Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 7 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Rabbânî Önderler: Hâcegân Yolu - Nakşbendiyye Silsilesi
MesajGönderilme zamanı: 10.12.09, 10:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
İmâm-ı Rabbânî

1. Bölüm: Mânevî Yolda Yükseliş ve İniş Mertebeleri:


Bu dervişin [İmâm-ı Rabbânî] gönlüne tasavvuf yolunun arzusu düşünce, Allah Teâlâ’nın lütfu onu Hâcegân (Nakşbendî) silsilesinin halifelerinden birine (Muhammed Bâkî-Billâh’a) ulaştırdı. Oradan bu büyüklerin tarîkat usûlünü aldı ve bu zâtın sohbetine devâm etti. Onun teveccühünün (mânevî nazarının) bereketi ile, Kayyûmiyyet sıfatında yok olmak (her şeyi idâre edenin Allah Teâlâ olduğunu idrâk etmek) sûretiyle oluşan Hâcegân cezbesi onda (İmâm-ı Rabbânî’nin kendisinde) hâsıl oldu. Tasavvuf yolunun son hâllerinin (yani dâimî huzûrun) başlangıçta oluşması geleneğinden de bir hisse nasip oldu.

Cezbenin oluşmasından sonra işi sülûkte yani mânevî ilerleme yolunda karar kıldı.

Bu ilerleme ve mânevî yükselme yolunu Allah’ın arslanı sıfatıyla anılan Hz. Ali’nin rûhâniyetinin terbiyesi ve yardımı ile sona ulaştırdı. Yani terbiyecisi ve feyz kaynağı olan ilâhî isme kadar yükseldi. O isimden de kâbiliyyet-i ûlâ ve Hakîkat-ı Muhammediyye denen mertebeye kadar Hz. Hâce Nakşbend’in (kuddise sirruh) rûhâniyetinin yardımı ile yükseldi. Oradan, Hz. Ömer el-Fârûk’un (radıyallâhü anh) rûhâniyetinin yardımıyla daha yükseğe çıkmak nasip oldu. Oradan o kâbiliyyetin (ve mertebenin) üzerindeki bir mertebeye çıktı ki, o kâbiliyyet bu yeni makâmın tafsîli, bu yeni makâm da o kâbiliyetin icmâli (özeti) gibidir. Bu makâm, aktâb-ı Muhammediyye’nin (Hz. Muhammed’in ümmetinde kutub olan velîlerin) mertebesidir. Buraya yükselmek, Hz. Muhammed’in (a.s) rûhâniyetinin terbiyesi ile oldu. Bu makâma ulaşmada bu dervişe bir miktar da Hâce Nakşbend’in halifesi ve kutb-i irşâd olan Hâce Alâeddîn Attâr hazretlerinin rûhâniyetinin yardımı ulaştı. Kutubların (yani büyük velîlerin) yükselişinin sonu bu makâma kadardır.

Gölge mertebeleri (dâire-i zılliyyet) burada son bulur. Bundan sonra ya “hâlis asıl” vardır ya da “gölge ile karışık asıl”. Efrâd (seçkin velîler) bu mertebeye ulaşmakla imtiyâz sâhibi olmuşlardır. Kutub derecesindeki velîlerden bazısı efrâd derecesindeki velîlerle sohbet etmeleri sebebiyle gölge ile karışık asıl makâmına kadar yükselebilirler, o mertebeye nazar edebilirler. Ancak hâlis asıl mertebesine ulaşmak ya da ona nazar edip bakmak, dereceleri farklı olmakla birlikte efrâda mahsustur.

Bu Allah’ın lütfudur, dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir. (el-Hadîd, 57/21).

Bu dervişe kutbiyyet-i irşâd hil‘ati (irşâdın kutbu olmayı sembolize eden mânevî cübbe), kutubların makâmı olan mertebeye ulaştıktan sonra din ve dünyanın efendisi Hz. Muhammed (a.s) tarafından ihsân edildi ve giydirildi. Bu dervişi o makâm ile şereflendirdiler.

Sonra Allah Teâlâ’nın yardımı tekrar onun hâlini kapladı. Bu mertebeden daha yükseğine yöneltti. Birden bire gölge ile karışık asıl mertebesine götürdü. Önceki makâmlarda olduğu gibi, bu makâmda da bir tür fenâ ve bekâ hâli oluştu. Buradan asıl makâmlarına yükselmeyi nasip edip “aslın aslı”na ulaştırdı. Asıl mertebelerinde ilerleme ve mânevî seyahat olan bu son yükseliş (urûc, mi‘râc) Gavsü’l-a‘zam Abdülkâdir Geylânî (k.s) hazretlerinin rûhâniyetinin yardımı ile oldu. O hazret tasarruf gücü ile bu fakîri o makâmlardan geçirip aslın aslına ulaştırdı.

Oradan da tekrar âleme (dünyaya) döndürdüler. Her makâmı sırasıyla (yukarıdan aşağı geçirerek) geriye getirdiler.

Bu dervişe, son yükseliş kendisine has olan ferdiyyet (efrâd velîlik) nisbetinin mayası, muhterem babasından kalmıştı. Babası da onu güçlü cezbe sâhibi ve kerâmetleriyle meşhur bir zâttan almıştı. Fakat bu derviş, basîretinin zayıflığı ve bu nisbetin ortaya çıkışının azlığı sebebiyle, sülûk (mânevî yolculuk) mertebelerini aşmadan önce o nisbeti ve mânevî hâli kendisinde bulamıyordu. Ondan aslâ haberi de yoktu. Yine bu dervişe nâfile ibâdetlerde, özellikle de nâfile namazlar konusunda babasından bir yardım gelmişti. Muhterem babasına da bu saâdet, Çiştiyye tarîkatındaki şeyhinden ulaşmıştı.

Ayrıca bu dervişe (İmâm-ı Rabbânî’ye) ledünnî ilimler yani Allah vergisi bilgiler Hızır (a.s)’ın rûhâniyeti yoluyla ulaşmıştı. Ancak bu durum, kutubların makâmından daha yükseğe geçmediği dönemde idi. O makâmdan geçip yüksek makamlara çıktıktan sonra ilimleri almak, kendi hakîkatından olur. (İlimleri) kendisinde, kendisiyle ve kendisinden bulur. Başkasının araya girmesine yer ve imkân kalmaz.

Bu derviş, “seyr anillâh billâh” diye tâbir olunan (yüksek makâmlardan) iniş zamanında diğer silsilelerdeki şeyhlerin makâmlarından da geçti. Her makâmdan bol nasip aldı ve o makâmın şeyhleri onun işine yardımcı oldular. Kendi nisbet ve mânevî hâllerinin özünden ona bol nasip verdiler. Önce Çiştiyye tarîkatı büyüklerinin makâmından geçti ve o makâmdan büyük bir nasip aldı. O büyük şeyhler içinde Hâce Kutbüddîn (Bahtiyâr Kâkî) kendisine diğerlerinden daha çok yardım etti. Gerçekten bu zâtın o makâmda büyük bir değeri vardır ve o makâmın reisidir.

Sonra Kübreviyye tarîkatı büyüklerinin makâmından geçmek vâki oldu. (Çiştiyye ve Kübreviyye meşâyıhının bulunduğu) bu iki makâm mânevî yükseliş îtibâriyle aynı hizâdadırlar. Ancak yukarıdan iniş esnâsında (Kübrevîler’in bulunduğu) bu makâm o caddenin sağ tarafında, (Çiştîler’in bulunduğu) birinci makâm ise sol tarafında yer alır. Bu cadde öyle bir yoldur ki, irşâd kutublarının büyüklerinden bazıları bu yoldan ferdiyyet (efrâd velîler) makâmına giderler ve sonun sonuna ulaşırlar. Sâdece efrâddan olanlar için ise ayrı bir yol vardır. Kutubluk olmadan bu yoldan (caddeden) geçilemez. (Kübrevîler’in bulunduğu) Bu makâm, ilâhî sıfatlar makâmı ile bu cadde arasında bulunur. O, sanki bu iki makâm arasında perde gibidir ve ikisinden de hissesi ve nasibi vardır. (Çiştîler’in bulunduğu) birinci makâm o caddenin diğer tarafındadır. Bu sebeple ilâhî sıfatlarla münâsebeti azdır.

Sonra Şeyh Şihâbeddîn’in reisi olduğu Sühreverdiyye tarîkatı büyüklerinin makâmından geçmek vâki oldu. Bu makâm, Hz. Peygamber’in (a.s) sünnetine tâbi olma ve yoluna uymanın nûru ile aydınlanmıştır, üstün de üstünü müşâhede etme nûru ile süslenmiştir. İbâdetlerde başarı ve devamlılık o makâmın dostudur, oraya ulaştırır. Nâfile ibâdetlerle meşgul olan ve gönlünü bu ibâdetlerle süsleyen bazı tam olgunlaşmamış sâlikler (tasavvuf yolcuları), ibâdetlerin bu makâm ile irtibâtından dolayı bu makâmdan bir nasip almışlardır. Nâfile ibâdetler asâleten (doğrudan) bu makâm ile irtibatlıdır. Diğer tasavvuf yolcuları, mânevî yolun başında olsun sonunda olsun, hepsi bir vâsıta ile (dolaylı yoldan) bu makâmla irtibat kurarlar. Bu makâm çok güzeldir. Bu makâmda görülen nûrâniyet diğer makâmlarda azdır. Bu makâmın şeyhleri Hz. Peygamber’e tam tâbî olmaları sebebiyle yüksek derece sâhibidirler ve benzerleri arasında mümtâz şahsiyetlerdir. Onlara bu makâmda nasip olan şey (mânevî mertebe), diğer mertebelerde, yükseliş yönünden daha yukarıda olsa bile, ele geçmez.

Bundan sonra cezbe makâmına indirdiler. Bu makâm, sayısız cezbe makâmlarını ihtivâ etmektedir.

Oradan da aşağı indirdiler. İniş mertebelerinin sonu hakîkat-ı câmi‘a olan kalp makâmıdır. Halkı irşâd etmek ve olgunlaştırmak bu makâma inmeye bağlıdır. (Bu fakîri) O makâma indirdiler. Bu makâmda tam olarak yerleşmeden önce tekrar bir yükseliş vukû buldu. O zaman aslı da gölge gibi geçip geride bıraktı. Kalp makâmında olan bu yükselişten temkîne ulaştı, (kalp makâmına yerleşti).

Vesselâm.

MEBDE’ VE ME‘ÂD
RABBÂNÎ İLHAMLAR

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


En son rabbani tarafından 19.01.10, 09:57 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İmâm-ı Rabbânî: Tarikatta Mertebeler Nasıl Aşıldı?
MesajGönderilme zamanı: 12.01.10, 14:47 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
1. Bölüm: Hâcegân Yolunun Cezbesi ve Sülûk

Bu yazı, Hâcegân hazretlerinin (Nakşbendîler’in) tarîkatının açıklamasıdır.

Bilesin ki, onların teveccühü (mânevî yönelişi), özel bir teveccühtür. O teveccühteki istihlâk ve izmihlâle (kendini kaybetme hâline) cezbe derler. Bu cezbe, şânının yüceliğinden dolayı, diğer cezbelere benzemez, onlarla ilgisi yoktur. Onların cezbesi, meselâ gayb dâiresinin noktası (Allah’ın sırf zât mertebesi) ile irtibatlıdır. Bu nokta ise sonun sonudur, Hakîkat-ı Muhammedî denen ve kâbiliyyet-i câmi‘a olan taayyün-i evvelin menşeidir. Nitekim bu konu erbâbına âşikârdır. Hâcegân cezbesinin bu noktayla irtibâtından dolayı, “Bu tarîkatta son hâl başlangıca yerleştirilmiştir” denebilir. Bu sebeple bu güçlü tarîkatın büyüklerine seyr fillâhtaki mânevî kazanımlarından sonra sonsuz mânevî yükselişler el verir. Onlarda mânevî susuzluk aslâ görülmez. O noktada fânî ve müstehlek (yok) olurlar. Hattâ kâbiliyetleri farklı olmakla berâber orada bekâ hâline ulaşırlar. O noktaya ulaşmak velâyet-i Muhammedî’ye (Muhammedî meşreb velîlere) mahsusdur. O noktada bekâ hâline ulaşmak halkı Hakk’a dâvetin ve irşâdın başladığı yerdir, tam fark makâmıdır.

Hz. Peygamber’in mânevî vârislerinin önde gelenleri (olan cezbe ehli) için ona tâbî olma sebebiyle bu makâmın fenâ ve bekâsından nasip vardır. Seyr u sülûk ehli ise böyle değildir. Onların sülûkü (mânevî yolculuğu), cezbelerinden öncedir. Ya da söz konusu olan cezbenin dışında başka bir tür cezbe onların sülûkünden önce vâkî olmuştur. Bu başka tür cezbeden sülûke ulaştıkları zaman onlarda bir miktar soğukluk oluşur. Çünkü sülûk, cezbe dönemindeki hızlı yükselişi durdurur.

Bu sebeple Hz. Emîr (Hz. Ali) sülûkünü yani mânevî yolculuğunu tamamladıktan, fenâ ve bekâya nâil olduktan sonra o dâireden çıkmış, maiyyet-i zâtiyye (zâtî berâberlik) yoluyla nihâyet noktasına ulaşmıştır.

Her ne kadar (diğer tarîkatlara bağlı) meczûb-i sâlikler (önce cezbeye sonra sülûke nâil olanlar) sâlik-i meczûblardan (sülûkü cezbelerinden önce olanlardan) harâret ve yanma yönüyle daha önde olsalar da, bu tarîkatın meczûb-i sâlikleri mertebesine ulaşamazlar. Çünkü merkeze ulaşmak, bu (Hâcegân’a âit) cezbeye mahsustur. Bu sebeple diğer tarîkatlerin son noktaya ulaşan sûfîleri bazen fenâ ve bekâdan sonra sonu sıfatsızlık ve renksizlik olan bu hâneden (mertebeden) yükselirler. Bazıları efrâd velîlerin gayb hânesine gidip orada yükselirler. O makâma mahsus olan muhabbet ile vâsıl olur, Allah’a ulaşırlar. Diğer bazıları oradan yükselip semâ ve nâğmeye (mûsikî dinlemeye) yönelirler. Mûsikînin teşvik ve tahrîkiyle terakkî edip mânen yükselirler.

Sâdece ilâhî cezbe ile yükselen bu tarîkatın vâsılları (Hakk’a ulaşanları) ise böyle değildir. Onlarda sıfat ve renk (özellik) kalmamıştır ki onlarla yükselsinler. Cezbe, onları çeke çeke götürür. Bu cezbenin, nihâyetin nihâyeti noktası (Allah’ın zâtı) ile tam bir irtibâtı vardır. Nitekim anlatıldı.

Bu tarîkatın bazı büyükleri o makâmda (cezbede), bu nihâyet makâmının nûru ile aydınlandılar ve renklendiler. Nihâyette hâsıl olacak olan şey, bu hânede (cezbe mertebesinde) müyesser olmuştur. Hâce Ahrâr diye bilinen kutbü’l-muhakkıkîn Nâsıruddîn Hâce Ubeydullah bu cezbe makâmında nihâyet nûru ile şereflenmişlerdir. Bu konudan bir miktarı, onların ahvâlini anlatırken zikredilecektir.

Aynı şekilde seyr u sülûkünü tamamlayıp velîlik, şehâdet ve sıddîklık makâmlarına ulaşan bu tarîkatın büyüklerinden bazıları her ne kadar o (son) noktaya ulaşmamış iseler de, o noktanın nûru onların gönüllerini aydınlatmış ve tam olarak Allah’ı müşâhededen faydalanmışlardır. Onlar bu cezbe nîmetinden sonra sülûk ederler, bu sülûkü teveccühe (mânevî yönelişe) yardımcı yapıp uzak yolu en kısa sürede aşarlar ve yöneldikleri Kâbe’ye (Allah’a) ulaşırlar. Onların bu yolu (usûlü) Hz. Sıddîk-ı Ekber’e (Ebû Bekr’e radiyallâhü anh) âittir.

Burada bir incelik vardır. Bilmek gerekir ki, Hz. Sıddîk, Hz. Ali’ye âit olan cezbe ve seyr-i âfâkî (mânevî yolculuğu dış âlemde yapmak) ile irtibatlı üst âleme âit sülûk yolunu elde ettikten sonra –nitekim Hz. Ali bunu şöyle ifâde etmiştir: “Bana göklerin yollarını sorun! Oradaki yolları yeryüzündeki yollardan daha iyi bilirim”, (Hz. Ebû Bekr) seyr-i enfüsîden yani kendi kalbi içinde olan mânevî yolculuğu da yapmıştır. Seyr-i enfüsî şuna benzer, cezbe evinden (makâmından) bir tünel kazmışlar, tüneli Allah’ın zât gaybına ulaştırmışlar, bu tünel yoluyla zâta gitmişlerdir. Son Peygamber (a.s) da bu yoldan nihâyete ulaşmıştır.

Seyr-i âfâkî ile irtibatlı olan üst âlemdeki yolculuk her ne kadar o Hazret’in (a.s) nübüvvet kandilinden alınmış ise de, Hz. Ali’ye mahsustur.

Diğer üç halife (Hz. Ebû Bekr, Ömer, Osman) başka yollardan gayba (Allah’ın zâtına) gitmişlerdir. Hz. Sıddîk’ın yolu anlatıldı.

Hazret-i (Ömer) Fârûk’un ve Hz. Zinnûreyn’in (Osman’ın) yolları ise ayrı ve müstakildir. Sâliklerin mânevî yolculuğu, bu dört yol ile olur.

Hz. Ali’nin yolu meşhurdur. Tarîkatların çoğu bu yol ile maksûda yönelmişlerdir.
Hz. Sıddîk’ın yolu, diğer tarîkatlar arasında Hâcegân’a mahsustur.
Ancak bu tarîkatın dışındaki bazı büyük şeyhler de bu yol ile ilerleyip maksûda ulaşmışlardır.

Bu yolda yürümek, gizliliğinden dolayı zorluklar içerdiği için, nitekim Mevlânâ Abdurrahmân Câmî buna şöyle işâret etmiştir:
Nakşbendîler ilginç kâfile başıdırlar,
Kâfileyi gizli yoldan Harem’e götürürler.

ve Hz. Ali’nin yolu açıklığa sâhip olduğundan dolayı Hz. Ali’nin yolu meşhur ve yaygın olmuştur.

Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın yolları da gizlilik içerdiği ve o yollarda yürümek zor olduğu için, şeyhler açık olan Hz. Ali yolunu tercih etmişlerdir. Hz. Ali diğerlerinden daha sonra olup onun yolu meşhur olunca, şeyhler onun yoluna girdiler. Anlayışı kısa olanlar, sülûk ettirme ve kemâle ulaştırma yolunun Hz. Ali’ye mahsus olduğunu zannetmişlerdir. Onlar diğer üç halifenin kâmil (olgun) ama mükemmil (kemâle erdirici) olmadığını düşünürler. Onların cesâret ve cür’etine feryâd! Kendi sülûkleri (mânevî yolculukları) Hz. Ali’nin yoluyla olunca onun dışındakileri yok saymışlar ve bu kötü işi işlemişlerdir.

Şiir:
Taşta gizlenmiş olan kurt (böcek) gibi,
Onun yeri ve göğü sâdece o taştır.

Bu fakîr, bazı büyük şeyhlerin Hz. Fârûk’un (Hz. Ömer’in) yolu ile sülûk yaptıklarını görmüştür.
Hz. Gavsü’s-sekaleyn (Abdülkâdir Geylânî) de bu yol ile gayb-ı zâta (Allah’ın zâtına) ulaşmıştır.
Hz. Ali’nin yolunda velîlikte ilk adım olan fenâ ve bekâdan daha fazla bir müddet geçirmemişlerdir.
Şeyh Ebû Sa‘îd Harrâz da Hz. Ömer’in yolunu tutmuşlardır.

Duymadınız mı, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra bir peygamber gelecek olmaydı, Ömer olurdu”. Bu sözden maksad Hz. Ömer’in insanları kemâle ulaştırması ve fayda vermesi olmasaydı, peygamberlik makâmına nasıl münâsebeti olabilirdi? Düşün ve idrâki kısa olanlardan olma!

Hz. Ebû Bekr Sıddîk’tan sonra bu nisbet (mânevî hâl, seyr-i enfüsî, kalpte yolculuk) Selmân-ı Fârsî’ye ulaştı ve derûnî yoldan maksûda bağlandı. Ondan sonra bu nisbet aynıyla Hz. Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr Sıddîk’a ulaştı. Ondan sonra Hz. İmâm Ca‘fer-i Sâdık’a annesinin babası olan Hz. Kâsım’dan ulaştı.

Ca‘fer-i Sâdık buyurmuştur ki: “Ebû Bekr beni iki kez doğurdu”.
Bu söz ile bu iki velîliğe işâret etmiştir. İki kez doğmayan kişi, semâvâtın melekût âlemine geçemez.
İmâm Ca‘fer-i Sâdık kendi babalarından da bir nur almış oldukları ve o nur fevkânî (üst ve dış âlemle ilgili, âfâkî) sülûk ile irtibatlı bulunduğu için, cezbeyi elde ettikten sonra fevkânî sülûk ile maksada ulaştı, her iki nisbeti (Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ali’nin hâl ve yollarını) kendisinde toplamış oldu.

Sonra bu nisbet Hz. İmâm Ca‘fer-i Sâdık’tan emânet ve (Üveysî) velîlerin metodu olan rûhâniyet yoluyla Sultânü’l-ârifîn’e (Bâyezîd Bistâmî’ye) ulaştı. Sanki o emânet nûru, ehline ulaştırması için emânet olarak onun sırtına yüklemişlerdir. Sultânü’l-ârifîn’in teveccüh yüzü başka tarafa yöneliktir. O emâneti yüklenmeden önce bu nisbet ve mânevî hâl ile irtibat anlaşılamaz. Sonra bu nisbet anlatılan açıklamada olduğu gibi (rûhânî ve Üveysî yolla) Sultânü’l-ârifîn’den Şeyh-i Harakân’a (Ebu’l-Hasan Harakânî’ye) ulaştı. Onlardan Şeyh Ebû Ali Fârmedî’ye, onlardan Hz. Hâce Yûsuf’a, onlardan da bu yüce nisbet onun ehli ve Hâcegân’ın halka başı (önderi) olan Hâce Abdülhâlik Gucdevânî’ye ulaştı.

Burada, Hz. İmâm’a (Ca‘fer-i Sâdık’a) mahsus olan cezbe (seyr-i enfüsî) ve seyr-i âfâkî yolundan olan iki nisbet (hâl) tekrar zuhûr sahasına çıktı ve tekrar tâzelik kazandı. Onlar (Gucdevânî) bu yoldan yükselip Sıddîklık Makâmı’na ulaştılar. Olgunluk ve başkalarını olgunluğa eriştirme konusunda yüksek bir makâma sâhip oldular. Ayrıca aktâbın (kutub mertebesindeki velîlerin) reislerinden idiler. Hz. Hâce (Gucdevânî) sâlikin son hâlini “yâd dâşt” (Allah’ı sürekli akılda tutmak) diye ifâde etmişlerdir. Yâd dâşt’ın mânâsı bu risâlede detaylı olarak yazılacaktır inşâallah.

Hz. Hâce Gucdevânî’den Hâce Nakşbend’e kadar bu silsilenin şeyhleri cezbeden gayba seyr-i enfüsînin derûnî yoluyla yöneldiler ve kendi isti‘dâdları nisbetinde nasip aldılar.

Hz. Hâce Nakşbend’in zamanı gelince, büyük hâce (Gucdevânî) onu rûhânî yolla terbiye etti. O nisbet aynısıyla cezbe ve sülûk olarak onlara ulaştı, kemâl buldu. Onların (Nakşbend’in) halifeleri olan Hâce Alâeddîn Attâr ve Hâce Muhammed Pârsâ (k.s) bu nisbetin hâsıl olması sâyesinden onların terbiyesiyle şereflendiler.

Hâce Alâeddîn, kendisinde velîlik, şehâdet ve sıddîklık nisbetleri bulunmakla berâber, ma‘iyyet-i zâtiyye (Allah ile berâberlik şuuru) yoluyla zât gaybına gitmişler ve nihâyet noktasına ulaşmışlardır. O noktada bekâ kazanmışlar ve bu bekâ hâli ile kutb-i irşâd olmuşlardır. Çünkü kutb-i irşâd, belki kutb-i medâr olmak, o noktaya ulaşmaya bağlıdır. O makâmda fenâ ve bekâya ulaşmadıkça bu kutbiyyet makâmına ulaşamazlar. Hz. Hâce (Alâeddîn Attâr) bu mertebeye ulaşmak için bir yol ve usul ortaya koymuşlardır. Onun halifeleri bu yolu şöyle ifâde etmişlerdir: “Yolların en kısası Alâeddîn’in yoludur”. Gerçekten de, nihâyetin nihâyetine ulaşmak için bu yol, yolların en kısa ve kestirme olanıdır. Büyük velîlerden bile çok az bir kısmı bu nimete ulaşmışlardır, nerede kaldı ki o yüce makâma ulaşmak için bir yol ortaya koysunlar?

Hz. Hâce Muhammed Pârsâ ve Hz. Mevlânâ Ya‘kûb (Çerhî) Hâce Alâeddîn’in sohbetinde bu yoldan da nasiplenmişlerdir. Oğulları Hâce Hasan Attâr ve diğer halifeleri de bu yoldan gitmişlerdir. Sâlikleri de bu yol ile sülûk ettiriyorlardı. Hz. Hâce Ahrâr, Mevlânâ Ya‘kûb Çerhî vâsıtasıyla bu yoldan nasip almışlardır. Bugüne kadar onun halifeleri bu yolun bereketinden nasiplenmişlerdir. Bu yoldan ulaştıkları nur ile mürîdleri faydalandırıyorlar. Mevlânâ Ya‘kûb Çerhî cezbeden gayba (cezbe yoluyla Allah’ın zâtına ulaşmaya) anlatılan enfüsî yolla yönelmişlerdir.

Bu durumdan anlaşıldığına göre, Hâcegân şeyhlerinin cezbesi iki kısımdır.
Birisi yukarıda açıklaması geçmiş olan cezbedir (Hz. Ebû Bekr’den gelen seyr-i enfüsî usûlü).
İkinci cezbe ise ma‘iyyet yolundandır (Allah ile berâber olma duygusunun getirdiği cezbedir). Bu cezbe yoluyla sâlikleri terbiye etmek, Hâce Alâeddîn Attâr’a (k.s) mahsustur.

Evliyânın büyüklerinden bazıları her ne kadar bu yoldan gitmiş iseler de, bir yol (usûl, metod) ortaya koymamışlardır. Bir yol ortaya koymak ve onunla mürîdleri eğitip mânevî yolda yürütmek, o zâtın irşâd makâmındaki kemâl, kemâle ulaştırma (tekmîl) ve üstün gücüne delildir.

Hâce Muhammed Pârsâ’nın şöyle dediği nakledilir: “Bütün mahlûkâtı maksûd-i hakîkî olan Allah Teâlâ’ya ulaştırabilirim”.

Hâce Muhammed Pârsâ’nın bütün bu kemâlâtına rağmen Hâce Bahâeddîn Nakşbend ona Hâce Alâeddîn’e tâbî olmasını emretmişti. Hâce Attâr bu silsilede bereketi çok olan bir zâttır. Bugüne kadar bu tarîkatta bulunanlar ister Attâriyye koluna mensup olsunlar, ister Ahrâriyye koluna, hepsi o zâtın hidâyet nûru ile doğru yolu bulmuşlardır. O zâtın ortaya koyduğu yol sâliklere nur vermişse, bu yol sayesindedir.

Hz. Peygamber (a.s) mahlukâta doğru yolu göstermek için bu maiyyet yolu ile geriye (halk arasına) dönmüştür.
Hz. Ebû Bekr ve Ömer de bu yoldan inmişlerdir. Buradan bu iki cezbe makâmının büyüklüğü anlaşılmış oluyor. Çünkü Hz. Peygamberin urûcu yani mânevî yükseliş yolu birinci cezbe (seyr-i enfüsî), iniş yolu da ikinci cezbedir (ma‘iyyet-i zâtiyye).

***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânî Yolculuk: Hâcegân Yolunda Mertebeler Nasıl Geçilir?
MesajGönderilme zamanı: 13.01.10, 09:19 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
4. Bölüm: Hâce Bahâeddin Nakşbend’in Seyr u Sülûkü

Hâce Nakşbend hazretleri Hâcegân şeyhlerinin cezbesini elde ettikten sonra sülûk-i fevkânîye (seyr-i âfâkîye, dıştaki mânevî yolculuğa) döndüler. Sülûkü yani mânevî yolculuğu sonuna kadar tamamlayıp fenâ fillâh ve bekâ billâh ile müşerref oldular. Bu, velîlik makâmıdır.

Sonra “velîliğin” üstünde olan “şehâdet” (şehidlik) makâmına gittiler. O “şehâdet” makâmının “velîlik” (velâyet) makâmına nisbeti, tecellî-yi sûrînin tecellîyi zâtîye nisbeti (aralarındaki farkı) gibidir.*

O makâmdan sonra “sıddîklık” (sıddîkıyyet) makâmına ulaştılar.

Bütün bu kemâl ve kemâle eriştirme (tekmîl) makâmlarına sâhip olmakla berâber, Hz. Ali’nin gayb-i hüviyyete (Allah’a) gitmiş olduğu ma‘iyyet-i zâtî yolundan gittiler ve tıpkı Hz. Ali gibi o nihâyet noktasında müstehlek ve fânî oldular.

Gavsü’s-sekaleyn Abdülkâdir Geylânî de bu yol vâsıtası ile Hz. Muhammed’e (a.s) has olan velîlik mertebelerinin nihâyetine ulaşmıştır.

O nihâyette bir bekâ oluşursa, o hazretin (a.s) risâlet mertebesinden nasip alınmış olur. Bu büyüklerin o makâmda bir miktar bekâları vardır. Mürîdlere fayda vermeleri de o yoldandır.

***

*Tecellî-yi sûrî, Allah Teâlâ’yı dünyevî varlıklardan birinin sûretinde görmektir. Hz. Mûsâ’nın Tuvâ Vâdisi’nde Allah’ı ateş sûretinde müşâhede etmesi gibi (Tâhâ, 20/9-12). Tecellî-yi zâtî ise, kaynağı Allah’ın zâtı olan tecellîdir. Gerçi bu tecellî de ilâhî isim ve sıfatlarla olur, ancak menşei sıfatlar değil zâttır. Allah’ın dağa tecellî etmesi, bunun üzerine dağın parçalanması ve Hz. Mûsâ’nın bayılması misâlindeki gibi (el-A‘râf, 7/143). Bk. Seyyid Şerîf Cürcânî, et-Ta‘rîfât, Beyrut 1988, s. 52; Abdurrahmân Câmî, Nakdü’n-nusûs fî şerhi Nakşi’l-Fusûs (nşr. W.C.Chittick), Tahran 1977, s. 270; Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-merfû‘a, Beyrut 1986, s. 209-210; Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-hikem Tercüme ve Şerhi (nşr. M. Tahralı- S. Eraydın), İstanbul 1992, IV, 214, 309.

***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları


En son rabbani tarafından 13.01.10, 10:07 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânî Yolculuk: Hâcegân Yolunda Mertebeler Nasıl Geçilir?
MesajGönderilme zamanı: 13.01.10, 09:21 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
3. Bölüm: Muhammed Pârsâ’nın Meşrebi

Hâce Muhammed Pârsâ hazretleri (k.s) Hâce Nakşbend’in önde gelen mürîdlerinden idi.

O, cezbe ve sülûk ile yoldaki merhaleleri aşmış, fenâ fillâh ve bekâ billâhın hakîkatine ulaşmış, velîlik ve şehâdet ve mertebelerine yükselmişti.

Hâce Nakşbend hazretleri buyurdular ki: “Ben onu cezbe ve sülûkün her ikisiyle de terbiye ettim”.

Yine onun hakkında şöyle demişti: “Sâhip olduğum her şeyi benden kaptın”.

Bununla birlikte, Mevlânâ Ârif’ten aldıkları nisbet-i ferdiyyet (yalnızlık hâli) vardı ve bu nisbet ile gayb-i hüviyyete (Allah’ın zâtına) ulaşmışlardı, ancak bu yalnızlık hâli dünyâ ile irtibatsızlığı gerektirdiği için Hâce Pârsâ’nın halkı irşâd etmesine mânî oluyordu.

Yoksa bu ferdiyyet hâli olmasaydı kendisinde irşâd en kâmil şekilde bulunurdu.

***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları


En son rabbani tarafından 13.01.10, 10:06 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânî Yolculuk: Hâcegân Yolunda Mertebeler Nasıl Geçilir?
MesajGönderilme zamanı: 13.01.10, 10:06 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
2. Bölüm: Hâce Ubeydullah Ahrâr’ın Seyr u Sülûkü

Seyyidü’l-muhakkıkîn Nâsıruddîn Hâce Ubeydullah Ahrâr bu büyüklerin cezbe makâmında büyük bir değer sâhibi olmuşlardı. O cezbe yoluyla tam bir istihlâktan (kendini unuttuktan) sonra özel bir bekâ (ve bilincin geri gelmesi) hâline geçmişlerdi. Bu bekâ hâli ile, yukarıda anlatıldığı gibi, nihâyetin nihâyeti noktasından gelen fevkânî (üst âleme âit) nura ulaşmış ve kesrette vahdeti müşâhedeye yani çoklukta birliği görmeye öyle dalmıştı ki, sanki ortada hiç kesret perdesi yoktu.

Âfâkî seyr u sülûklerini de kendilerinin mebde-i tayyünü (ayn-ı sâbitesi) olan ilâhî isme kadar ulaştırmışlardı. Ancak o isimde fânî ve müstehlek (yok) olmamışlardı. Belki daha sonra aynı cezbe içinde önceki istihlâkın ötesinde özel bir tür istihlâk elde etmişlerdir. Cezbede ortaya çıkan özel istihlâk ile, özel buluşma (likâ, vuslat) ve fevkânî nûrun fazlalığı ile yani bu sülûk usûlünün tümüyle kâbiliyetli mürîdleri terbiye ediyorlardı. Mâsivâya (Allah’tan başka şeylere) takılıp kalma sıkıntısından kurtarıyorlardı.

Aynı şekilde, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin nihâyetin nihâyetine ulaşmış oldukları ma‘iyyet-i zâtiyye yolundan da Hz. Hâce’nin (Ahrâr’ın) büyük bir nasîbi vardır. O yoldan da gayb-i zât (Allah’ın zât mertebesi) ile irtibâtı vardır.

Bütün bu kemâl ve tekmîlin yanı sıra, oniki kutbun makâmından da tam bir nasîbi vardı.
Bu makâm gaybdadır, bilinmez, nisbetsizlik ile çok irtibâtı vardır. O makâmda zâtî muhabbetin özel bir kısmı gereklidir. Dîni yüceltmek ve şerîat ahkâmını icrâ etmek, o makâmla irtibatlıdır. İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe el-Kûfî bu makâmın kutupları arasında idi. Hz. Hâce (Ahrâr) her ne kadar bu makâmın kutupları arasında değil idiyse de, bu makâmdan bol nasîb sâhibi idiler. Kendilerindeki dîne yardım ve onu yüceltme gayreti, bu makâmın ürün ve neticelerinden idi. Bu sebeple ona Nâsıruddîn (dînin yardımcısı) diyorlardı.

Bununla birlikte, baba tarafından olan ecdâdından bir nisbet ve mânevî hâl aldığı anlaşılıyor. Bu büyük hânedânın (âilenin) tüm şerefiyle bu silsilenin lambası muhteşemdir. Allah onlara en güzel şekilde sevap ve karşılığını versin!

Dünyâya takılıp kalmış olanları ahmaklık ve dalâlet çölünden, o büyük zâtların hidâyet nûru çıkarmış ve maksûda giden yolu göstermiştir. Onların hidâyeti olmasaydı biz helâk olurduk, onların yardımı olmasaydı batardık.

Allahım!
Bizi onların muhabbeti ile sâbit ve dâim eyle, onlara uyarak istikâmette yani doğru yolda bulunmayı nasip et!
Habîbin (a.s), âilesi, ashâbı ve hayırlı tâbîleri hürmetine.

***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânî Yolculuk: Hâcegân Yolunda Mertebeler Nasıl Geçilir?
MesajGönderilme zamanı: 13.01.10, 10:12 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
5. Bölüm: Muhammed Bâkî Billâh’ın Seyr u Sülûkü

Bugün, o büyük zâtların yerine kâim olan, Nakşbendiyye büyüklerinin vekîli olan, nihâyetin nihâyetine ulaşmış olan, velîlik mertebelerinin sonuna erişen, velâyet dâiresinin kutbu, mahlûkâtın merkezi, hak ehlinin sırlarının keşfedicisi, Allah’a zâtî muhabbette en üst mertebede bulunan, Muhammedî velîliğin kemâlâtını kendisinde toplayan ve gerçekleştiren, irşâd ve hidâyet ehlinin dayanağı, başlangıca sonun dâhil edildiği tarîkatın mürşidi, âriflerin özü, hakîkate erenlerin önderi...

Şiir:
Ehl-i dünyâya onu anlatmak yazıktır,
Gizli bir yerde aşk sırrı gerekir,
Ancak yolu bulsunlar diye önceden onun vasfını anlattım,
Çünkü vefâtından sonra üzülüp hasret çekerler.

...Şeyhimiz, efendimiz, sığınağımız, büyük şeyh, ârif, kâmil Muhammed Bâkî –Allah Teâlâ uzun ömürler versin- ilk hâllerinde zâhirî bir şeyhin eğitimi olmaksızın Hâcegân şeyhlerinin huzûr hâline ve onların cezbe makâmına ulaştı. Orada istihlâk ve izmihlâl (fenâ) elde etti.

O makâmda bir miktar kesrette vahdeti müşâhede (çokluk içinde birliği görme) hâline erişti. İrşâd kutubluğunun bağlı olduğu nihâyetin nihâyeti nûru ile gönlü doldu ve aydınlandı. Zâhirî bir şeyhin icâzetinden sonra irşâdın bağlı olduğu nur ile ve kesrette vahdeti müşâhede ile mürîdleri terbiye etti. İrşâd ve kemâle eriştirme makâmında büyük bir şânı oluştu.

Onların bir sohbetinde tâliplere o kadar faydalar hâsıl olurdu ki, zor riyâzat ve mücâhedelerle (perhizler ve yorucu ibâdetlerle) bile elde edilemez.

Ayrıca oniki kutbun makâmından da tam bir nasip sâhibi idi.

Aynı şekilde, Hz. Ömer’e has olan yol ile yukarıya yönelmişlerdi. Sülûk-i âfâkîyi ayn-ı sâbitesine kadar aşmışlardı.

O esnâda Allah Teâlâ’nın yardımı ulaştı, sülûk-i âfâkî yolunu onlara açtılar ve o yolla kendi terbiyecisi olan ilâhî isme yöneldiler. O isme ulaştılar, velîlik, şehâdet ve sıddîklık derecelerinde yükseldiler. Aynı yoldan gayb-i hüviyyete gittiler. Nihâyetin nihâyeti noktasında müstehlek (fânî, kendini kaybetmiş) olup büyük seyyidlik makâmı ile müşerref oldular.

Bu konuda Hz. Ali oğlu İmâm Hasan (r.a) hakkında şöyle demiştir: “Benim bu oğlum seyyiddir”.

Hz. İmâm bu nihâyet noktasında bu sebeple istihlâk sâhibidirler ve o noktada kutb-i medârın bekâsıyla irtibatlı bir tür bekâ da vardır. Hâce Nakşbend hazretleri o makâmda bekânın bu kısmına sâhiptirler. İşte Hâce Muhammed Bâkî (Billah) için o hâller de ortaya çıkacaktır. Bu yoldan Allah’ın zât gaybına ulaştılar ki, evliyâdan çok azı buraya ulaşabilmiştir. Bu yüksek hedefe ulaşmanın aslı, bazı büyüklerin de büyüklerine mahsustur.

Özellikle sâlik mahbûb (Allah tarafından sevilen kişi) olmadıkça bu yoldan gayba gidemez. Kâmil ve mükemmil bir mahbûbun tasarrufu olmadan bu iki yoldan gitmek gerçekleşmez.

Efrâd velîlerin yolundan ma‘iyyet yoluyla da bu hedefe ulaşırlar. Ancak sülûk yoluyla ilerleyerek sâliklerin bu nihâyete ulaşmaları çok zor, hattâ imkânsız görünüyor.

Ama mahbûb ve murâd olan bir velî onları güçlü cezbelerle çeker ve maksûda ulaştırırsa, o zaman durum başka.

Nîmet erbâbına nîmetleri ne güzeldir.

***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânî Yolculuk: Hâcegân Yolunda Mertebeler Nasıl Geçilir?
MesajGönderilme zamanı: 19.01.10, 09:56 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
40. Bölüm: Nakşbendiyye Silsilesinin Fazîletleri:

Silsile-i aliyye-i Nakşbendiyye bir çok yönden diğer silsilelerden (diğer tarîkatlardan) üstündür. Bu tarîkatın diğerlerinden üstünlüğü âşikârdır.

(1) Diğer tarîkatlerin aksine bu tarîkat peygamberlerden sonra insanların en üstünü olan Hz. Ebû Bekr Sıddîk’a ulaşmaktadır.

(2) Diğer tarîkatlerin aksine bu tarîkatte son mertebe ilk mertebeye dâhil edilmiştir.

(3) Bu tarîkatin büyüklerine göre mûteber olan şuhûd (Allah’ı müşâhede) şuhûd-i dâimîdir (sürekli görme ve düşünmedir). Bu hâli “yâd dâşt” diye ifâde etmişlerdir. Sürekli olmayan şuhûd ise onlara göre mûteber değildir. Diğer tarîkatlerde ise böyle değildir.

(4) Bu tarîkatte mertebeleri aşmak, şerîat sâhibine (a.s) tam olarak tâbî olmadan mümkün değildir. Diğer tarîkatlerde ise böyle değildir. Bir miktar tâbî olmak ile ve riyâzat ve mücâhedelerin (perhizlerin) yardımıyla merhaleleri kat ederler.

Bu iddiâ delil ister, delili de şudur: Bu büyükler cezbe yardımıyla merhaleleri aşarlar. Diğer tarîkatlarda ise ağır riyâzat ve mücâhedelerle mertebeleri kat ederler. Cezbe, mahbûbluğu (Allah’ın sevgilisi olmayı) gerektirir. Ortada mahbûb yoksa cezbe nasîb etmezler, Allah’a doğru çekmezler. Mahbûb olmanın mânâsı da Rabbü’l-âlemîn’in mahbûbuna (sevdiği Hz. Muhammed’e) tâbî olmaya bağlıdır. “Bana uyun ki Allah da sizi sevsin” (Âl-i İmrân, 3/31) âyet-i kerîmesi buna delildir.

O hâlde bir sâlikte peygambere tâbî olmak ne kadar çok ise cezbe de o kadar çok olur. Cezbe ne kadar çok olursa mertebeleri aşması o kadar kolay ve çabuk olur. Bu sebeple tam tâbî olma, bu büyükler yolunun şartı olmuştur. Onlar mümkün oldukça (ruhsatla değil) azîmetle amel etmeyi tercih etmişlerdir.

Hattâ tasavvuf yolunun özü olan cehrî (yüksek sesle) zikri bile yasaklamışlardır. Hâl erbâbının temel işlerinden olan semâ ve rakstan (mûsikî eşliğinde sesli zikir meclisi tertip etmekten) uzak durmuşlardır.

Açıktır ki, peygambere tâbî olmak sûretiyle elde edilen kemâl ve üstünlük, bütün kemâlâttan üstün olacaktır.

Bu azizler buyurmuşlardır ki: Bizim nisbetimiz (hâlimiz ve yolumuz) bütün nisbetlerin üzerindedir.

“Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir” (el-Hadîd, 57/21).

O hâlde Hakk’ı arayanların bu tarîkatı tercih etmesi daha iyi ve daha münâsiptir. Çünkü yol çok yakındır, matlûb (Hak Teâlâ) ise çok yücelerde.

Başarı ihsân eden Allah Teâlâ’dır.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 7 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye