Kâmil ve Mükemmil (Musa Topbaş Efendi)
--------------------------------------------------------------------------------
Mürşid-i kâmil'i, Mûsa Efendi Hazretleri'nin şahsında anlamaya çalıştığımızda, bendenizin gönlüne iki türlü yansıma oluyor... Birisi onun, Huzur'daki şahsiyetinin unsurlarını, diğeri, yüklendiği misyonla ilgili şahsiyet değerlerini ihtiva ediyor... Belki onun kişiliğinde bunun ikisi içiçe mündemiçti, ama bizler, eğer anlayıp temessül etmek, onunla bütünleşmek bir zaruretse, anlamaya çalışırken, böyle bir ayrımı yararlı bulabiliriz.
Huzur'daki şahsiyeti... Yani bir kul olarak kişiliği üzerine ancak güzellikler söylenebilir... Belki hepsinin özeti "kemal"dir... Kâmil insanın tarifi nasıl yapılabilirse, odur Musa Efendi Hazretleri...
Hani Kur'an'ın yüzüne secde izi vurmuş insan tarifi gibi...
Mutlak, kalbin yüze bir yansıması olmalı...
83 yaşın yüze yansıyan çizgilerine bakınız, ubudiyyetin güzelliğinden başka ne görebilirsiniz? Teslimiyetten başka... Hayırhahlıktan başka... Dizginlenmiş bir nefsin duruluğundan başka... Havf ve recadan başka... Mahviyetten başka... İtmi'nandan başka... Rızadan başka... Muhabbetten başka... Engin bir kalbin, durulmuş bir ruh dünyasının yansıması vardır o nurani vecihte... Sanki gölgesiz bir sima... hiçbir gizlisi-saklısı olmayan, saydam bir deniz... İçine atıldığınızda doyasıya kulaç atabileceğiniz bir dünyanın kapısı sanki...
Hani Hazreti Ebubekir, irtihali anında Rasûlullah'ın yüzüne bakıyor ve "Hayatında da güzeldin, ölümünde de güzelsin" diyor... Sanki o cennet parçası sima, katre katre dağıtılıyor ümmetinin güzel insanlarının vechine...
Bu yüz, Rabbi ile ilişkilerini sulha erdirmiş bir ruha yaslanır... kullukta karar kılmış, nefsin öncülük edebileceği tüm iddialarından soyunmuş, "Radıyallahü anhüm ve radu anh" sırrına ermiş bir gönül iklimine... Kaderle ilişkilerini halletmiş bir gönül... Ahireti hayatına taşımış bir gönül... Peygamberi aşk, Kur'an'ı mihver edinmiş bir gönül...
Musa Efendi Hazretlerinin yazılarında-sözlerinde-hayatlarında, böyle derin ihtimamların, derin bağlanışların, derin duyuşların, derin ruhi doyuşların yansıması vardır... Rikkat, nezaket, nezahet, re'fet, şefkat, merhamet gibi, yüksek bir ruhi kıvamın tezahürleri onun şahsiyet çizgileri halinde idi...
Bendeniz, Efendi hazretlerinin yüzünde bir kırılma emaresi görmedim bugüne kadar... Kırılma, yani içteki acının, tehevvürün, öfkenin, bugzun dışa vurumu... Böyle bir şeye rastlamadım.
Onun için diyorum, kaderle meselesini halletmiş bir kemal insanı idi O...
Onu en son ameliyat eden doktor dostumu dinledim:
-Çok görmek istemiştim, dedi... Sizin tavassutunuzu rica edecektim. Bir türlü fırsat olmadı. Kısmet, o son anlara imiş... Ayağının ameliyat görevi bana düştü... İki kelimecik işittim o kısa sürede... Allah... Allah... Zikir ehlinin, zor zamanlarda sığınağı o olmalı...
Evet öyledir... Bir kere kalbinize, Rabbinizle hoşnut olma terbiyesi vermişseniz, her ânınızda O'nunla birlikteliği idrak ölçüsü haline getirmişseniz, O'nun size şah damarınızdan daha yakın olduğunu gönül kıvamı halinde hissedebiliyorsanız, "Allah" dersiniz... Allah vekil.. Ve ni"mel vekil...
Vasıyet olarak bıraktığı notlarda "Yeterince kul olamadım" diyorlar... Kemal sınırlarında dolaşan bir Allah dostu için bunu anlamak mümkün... Sanki Sıratın üzerinde yürüyormuş gibi bir hayat yaşayanlar için, Rabbi gücendirmeyi, şah damarının kesilmesi ile eşdeğer görenler için, bu kaygı anlaşılabilir... Kullukta rikkati arayanlar için, "Leyla'yı incitme" sancısı her zaman vardır... Ama işte kullukta güzellik de odur zaten... Havf ve Reca salıncağında dolanıp durmak ve her an rızayı aramak... İnsanı kemal yolunda yücelten bu ruh titreşimidir...
Bütün bunlar, Efendi Hazretlerinin, kendi kozası içindeki görünümleridir... "Çiçek gibi bir hayat" denilmişti bunun için... Aynen öyle... Ona, hayatı için emanet edilip de, varoluş gayesi hilafına istimal edilen bir nesne olmuş mudur? Cenazesinde binlerce kişi göz yaşlarıyla "şehadet etti" güzelliğine, nezafetine... nezahetine... En son "Cânı cânan dilemiş, vermemek olmaz ey dil..." diyerek yol aldı Rabbine... Rıza kervanına katıldı... Malını, mülkünü, evlâdü ıyalini, hayatını, sevgilerini, husumetlerini, herşeyini "Allah için" kılmıştı, sonunda kendi varlığı için "İnna lillah ve inna ileyhi raciûn" diyerek revan oldu Hakk'ın katına...
Bu çizgiler, bir insan için kemal çizgileri olsa da, gene de kendi kozası içinde yaşamış ve kanatlanıp asli dünyasına uçmuş bir kelebeği andırabilir...Tek başına da güzeldir. Ama Mürşid-i Kâmil'de bir başka derin boyut daha vardır... Bir bakıma onu farklı bir misyonla donatan boyut... İrşad eden ve başkalarının kemal yolculuğuna rehberlik eden boyut... Bir gönül mürebbisi, kalb münşii, ruh mimarı... Kendi kişiliğini aşan ve başkalarının sorumluluğunu yükleyen bir görev...
Peygamber'den emanet kalmış bir görev... Yüreği binlerce, onbinlerce gönül erinin yükünü taşıyacak ölçüde sağlam olanların kuşanacağı bir sorumluluk...
-Efendim, kalbimi size emanet etmek istiyorum. Ona Allah için yol gösterir misiniz?
Bu irade ile size el uzatan, yürek uzatan birisine ne dersiniz?
Başınızı alıp kaçar mısınız sorumluluğndan korkup? Ruhun ince yol kıvrımlarında, nefsin derin uçurumlara çeken çağrılarında, yanyana yürüyüp, onu can havliyle sırtlanma, taşıma iradesi gösterebilir misiniz? Yoksa "Benim derdim bana yeter" deyip, kendi inzivalarınıza mı sığınırsınız?
Mürşid, insanları, Allah için zimmetleyen insan demektir... Huzur'da bir akit söz konusudur... Gören ve duyan ve bilen ve bize şahdamarımızdan yakın olan huzurunda bir ahidleşme... "Gel beraber yürüyelim" vuslata doğru... Müridin gözü, kulağı, hisleri olma... Onu yüklenme bir bakıma...
Bir genç şöyle demişti bir gün:
-Sorumluluğunu bilen çoban yaralı kuzuyu dağda bırakmaz. Heybesine koyar ve köye taşır. Benim mürşidim de öyledir. Yaralanırsak yolda bırakmaz bizi, yüreğine koyar ve yaralarımızı sarar, bizi taşır menzil-i maksuda...
Böyle bir emanet oluşa, böyle bir emanet alış mes'uliyeti taşır mürşid...
Van'ın falanca köyündeki bir insanın sancısını taşımak yüreğinde... Orada yüreğini size emanet etmiş bir kişinin olduğunu bilmek... Bu, yüreğinde bir dağı taşımak kadar ağır bir mes'uliyet...
Ama işte, "mükemmil olan- insanların kemal yolculuğuna rehberlik eden" mürşid-i kâmiller, böyle bir görev idraki içindedirler...
Muhterem Efendi Hazretlerinin bir mektubunda şu ifadeler geçiyor:
"Fakirin de siz kıymetli kardeşlerimizi ziyasedi ile göreceğim geldi. Cenab-ı Rabbü'l-âlemîn Hazretleri müsade ederse bu sene Anadolumuzu mümkün olursa köy köy dolaşıp kardeşlerime her hususta hizmet etmek istiyorum..."
Köy köy dolaşmak ve kardeşlere hizmet etmek... Bu, 70 yaşlarında bir insanın hasreti...
Bir gün ziyaretimizde "Sizi çok özledik efendim" demiştim, "Ben de sizi çok özledim" deyivermişlerdi... Sanki sitem sezmiştim derin tebessümlerinde... Anladım ki, içlerinde saklıyorlardı bizleri... Ele ele tutuşup, mânen zimmetleştiği herkesi... Sanki bir hizmet eri oluyorlardı sizinle ahitleştiklerinde... Sizi Allah'ın emaneti gibi değerlendiriyorlardı. Sanki ahirette yalnızca kendi şahsi defterlerinden değil, bu, bir şekilde yollarının buluşmuş olduğu tüm "kardeş"lerinden hesap vereceklerdi...
Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi Hazretlerinin, 1940'lı yıllarda, defterlerinde kalmış bir kaç ismi bulabilmek için Bursa'ları, Samsun'ları dolaştığını işitmiştim bir defasında... Demek ki, içlerinden silinmemişti o isimler en zor şartlar içinde... Annelerin, doğurdukları çocukları cami avlularına bıraktıkları, sevgilerin, aşkların bir gecelik zamanlara sıkıştığı, gönüllerin öz kardeşleri bile içine sığdıramayacak kadar daraldığı bir zamanda, onbinlerce insana, Hak rızası için, kalbinde bir yer ayırmak nasıl bir ruh kudreti gerektirir? Nasıl bir inanç ve irade disiplini? Nasıl bir aşk? Nasıl bir engin yürek?
Üstelik sadece yürekte saklamak değil, gönüllerini yoğurmak... İradesi çözüldüğünde tedavi etmek, düşeceği-kalkacağı zamanlara, yolun engebelerine işaret etmek, yaraları sarmak ve Rasûlullah'dan beri bir bayrak yarışı gibi devam ettirilen sonsuz yürüyüşün devamını sağlamak...
Musa Efendi Hazretlerinin, Sami Efendi Hazretlerine karşı aşk derecesindeki vefasını, sevgisini gözledim zaman zaman... İki şey vardı bu aşkta: Bir, kendisini irşad etmişti, gönül mimarı idi, derin vefa hissiyle yüklüydü o sebeple, iki, bir görevi emanet etmişti kendisine... O emaneti ifa ederken, sanki hep üstadına yaslanıyordu, ruhu bir yandan onun hatıralarından emiyordu Allah dostluğunun kıvam ölçüsünü...
Bir yazılarında, "Bu yola giren salik, ihlâs, sebat ve gayreti sayesinde büyük veliler derecesine çıkabileceğini kati olarak bilmelidir." ifadesi vardı. Onu okuyunca ne kadar sevinmiştim. Demek içimizde bir ufuk vardı, o kutlu dostluk noktasına ulaşmak için... Demek bu yolculuk bu ufku yakalamak içindi...
Sami Efendi Hazretleri, gençlik günlerimde yanımdan akan ırmaktı... Ondan bir katrecik bile olsa yararlanamamıştım. Bunun tesellisi yok. Musa Efendi Hazretlerinin yakınlarına sokuldum, muhabbetine, iltifatına, tebessümüne mazhar oldum. Her karşılaştığımızda "Hizmetleriniz, gayretleriniz güzel, daha çok yazın, ama bunların hiçbiri, sizi kalbinize itina etmekten alıkoymasın" uyarısında bulundular... Sanki kalbimizin müfettişi gibi denetlediler. İyi ki yaptılar... Buna rağmen, kendimizi inşa sürecinde onların örnekliğinden ne kadar yararlandık sorusuna, şöyle yürek dolusu cevaplar veremiyorum...
Derim ki, kalbini gündemine alanlar, bir mürşid-i kâmil ile ahidleşenler işi titiz tutsunlar.. Bakın onlar gidiyor... Onlar sağken, yanınızda iken, onlarla kalben emişebilirken kalbinizi inşaya bakın... Sonunda "Ya leytenî" dememek için...
Rabbim güzel bir kardeşliği paylaşanları ahirette elele tutuşanlardan eylesin...
Ahmet TAŞGETİREN
(Altınoluk Dergisi)
|