Şâh-ı Nakşibend
"Gönüller Nakkaşı" Orijinal Adı:
Enîsü't-Tâlibîn ve Uddetü's-Sâlikîn Yazarı:
Salahüddin ibn'i Mübârek el-Buhârî Çevirmeni: Süleyman İzzî Teşfîrâtî
Yay. Haz. ve Sadeleştiren: Mustafa Özsaray
Kapak Tasarımı: Medine Efe
Sayfa Sayısı: 294
Online Sipariş:
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default ... a=39474875Selahüddin ibn-i Mübarek tarafından "Enîsü't-Tâlibîn ve Uddetü's-Sâlikîn" adı altında Farsça olarak kaleme alınan bu kitap, Hacegan yolu olarak ortaya çıkan ve daha sonra Şah-ı Nakşibend lakabıyla meşhur Muhammed Bahaüddin'e nispetle Nakşibendiyye olarak isimlendirilen tarikatın usul ve esaslarını içerdiği gibi aynı zamanda Şah-ı Nakşibend (k.s.)!in hayatı ve tasavvufî düşüncesi hakkında da en eski doğru ve güvenilir bilgileri kapsamaktadır.
Müellif, Muhammed Bahaüddin'in sufilerindendir. Bu nedenle eserine aldığı bilgilerin kaynağı ya kendisi veya sohbet arkadaşları olan çağdaşı dervişler olması hasebiyle, bu tarz eserlerde zikredilen anlatımlarda, ravi zincirinin uzunluğu ve zaman aşımı gibi sebeblerden dolayı görülen değişmelerden bu bilgilerin salim olduğunu söyleyebiliriz.Bu niteliklerinden dolayı kitap Hacegan büyükleri ve özellikle Şah-ı Nakşibend hakkında Reşehât ve Nefehât gibi tabakât eserlerine de kaynaklık etmiştir.Eseri Türkçeye Süleyman Izzî Teşrifâtî "Makamat-ı Nakşibendiyye" adıyla çevirmiştir. Elinizdeki kitap anılan tercümeye dayanılarak yayına hazırlanmıştır.
YAZARIN GİRİŞİ
Alıntı:
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Alemlerin Rabbi Allah (c.c.)’a hamd, O’nun kulu ve elçisi Muhammed Mustafa (s.a.v.) ile değerli aile halkı ve ashâbına salât ve selâm olsun.
Bu kitabı yazmamın gayesine gelince; içyüzleri temiz olan basîret erbabı, saâdetli nübüvvet makâmından sonra, velâyet-i hassa derecesinden daha şerefli ve yüksek bir rütbe ve makâmın olmadığını apaçık görürler. Gerçi mutlak velâyet, “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” âyet-i kerîmesinin manasında işaret edildiği üzere, gayet nefis bir şekilde beyan edilmiş olmakla birlikte, Allah’ın insana bu vazifeyi yüklerken cilveli olmasının sebebi, havas ve avamdan her birinin, yüce marifet cevherini güzelleştirmek için bütün güçleriyle çalışmalarını temin içindir. “Ben gizli bir hazineydim, tanınmak için mahlukatı yarattım.” hadîs-i şerîfi bu görüşü teyit eden gerçek bir delildir.
Ancak, bu marifet elbisesi, takdir imalathânesinde herkesin kâbiliyet ve istidadına göre kesilip biçilerek inâyet buyurulmuş: “Allah, bazınızı bazınıza üstün kıldı...” âyet-i kerîmesinin hükmüyle veya “İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibi birer madendirler.” hadîs-i şerîfinin mefhumuyla farklı biçimlerde şekillenmiştir. İşte bu sebeple, bazısının nispeti mücerret sahih itikat üzere bina olunmuş, bazısının nispeti de sahih itikada ilâveten yakîn nûru ile teyit edilmiştir. “… Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediğini nûruna kavuşturur...” ve“… İşte bu, Allah’ın fazlıdır, onu dilediğine verir...” âyet-i kerîmeleri bu manayı belirtir.
Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu üstün mertebelerin nasıl elde edileceğini, Ebu Cühayfe (r.a.)’ye şöyle açıklamışlardır: “Âlimlere sor, hikmet sahibi kimselerle birlikte ol ve büyüklerle oturup kalk...”
Hâce İmam Muhammed b. Ali Hakîm Tirmizî (k.s.), Nevâdiru’l-Usûl isimli kitabında, bu hadîs-i şerîfi şu şekilde şerh etmiştir: “Ricâlullah ve havâs yeryüzünde üç sınıftır. Her sınıf ancak kendi sınıfında bulunan ricâli tanır. Birinci sınıf: Allah’ın helâl ve haram işleri ile ilgilenen âlimlerdir. Onların üzerinde ilmin izleri vardır ve onlar ilimle bilirler. İkinci sınıf: Allah’ın tedbiri ile ilgili âlimlerdir. Onların üzerinde hikmet işaretleri vardır ve onlar hikmetle bilirler. Üçüncü sınıf: Allah âlimleridir. Bunların üzerinde Allah’ın nûru ve heybetinin işaretleri bulunup Allah ile bilirler. İşte bu kimseler Allah’ın velîleridir. Bu üç sınıf, Rasûlullah (s.a.v.)’ın Ebu Cühayfe (r.a.)’ye söylediği “Âlimlere sor...” diye başlayan hadîs-i şerîflerinde açıklanmaktadır.
Bu hadîs-i şerîfte Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle demek istemektedir: Yani, eğer sen, akâit ve şeriâtla ilgili bir şey öğrenmek istersen onu şeriât âlimlerine sor. Eğer, tedbir ve hikmete vakıf olmak istersen hukemâ (hikmet sahipleri) ile imtizaç eyle. Şâyet, sır ve hakikatlerin inkişâfını talep eden bahtiyârlar topluluğuna katılmayı arzu ediyorsan, büyüklerin meclisinde bulun ki, onlar hakikatte Allah’ın velîleridir. Onların nûrla kaplı yüzleri her derde devâ ve şerefli meclisleri kalp hastalıklarına sırf şifâdır.”
Yine Nevâdiru’l-Usûl adlı kitapta bu hususla ilgili şöyle anlatılır: “Hz. İsa (Allah’ın selâmı Peygamberimize ve O’na olsun) demiştir ki: “Âlimler üç sınıftır. Birincisi Allah’ın âlimi değil, Allah’ın emrinin âlimidir. İkincisi Allah’ın emrinin âlimi değil, Allah’ın âlimidir. Üçüncüsü ise hem Allah’ın âlimi hem de Allah’ın emrinin âlimidir. İşte bu üçüncü sınıf büyükler hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ebu Cühayfe (r.a.)’ye: “… Onlarla oturup kalk. Çünkü onların nazarları devâ ve meclisleri şifâdır.” buyurmuştur.
Bu hadîs-i şerîf şuna da işaret eder: Her topluluk bir ilimle mevsuf olup, her ilmin de kendine has bir metodu vardır. Faydalanmak için o ilmin metoduna uymak lâzımdır. Cevâmiu’l-Kelîm’in: “İlim talep etmek, erkek ve kadın her müslümana farzdır.” hadîs-i şerîfindeki mana güzelliği icmâl perdesini açar. Çünkü, Rasûlullah (s.a.v.)’ın kelâmının bir kısmı bir kısmını tefsir eder.”
Onun nutkunun şerhini ondan sor ey selîm,
Lokman’ın hikmetini Lokman’dan sor ey hakîm.
Tasavvuf ehlinin icmâına göre, evliyâullahın hâl ve kerâmetlerinin zuhûrunda kasıt ve ihtiyar olmadığı gibi, iki cihan saâdetinin sermâyesi olan tarîkat şeyhlerinin sohbetlerine nail olma sebeplerinde de, hiçbir talipte kasıt ve ihtiyar yoktur. Şöyle ki: “Ezelî hidayetin önderi ve ebedî inâyetin sâikinin delâleti ve salih rüyânın işaretiyle bu zayıf kul, Salâhuddin b. Mübarek el-Buhârî, yedi yüz seksen beş senesinde asfiyanın sığınağı, velîlerin mürşîdi, alemlerin kutbunun halifesi Hâce Alâüddin Attâr (k.s.) Hazretleri’nin hizmetine erişip, onun vasıtasıyla; ariflerin önderi, mükemmellerin kutbu, resûllerin efendisinin sünnetinin ihyâ edicisi, sahâbe-i kirâmın yolunun açıklayıcısına intisap etmiştim.
Son bulur kelâm, vasfını tarif edemez,
Nasıl tarif etsin kelâm, vasfın tükenmez.
Yani, Şâh-ı Nakşibend diye şöhret olan Hz. Şeyh Bahâüddin (k.s.) cenaplarının kabul nazarlarıyla müşerref olmuştum. Çünkü, o yüce zâtın tarîkat-ı aliyyeleri, sohbet esası üzerine kurulduğundan, kendilerinin dervişlerle yaptığı sohbetlerdeki değerli sözlerini her defasında can kulağı ile dinlerdim. O vasıta ile velâyetin sığınağı, dergâhın hizmetkârı, gönlü uyanık dervişlerin yakîn nûrları sebebiyle zâhiren ve bâtınen velâyet nûrlarını müşâhede ve kerâmet eserlerini görmekle sohbet toplantılarından çok istifade eder, anlatılan ibretli menkıbeler hafızamda kalırdı.
Hakikatte, velînin kerâmetinin nebînin mucizesi olduğu kabul edilen bir görüş olduğundan, Allah’ın velîlerinde görülen hâl ve onlardan sâdır olan kerâmetlerin, Cenab-ı Risaletpenâh (s.a.v.) Hazretleri’ne olan tam bağlılığın bereketiyle, sünnet-i seniyyelerini yaşamağa devam etmekten ne’şet ettiği apaçık bir gerçektir.
Bu kitabın musannifi der ki: Mutluluğa ermiş topluluk ile sohbet ve konuşmalarımız esnasında bu zayıf kulun içinde, kulağımın küpesi ve hafızamın ziyâsı olan velâyetin apaçık işaretlerini tahrir ve tahkik ipliğinde toplayıp dizme konusunda kuvvetli bir arzu ortaya çıktı.
Eğer nasibim yoksa mertlerin hâlinden,
Zehir içip ölmek daha iyidir zikirden.
Bu esnada dostlardan biri, bu fakire şöyle işarette bulundu: Mevlânâ Hâfızüddin Kebir el-Buhârî’nin çocuklarından Mevlânâ Hüsamüddin Hâce Yusuf (Allah kabrini nûrlandırsın), Buhârâ âlimlerinin üstadı ve Cenâb-ı Şeyh Hâce Bahâüddin Hazretleri’nin sohbetleri ile sürekli müşerref olmuş seçkin bir zat idi. Bir ara Hâce Hazretleri’nin makam, hâl ve kerâmetlerini derleyip yazmakla meşgul olmayı arzu etmişti. Bu düşüncesini açtığında, Hz. Hâce (k.s.) ona: “Bu zamanda icâzet yoktur.” demişti. Yani kendileri hayatta iken yazma ve açıklamaya izin vermemiş, sonra serbestsiniz, diye tavsiyede bulunmuşlardı. Bu fakir de buna vâkıf olmuştu.
Hz. Hâce (Allah rûhuna esenlik versin) hicrî yedi yüz doksan bir senesinin Rebiu’l-evvel ayının üçüncü Pazartesi gecesinde, “Ey mutmain nefis! Dön Rabbine, sen O’ndan razı, O’da senden razı...” nidâsına lebbeyk diyerek icabet edip, “...Biz Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz.” semtine geri dönmüş, ayrılık hâlinin zulmeti, talebelerinin günlerini karanlık bir geceye döndürmüş ve onları ışık saçan yüzden mahrum bırakmıştı.
Bu hâdisenin üzerinden epey bir zaman geçip gitmişti. Artık, irşâdın sığınağı Hazreti Hâce Alâüddin (Allah kabrini nûrlandırsın ve toprağını güzelleştirsin), merhum Şâh-ı Nakşibend’in halifesi ve dergâhın kaimi idi. Saâdetli zamanlarında velâyetin sığınağı olan dergâhları, bir çok talebenin etrafında dolaştıkları, çok sayıda dervişin de ziyaret ettikleri bir mekândı. Bu sebeple sohbet arkadaşlarının mevcudiyetini ganimet bilerek, içimde yer eden bu vasiyetin yerine getirilmesini gerekli gördüğüm için, istihare yaptım. Hazreti Hâce Bahâüddin (k.s.), istiharede bu eseri yazmama izin ve işaret buyurdular.
Bu aciz kul, bu şekilde görevlendirildikten sonra, ona ait söz, hâl ve kerâmetleri aslına sadık olarak toplamaya çalıştım. Ancak, zaman zaman ortaya çıkan engeller sebebiyle, özenle çalışmama rağmen derleme işini bitirmeyi başaramadım. Daha sonra Hâce Hazretleri, maneviyattan bu eserin tamamlanması için tekrar emir ve işaret buyurdular. Allah dostlarının şerefli nefeslerine imtisal etmeyi edep ve iki dünya mutluluğunun kazanılması için bir vesile bilerek, tekrar çalışmaya koyuldum.
Şerefli teveccüh rüzgârları, rûh misali sûfîlerin kalplerini diriltti ve yüzlerinden beşeriyet perdelerini sıyırıp imha etti. Sonunda, Hâce Hazretleri’nin faziletlerini tam olarak içine alan bu kitap, güzel bir çalışmanın mükâfatı olarak Allah’ın yardımıyla tamamlandı. “Enîsü’t-Tâlibîn ve Uddetü’s-Sâlikîn” diye isimlendirdiğim bu eser, dervişlerin sohbetlerinde neşe saçarak elden ele dolaşıp durdu.
Cenab-ı Hak’dan samîmî ricâ ve ümidim şudur: Bu eser, talep edilen şeyin elde edilmesi babında; kalplerdekilerin kabulü için bir rabıta olsun. Çünkü bu kitap, velâyet nûrları, kurbiyyet işaretleri, kerâmet eserleri ve muhabbet meyveleri ile doludur. İçerisinde, velâyet ve kerâmet nedir, velî kimdir, gibi soruların cevabı verilmiştir. Velînin kerâmetinin nebînin mucizesi olduğu açıklandıktan sonra, evliyânın kerâmetini inkâr eden topluluğun kötü hâlleri izah edilmiştir.
İnsan, evliyânın faziletleri ve muttakîlerin kerâmetlerini iyice bilip, kabul şerefi ile şereflenen ve bu sırra mazhar olan devlet sahiplerinin, ipek ve sırma ile işlenmiş saâdet elbiselerinin üstünlük ve farklılığını, ehlullah düşmanlığı zincir ve prangalarına mahkûm topluluğun sonu hüsranla biten hâllerinden ayırt etmek için, bu güzel kitabı fırsat bilmeli ve hak yoluna girmeyi arzulayarak mütalaâ etmelidir. Allah dostlarına saygı ve hürmette kusur etmeyip, onların fazilet ve güzel ahlâkının, sırf Mevlâ’nın inâyeti olduğunu kavramalı ve kemâl-i edeple günler geçirilmelidir.
Bu kıymetli kitap dört bölümden oluşmaktadır:
Birinci Bölüm: Velâyet ve velînin tarifi hakkındadır.
İkinci Bölüm: Hz. Hâce Bahâüddin Nakşibendî (k.s.)’in hâllerinin başlangıcı ve Hâcegân büyüklerinin silsilesinin açıklanması hakkındadır.
Üçüncü Bölüm: Hz. Hâce Bahâüddin Nakşibend (k.s.)’in sıfatları, hâlleri, sözleri, ahlâkı, tarîkat ve seyr u sülûk usûlü, sûfîlerle yaptıkları sohbetlerinin meyveleri ve davranışlarının keyfiyeti ile sohbet meclislerinde ortaya çıkan hakikat, latife ve hikmetli sözler hakkındadır.
Dördüncü Bölüm: Hz. Hâce Bahâüddin Nakşibend (k.s.)’in, velâyet denizinin dalgalarının çarpışması sırasında ortaya çıkan, kerâmet, makâm, hâl ve etkileri hakkındadır.
Tanıtım: Berşan GÜMÜŞ