1. Bölüm: Hâcegân Yolunun Cezbesi ve Sülûk
Bu yazı, Hâcegân hazretlerinin (Nakşbendîler’in) tarîkatının açıklamasıdır.
Bilesin ki, onların teveccühü (mânevî yönelişi), özel bir teveccühtür. O teveccühteki istihlâk ve izmihlâle (kendini kaybetme hâline) cezbe derler. Bu cezbe, şânının yüceliğinden dolayı, diğer cezbelere benzemez, onlarla ilgisi yoktur. Onların cezbesi, meselâ gayb dâiresinin noktası (Allah’ın sırf zât mertebesi) ile irtibatlıdır. Bu nokta ise sonun sonudur, Hakîkat-ı Muhammedî denen ve kâbiliyyet-i câmi‘a olan taayyün-i evvelin menşeidir. Nitekim bu konu erbâbına âşikârdır. Hâcegân cezbesinin bu noktayla irtibâtından dolayı, “Bu tarîkatta son hâl başlangıca yerleştirilmiştir” denebilir. Bu sebeple bu güçlü tarîkatın büyüklerine seyr fillâhtaki mânevî kazanımlarından sonra sonsuz mânevî yükselişler el verir. Onlarda mânevî susuzluk aslâ görülmez. O noktada fânî ve müstehlek (yok) olurlar. Hattâ kâbiliyetleri farklı olmakla berâber orada bekâ hâline ulaşırlar. O noktaya ulaşmak velâyet-i Muhammedî’ye (Muhammedî meşreb velîlere) mahsusdur. O noktada bekâ hâline ulaşmak halkı Hakk’a dâvetin ve irşâdın başladığı yerdir, tam fark makâmıdır.
Hz. Peygamber’in mânevî vârislerinin önde gelenleri (olan cezbe ehli) için ona tâbî olma sebebiyle bu makâmın fenâ ve bekâsından nasip vardır. Seyr u sülûk ehli ise böyle değildir. Onların sülûkü (mânevî yolculuğu), cezbelerinden öncedir. Ya da söz konusu olan cezbenin dışında başka bir tür cezbe onların sülûkünden önce vâkî olmuştur. Bu başka tür cezbeden sülûke ulaştıkları zaman onlarda bir miktar soğukluk oluşur. Çünkü sülûk, cezbe dönemindeki hızlı yükselişi durdurur.
Bu sebeple Hz. Emîr (Hz. Ali) sülûkünü yani mânevî yolculuğunu tamamladıktan, fenâ ve bekâya nâil olduktan sonra o dâireden çıkmış, maiyyet-i zâtiyye (zâtî berâberlik) yoluyla nihâyet noktasına ulaşmıştır. Her ne kadar (diğer tarîkatlara bağlı) meczûb-i sâlikler (önce cezbeye sonra sülûke nâil olanlar) sâlik-i meczûblardan (sülûkü cezbelerinden önce olanlardan) harâret ve yanma yönüyle daha önde olsalar da, bu tarîkatın meczûb-i sâlikleri mertebesine ulaşamazlar. Çünkü merkeze ulaşmak, bu (Hâcegân’a âit) cezbeye mahsustur. Bu sebeple diğer tarîkatlerin son noktaya ulaşan sûfîleri bazen fenâ ve bekâdan sonra sonu sıfatsızlık ve renksizlik olan bu hâneden (mertebeden) yükselirler. Bazıları efrâd velîlerin gayb hânesine gidip orada yükselirler. O makâma mahsus olan muhabbet ile vâsıl olur, Allah’a ulaşırlar. Diğer bazıları oradan yükselip semâ ve nâğmeye (mûsikî dinlemeye) yönelirler. Mûsikînin teşvik ve tahrîkiyle terakkî edip mânen yükselirler. Sâdece ilâhî cezbe ile yükselen bu tarîkatın vâsılları (Hakk’a ulaşanları) ise böyle değildir. Onlarda sıfat ve renk (özellik) kalmamıştır ki onlarla yükselsinler. Cezbe, onları çeke çeke götürür. Bu cezbenin, nihâyetin nihâyeti noktası (Allah’ın zâtı) ile tam bir irtibâtı vardır. Nitekim anlatıldı.
Bu tarîkatın bazı büyükleri o makâmda (cezbede), bu nihâyet makâmının nûru ile aydınlandılar ve renklendiler. Nihâyette hâsıl olacak olan şey, bu hânede (cezbe mertebesinde) müyesser olmuştur. Hâce Ahrâr diye bilinen kutbü’l-muhakkıkîn Nâsıruddîn Hâce Ubeydullah bu cezbe makâmında nihâyet nûru ile şereflenmişlerdir. Bu konudan bir miktarı, onların ahvâlini anlatırken zikredilecektir.
Aynı şekilde seyr u sülûkünü tamamlayıp velîlik, şehâdet ve sıddîklık makâmlarına ulaşan bu tarîkatın büyüklerinden bazıları her ne kadar o (son) noktaya ulaşmamış iseler de, o noktanın nûru onların gönüllerini aydınlatmış ve tam olarak Allah’ı müşâhededen faydalanmışlardır. Onlar bu cezbe nîmetinden sonra sülûk ederler, bu sülûkü teveccühe (mânevî yönelişe) yardımcı yapıp uzak yolu en kısa sürede aşarlar ve yöneldikleri Kâbe’ye (Allah’a) ulaşırlar. Onların bu yolu (usûlü) Hz. Sıddîk-ı Ekber’e (Ebû Bekr’e radiyallâhü anh) âittir.
Burada bir incelik vardır. Bilmek gerekir ki, Hz. Sıddîk, Hz. Ali’ye âit olan cezbe ve seyr-i âfâkî (mânevî yolculuğu dış âlemde yapmak) ile irtibatlı üst âleme âit sülûk yolunu elde ettikten sonra –nitekim Hz. Ali bunu şöyle ifâde etmiştir: “Bana göklerin yollarını sorun! Oradaki yolları yeryüzündeki yollardan daha iyi bilirim”, (Hz. Ebû Bekr) seyr-i enfüsîden yani kendi kalbi içinde olan mânevî yolculuğu da yapmıştır. Seyr-i enfüsî şuna benzer, cezbe evinden (makâmından) bir tünel kazmışlar, tüneli Allah’ın zât gaybına ulaştırmışlar, bu tünel yoluyla zâta gitmişlerdir. Son Peygamber (a.s) da bu yoldan nihâyete ulaşmıştır. Seyr-i âfâkî ile irtibatlı olan üst âlemdeki yolculuk her ne kadar o Hazret’in (a.s) nübüvvet kandilinden alınmış ise de, Hz. Ali’ye mahsustur.
Diğer üç halife (Hz. Ebû Bekr, Ömer, Osman) başka yollardan gayba (Allah’ın zâtına) gitmişlerdir. Hz. Sıddîk’ın yolu anlatıldı.
Hazret-i (Ömer) Fârûk’un ve Hz. Zinnûreyn’in (Osman’ın) yolları ise ayrı ve müstakildir. Sâliklerin mânevî yolculuğu, bu dört yol ile olur.
Hz. Ali’nin yolu meşhurdur. Tarîkatların çoğu bu yol ile maksûda yönelmişlerdir. Hz. Sıddîk’ın yolu, diğer tarîkatlar arasında Hâcegân’a mahsustur. Ancak bu tarîkatın dışındaki bazı büyük şeyhler de bu yol ile ilerleyip maksûda ulaşmışlardır.
Bu yolda yürümek, gizliliğinden dolayı zorluklar içerdiği için, nitekim Mevlânâ Abdurrahmân Câmî buna şöyle işâret etmiştir: Nakşbendîler ilginç kâfile başıdırlar, Kâfileyi gizli yoldan Harem’e götürürler.
ve Hz. Ali’nin yolu açıklığa sâhip olduğundan dolayı Hz. Ali’nin yolu meşhur ve yaygın olmuştur.
Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın yolları da gizlilik içerdiği ve o yollarda yürümek zor olduğu için, şeyhler açık olan Hz. Ali yolunu tercih etmişlerdir. Hz. Ali diğerlerinden daha sonra olup onun yolu meşhur olunca, şeyhler onun yoluna girdiler. Anlayışı kısa olanlar, sülûk ettirme ve kemâle ulaştırma yolunun Hz. Ali’ye mahsus olduğunu zannetmişlerdir. Onlar diğer üç halifenin kâmil (olgun) ama mükemmil (kemâle erdirici) olmadığını düşünürler. Onların cesâret ve cür’etine feryâd! Kendi sülûkleri (mânevî yolculukları) Hz. Ali’nin yoluyla olunca onun dışındakileri yok saymışlar ve bu kötü işi işlemişlerdir.
Şiir: Taşta gizlenmiş olan kurt (böcek) gibi, Onun yeri ve göğü sâdece o taştır.
Bu fakîr, bazı büyük şeyhlerin Hz. Fârûk’un (Hz. Ömer’in) yolu ile sülûk yaptıklarını görmüştür. Hz. Gavsü’s-sekaleyn (Abdülkâdir Geylânî) de bu yol ile gayb-ı zâta (Allah’ın zâtına) ulaşmıştır. Hz. Ali’nin yolunda velîlikte ilk adım olan fenâ ve bekâdan daha fazla bir müddet geçirmemişlerdir. Şeyh Ebû Sa‘îd Harrâz da Hz. Ömer’in yolunu tutmuşlardır.
Duymadınız mı, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra bir peygamber gelecek olmaydı, Ömer olurdu”. Bu sözden maksad Hz. Ömer’in insanları kemâle ulaştırması ve fayda vermesi olmasaydı, peygamberlik makâmına nasıl münâsebeti olabilirdi? Düşün ve idrâki kısa olanlardan olma!
Hz. Ebû Bekr Sıddîk’tan sonra bu nisbet (mânevî hâl, seyr-i enfüsî, kalpte yolculuk) Selmân-ı Fârsî’ye ulaştı ve derûnî yoldan maksûda bağlandı. Ondan sonra bu nisbet aynıyla Hz. Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr Sıddîk’a ulaştı. Ondan sonra Hz. İmâm Ca‘fer-i Sâdık’a annesinin babası olan Hz. Kâsım’dan ulaştı.
Ca‘fer-i Sâdık buyurmuştur ki: “Ebû Bekr beni iki kez doğurdu”. Bu söz ile bu iki velîliğe işâret etmiştir. İki kez doğmayan kişi, semâvâtın melekût âlemine geçemez. İmâm Ca‘fer-i Sâdık kendi babalarından da bir nur almış oldukları ve o nur fevkânî (üst ve dış âlemle ilgili, âfâkî) sülûk ile irtibatlı bulunduğu için, cezbeyi elde ettikten sonra fevkânî sülûk ile maksada ulaştı, her iki nisbeti (Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ali’nin hâl ve yollarını) kendisinde toplamış oldu.
Sonra bu nisbet Hz. İmâm Ca‘fer-i Sâdık’tan emânet ve (Üveysî) velîlerin metodu olan rûhâniyet yoluyla Sultânü’l-ârifîn’e (Bâyezîd Bistâmî’ye) ulaştı. Sanki o emânet nûru, ehline ulaştırması için emânet olarak onun sırtına yüklemişlerdir. Sultânü’l-ârifîn’in teveccüh yüzü başka tarafa yöneliktir. O emâneti yüklenmeden önce bu nisbet ve mânevî hâl ile irtibat anlaşılamaz. Sonra bu nisbet anlatılan açıklamada olduğu gibi (rûhânî ve Üveysî yolla) Sultânü’l-ârifîn’den Şeyh-i Harakân’a (Ebu’l-Hasan Harakânî’ye) ulaştı. Onlardan Şeyh Ebû Ali Fârmedî’ye, onlardan Hz. Hâce Yûsuf’a, onlardan da bu yüce nisbet onun ehli ve Hâcegân’ın halka başı (önderi) olan Hâce Abdülhâlik Gucdevânî’ye ulaştı.
Burada, Hz. İmâm’a (Ca‘fer-i Sâdık’a) mahsus olan cezbe (seyr-i enfüsî) ve seyr-i âfâkî yolundan olan iki nisbet (hâl) tekrar zuhûr sahasına çıktı ve tekrar tâzelik kazandı. Onlar (Gucdevânî) bu yoldan yükselip Sıddîklık Makâmı’na ulaştılar. Olgunluk ve başkalarını olgunluğa eriştirme konusunda yüksek bir makâma sâhip oldular. Ayrıca aktâbın (kutub mertebesindeki velîlerin) reislerinden idiler. Hz. Hâce (Gucdevânî) sâlikin son hâlini “yâd dâşt” (Allah’ı sürekli akılda tutmak) diye ifâde etmişlerdir. Yâd dâşt’ın mânâsı bu risâlede detaylı olarak yazılacaktır inşâallah.
Hz. Hâce Gucdevânî’den Hâce Nakşbend’e kadar bu silsilenin şeyhleri cezbeden gayba seyr-i enfüsînin derûnî yoluyla yöneldiler ve kendi isti‘dâdları nisbetinde nasip aldılar.
Hz. Hâce Nakşbend’in zamanı gelince, büyük hâce (Gucdevânî) onu rûhânî yolla terbiye etti. O nisbet aynısıyla cezbe ve sülûk olarak onlara ulaştı, kemâl buldu. Onların (Nakşbend’in) halifeleri olan Hâce Alâeddîn Attâr ve Hâce Muhammed Pârsâ (k.s) bu nisbetin hâsıl olması sâyesinden onların terbiyesiyle şereflendiler.
Hâce Alâeddîn, kendisinde velîlik, şehâdet ve sıddîklık nisbetleri bulunmakla berâber, ma‘iyyet-i zâtiyye (Allah ile berâberlik şuuru) yoluyla zât gaybına gitmişler ve nihâyet noktasına ulaşmışlardır. O noktada bekâ kazanmışlar ve bu bekâ hâli ile kutb-i irşâd olmuşlardır. Çünkü kutb-i irşâd, belki kutb-i medâr olmak, o noktaya ulaşmaya bağlıdır. O makâmda fenâ ve bekâya ulaşmadıkça bu kutbiyyet makâmına ulaşamazlar. Hz. Hâce (Alâeddîn Attâr) bu mertebeye ulaşmak için bir yol ve usul ortaya koymuşlardır. Onun halifeleri bu yolu şöyle ifâde etmişlerdir: “Yolların en kısası Alâeddîn’in yoludur”. Gerçekten de, nihâyetin nihâyetine ulaşmak için bu yol, yolların en kısa ve kestirme olanıdır. Büyük velîlerden bile çok az bir kısmı bu nimete ulaşmışlardır, nerede kaldı ki o yüce makâma ulaşmak için bir yol ortaya koysunlar?
Hz. Hâce Muhammed Pârsâ ve Hz. Mevlânâ Ya‘kûb (Çerhî) Hâce Alâeddîn’in sohbetinde bu yoldan da nasiplenmişlerdir. Oğulları Hâce Hasan Attâr ve diğer halifeleri de bu yoldan gitmişlerdir. Sâlikleri de bu yol ile sülûk ettiriyorlardı. Hz. Hâce Ahrâr, Mevlânâ Ya‘kûb Çerhî vâsıtasıyla bu yoldan nasip almışlardır. Bugüne kadar onun halifeleri bu yolun bereketinden nasiplenmişlerdir. Bu yoldan ulaştıkları nur ile mürîdleri faydalandırıyorlar. Mevlânâ Ya‘kûb Çerhî cezbeden gayba (cezbe yoluyla Allah’ın zâtına ulaşmaya) anlatılan enfüsî yolla yönelmişlerdir.
Bu durumdan anlaşıldığına göre, Hâcegân şeyhlerinin cezbesi iki kısımdır. Birisi yukarıda açıklaması geçmiş olan cezbedir (Hz. Ebû Bekr’den gelen seyr-i enfüsî usûlü). İkinci cezbe ise ma‘iyyet yolundandır (Allah ile berâber olma duygusunun getirdiği cezbedir). Bu cezbe yoluyla sâlikleri terbiye etmek, Hâce Alâeddîn Attâr’a (k.s) mahsustur.
Evliyânın büyüklerinden bazıları her ne kadar bu yoldan gitmiş iseler de, bir yol (usûl, metod) ortaya koymamışlardır. Bir yol ortaya koymak ve onunla mürîdleri eğitip mânevî yolda yürütmek, o zâtın irşâd makâmındaki kemâl, kemâle ulaştırma (tekmîl) ve üstün gücüne delildir.
Hâce Muhammed Pârsâ’nın şöyle dediği nakledilir: “Bütün mahlûkâtı maksûd-i hakîkî olan Allah Teâlâ’ya ulaştırabilirim”.
Hâce Muhammed Pârsâ’nın bütün bu kemâlâtına rağmen Hâce Bahâeddîn Nakşbend ona Hâce Alâeddîn’e tâbî olmasını emretmişti. Hâce Attâr bu silsilede bereketi çok olan bir zâttır. Bugüne kadar bu tarîkatta bulunanlar ister Attâriyye koluna mensup olsunlar, ister Ahrâriyye koluna, hepsi o zâtın hidâyet nûru ile doğru yolu bulmuşlardır. O zâtın ortaya koyduğu yol sâliklere nur vermişse, bu yol sayesindedir.
Hz. Peygamber (a.s) mahlukâta doğru yolu göstermek için bu maiyyet yolu ile geriye (halk arasına) dönmüştür. Hz. Ebû Bekr ve Ömer de bu yoldan inmişlerdir. Buradan bu iki cezbe makâmının büyüklüğü anlaşılmış oluyor. Çünkü Hz. Peygamberin urûcu yani mânevî yükseliş yolu birinci cezbe (seyr-i enfüsî), iniş yolu da ikinci cezbedir (ma‘iyyet-i zâtiyye).
***
MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)
İmâm-ı Rabbânî
Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun
SUFÎ Kitap Yayınları
|