nın meşhur olmayan bu Ahmed ismini anmasının ne hikmeti olabilirdi? Çünkü halk bu isim sebebiyle şüpheye düşerler ve isimden müsemmâya (hakîkate) ulaşamazlar.
Bundan da kıyâs etmek gerekir ki, Efendimiz’in (a.s) ismi yeryüzünde Muhammed, gökte ise Ahmed’dir. Kemâlât-ı Muhammedî dünyâ ehli ile ilişkilidir, Kemâlât-ı Ahmedî ise gök ve mele-i a‘lâ (melekler) ile ilişkilidir. Efendimizin (a.s) vefâtından sonra 1000 sene geçince –ki bu sürenin değişimde tam bir etkisi vardır ve onun (a.s) dünyâ ehli ile ilişkisi azalır-, Kemâl-i Ahmedî doğar, o kemâlin ilim ve mârifetleri zuhûr eder. Şüphe nedir ve tereddüt nerededir? Şüphe konusunda yazmışlardır ki: “Hakîkat olan bir şeyde zaman ve değişme olmaz. Hakîkat kelimesiyle ne kastetmişler ve değişme derken ne demek istemişlerdir”. Kalp hakîkat değildir. Takallüb (değişme) hakîkattir. Kalbin bir kemâlden (yüksek hâlden) diğerine, bir renkten diğerine boyanmasıdır hakîkat.
Bu açıklama ile (itiraz eden kişinin): “Hakîkat-ı Ahmedî derken onun (Ahmed Sirhindî’nin) maksadı bizzat kendisidir, yoksa bin yıl kaydının ne anlamı olurdu, bin yıllık duâ kabul edildi ve Hakîkat-ı Ahmedî oluştu demesinin ne anlamı kalırdı?” şeklinde ortaya attığı şüpheler giderilmiş oldu. Bin yıl dememizin hikmeti de açıklanmış oldu.
İkinci şüphe şudur ki: “Onun (Sirhindî’nin) sabâhat ve melâhat kelimelerinden maksadı nedir? Hz. Peygamber ve Hz. İbrâhim onları birleştirememiş de, o (Sirhindî) birleştirmiş”.
Sabâhat ve melâhat kelimelerinden maksadımız, Hz. Peygamber’in: “Kardeşim Yusuf (a.s) daha sabâhat (yüz güzelliği) sâhibidir, ben ise daha melâhat (mânevî güzellik) sâhibiyim” şeklindeki sözünde ifâde edilen sabâhat ve melâhattir. Hz. Peygamber melâhati (mânevî güzelliği) kendisine, sabâhati ise Yusuf (a.s)’a nisbet etmiştir. Bu sabâhat de, Hz. Yusuf’a büyük babası Halîlürrahmân Hz. İbrâhim’den ulaşmıştır.
Bir hizmetçi hizmetkârlık etse, güzel bir insanın güzelliğini arttıracak şekilde ona tarayıcılık (kuaförlük) yapsa, rehberlik ederek iki güzeli buluştursa ve birinin güzelliğini diğerininki ile birleştirse, o iki güzelde ne kusur olabilir ve bu hizmetçiliğin güzelliğinde hangi eksiklik vardır? Hizmetçilerin efendilerine yardımı, efendilerin değerinin büyüklüğü sebebiyledir; efendilerin kemâl, heybet ve yüksek makâmını gösterir. Kendisine hizmet ve yardım edecek hizmetçileri bulunmayan bir efendi, hizmetçileri olmayan ve ordusuz yaşayan bir padişah gibidir. Kişinin kendi seviyesindeki insanlardan yardım alması eksikliktir, hizmetçi ve uşaklardan yardım almak ise övülen bir durumdur. Övülen ile yerilen durumu ayırmak için basîret lâzımdır.
Allah’ı hamd ile tesbih ederim.
Bir grup insan vardır ki, bir şahsın binlerce hüneri olsa, ama sâdece bir tane kusuru bulunsa, o kusuru öne çıkarıp hünerlerini arkaya atarlar ve eleştirirler. Bilmezler ki, belki o bir kusur da -zâhirden sarf-ı nazar edilirse- bir hüner ihtivâ etmektedir. Zâhirden sarf-ı nazar edilen (mecâz olarak yorumlanan) sözler Kur’ân’da, sünnette ve tarîkat şeyhlerinin sözlerinde çoktur. Bu (sözümüz), İslâm’da kırılan ilk şişe değildir. (Daha önce şatahât türünde söz söyleyen bir çok zât olmuştur).
Şu kadarını bilmek gerekir ki, bir kişi kendisini peygamberden daha üstün görürse ve peygamberi bazı işlerde kendisine tâbi bilirse, bu zındıklıktır. Ama bizim bu açıklanan mânâdaki sözümüzden şüpheye düşmek, o sözün sâhibinin zındık olduğuna hükmetmektir. Allah insaf versin.
Mısrâ: “Rûmî küfür sözü söylememiştir, söylemez de, onu inkâr etmeyin”.
Ne garip belâdır ki, sözlerimden şüphe eden kişiyi dost bilirdim ve onun tâlihli olduğunu düşünürdüm. Beni inkâr ve sözlerimi red nereden çıktı? Hangi sebeple inat yolunu seçti? İnat ve taassup sebebiyle ortaya attığı sorular cevap vermeye değmez, mâzerete de sığmaz. Ama arada siz (Muhammed Hâşim) vâsıta olduğunuz için cevap verildi.
Doğruyu ilhâm eden Allah Teâlâ’dır. Dönüş de O’nadır.
***
MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)
İmâm-ı Rabbânî
Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun
SUFÎ Kitap Yayınları
|