NURCULUK BİR MEZHEP, BİR TARİKAT MIDIR? Risâle-i Nur muarızlarının Nur Talebelerine, yâni Nur Risâleleri okuyanlara yaptıkları isnatlardan biri de budur. Bu hareketi bir mezhep, bir tarikat şeklinde göstermeğe uğraşırlar. Halbuki bu ne bir mezhep, ne de bir tarikattir. Nur Talebeleri, tarikatla hiç meşgul olmazlar. Üstadları onlara böyle bir ders vermemiştir. Çünki o, bir mezhep veya tarikat tesis etmek iddiasında aslâ bulunmamıştır. O, tamamiyle Ehl-i Sünnet bir Müslüman, bir mü’min, bir muallim idi. Doğrudan doğruya Kur’ana bağlı idi. Kur’andan aldığı feyiz ve nuru neşreden bir muallim, bir naşir-i Kur’an idi. Yegâne rehberi Kur’an, yegâne şiarı iman ve irfan idi. Bu suretle manevî sahada bıraktığı yadigâr da ancak bir mekteb-i irfan, bir ekol olabilir. İşte Nur Talebeleri bu mektebin müdavimleridir. Onun talebelerinden istediği şey, yalnız hizmeti Kur’aniyede ve hakaik-i imaniyyenin neşrinde devam etmekten ibarettir. Talebelerinin ruhunda hidayet nurunu tutuşturarak onlara bir canlılık, bir mücadele ruhu, bir iman aşkı, bir neşe-i İslâm zevki vermiş, ebediyete intikal etmiştir. Onları herhangi bir tarikat ilkesiyle âtıl bir hale getirmemiştir. Filhakika Nur talebelerinde bir mücadele ruhu var.. Bazı ehli tarikat gibi bir köşeye çekilip kalmış insanlar değil. Hepsi iş güç sahibi. Çalışırlar, alın teriyle rızıklarını temin ederler. Kimseye bâr olmazlar. Alış verişlerinde doğruluktan asla ayrılmazlar. İbadetlerinde, itaatlerinde, namaz vakitlerini geçirmezler. Her gün seherde kalkarlar, sabah namazından evvel veya sonra Kur'anı Kerimden beş on sahife okurlar. Bütün işleri güçleri bundan ibaret. Fisebilillâh, hiçbir menfaat kaydı olmayarak, hakaik-i imaniyye ve Kur'aniyyeyi neşrederler. Bunlar, üstadları gibi, bahşiş, ücret, sadaka, zekât gibi bir şeyler kat'iyyen almazlar, esasen ihtiyaçları yok. Bilâkis ihtiyacı olanlara onlar verirler. Onların bu dindar, bu dürüst hareketlerini, bu samimî imanlarını, bu çalışkanlıklarını gören arkadaşları, tanıdıkları, konu komşuları onların hayatlarına imrenir, onlar gibi olmağa heves eder.. Risâle-i Nur'ları okuya okuya ruhlarında iman dalgalanır; namaz kılmağa, feraizi diniyyeyi ifaya başlarlar. Bu eserlerde böyle bir irşad hassası, bir irşad ruhu vardır. İşte o kadar. Başka bir şey yok. Âyin mayin diye hiçbir şey, hiçbir merasim yok. Vaktinde namazını kılar, sonra işine gücüne devam eder. Esnaf ise ticaretine, memur ise vazifesine, işçi ise işine, talebe ise dersine gider. Hayattan zevk duymaya başlar. Nur Talebelerinin iki düşmanı vardır: Masonluk ve Komünizm. Bunları imana musallat iki ejder olarak telâkki ederler. Yeryüzünde imansızlığı yayan bu iki teşekküldür, derler. İman hudutlarını bu çetelerin taarruzlarından korumak her mümin için en birinci farzdır, derler. Onun için Komünizm ve Masonluk ile mücadele halindedirler. Onun için Mason ve Komünist yazarlar, Nur Talebelerini en büyük düşman sayarlar. Umdelerini yürütmek hususunda bunları engel telâkki ederler.
Mahkemelerin adâleti olmasa bunları yok etmekten bir dakika geri kalmazlar. Bunlardan bir çoğu mahkemeye sevk olunmuş, üç yüz küsur mahkeme huzuruna çıkmışlar, muhakeme olmuşlar. Yüzlerce hâkim, onların masumiyetine, vecaib-i diniyelerini ifa ile kendi hallerinde yaşadıklarına, asayişi muhil, devletin kanun ve nizamlarına aykırı bir harekette bulunmadıklarına, aralarında maddilikten mücerret sırf manevî rabıtadan başka hiçbir teşkilâta tâbi olmadıklarına, Nurculuk bir tarikat veya mezhep olmayıp son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı Kur’andan ilham alınarak meydana getirilen, İslâmiyetin iman esaslarını takviye ve telkin maksadıyle sırf dinî gayret ve mücahede saikasiyle yazılan ve imanın yükselmesine hizmet eden Risâle-i Nur eserlerine izafe edilen bir cereyandan başka birşey olmadığına, siyasetle meşgul olmadıklarına, İslâmiyeti öğrenmek ve yaymaktan başka bir gayeleri olmadığına gizli, aşikâr hiçbir siyasî maksatları bulunmadığına müttefikan karar vermişler, bu kararlar yüksek temyiz mahkemesince de tasdik ve tasvip olunarak muhkem kaziyyeler haline gelmiş, bu suretle memleketimizdeki bütün derecat-ı mahakimin ittifakiyle bir icmai hükkâm hasıl olmuştur. Artık bu muazzam icmai hükkâm karşısında bunları bir mezhep, bir tarikat veya cemiyet halinde bir teşekkül olarak göstermek asla doğru değildir. Komünist, yahut Mason yazarların mahkeme karariyle masumiyetleri tebeyyün eden vatandaşları tahkir ve tezyif etmeleri asla doğru değildir. Bu husustaki isnatları tamamiyle haksız ve yersizdir. * * * Merhum 1948 de Afyonda mevkuf bulunduğu zaman, Başbakanlığa, Adliye ve Dahiliye Vekâletlerine gönderdiği mektupta Risale-i Nur’a ve şahsına isnat olunan töhmetler hakkında şöyle diyor: “…Kaderin cilvesi, beni menfa olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada Kur’anı Kerimin feyzinden kalbime doğan füyuzatı yanımdaki kimselere yazdırarak bir takım risâleler vücude geldi. Bu risâlelerin heyeti mecmuasına “Risâle-i Nur” ismini verdim. Hakikaten Kur’anın nuruna istinat edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş, bunun ilhamı İlâhî olduğuna bütün kalbimle kaniim ve bunları istinsah ederken “Barekâllah” dedim. Çünki iman nurunu başkalarından esirgemeğe imkân yoktu. Bu risâleler, bir takım iman sahipleri tarafından birbirinden alınarak istinsah edildi. Bana öyle bir kanaat verdi ki, Müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i İlâhîdir. Bu sevki İlâhîye hiçbir sahibi iman mâni olamıyacağı gibi teşvike de dinen mecbur olduğumu hissettim. Zaten bugüne kadar yüz otuzu bulan bu risâleler tamamen ahiret ve iman bahislerine ait olup, siyasetten ve dünyadan kasdî olarak bahsetmez. Buna rağmen bir kısım fırsat düşkünlerinin iştigal mevzuu oldu. Denizli’de tevkif edildim. Muhakemeler oldu. Neticede hakikat tecellî etti, Adalet yerini buldu. Fakat bu düşkünler bir türlü uslanmadılar. Bu defa da beni tevkif ederek Afyona getirmişlerdir. Mevkufum. İsticvap altındayım. Bana şunları isnat ederler: 1 – Sen siyasî bir cemiyet kurmuşsun. 2 – Sen rejime aykırı fikirler neşrediyorsun. 3 – Siyasî bir gaye peşindesin. Bunların esbabı mucibe ve delilleri de, risalelerimin iki, üçünden, on, on beş cümledir. Beşerin ağzından çıkan hangi cümle vardır ki tevillerle cürüm ve suç teşkil etmesin. Bilhassa benim gibi yetmiş beş yaşına varmış ve bütün dünya hayatından elini çekmiş, sırf ahiret hayatına hasr-ı ömr etmiş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn ü niyete makrun olduğu için, pervasız olacaktır. Bunları tetkikle altında cürüm aramak insafsızlıktır. Başka bir şey değildir. Binaenaleyh, bu yüz otuz risâleden hiç birisinde dünya işini alâkalandıran bir maksat yoktur. Hepsi Kur’an nurundan iktibas edilen ahiret ve imana taallûk eder. Ne siyasî, ne de dünyevî hiçbir gaye ve maksat yoktur. Nitekim hangi mahkeme işe başlar ise aynı kânaatla beraet kararına varmıştır. Binaenaleyh lüzumsuz mahkemeleri işgal etmek ve masum iman sahiplerini işlerinden güçlerinden alıkoymak, vatan ve millet namına yazıktır. Eski Said, bütün hayatını vatan ve milletin saadeti uğrunda sarfetmişken, bütün bütün dünyadan el çekmiş, yetmiş beş yaşına gelmiş yeni Said, nasıl olur da siyasetle iştigal eder? Buna tamamen siz de kanisiniz. Bir tek gayem vardır: Mezara yaklaştığım bu sırada, İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücadelem ile İnşaallah Allah huzuruna gitmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni, bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki Bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücadele açan sizin gibi dindar kuvvetlerle elele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle Komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslâhına ve memleketin imanına, Allahın birliğine hizmet edelim. (Şuâlar, Sahife 302–303) Mevkuf Said Nursî
* * * “Yüzlerce mahkemenin hiçbirisi tarikatçılığa ait en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet verilmemiştir. Bilâkis, tarikat olmadığına dair muhtelif ehl-i vukuf ve mahkeme kararları vardır. “Bediüzzaman, eserlerinde tarikat hakkında şöyle demektedir: “– Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Onun için bütün kuvvetimizle imana çalışmalıyız. İmansız Cennete gidilmez, fakat tasavvufsuz Cennete gidenler pek çoktur. Ekmeksiz insanlar yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-ı imaniyye gıdadır.” “Nurculuk tarikat olmadığı için âyin ve âdetleri yoktur. Sadece ortada Risâle-i Nur namında Kur’anın imanı cihetinden bir tefsiri vardır. Bu tefsiri okuyan Müslümanlar vardır. İşte bu Kur’an tefsirini okuyan Müslümana, tefsirin adına izafeten halk “Nurcu” adını vermiştir. Bir hocanın kitabından istifade eden talebeler, Müslümanlıktan ayrı olarak bir zümre değildir. İslâmiyetin tam inancına sahip olup ayrı bir inanca sahip de ğildir.” (Maarif Din Plânlama Komisyonuna verilen rapor.)
Risâle-i Nur müellifinin ve talebelerinin tarikatçılıkla alâkalı olup olmamaları meselesi üzerinde biraz daha duralım. Tasavvuf ilmi noktasından biraz daha tetkik edelim. Yapılan bu isnadın ne kadar cehil ve suikaste müstenit olduğu bu tetkikatımızla büsbütün tezahür etmiş olacaktır. Risâle-i Nur muarızlarının en belli başlı paslı silâhları budur. Buna tarikat şekli vermek istemelerinden maksatları, işi kanun çerçevesine sokarak bu hareket-i ilmiyeyi suçlandırmak suretiyle boğmaktır. Başı boş cahil yazarlar, hele o imzaları üstüne Asistan, Doçent veya Profesör etiketini ekleyen Üniversiteli yazarlar yok mu, hani o akı kara, karayı ak yapmaktaki hüner ve marifet ustaları; türlü türlü şaklabanlıklarla meseleyi bu yola dökmeğe savaşır dururlar. Onun için bu mesele üzerinde biraz durmak, esaslı surette bunu ilmî cepheden de tetkik etmek, onların cehil ve suikastlerini tamamiyle meydana çıkarmak, hak ve hakikat namına, bir vecibe-i ilmiyyedir. Binaenaleyh evvelâ onların isnat ettikleri (tarikat) müessesesinin mahiyet ve esasları neden ibaret olduğunu anlayalım, sonra Risâle-i Nur müellifinin ve talebelerinin hareketleri o mahiyet ve esaslara tevafuk edip etmediğini tetkik edelim, mukayese edelim, aralarında bir münasebet olup olmadığını araştıralım. * * * Tasavvuf ve tarikat hususunda ihtisas sahiplerinin tetkikat ve beyanına göre, sofiyede tarikat, kâmil bir mürşidin irşadiyle nefsin ibadete hasriyle vahdeti hakikata vusul yolu tutmak yerinde kullanılan bir tâbirdir. Diğer bir tarifle feraiz ile amelden sonra nevafil ile Allaha yakınlık tahsil etmektir. Tarikatın, esası insan ruhunu terbiye ve irşat ile haricî âlemden âlâikin (alâka ve münasebetlerin) kesilmesi ve batın âlemiyle irtibatın teminidir. Bu kelime tasavvufun sistemleşmesinden sonra meydana gelen ve giyim, zikir tarzı ve telâkki ayrılıklarıyla hususiyetler gösteren sofi teşekküllerine ad olmuştur. Tarikatın, din ve mezhep ile farkı şudur: Din, inanış, ibadet ve muamelât esaslarını ihtiva eden ve inananlarca Allah tarafından Peygambere vahyedilerek halka bildirilen hükümlerin topluluğuna denir. Siyasî, iktisadî ve içtimaî sebeplerle dinin inanış ve bilhassa ibadet ve muamelât hükümlerini anlayıştan doğan ve zamanın gelişmesiyle gelişerek diğer anlayışlardan tamamiyle ayrılan sisteme “mezhep - gidilecek yol” adı verilmiştir. Tarikat ise, ibadet ve muamelâtta bir ayrılık göstermez. Zahidlerce fazla ibadetten, vahdet-i vücutcularca inanışta bir telâkki tarzından ibarettir. Ve bir tarikatta birbirine aykırı mezhep sahipleri de bulunabilir. Tarikatlardaki esaslar nelerdir? Bu esaslar, muteber tasavvuf eserlerinde uzun uzadı izah etmiştir. Hülâsası şöyledir: a – Hususî giyim: Her tarikatın inanışını gösterir şekilde ve taç denilen hususî külah, sarığı, bele takılan kemeri ve bazan boyuna, hırkaya; kulağa takılan; bele bağlanan taşlar ipler; küpeler; hattâ muayyen renkte pabuçları vardır ki bütün bunlara “tarikat cihazı” denir. * * * b – Zikir: Tarikatta Allah’ın bir, üç, beş, yedi, on iki, on dört; yahut daha fazla adın, derecesi arttıkça ve birer birer muayyen vakitlerde, muayyen, gayri muayyen sayıda anmaya “zikir” denir. Mevlevîlerde yalnız “Allah” adı zikredilir. İlk tarikatlarda “Lâ ilâhe illallah; Allah, Hu,” adlarının anıldığı; sonradan bu adların “Hak, Hay, Kayyum, Kahhar” adlarının da ilâvesiyle yediye çıkarıldığı rivayet edilir. Daha sonraları bazı tarikatlarda bu yedi ad’a daha bir çok adlar eklenmiştir. * * * c – Vird: Tarikat büyükleri tarafından âyet ve hadîslerden de bazı parçalar alınarak meydana getirilen hususî dualardır. Tarikat mensupları vird’i muayyen vakitlerde okurlar. * * * ç – Murakabe: Tarikat mensupları diz çöküp gözlerini yumarak; başlarını kalblerine doğru eğerler ve mürşitlerini gözlerinin önüne getirirler. Buna gözetleşme mânasına gelen “Murakabe” denir. Murakabe, böyle hususî bir tarzda yapıldığı gibi salik yâni hakikat yolcusu, her ne işte olursa olsun daima mürşidini düşünerek onu gözünden ayırmayacak, gönlünden çıkarmayacaktır. Bu suretle önce şeyhinde, ondan sonra peygamberde ve nihayet Yaratıcı’da yok olmak ve bu üç mertebede tahakkuk ettikçe sırasıyla şeyhi ile; Peygamberler ve Allah ile var olmak makamlarına erişir. d – Riyazat ve Çile: Tarikatların bir kısmında riyazat ve çile vardır. Farsça olan ve kırk gün ve kırk günlük manasına gelen çileye Arapça erbain de denir. Derviş Şeyh tarafından tekkede erbain için yapılmış olan dar ve küçük hücrelerden birine konur. Zaruret olmadıkça dışarıya çıkamaz. Orada kırk gün ibadet ile meşgul olur. Klâsik erbainde Dervişe ilk günü kırk, ikinci günü otuz dokuz ve bu suretle her gün bir tanesi azaltılmak suretiyle kırkıncı günü bir zeytin ve yirmi dört saatte bir desti su verilir. Bu müddet içinde geceleri uzanıp yatmaz. “Müttekâ” (dayanak) denen üstü hilâlvârî, ucu sivri bir demir sopayı yere saplar, alnını hilâlvârî yere dayar. Yahut çile kayışı denilen ve bir ucu düz altlarından geçmek üzere boynuna takılan bir kayış ile dizleri dikilmiş bir halde oturarak ımızganır. Kırk gün bitince dervişi erbainden çıkarırlar. Gördüğü rüya ve hülyaları şeyhe anlatır. Bunlara göre derecesi yücelmiş olur. Erbainden çıkan derviş, yıkanır ve o gün şerefine kesilen kurbanın ciğerini yer. Birbiri üstüne üç erbain çıkaran dervişler vardır. Mevlevîlerde riyâzat yoktur. Fakat çile binbir gündür. Bu müddet zarfında derviş kendisine gösterilen hizmeti görür, sema öğrenir, Mesnevi okur, istidadına göre ney, kudüm ve âyin denen Mevlevi ilâhilerini meşkeder. Bektaşilerde de sulük hizmetlerdir. Fakat muayyen zaman yoktur. * * * e – Seyahat: Dervişe bazan bir kusuru yüzünden, bazan da, halini ve derecesini yüceltmek için seyyahlık verilir. Hac eder, Necef, Bağdat; Kerbelâ ve Meşhedi ziyaret eder. Seyahati sırasında içi oyulmuş büyük bir Hindistan cevizinden, bazan da pirinçten ve hattâ süs için onları gümüşten yapılmış, iki kenarından bir zincire bağlanmış “Keşkül” ünü uzatarak istememek şartiyle içine konan parayı konuk olduğu tekkeye götürmek suretiyle alır. Keşkül uzatırken ilâhî ve mersiye okuyanlar da vardır. Yalnız mevlevilerde dilenme yasaktır ve bu âdet yoktur. Kendisine seyyahlık verilen Mevlevi dervişi; bulunduğu tekkeden kalkar, başka bir ile göçer ve oradaki tekkeye konuk olur. Başka tarikatlarda tekkesinden kalkıp yukarıda söylediğimiz yerleri gezen kişinin nihayet Sinop’a gelerek orada yatan Seyyid Bilâl’i ziyaret etmesi âdet olmuştu. Seyyid Bilâl’i ziyaret edenlerin seyahati tamamlanmış olurdu. Seyahati sırasında, meşinden elbise giyen, meşin bir kırbayı omuzuna takıp beline halkalarla bağlı taslardan halka su dağıtarak sakalık yapan ve mersiyeler okuyan dervişler de vardır. Ayrıca seyyah olmadığı halde Muharremlerde sakalık edenler de bulunurdu. f – Tekke: Şeyhin oturduğu dervişlerin hizmet ettikleri yere denir. Tekkeler, ekseriyetle tarikat pirinin yahut uluların türbeleri yanına yapılır. Harem ve selâmlık daireleri, vakıf arazisi kütüphanesi; derviş hücreleri; çile ve ziyaret yerleri; mutfağı; yemek odası, kahve ocağı, büyüklüğüne göre ahırı; konuk odaları; türbesi ve mezarlığı bulunan tam teşkilâtlı bir yerdir. Tekkelerde ayrıca sema’hane, yahut tevhidhane denen mihraplı, kafesli, maksureli ve çok defa türbedeki yatırları içine alan büyük bir yer de vardır ki burada kutlu gün ve gecelerle haftanın muayyen gün ve gecesinde şeyh, dervişler ve tarikat mensupları toplanır. Vird okunur, zikredilir, yahut Sema’ töreni yapılır. Ayrıca derviş olan yahut, şeyhliğe tâyin edilen kişilerin kabul ve atanma törenleri de burada icra edilir. Pir’in yâni tarikatı kuran, türbesi bulunan tekkeye “Pir evi” denir. Ve o tarikattakilerin en büyüğü ve şereflisidir. Bundan sonra tarikat ulularının yattığı tekkelere âstane, onlardan küçüklerine tekke ve dergâh, tarikat mensuplarının yolculuk esnasında konaklamaları için kurulan küçüklerine zaviye ve umumî olarak hepsine birden de tekke ve dergâh adı verilir. g – Mukabele: Sema’hane, yahut tevhid’hanede tarikat âyinleri yapılır. Herhangi bir tarikata mensup olmayanlar maksurelerde, kadınlar kafes arkasındaki yerde, tarikat mensupları ise bir daire şeklinde olan Sema’hanenin içinde ve kenarlarında otururlar. Bu suretle de birbirlerine karşı oturmuş olurlar. Bundan dolayı bu törenlere yüzyüze gelme manâsında “Mukabele” adı verilmiştir. * * * Tarikatlarda dereceler: Tarikatlarda, tarikatı kurana “Pir” denir. Mensupları arasında derviş yapma salâhiyetini kazanmış olanlara “Şeyh” adı verilir. Şeyhler, aynı zamanda halifelik payesini de almış olurlar ve dervişlerden, ileri gelenlere şeyhlik verebilirler. Şeyhlik verilen adama, tarikat silsilesini ihtiva eden ve şeyh olduğunu da bildiren “İcazetname” (diploma) verilir. Mevlevî ve Bektaşî gibi bazı tarikatlarda halifelikle şeyhlik ayrıdır. Tarikat mensuplarına muhip, muhipler arasında sülukunu tamamlayıp törenle taç giydirilmiş veya bazı tarikatlarda olduğu gibi biat töreni ile muhiplikten ileri dereceye geçmiş olanlara derviş denir. Sulûk: Tarikatın esası budur. Salik; yâni hakikat yolcusu, Vahdet-i Vücudun tahakkuku için şeriattan hakikate, mevhum varlıktan gerçek varlığa manevî bir yolculuk yapar. Bu yolculuğa Sulûk denir. Sulûk esmayı, yâni Allah’ın adlarını zikretmeyi ve riyazatı esas tutanlar olduğu gibi aşk ve cezbeyi esas tutanlar da vardır ki Sofiler ve Şuttar tasnifi bundan doğmuştur. Yakîn mertebeleri: Sâlik her manevî mertebede önce ilgi ile, sonra görüş, daha sonra da oluş ile üç derece geçirir: Bu derecelere “ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn” denir. Hacı Bayram, bunları “Biliş, buluş, oluş” diye Türkçeleştir-miştir. * * * Sulûk mertebeleri: Vahdet-i Vücudda sâlik, önce bütün işlerin Yaratıcı işi olduğunu, sonra bütün sıfatların Allah’ın sıfatları olduğunu; sonra da varlığın, bir uğurdan Vacib-ül Vücûd olduğunu bilir, bulur ve bununla tahakkuk eder. Bu mertebelere “Tevhid-i Ef’al, Tevhid-i Sıfât, Tevhid-i Zât” denir. Bunlar fena yâni yokluk mertebeleridir. Sonra “Cem, Cem’ül Cem, Hazret-ül Cem” makamlarına erişir. Sırası ile bu makamlarda Allah’ın ef’aliyle, sıfatıyla, zatıyla varlığa ulaşır. Bunlara da beka yâni varlık mertebeleri denir. Bu makamlarda tahakkuk eden sâlik tarikatta son makama ulaşmış ve sülûkunu tamamlamış olur. * * * Tarikat silsilesi: Tasavvuf mümessilleri tarafından ilk zamanlardan itibaren tarikatlarını Peygambere kadar götürmek için şöyle bir silsile tertip etmişlerdir: Hazreti Muhammed, Hz. Ali, Hasan Basri, Habib-i Acemi, Dâvud-u Tâi, Ma’ruf-u Kerhi, Seriyy-i Sakatî, Cüneyd-i Bağdadî. * * * Hırka: Tasavvufda hırka “Hal”e delâlet eder. Ve şeyhin dervişe hırka giydirmesi, halini vermesi, onu, sırrına varis kılmasıdır. Tarikat hırkasının da bir silsilesi vardır. Ve çok defa tarikat silsilesi ile beraber yürütülür. (Aylık Ansiklopedi). * * * İşte (tarikat) in mahiyeti esasları, sülûk mertebeleri ve silsilesi bunlardan ibarettir. Şimdi bu esaslarla Risâle-i Nur müellif ve talebelerinin meslekleri arasında bir münasebet olup olmadığını tetkik edelim. Çünki bu; hareketi ilmiyenin bir tarikat mahiyetini haiz olması için her halde aralarında bir münasebet olması iktiza eder. Eğer bir münasebet yoksa ilmen ve mantıkan bu harekete tarikat demenin imkânı olamaz. * * * Yukarıdaki izahattan anlaşıldığına göre: a) Tarikatlerde hususî giyim bir esastır. Buna tarikat cihazı denir. Nur talebelerinde böyle bir hususiyet var mıdır? Meselâ, bellerinde kemer, taş, ip; kulakların da küpe, veya ellerinde âsâ bulunan bir talebe görülmüş müdür? b) Sonra tarikatte zikir de bir esastır. Her tarikatin kendisine mahsus bir zikr formülü vardır. Muayyen vakitlerde bunu kendi kendilerine, yahut bir arada bir halka teşkil ederek âlenen hep bir ağızdan zikrederler. Nur talebelerinin herhangi bir yerde böyle bir halka teşkil ederek bir zikirde bulundukları vâki olmuş değildir. c) Sonra her tarikatın kendisine mahsus evradı vardır. muayyen vakitlerde onu okurlar. Nur talebelerine hiç böyle bir mükellefiyet yoktur. ç) Murakabe de yoktur. d) Çilehaneye girme mükellefiyeti de yoktur. e) Bir Nur talebesinin memleket memleket dolaşarak, keşkül uzatarak para istediğini işittiniz mi? Gördünüz mü?. Sadaka, iane, hattâ bahşiş almak Risâle-i Nur mektebi irfanında şiddetle yasaktır: Onlar üstadlarından böyle ders almıştır. f) Tarikatlerde olduğu gibi Nur talebelerinin tekkeleri, derviş hücreleri, Sema’haneleri, aşhaneleri, dergâhları; zaviyeleri; törenleri de yoktur. g) Sema’hane, yahut Tevhidhanede âyinler yaptıkları da vâki değildir. Kadınların kafes arkasında kendilerinin bir daire şeklinde oturdukları vâki değildir. ı) Tarikatlerde olduğu gibi Nur mektebi irfanında pir; şeyh; muhib; tören, taç giydirilen derviş gibi dereceler de yoktur. i, j) Nur talebeleri arasında aşk ve cezbe ile sulûk yolculuğunda bulunanlar, Cemi’, Cemulcemi’, Hazretülcemi gibi makamlar silsileler; şeyhin dervişlere giydirdiği hırkalar yoktur. Görülüyor ki tarikat esaslarının, derece, mertebe ve silsilelerinin, hiç biri Nur talebelerinde yoktur. Nur risâleleri müellifinin umdei esasiyyesi şudur: “Biz ehli tarikat değil ehli hakikatiz”. O halde bunlara tarikatçilik isnadına ilmen ve mantıkan imkân ve ihtimal var mıdır? Böyle isnatta bulunan Asistan, Doçent yahut Profesör geçinenler bu hakikat karşısında utansınlar. ŞERİATÇİLİK Risâle-i Nur müellifi ve talebelerine Şeriatçi denilmekte olduğu cihetle bu meselenin de ilmi nokta-i nazarından tetkik ve tahlili icap etmektedir. Malûm olduğu üzere şeriat, din lisanında, Cenab-ı Hakkın kulları için vazetmiş olduğu dinî, dünyevî ahkâmın heyeti mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat, din ile müteradif olup hem ahkâm-ı asliye denilen itikadatı, her ahkâm-ı feriyye-i ameliye denilen ibadet, ahlâk ve muâlematı ihtiva eder. İtikadata müteallik ahkâm; Allah’a, meleklerine, kitâplarına resullerine, ahiret gününe, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra tekrar dirileceğine, Hazret-i Muhammedin Allahın kulu ve Resulü olduğuna imandan ibarettir. Farz olan ibadetler; Namaz, Oruç, Hac, Zekât ve Kelime-i Şehadettir. Bütün mekârim-i ahlâk da Müslümanlığın ahkâm ameliyesindendir. Bir de muamelâta dair ahkâm vardır ki onlar, aile münasebetleri, faiz gibi ticaret meseleleri, miras hukuku ve amme hukuku ile ilgili meselelerden ibarettir. Bu izahlardan anlaşılacağı üzere şeriat dairesi itikadiyat, ibadat ve ahlâktan muamelâta kadar geniş bir saha ihtiva etmektedir. Kanun vazıı bu şeriat hükümlerini ancak muamelâta dair olan kısmı ile kendini mukayyed addetmemiştir. Diğer hükümler, yâni itikadata ibadata ve ahlâka dair bütün hükümler tamamiyle muta’ ve muteberdir. Ve şeriatın bu hükümlerine bütün Müslümanlar itaatle mükelleftirler. Bu hükümlere itaat, bunları bilfiil tatbik kanunen bir suç değildir. Hattâ şeraitin bu nevi hükümlerinin hüsn-i suretle cereyan ve tatbiki için Diyanet İşleri Müessesesi teşkil edilmiştir. Ve vazifesi de şeriatın itikadat, ibadat ve ahlâka ait kısımlarını neşirden ibaretti. Nitekim 1963 de yayınladığı İmam Gazâlinin “Eyyühelveled” tercümesinin 20 inci sahifesinde (Şeriat) den bahsediyor: “Evlâdım ilmin özü ibadet ve taatin ne demek olduğunu bilmektir. Bilmelisin ki taat ve ibadet, söz ve iş ile, emir ve yasaklarında Allah’a ve Resulüne uymaktır. Yâni söylediğinde, yaptığında ve yapmadıklarında şeriata uymak demektir. Meselâ, her ne kadar görünüşte ibadet olsa da Bayram ve Teşrik günlerinde (Kurban Bayramının 2. 3. ve 4 üncü günlerinde) oruç tutsan, zorla alınmış elbise ile namaz kılsan günahkâr olursun. Evlâdım söz ve işin şeriata uygun olması gerekir. Çünki şeriate uymayan ilim ve amel, sapıklıktır. Sana yakışan sofuların taşkın ve sapık sözlerine aldanmamandır.” Şimdi böyle “Şeriat” den bahsettiği için Diyanet Müessesesini şeriatçilikle ithamı mı edeceğiz? Böyle şey olur mu? Din düşmanları, işi gürültüye getirerek mugalata ile Müslümanların iman, ibadet ve ahlâk esaslarından bahsetmeyi de suç gibi göstermek istiyorlar, maksatları malûm. Bu itibarla alelıtlak şeraitçiliği bir suç addetmek doğru değildir. Lâikliğe, kanuna aykırıdır. Hakikat böyle olduğu halde bir takım başı boş garazkâr yazarlar, hattâ ilmin haysiyet ve şerefini ayaklar altına almaktan çekinmiyen bozuk ve sapık fikirli bir takım Asistan Doçent ve Profesör etiketli kimseler mugalata ile alelıtlak (şeriatçı) diye ehl-i İslâmı tahkir ve tezyif etmekten biran geri durdukları yoktur. Maksatları belli: 1) Bu hareketi lâiklik rejimine aykırı göstererek Ceza Kanununun 163 üncü maddesiyle 6187 sayılı kanunun çerçevesi içine sokmak, 2) Mütemadiyen bunu tekrar ede ede halkın efkarında şeriata karşı bir nefret ve husumet uyandırmak, 3) Kendi sapık umdelerini örtmek, unutturmak için fikirleri başka tarafa çevirmek. Din demek olan şeriatın iman, ibadet ve ahlâka taallûk eden hükümleri vardır ki, dediğimiz gibi, bunların tamamiyle tatbiki için Devletin Diyanet İşleri namiyle dinî ve şer’i bir müessesesi vardır. Diyanet İşlerinin bütün teşkilâtı, müftüler, imamlar, hatipler; vaizler bu ahkâm-ı şer’iyeyi ifa ile, halka tebliğ ve neşir ile memur ve mükelleftirler. Eğer alelıtlak şeriatçılık suç ise bütün bu şeriat hâdimelerinin suçlu olması lâzım gelir. Kanun ve nizamlarımızda böyle bir suç var mı? Kanunda suç, siyasî, yahut şahsî menfaat ve nüfuz temini maksadiyle her hangi mukaddes bir şeyi âlet etmektir ki bu eserlerde böyle bir şey olmadığı üç yüz küsur mahkemenin hükmüyle sabit olmuş, kaziyye-i muhkeme haline gelmiştir. Artık bu insafsız suikast sahibi yazarların mahkemelerimizin bu hükümlerine hürmet etmeleri lâzım gelmez mi? Fakat, dediğimiz gibi, mugalata ile din ve şeriata karşı hakaret ve tezyifte bulunarak gençlerin fikirlerinde din ve şeriata karşı nefret ve husumet uyandırmak, diğer taraftan kendi suçlarının ortaya dökülmemesi için nazarları başka taraflara çevirmek, bir de iman, ibadet ve ahlâk hakındaki şeriat hükümlerini Müslümanlara bildirmek, neşretmek istiyenleri korkutmak, sindirmek maksadiyle mütemadiyen şeriatçı diye ehli İslâmı tahkir ve tezyif ediyorlar. Onların başlarından biri Vedad Nedim Tör açıkça söylüyor: “Biz memlekette dinî atmosfer istemeyiz.”
Bu mevzuda Risale-i Nur müellifinin düşündüklerinin birkaç cümlesini nakledelim. Merhum diyor ki: – Şeriat... Yüzde doksan dokuz ahlâk; ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir, Onu da ululemirlerimiz düşünsün... Risâle-i Nur, hayatı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez; belki asıl mevzu ve hedefi dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azimesinden bahseder. Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok... Bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-i imaniyye ve Kur’aniyyeye hasr ve vakfetmişim... Risâle-i Nur’un vazifesi... Hayatı ebediyeyi mahveden, hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı imanî olan hakikatleri gayet kat’î ve en zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlarla Kur’ana hizmet etmektir. “Risâle-i Nur, yalnız cüz’î bir tahribatı, küçük bir haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Yalnız hususî bir kalbin ve has bir vicdanın ıslâhına çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm eden müfsit âletlerle, dehşetli rahnelerle kalbi umumîyi, efkârı âmmeyi, bilhassa avamı mü’mininin istinatgâhları olan İslâmi esasların; İslâmi cereyan ve şeairin kırılmasiyle bozulmağa yüz tutan vicdanı umumiyi ve onun geniş yaralarını Kur’anın i’cazı ile, imanın ilâçlariyle tedavi etmeğe çalışıyor. “Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinat kaleleri sarsılmış, uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan dalâletin cemaatle hücumuna karşı her müminin tek başına mukavemet edebileceği gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki buna dayanabilsin. İşte Risâle-i Nur bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda, en lüzumlu ve en nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, Hakaik-i Kur’aniyye ve imaniyyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla isbat eder. “Ben tahmin ediyorum ki Şeyh Abdülkadir Geylânî, Şah-ı Nakşibendî, İmam Rabbânî gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-i imaniyyenin ve akaid-i İslâmiyyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilirse şekaveti ebediyyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidilmez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-i İslâmiye gıdadır... Biz hizmetkârız. Risâle-i Nur’un vazifesi imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost, düşman tefrik etmiyerek hizmeti imaniyyeyi, hiç bir tarafgirliğe kapılmıyarak, yapmakla mükelleftir. “Ben çok bağırıyorum. Zira Onüçüncü asrın minaresinin başında durmuşum. Sureta medenî, fakat dinde lakayt, fikren mazinin, en derin derelerinde olanları camiye davet ediyoruz... İşte Risâle-i Nur’un hedef ve gayesi! Bunun neresinde suç var? Neresinde şeriati siyasete âlet etmek var?. * * * FARMASON TARİKATÇILAR Risâle-i Nur müellifini ve talebelerini tarikatçılıkla suçlandırmak istiyen muarızlarının maskelerini yırtarak asıl kendilerinin tarikatçı, hem de bâtıl Yahudi tarikatçisi, müşrik İskoçya tarikatçisi olduklarını bu ana kadar Yahudi hurafat mezhurfatı ile alûde olduklarını, bu itibarla kanuna karşı suçlu olduklarını gösterelim. Onların başkalarını tarikatçılıkla itham etmeleri, kendi tarikatçılıklarını kurcalandırmamak için nazarları başka tarafa çevirmek içindir. İste onların gizli cemiyetlerinin (tarikat) olduğuna dair kendi yasalarındaki itirafları: “Türkiye Maşrık-ı A’zam Kavanin-i Esasiye” kitabından aynen: Birinci bab: “Tarikatın teşekkülü” – 4 üncü sahife 7 inci madde: “Tarikatin cedvelinden” – S. 5, M.10: “Tarikatta vuku bulan taahhüdat” – S. 9, M. 25: “Tarikatin ideası” – S.10, M. 34: “Tarikatin masrafları”. Bu tâbirlerle Farmasonluğun bir tarikat olduğu itiraf edilmiştir. Ayrıca aynı kitabın 34. sahife, 65 inci maddesinde: “İkinci ve üçüncü dereceler ancak Tarikatin kendisine mahsus suver-i rumuziyye dairesinde tevcih olunur.” 12 inci sahifesinde 38 inci maddede “Derecat-ı selâse-i rumuziyyenin hâkimi müstakili olan ve bütün Türkiye’ye isâle; ziyaya mecbur ve memuru olan maşrık-ı âzam” deniliyor. Farmasonluk’ta diğer tarikatlarda olduğu gibi hususî kıyafet vardır; Farmason nizamı madde 39; “Üstad-ı a’zamın önünde sırf madenden işlenmiş bir “Güneş” timsali bulunacaktır. Üstad-ı a’zam yardımcısının önünde kordonu önünde “Saka kuşu resmi” ve diğer vazifelilerinin kordonlarının heyet-i mecmuası bir müselles teşkil edeni sureta “Maşrık-ı a’zam” kordonlarında ikişer “Akasya dalı” bulunacaktır.” Akasya dalı Salamon mabedinin tezyinatındandır. Farmasonların diğer tarikatlarda olduğundan fazla derece ve rütbeleri vardır. “Birinci derece: Çırak, 2. Kalfa, 3. Usta, 4. Gizli usta, 5. Kâmil usta; 6. Sırkâtibi; Nazır hâkim… 16. Kudüs Prensi; 21. Prosya Şövalyesi, 22. Lübnan Prensi, 23. Sadukaî esrar reisi… İskoçyalı Papas, 32. Ser hafi Prens, 33. Hâkim: müfettiş a’zam-ı umumî.” “Çırak derecesine mahsus talimat” kitabından aynen: Sahife 8: “İskoçya tarikati” Nizam vaziyeti, işaretler, alâmetler, tanışma sırları – Sahife 10: Birinci derece âyini – S. 18: Alkışa ulaşta, hep üç adedinin kullanılması – 8, 19: Tekris yâni vaftiz – S. 21: Masonluğun bütün cihanaşâmil oluşu: Siyonizm – S. 22: Kârıgâha niçin ma’bed denildiği – S. 23: “Bizim remzi saatlerimiz ta zerdüşt zamanından kalma bir ananenin yadigârıdır. Ezmine-i mütekaddimedeki gizli tarikatların ilk müessislerinden olan bu zat…” S. 25: “Kabul ve Tekris merasimi.” – S. 27: Nur ve ziyaya kavuşmak” – S. 45: Yeminleri – S. 49 Önülkleri. * * * İşte tarikat böyle olur. Gazetelerle, risâlelerle, broşürlerle hakikatleri tahrif eden bu Farmason yazarların içyüzleri budur. İşte asıl suçlu bunlardır. Fakat bunlar kanun kaçaklarıdır. Bir de komünist yazarlar vardır ki onların içyüzleri Farmasonlardan da beterdir. Allah onların şerrinden masun ve mazlumları korusun. *** KÜRTÇÜLÜK MESELESİ Merhuma isnat olunan şeylerden biri de “kürtçülük” tür. Bu da hiç aslı olmayan bir iftira ve isnattır. Muarızlar, buna delil olarak yalnız millî elbise ile İstanbula gelişini, bu kıyafetle dolaşmasını, büyük İslâm mücahidi ve kahramanı Salâhaddin Eyyübîyi takdir ile yad etmesini ileri sürüyorlar. Başka hiçbir sözünü, hiçbir hareketini bulup da ortaya koyamıyorlar. Maksat malûm. Ona siyasî bir isnatta bulunarak efkârı umumîye nazarında onu lekelemek. Evet, merhum, Türk’ün can, vatan ve din kardeşi olan Kürt soyundandır. Büyük mücahit Salâhaddin Eyyübînin kahraman soyuna mensuptur. Fakat kastedilen mânada ona Kürtçülük isnadına hiçbir veçhile imkân yoktur. Bir kere o, hakikî bir Müslüman olmak, Kur’an ve Sünnete bütün varlığıyla iman etmiş olmak itibariyle kavmiyyet aleyhinde olduğunda hiç şüphe yoktur. Bu yolda evvel, âhir hiçbir hareketi hiçbir sözü, hiçbir iddiası vaki olmamıştır. Böyle siyasî bir hüviyeti ve faaliyeti olmadığı 1949 senesinde Büyük Millet Meclisi Başkanlığını yapan Fuat Sirmen, 163 üncü maddenin tadili sırasındaki tenkitleri Adalet Vekili sıfatiyle cevaplandırırken kürside Bediüzzaman hakkında: “Hüviyetleri siyasî olmayan, faaliyetleri siyasî olmayan Said-i Nursî” demek suretiyle bu hususu resmen tescil eylemiştir. Merhumun Kürtçülükle hiçbir alâkası olmadığını, bilâkis her nev’i kavmiyetçi hareketlerin tamamiyle aleyhinde olduğunu kendi eserlerinden nakledeceğimiz bir kaç cümle, kat’i surette isbat etmektedir. Ezcümle mütareke devrinde Kürt Tealî Cemiyetinin Reisi Abdülkadirin kendisini kavmiyetçiliğe yönelen faaliyetlerine iştirake davetlerine karşı merhum Said Nursî şu cevabı vermişti: -“Allahu Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Keriminde: “Öyle bir kavm getireceğim ki onlar Allahı severler, Allah da onları sever” buyurmuştur. Ben bu beyan-ı İlâhî karşısında düşündüm. Bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve 450 milyon hakiki Müslüman kardeş bedeline birkaç akılsız kavmiyetçi kimselerin peşinde gitmem. Şark’ta Şeyh Sait hâdisesi çıktığı sıralarda mektup yazarak kendisine: - Nüfuzunuz kuvvetlidir. Bize yardım edin! Diyen Şeyh Saide merhum Said Nursî, şu cevabı göndermişti: - “Türk milleti asırlardan beri İslâmın bayraktarlığını yapmış, çok veliler yetiştirmiştir. Bu kahraman milletin torunlarına kılıç çekilmez. Kardeşi kardeşe çarpıştırmak doğru olmaz. Böyle kötü ve sakat teşebbüslerden vazgeçiniz!” Merhum Said Nursî, Vanda bulunduğu sırada, Şeyh Said tarafından bazı aşiret reisleri kendisini ziyarete geldikleri sırada Şeyh Said hareketine katılmayı istiyen bu ağalara şöyle söylemişti: “Yine menfî bir fikirle mi geldiniz? Türk milleti tarihte İslâmın reisliğini en iyi şekilde yapmıştır. Şimdiden sonra da İslâmın reisliğini yine onlar deruhte edecektir. Bu yolsuz hareketlerden vaz geçiniz.” 1933 yılında Eskişehir Ağırceza Mahkemesinde merhum Said Nursî şöyle demişti: – “Risâle-i Nur’un her bir cüzü bir âyet-i Kur’aniyenin hakikatini tefsir eder.. İman ilminden ibaret olan Risâle-i Nur cüzleri emniyet ve asayişi tesis ve temin ederler. İmansızlıktır ki seciyesizliği ile emniyeti ihlâl eder. Kâinatta dinsizlikle dindarlık, Âdem Aleyhisselâm zamanından beri cereyan edip geliyor ve Kıyamete kadar da devam edip gidecektir. Bu meselelerin künhüne vakıf olan herkes, bize olan hücumun doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Benim ismim Said Nursi iken Said Kürdi ve Kürt diye yadediyorlar. Bundan güdülen maksat, hem âhiret kardeşlerimin hamiyeti milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkemeye adaletin mahiyetine bütün bütün zıd bir cereyan vermektir.” Bu mevzuda merhumun bir eserinden nakledeceğimiz bir fıkra ise, merhumun ve talebelerinin kavmiyetçilik ithamı ile asla alâkası olmadığının en beliğ reddiyesidir. Merhum Said Nursî diyor: – “Eskiden Türk olmıyan bir talebem vardı. Eski medresemde sıhhatli ve gayet zeki olan o talebem, ulum-u diniyeden aldığı hâmiyet dersiyle her vakit şöyle derdi: “Salih bir Türk elbette fasık kardeşimden ve babamdan daha ziyade kardeştir ve akrabadır.” Sonra aynı talebe, talihsizliğinden başka terbiyenin tesiri altında kalmış; ben dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyeti milliyye bahsi oldu. Bu defa dedi ki: “Ben şimdi Rafızî bir Kürdü salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben, de: “Eyvah, dedim, ne kadar bozulmuşsun!” Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski hakikatli hamiyete çevirdim.” Merhum bu fıkraya şunları ilâve ediyor: – “Benim gibi ciddi bir muhabbetle Türk milletini seven ve Kur’anın senasına mazhariyetleri cihetiyle Türk milletini pek çok takdir eden, altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı koyan ve Kur’anın bayraktarı olan bu millete karşı, şiddetli taraftar bulunan; hocalık haysiyetiyle izzet-i ilmiyeyi muhafaza eden; hakaik-ı imaniyeyi vazih bir surette teşrih ile ders veren bir insanın on sene, belki yirmi otuz sene zarfında yirmi otuz değil; belki yüz, belki binlerce talebesi sırf iman ve hakikat noktasından onunla fedakârane bağlansa ve Âhiret kardeşi olsalar çok mudur? Zararlı mıdır? Hiç ehl-i vicdan, ehl-i insaf bunları tenkide cevaz verir mi?.” Son olarak şunu da ilâve edelim: Moskovanın kontrolünde, gayeleri malûm, bazı aşiret mensuplarından Şark’ta yakalanan iki casus; ne maksatla Türkiyeye geldikleri husu-sunda Millî Emniyette sorguya çekildiklerinde şu cevabı vermiş olduklarını görmekteyiz: – Biz, Türkiyeye Şark bölgesindeki faaliyetimize sed çeken Risâle-i Nur Talebeleriyle mücadele için gönderildik. Nur talebelerinin varlığı gayemizin tahakkukuna mâni teşkil etmektedir.
Bu derece kavmiyetçilik ve Kürtçülük aleyhinde olan bir adama; halis muhlis mümin olan bir Müslümana Kavmiy-yetçilik, Kürtçülük isnadı çok zalimane bir iftira değil midir? “Kürtçülük hususunda Millî Mücadele tarihi ve Meclis zabıtlarında yaptığımız araştırmalar neticesinde hakikat anlaşılmış bulunmaktadır. Bediüzzaman ve talebelerinde Kürtçülük fikri ve böyle bir devlet kurmak hülyası olsa idi, bazı hocaların asıldığı bir vakitte M. Kemal ona ilişecekti. Bilâkis ona: “Sizin gibi bir hoca bize lâzımdır” diyerek Büyük Millet Meclisinin açıldığı vakitlerde üç defa şifre telgrafla İstanbuldan Ankaraya çağırıldığı; milletvekilliği; Şeyh Sunusî yerine Şark Umumî Vâizliğini ve Diyanet İşleri Reisliğini teklif ettiğini görüyoruz. Fakat Bediüzzaman: “Ben imana hizmet edeceğim, siyasete girmiyeceğim” diyerek bu teklifleri kabul etmemiştir. Hattâ Meclisin açılışında, Ankara’ya çağırıldığı vakitte kendisine Meclisçe “Hoşâmedî” yapılmıştır. Meclisçe hoş âmedî ve dua teklifine dair kayıtlar, Meclis zabıtlarında vardır: Birinci devre, üçüncü içtima senesi zabıt ceridesinin 24 üncü cildinin 4057 inci sayfasında Teşrinisani 338 Perşembe inikadın zaptı da, mezkûr hususu aynen mevcuttur.
“O zaman Bediüzzaman, Büyük Millet Meclisinde, Şarkta din dersleriyle fen ve teknik derslerinin beraber okutulacağı bir Üniversitenin açılmasını teklif etmiş, iki yüz küsur Mebustan 163 ü bu teklifi kabul ederek yeni açılacak Üniversite için 150 bin lira tahsis edilmesine karar vermişlerdir. Yâni bugünkü Şark Üniversitesinin temel fikrini, o zaman teklif ettiğini yine Meclis zabıtlarından anlamış bulunuyoruz. Kanaatimizde eğer gerici, isyancı olsaydı, herhalde o karışık zamanda Büyük Millet Meclisinde olmazdı. “Umumî Harpte, Şark Cephesinde, Kafkas Cephesinde Milis Alay Kumandanı olarak Enver Paşa, Van Valisi Cevdet Bey, Kumandan Kılıç Ali, Bitlis Valisi Memduh Bey gibi kumandan ve Valilerin takdirkâr nazarları önünde Cepheden cepheye harp ettiğini, üç mermi yarası aldığını, bir çok Müslümanların ve şehirlerin kurtulmasına vesile olduğunu görüyoruz. “İşte Atatürk onu gerici yobaz değil, Büyük Harpte ve Millî Mücadelede bir çok yararlıkları görülen; ileri fikirli bir hoca bildiği için o zaman hiç ona ilişmemiş, bilâkis onu Ankara’ya çağırarak büyük vazifeler teklifinde bulunmuştur. Milis Alay Kumandanı olarak Büyük Harpteki mücahede ve yararlıkları görülmek istenirse, Genel Kurmayda Harp Tarihî Şubesindeki dosyasına da, bakılabilir. “Elde ettiğimiz kanaat, 37 senedir, eğer kendisinde Kürtçülük fikri bulunsaydı, muhakkak bir sızıntısı, bir ip ucu, bir delil bulunacaktı. Halbuki yüzlerce mahkemeden birisi bu hususta en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet vermemiş olduğunu görüyoruz. “Gerek umumî emniyet; gerek millî emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda Kürtçülüğe dair en ufak bir delil görülmemiştir. “Malûmunuzdur ki 960 senesinin Aralık - Ocak aylarında Kürt devleti kurmak niyetinde olan gizli bir teşkilât kuruldu. Türkiye’nin her tarafında yapılan tahkikat neticesinde geniş tevkifat yapıldı. Hiç şüphesiz Bediüzzaman ve talebelerinin en ufak bir alâkaları bulunsaydı, en az onlar da sorguya çekilir ve tevkif edilirlerdi. Böyle bir şeyin olmaması, onların böyle bir iddiada bulunmadıklarını açıkça göstermektedir. “Bediüzzaman’ın kitaplarında böyle bir Kürtçülük fikri var mı? diye o cihetten tetkik edildi. Bilâkis kendisinin, memleketi birbirinden ayırıcı, menfi milliyet fikrî aleyhinde olduğu görüldü. Mektubat adlı eserinde menfi milliyet için şöyle dediği görülüyor: Mealen: “Evet, ben Şark’ta doğdum. Fakat felillâhihamd Müslümanım. Her asırda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Bu üç yüz elli milyon hakikî, ebedî kardeşleri, üç buçuk milyon Kürde değişmem. Kürtçülük, Türkçülük, Arapçılık gibi menfi milliyet fikri hariçten içimize sokulmuş bir zehirdir, bir frengi illetidir. Dessas Avrupa zalimleri ve Asya münafıkları, bizleri birbirimize düşürüp parçalamak ve yutmak için bu menfi milliyet fikrini aşıladılar. Çünki onlar “Parçala ve yut” diye birbirimizin aleyhine türlü yalanlar ve iftiralar uydurarak bizi birbirimize düşürürler. Bir zaman dünyaya hükmeden İmparatorluğumuzu bu şekilde kardeşi kardeşe vurdurmak suretiyle parçaladılar.” “Yine bir vakit, Mevlâna Rifat namında birisi, Kürdistan devleti kurmak fikri ile Kürt Teali Cemiyeti kurmuştu. Bu cemiyetin reisliğine Bediüzzamanı getirmek için yaptıkları teklife: “Yaptığınız, milleti parçalamaktır, millete ihanettir. Ben sizin cemiyetinize giremem” diye şiddetli bir surette reddetmiştir. Bu red mektubu hâlen hayatta bulunan Konsulâtçi Asaf namiyle maruf ihtiyar bir gazetecidedir. “Şark isyanını çıkaran Şeyh Saide: “– Bin seneden beri âlemi İslâmın bayraktarı olan bu milletin torunlarına kılıç çekilmez” diye isyandan vazgeçmesi için mektuplar yazmıştır. “Kuva-yı Milliye hareketi başladığı zaman, işgal altındaki İstanbulda Şeyhülislâm Dürrîzadenin: “Bu Millî Mücadele hareketinin. Padişahlığa isyan ve bu harekete katılanların âsi olduğu” şeklinde fetva vermesi üzerine Bediüzzaman: “– İşgal altındaki bir memlekette İngilizlerin emri ve tazyiki altında bulunan bir idarenin ve meşihatın fetvası mualleldir mesmu olamaz. Düşman istilâsına karşı harekete geçenler âsi değillerdir, fetva geri alınmalıdır.” Diye fetva vermiş olup bu hususla ilgili evrak meşihat evrakı arasında mevcuttur “Bediüzzaman’ın eserlerinde Türkler hakkında şu cümleleri görüyoruz: (İşte ey ehli Kur’an olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’anı Hakimin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’anı ilân etmişsiniz. Milletinizi Kur’ana ve İslâma kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz. Müthiş tehacümatı defettiniz.. “Allah öyle bir kavim getirdi ki onları sever, onlar da ONU sever. Müminlere karşı şefkatlidir. Kâfirlere karşı hiddetlidirler. Allah yolunda mücahede ederler.” Âyetine güzel bir mâsadak oldunuz! Şimdi Avrupanın Frenk-meşrep münafıklarının desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitabe mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız. “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabili tefrik değil, Tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş, bu mefahirin zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde sen şeytanların vesvesesiyle desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme.” “Ve netice itibariyle Said Nursi’nin hayatım Türklerin içinde geçirmesi, ekseri dost ve muhipleri Türklerden olması ve yüz otuz eserini Türkçe yazması ve bütün eserlerinde böyle bir dâvayı reddetmesi onun Kürtçülükle hiçbir alâkası olmadığının kuvvetli bir delilidir.” (Maarif Din Plânlama Komisyonuna verilen rapor: Said Özdemir.) * * * 31 MART HÂDİSESİNDE HİZMETİ “31 Mart vak’asına dair Said Nursi hakkında çıkarılan şayialar tetkik edildi. Bunların kulaktan kulağa yayılan ve hiç bir vesika ve delile istinat etmiyen uydurma sözler olduğu neticesine varıldı. 31 Mart vak’asını tetkik ettiğimiz vakit; görüyoruz ki bu vak’ayı çıkaranlar Divanı Harbi Örfîye veriliyor. Gerçi onun düşmanları onun da ismini karıştırarak, mahkemeye sevkettiler. Hurşit Paşanın reisliğindeki Divan-ı Harbi Örfî, o zaman o vakayı çıkaran 18 kişiyi astıkları halde Said Nursi hakkında yapılan tahkikatta beraetine karar verilmiştir. Eğer onun en ufak bir dahli olmuş olsaydı 18 kişiyi asan Divan-ı Harbi Örfî onu da astırabilirdi. Demek onun hakkındaki bu isnadların tamamen uydurma olduğunu görüyoruz. O zaman, zabitlerine karşı isyan eden sekiz taburu Bediüzzaman: “– Ey kahraman askerler! Zabitlerinize itaat ediniz” diye başlayan bir hitabesiyle yatıştırmış ve teskin etmiştir.” (Maarif Din Planlama Komisyonuna verilen rapor.)
MİLLÎ MÜCADELEDEKİ HİZMETİ Merhum Said Nursi, Bab-ı Meşihattaki Darül Hikmeti İslâmiyede âza bulunduğu sırada Anadoluda Millî hareket başlamıştı. Bu hareket aleyhinde yanlış fetva almak isteyenlerle pervasızca mücadele etti. Kuva-yı Milliye hareketini bütün kuvvetiyle müdafaa etti. Bu husustaki kahramanca mücadelesi Ankara Hükûmetince fevkalâde takdirle karşılandı. Şifre ile Ankaraya davet olundu. Kalb-i İslâm şehametiyle dolu olan Üstadın ilim ve irfan, celâdet ve fazilet kaynağı yalnız Kitabullah olduğu için Kur’an-ı Kerimden başka kitap yanında bulundurmazdı. Her şeyden zihnimi tecrit ile hakikatleri, büyük ve yüksek hakikatleri doğrudan doğruya Kur’andan anlamak istiyorum, derdi. Kur’anını koltuğuna koyarak Ankaranın davetine icabet etti. Ankarada büyük tezahüratla karşılandı. Kıymetli ve halisane irşatlariyle halkı Millî İstiklâl dâvasına iştirake davet etti. Bu yolda faydalı hizmetlerde bulundu. * * * RİSÂLE-İ NUR, ZARARLI BİR CEREYAN DEĞİLDİR Risâle-i Nur muarızlarının en ziyade ileri sürdükleri, aleyhte propaganda yaptıkları bu husus hakkında, bizim izahatimizden ziyade, Diyanet Riyasetinin ve mahkemelerin kararlarını görmek daha tatminkâr olur. Bu hususta yüzlerce raporlar, üç yüzden fazla mahkeme kararları var ki hepsi Risâle-i Nurun zararlı bir cereyan olmadığını, bilâkis faydalı olduğunu müttefikan beyan etmektedirler. Bu babta, bir fikir vermek için bazılarını nakl ile iktifa edeceğiz. * * * Diyanet İşleri Riyaseti Tetkik ve Müşavere Heyetinin 25/5/1963 tarih ve 963/36 sayılı kararı: “Nurculuk, bir tarikat veya mezhep olmayıp Said Nursi adındaki zatın, son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı Kur’anı Kerim âyetlerini ele alarak Risâle-i Nur namiyle yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Bu eserler; imanı fikirlerle birleştirmeye çalışmaktadır. Dinî bakımdan bir mahzur yoktur.” İmzalar: A. Hamdi Kasaboğlu Lûtfi Aydoğan, Osman Keskioğlu, A. Aydın. Uygundur: Başkan Hasan Hüsnü Erdem... * * * Diyanet İşleri Riyaseti Dinî Eserleri Tetkik ve Müşavere Heyetinin 25/3/1956 ve 25/8/1958 tarihli raporları: “Bu eserler (Risâle-i Nur eserleri) münderecatlarında hiçbir şahıs zikredilmiyerek yalnız Kur’an-ı Kerim ve Hâdis-i Şeriften ilham alarak başka başka unvanlar altında karihasına göre hazırladığı birtakım esrar-ı ilmiye ve hikemiyyenin madde âleminden temsiller getirerek izahları yapılmış, halihazırdaki nev’i beşeri ve bilhassa memleketimizdeki büyük ve küçük insan kitlelerini ikaz ve fikrî ve şehevanî dalâletlerden, su’-i ahlâk girivelerinden kurtarmağa matuf ifadelerden ve onları devletimizce dahi matlûp olan güzel ahlâka sevkede-bilecek yazılardan ibaret bulunmuş olduğu… Bu kitapların muhtevasında hiç bir tarikâtın âdâb, erkân ve âyinlerini beyan eden ve herkesi onlara girmeye teşvik eyleyen bir yazı görülmemiş ve bil’umum yazıların hulâsa ve neticesi; vatandaşları İslâmî itikat ve ibadetlerin ifasına ve Kur’anı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyeye ittiba’a teşvik ve tergip etmeyi ifadelerden başka, kanunlarımızı ve nizamlarımızı ve devletin temel esaslarını ihlâl edecek mahiyette dini veya din kitaplarını vesair mukaddesatı nüfuz ve menfaat temin etmek kasdiyle âlet ederek propaganda yapıldığına delâlet eden bir ifade de görülmemiş olduğu, bu itibarla yazılarının T.C.K. nunun 163. maddesi ve 6187 sayılı kanun ile ilgisi bulunmadığı kanaatine varılmıştır.” * * * Aydın Ağırceza Mahkemesinin 17/10/960 tarih ve esas 958/163, 960/165 numaralı esbabı mucibeli kararı: “...Bu eserlerin (Risâle-i Nurların) İslâmiyetin iman esaslarını takviye ve telkin maksadiyle sırf dini gayret ve mücahede saikasiyle yazılmış, âlemi İslâmın ve beşeriyetin manevî ve insanî yolda yükselmesini istihdaf ettiği müşahede edilmiştir. Maznunların ibadet gayesinden ayrı olarak toplandıkları ve Nurcu namı altında bir cemiyetin bulunduğu hakkında en küçük bir karineye rastlanmamış, cemiyet teşkili için icap eden organizasyonun adem-i mevcudiyeti dolayısiyle Nurcu denilen bu şahıslar arasında aynı kitapları okumanın neticesi olarak doğan maddilikten mücerret manevî bir bağlılık suretinde bir birliğin mevcudiyeti varit bulunmuştur.” * * * İstanbul Birinci Ağırceza Mahkemesinin esas 207/ 963 ve 963/249 sayılı kararı: “Nurculuk bir tarikat veya mezhep değildir. Dinsizlik cereyanlarına karşı yayınlanan Risâle-i Nura izafe edilen bir cereyandır. Lâik Türkiye’de herkes dininin icabını yerine getirmekte serbesttir. Nurculukta devletin nizamlarına aykırı bir şey yoktur. Nurculuğu medh-ü sena bir suç değildir. Siyasetle meşgul olmamak, Nurcuların en büyük şiarıdır.” * * * İstanbul İdare-i Örfiye 3 numaralı Askerî mahkemesinin 861/18 tarih ve esas 961/37 numaralı kararı: “Nurculuk bir cemiyet veya tarikat değildir. Bir şahsı mücerret dinî zaviyeden medhü sena suç değildir. Bilâkis haktır.” * * * İzmir İdare-i Örfîyesinin 963/88 esas, 693/62 kararı: “Mevzu-i bahis kitapların yasaklanmasına dair İçişleri Bakanlığının emirlerinin hukukî mesnedi yoktur.” * * * Maraş Sulh Ceza Mahkemesinin 963/295 esas ve 963/ 494 sayılı kararı: “Risâle-i Nurların okunması, bulundurulması veya basılması suç değildir. Kaziyye-i Muhkeme olan bir dâva rüyet edilemez. Dahiliye Vekâletinin bu gibi eserleri toplatmak salâhiyeti yoktur. Mahkemeler de bu gibi eserleri müsadere edemez. Said Nursiye ait risâle, makale ve yazılar Kur’an-ı Kerim tefsirlerinden ibaret olması hasebiyle tecziye ve tecrim edilemez. Aksi takdirde mahkûm edilen bizzat Kur’an-ı Kerimin kendisi olur. Zira tefsiri mahkûm etmek, netice itibariyle Kur’an-ı Kerimi mahkûm etmek demektir. Bu eserlerde Kur’an ve Sünnete muhalif, kanuna aykırı hiçbir cihet yoktur. Kaldı ki Nur Talebeleri bir ekole mensuptur. Nurculuk bir cemiyet, bir tarikat, bir mezhep değildir. Risâle-i Nuru okudukları için bunlara Nur talebeleri denilmektedir. Said Nursinin gayesi İslâmiyete hizmettir. Altında hiçbir siyasî maksat yoktur. İslâm dinine muhalif tek husus yoktur. Onun dâvası İslâmiyete hizmettir; mahkemelerin verdikleri kararlara Adliye Vekâletinin hürmet etmesi icap eder.” * * * Kütahya Ağırceza Mahkemesinin esas 936/61 ve 964/45 kararı: “Risale-i Nur Kur’anın kısım kısım yapılmış tefsirlerinden ibarettir. Siyasetle hiç bir alâkası yoktur. Yalnız ve yalnız İslâma dair yazılmış faydalı eserlerdir. Gayrı ahlâkî tek bir kelime yoktur. En ulvî, en insanî ve ahlâkî duygularla yazılmıştır. Allah’ın emirlerini yaymak, bilmiyen kardeşlerine öğretmek her Müslümana farzdır. Müslümanları dalâlet ve huzursuzluğa sürükleyen dinsizliğe ve komünistliğe karşı mücadeleye davetle Müslümanlar mükelleftir.” İşte hep böyle aynı mealde üç yüz küsür mahkemenin kararlariyle sabit olmuştur ki Nur risâleleri bir kısım Kur’an tefsirinden ibaret olup devletin kanun ve nizamlarına aykırı, zararlı bir cereyan değildir. Bunun gibi yüzlerce bilirkişi raporları da vardır, Bunlar da mahkemelerin hükümlerini teyit eder mahiyettedir. * * * “Yüzlerce muhtelif mahkemelerin yüzlerce beraet ve men’i muhakeme kararları ve ehlivukuf raporları vardır. Muhtelif Türk mahkemelerinin bu beraet kararları üzerinde yaptığımız bu tahkikat neticesinde bizde müsbet bir kanaat hasıl olmuştur. Çünki bunca Türk hâkimlerinin, Türk Adliyesinin haksız ve adaletsiz bir karar vermiyecekleri kanaatindeyiz. Birbirini görmeyen yüzlerce mahkemenin bâtıl bir dâva üzerinde ittifakları muhaldir. Biribirinden uzak muhtelif mahkemelerin ayni hakikat üzerinde müsbet ittifakları gösterir ki o dâva, haktır, hakikattir” (Maarif Din Plânlama Komisyonuna verilen rapor) * * * Risale-i Nur ve Bediüzaman hakkında Adlî, Askerî, Örfî; Türk Hâkiminin millet adına verdiği kararlar ve ehl-i vukuf raporlarını ihtiva eden büyük kıt’ada dört cilt neşrolunmuştur. Birinci cilt 452; ikinci 352, üçüncü 94, dördüncü 32 sahifedir ki yekûnu 958 sahife tutmaktadır. Bu kararların hepsi kesinleşmiş; kaziye-i muhkeme haline gelmiştir. 434 Beraet, men’i muhakeme, ta’kipsizlik kararı ve ehlivukuf raporunu ihtiva eden bu dört ciltten biz ancak birkaç tanesini naklettik. Bütün hâkimlerin ve ehlivukufun birleştikleri ve birbirini teyit ettikleri hükümleri madde olarak şu suretle tesbit ettik: 1. Nurculuk bir mezhep değildir. 2. Nurculuk bir tarikat değildir. 3. Nurculuk, Risâle-i Nur eserlerine izafe edilen bir cereyandır. 4. Risale-i Nur; son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizliğe karşı yazılmış eserlerdir. 5. Risâle-i Nur, Kur’anı Kerim âyeleri ele alınarak yazılmış eserlerdir. 6. Risâle-i Nur, imanı fikirlere yerleştirmeye çalışmaktadır. 7. Risâle-i Nur’lârda dinî hiçbir mahzur yoktur. 8. Risâle-i Nur; yalnız Kur’anı Kerim ve Hadîsi Şeriften ilham alınarak yazılan eserlerdir. 9. Risâle-i Nur’da, birtakım esrarı ilmiye ve hikemiyenin madde âleminden temsiller getirilerek izahları yapılmıştır. 10. Risâle-i Nur, nev’i beşeri ve bilhassa memleke-timizdeki büyük ve küçük insan kitlelerini ikaz ve fikri ve şehevanî dalâletlerden korur. 11. Risâle-i Nur, insan kitlelerini su-i ahlâk girivelerinden kurtarır. 12. Risâle-i Nur insan kitlelerini güzel ahlâka sevk eder. 13. Risâle-i Nurların muhtevasında hiç bir tarikatın âdâp, erkân ve âyinlerini beyan eden yazı yoktur. 14. Risâle-i Nur’da, tarikata girmeğe teşvik eden bir yazı yoktur. 15. Risâle-i Nur; vatandaşları İslâmî itikat ve ibadetlerin ifasına teşvik ve tergip eder. 16. Risâle-i Nur, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyyeye itaate teşvik ve tergip eder. 17. Risâle-i Nur; devletimizin nizam ve kanunlarımızı ihlâl edecek mahiyette değildir. 18. Risâle-i Nur, devletin temel esaslarını ihlâl edecek mâhiyette değildir. 19. Risâle-i Nur; devletin temel esaslarını ihlâl edecek mahiyette din kitaplarını vesair mukaddesatı âlet etmez. 20. Risâle-i Nurda din veya din kitaplarını vesair mukaddesatı nüfuz ve menfaat temini kasdiyle propaganda yapıldığına delâlet eder bir ifade yoktur. 21. Risâle-i Nur’un 163 üncü madde ve 6187 numaralı kanun ile ilgisi yoktur. 22. Risâle-i Nur, İslâmiyetin iman esaslarını takviye ve telkin maksadiyle yazılmıştır. 23. Risâle-i Nur sırf dinî gayret ve mücahede saikasiyle yazılmıştır. 24. Risâle-i Nur, âlemi İslâmın ve beşeriyetin manevî ve insanî yolda yükselmesini istihdaf eder. 25. Nurcu namı altında bir cemiyet yoktur 26. Nurculuk cereyanında cemiyet teşkili için icapeden organizasyon yoktur. 27. Nurculuk; aynı kitapları okumanın neticesi olarak doğan maddilikten mücerred mânevî bir bağlılıktır. 28. Lâik Türkiye’de herkes dininin icabını yerine getirmekte serbesttir. 29. Nurculuk’ta devletin nizamlarına aykırı bir şey yoktur. 30. Nurculuğu medh ü sena bir suç değildir, 31. Siyasetle meşgul olmamak Nurcuların en büyük şiarıdır. 32. Bir şahsı mücerret dinî vaziyetten medh ü sena suç değildir. 33. Risâle-i Nurların yasaklanmasına dair Dışişleri Bakanlığının hukukî mesnedi yoktur. 34. Risâle-i Nurun okunması suç değildir. 35. Risâle-i Nurun evlerde bulundurulması suç değildir. 36. Risâle-i Nurun basılması, neşredilmesi suç değildir. 37. Dahiliye Vekâletinin Risâle-i Nurları toplama salâhiyeti yoktur. 38. Kaziye-i Muhkeme hasıl olan bir Risâle-i Nur, dâvası bir daha rüyet edilemez. 39. Kaziye-i Muhkemeli Nur Risâlelerini mahkeme müsadere edemez. 40. Kur’an tefsiri olan Risâle-i Nur tecziye ve tecrim edilemez. 41. Kur’an tefsiri demek olan Risâle-i Nur’u mahkûm etmek bizzat Kur’an-ı Kerimi mahkûm etmek demektir. 42. Risâle-i Nur’larda Kur’an ve Sünnete muhalif bir cihet yoktur 43. Nur Risaleleri imanî bir ekoldür. 44. Risâle-i Nur’u okudukları için Nur talebelerine bu isim verilmiştir. 45. Risâle-i Nur, müellifinin gayesi İslâmiyete hizmettir. 46. Risâle-i Nur’larda hiçbir siyasî maksat yoktur. 47. Risâle-i Nurlar hakkında mahkemelerin verdikleri kararlara Adliye Vekâletinin hürmet etmesi icap eder. 48. Risâle-i Nur, Kur’anın kısım kısım yapılmış tefsirleridir. 49. Risâle-i Nurlar yalnız ve yalnız İslama dair yazılmış faydalı eserlerdir. 50. Risâle-i Nur’larda gayrı ahlâkî tek bir kelime yoktur. 51. Risâle-i Nur’lar en ulvî, en insanî; en ahlâkî duygularla yazılmıştır. 52. Allah’ın emirlerini yapmak; bilmiyen kardeşlerine öğretmek her Müslümana farzdır. 53. Müslümanları dalâlet ve huzursuzluğa sürükleyen dinsizliğe ve komünistliğe karşı mücadeleye davetle Müslümanlar mükelleftir. 54. Risâle-i Nurlar içinde insanları İslâmî akide ve ibadet ve ahlâka teşvik eden müessir ve makul ifadeler vardır. 55. Said Nursi’den veya Risâle-i Nur Külliyatından bahsetmek bugünkü mevzuatımıza göre suç değildir. 56. Risâle-i Nur Külliyatı alenen kitapçılarda teşhir olunup satılmaktadır. Basılması yasak edilmemiş her hangi bir eseri, bir kimsenin alıp okuması, bunun üzerine fikir yürütmesi, tartışmaya girişmesi, fikir ve vicdan hürriyetinin Anayasaca teminat altına alınmış mantıkî bir neticedir. 57. Nurcuların ibadet gayesinden ayrı olarak toplanıp bir organizasyonla cemiyet teşkil etmedikleri anlaşılmıştır. 58. Bu eserlerin mahiyeti istihdaf ettiği gaye, itikat ve ibadat ve ahlâkı İslâmiye esaslarını tahkime aittir. 59. Bu eserlerde hiçbir tahrik ve maddî kuvvet kullan-maksızın ruhî terbiye yoliyle İslâm dininin yüksemle-sini ve Kur’anı Kerimin anlaşılmasını istihdaf eden bir gaye güdülmektedir. 60. Bu eserlere gerek parça parça, gerek kül halinde lâikliğe aykırı ve dini siyasete âlet etmek ve şahıslar için menfaat sağlamak maksadı güdülmemektedir. 61. Risâle-i Nur’lardan alınmış vecizelerin dükkânda veya evde levha halinde asılmış olması kanuna aykırı değildir. 62. Said Nursî kanaatlerinde samimî ve kalbi dinî hissiyat ile meşbudur. 63. Bu adamın yazdıklarında halkı, dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâle teşvik etmek veya bir cemiyet kurmak maksadı olduğunu gösterir sarahat ve emare yoktur. 64. Said Nursi’deki enerji tarikat gütmek, cemiyet kurmak enerjisi değil; Kur’an hakikatlerini anlatmak; ciddî arzu edenleri ilimden faydalandırmaktır. * * * Bu, muazzam bir hâdise-i Adliyedir ki dünya Adliye ve adalet tarihinde vaki olmamış ve olmak ihtimali de yoktur. Aynı hakikat üzerinde ayni hükümlerde yüzlerce mahkemenin, binden fazla hâkim ve ehl-i vukufun ittifak etmeleri ve bütün bu hükümlerin Yüksek Temyiz Mahkemesince de tasdik ve tasvip edilerek kaziye-i muhkeme haline gelmesi harikulâde bir meseledir, bir adalet şahikasıdır. Bu suretle dâvanın hak ve hakikat olduğunda icma-i hükkâm hasıl olmuştur. Türk mahkemesi, Türk hâkimi, Türk adaleti namına bu cihanşümul bir şereftir. Dünya tarihi ve dünya adalet şehinşahi Hz. Ömer ve hâkimleri, Müslüman Türk Milleti, İslâm dünyası, ve bir saat adaletle hükmü yetmiş sene ibadet telâkki eden Müslümanlık bununla bilhakkın iftihar eder, ruhi Peygamberî de şad olur. Bunun ecir ve mükâfatını ancak Cenab-ı Âdili Mutlak, Rabbı Zülcelâl verebilir. “İnnallahe lemaal muhsinin.” GENERAL S. EVRİNİN BROŞÜRÜ Diyanet İşleri Yayınları arasında “Nurculuk Hakkında” adlı imzasız olarak neşredilen bir broşür hakkında da birkaç söz söylemek isteriz. Evvelâ şunu arzedelim ki, Diyanet müessesesi namına neşredilecek eserlerin imzasız olarak neşredilmesi hiç de doğru değildir. Bu müessese tarafından yayınlanacak herhangi bir eserin kimin tarafından yazıldığı belli olmalıdır ki ona göre kıymetlendirilip nazarı tetkik ve mütalâaya alınabilsin. Diyanete mensup herhangi bir şahıs, şahsî fikirlerini bir kâğıda dizileyip de imza koymaksızın, onun dinî, ilmî ve siyasî mesu’liyetini makama yükletmek elbette doğru olmaz. Hattâ makam sahibinin şahsî fikri olarak söylediği söz başkadır, din namına söylediği söz başkadır. Bunun ayırd edilmesi zaruridir, ehemmiyetlidir. İslâmda “Lâ yuhtilik” olmadığı için, söylenen söz nazarı tetkike alındığı zaman dinî bir hüküm müdür, yoksa şahsî bir fikir midir? Belli olmazsa, iman ve itikad esasları hakkında Müslümanlar tereddüde düşebilir.. Hüsn-i niyyet sahibi olmayan münekkidler, bundan istifade ederek esası hırpalamaya başlarlar. Hattâ Ashab-ı Kiram, bazı hususlarda Resûl-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizden sorarlardı: – Ya Resulâllah! Buyurduğunuz vahiy midir, yoksa beyanı âlileri midir? Eğer vahiy olmayıp da Resûl-i Ekrem kendinden söylemişse o zaman şöyle cevap verirlerdi: — Hayır, vahiy değildir. Bu benim fikrimdir.
— Onun üzerine Ashabı Kiram, o husustaki nokta-i nazarlarını arzetmek cesaretinde bulunurlardı.
Onun için Diyanet Müessesesine mensup zatlar her hangi bir mesele hakkında beyan-ı mütalâada bulunurken şahsî fikirleriyle dinin hükümlerini ayırmak hususunda çok dikkatli olmaları icap eder. Bu manevî müessese ricalinin sözleri milyonlarca insan tarafından ehemmiyyet-i mahsusa ile, ruhî, vicdanî, büyük bir samimiyet ve tazimle telâkki edildiği, üzerinde gelişi güzel münakaşa hürmetsizlik addolunduğu cihetle, bu zarurîdir. * * * Şimdi elimizde Diyanet Müessesesi yayınları arasında neşredilmiş birkaç sahifelik imzasız bir broşür var. Bunu kim kaleme almıştır? Doğrudan doğruya makam sahibinin, yâni Diyanet İşleri Reisinin bizzat kaleme aldığı bir eser midir? Yoksa iftâ makamında bulunan müşavere hey’etinin müşterek bir ictihadı mıdır, yahut Diyanete mensup bir şahsın hususî fikri ve mütalâası mıdır? Bu, belli değildir. Gerçi bunu yazan bizce malûmdur. Fakat bu, hususî bir ıttıla’dır. Her zaman bu mümkün olmaz. Umum Müslümanların bunu bilmesi lâzımdır. Gizli, müphem kalması doğru değildir. Yeni Diyanet Reisimiz, çok dikkatli, çok ehliyet ve kudretli bir zattır. Esasen bu müesseseden yetişmiştir. Birçok zaman bu müessesenin müdürleri arasında başarılı hizmetlerde bulunmuştur. Şûrayı Devlet, Anayasa Mahkemesi gibi yüksek müesseseler erkânı arasında, vazife hususunda ciddiyet ve itinasıyla temayüz etmiş imanlı, faziletli muhterem bir zattır. Diyanet Müessesesinin idaresi, teşkilâtı, itibarlı bir din ve devlet müessesesi haline gelmesi hususunda kendisinden büyük hizmetler beklenir. Nitekim makama gelir gelmez, himayesiz kalmış olan Kur’an Kurslarının tanzimine, İstanbul’da Tilâveti Kur’an Akademisi namiyle yüksek ehl-i Kur’andan mürekkep yüksek bir müessese teşkiline teşebbüs etmiş, mekteplerdeki dinî tedrisatın ıslâhı için Millî Eğitim Bakanlığı ile teşrik-i mesaiye, radyoda her gün Kur’an okunması ve dinî konferanslar verilmesi hususunda radyo idaresiyle anlaşmağa muvaffak olmuştur. Bu broşür meselesinde gerçeklerin hiç bir alâkası yoktur. Broşürü hazırlayan yalnız ve yalnız Gen. S. Evrin’dir. Fakat doğru yapmamıştır. İmzasını koyması icab ederdi. Yüksek Diyanet Müessesesinin şeref ve itibarını korumak, emanete hürmet ve riayet noktasından, büyük bir vazifedir. Bu müesseseye ait bir zatın şahsını gizleyerek, müessese namına ve makam namına imiş gibi fikrini ileri sürmesi, mes’uliyyeti müessese ve makama yükletmesi asla caiz değildir. Salâhiyeti hüsn-i istimal sayılmaz. Bakınız, meselâ, bu broşürde neler var: Ağır, siyasî, hıyanet-i vataniyye derecesinde bir suç isnad ediliyor. Bu, Diyanet Müesseessinin kanunî salâhiyyet ve mevzuu haricinde bir meseledir. Saniyen, herhangi bir şahıs hakkında adlî bir hüküm olmadan onu cinayetle suçlandırmak çok büyük bir günahtır. Şimdi bu günahı kim üzerine alacak? Broşürde imza yok, savcı, vazife-i kanuniyesi icabı olarak, suç isnadını ihbar makamında telâkki ederek, takibata başlarsa maznun kim olacak? Makam sahibini kim sorguya çekecek? Bir dâireye mensup olan bir zatın daire âmirini böyle müşkül mevkie sokması, doğru olur mu? Bu ne kadar yakışıksız bir harekettir! * * * Muhterem Reis Bey, yeni gelmiş oldukları cihetle, bu meselenin ledüniyyatına vakıf olmamaları tabiidir. Senelerden beri Diyanetin bu hususta normal, tabiî bir hattı hareketi vardı. Dinle alâkalı diğer bütün meseleler gibi, bu hususta da bilirkişi sıfatıyla mahkemelerden mütalâa beyanı istenilince, müşavere kurulu müzakere eder, kararını verir, imza ederler, manevî mes’uliyyeti üzerlerine alarak mütalâalarını mahkemelere bildirirlerdi. Müşavere heyetinin bu yolda verilmiş yüzlerce, hattâ salâhiyyetli me’murların beyanına göre, belki bine yakın kararı vardır ki mahkemelerin verdikleri kararların çoğu, bitaraf ve esasatı diniyyeye kemâli sadakatla mutabık olarak verilmiş olduğuna kanaat getirdikleri bu dini mütalâata göredir. Vakta ki Sadettin Evrin Paşa namında bir zatı muhterem her nasılsa reis muavini sıfatiyle Diyanet müessesesinin başına getirildi; diğer bazı mes’eleler gibi bu meselenin de normal seyri; değişti. Sayın Paşa cenapları, faizin tahlili v. s. bazı dinî hususlardaki şahsî fikirlerini ortaya koymağa başlayınca, bunlar Diyanet müessesesi namına ileri sürülen içtihadlar olarak telâkki edildi. Bu sebeple birçok dedikoduyu mucib oldu. İslâmların kalblerini üzecek haller husule geldi. Matbuatta sert münakaşalar oldu. Çok muhterem tutulması icab eden Diyanet Müessesesine karşı ileri geri sözler söylendi. Bu hikâye uzun sürer, bizi mevzuumuzdan uzaklaştırır. Onu başka bir zamana bırakalım. Bu meyanda Paşa hazretleri, herhangi bir saikle, Nur risalelerine karşı da bir cephe aldı. Bulunduğu mevki’ itibariyle haiz olduğu kudret ve otoriteye istinaden, bir taraftan müşavere kurulu üzerinde müessir olmaya, diğer tarafında bu risâlelerde karşı tatbik edilecek sistem hakkında gizli raporlar, gizli direktifler vermeye başladı. Diyanet İşleri Başkan Muavini bulunduğu sırada 11/10/1961 tarihli Devlet Bakanına verdiği gizli bir raporu şöyle nihayet buluyor: “... Gezici vaiz Mehmet Orucun (bu zat şimdi onun inhasıyla Diyanet Müşavereye vekâleten alınmıştır) mezkûr fakültede (İlâhiyyat Fakültesinde) Dekanın tensip edeceği şekilde çalışmaya başlaması muvafık olacaktır. Tatbik edilecek sistem hakkında... Doğrudan doğruya aleyhte bulunmak yerine “Risâle-i Nurlar aleyhindeki neşriyatın” devam ve tevalisi suretiyle, Risâle-i Nur’lara olan bağlılığın tedricen sökülmesi mümkün olacağı mütalâasında bulunduğumu arzederim.” Sadettin Evrin
Diyanet İş. Başkan Muavini Bu gizli rapor, reisten de saklanmıştır. * * * Zamanla Paşa hazretleri, Diyanet otoritesini tamamiyle nefsi müçtehidanelerinde toplamağa muvaffak oldular. Bütün Diyanet mensuplarıda, reisden ziyade onun teveccüh ve iltifatına mazhar olmak haleti ruhiyyesi husule geldi, Bütün Müslümanların hürmetine, can ü gönülden muhabbet ve itimadına mazhar olan sabık Reis Hasan Hüsnü Erdem üstadımız, esasen vücudca zayıf ve nahif olmak, bütün hayatı ilim ve faziletle meşhun bulunmak, tab’an da çok halim ve selim olmak itibariyle siyasî dalgalar karşısında mukavemet gösterecek bir yapıda değildi. O, bu vaziyyet karşısında yalnız üzülür, ızdırap çeker, bazan hastalanır, tansiyonu dokuza düşer, istirahate çekilirdi. Mafevki sayılan Devlet Bakanından hiçbir zaman iltifat yüzü görmez, tatlı bir söz işitmezdi. C.H.P. li Bakanın bütün iltifatları paşa cenaplarına idi. Bakanla o temas eder, Bakan arzu ve iradelerini onun vasıtasıyla yürütürdü. Paşa hazretleri, Bakan yanındaki yüksek mevkiini anlatmak için bazan bir istifaname yazar, odacı ile Reise yollar, Reis de alel-usul Devlet Bakanına gönderir, tabiî istifa Bakanlıkça kabul edilmez, derhal geri gelir; bu suretle Bakan yanındaki nüfuz ve kudreti Reise gösterilmiş olurdu. İşte asil ile muavin bu şekilde imrarı hayat ederlerdi. Odaları gibi, kalbleri, fikirleri, kanaatları; tabiatları; ruhları, karakterleri de tamamiyle bir birinden ayrı; hattâ zıd idi. Çok zaman dargın olur, konuşmazlardı. Görüşülmesi zarurî olan hususlarda da tahriren konuşurlardı. * * * Paşanın Risâle-i Nur hakkındaki mahrem direktifi gösteriyor ki artık bu mesele dinî mahiyetten çıkmış; başka bir perdeye bürünmüştü. C.H.P. li Bakan ile muavin Paşa arasında bu hususta neler görüşüldü, ne kararlar verildi? Ona ıttıla mümkün değildir. Biz ancak hâdisenin tezahürüne göre mütalâamızı serdediyoruz. Mevzuu bahis hususta Paşaya verilen vazife çok mühim, çok müşkül idi. Çünki bu meseleye dair müşavere heyetinin yüzlerce kararı vardı. Bu kararlar, bu eserlerin dinî ve ilmî mahiyyeti hakkında mahkemelerin isteği üzerine verilmişti. Bunların hepsinin ana hattı şu idi: “Bu eserler, yalnız Kur’anı Kerim ve Ehadîsi Şerifeden ilham alınarak... Bir takım esrar-ı ilmiyye ve hikemiyyenin madde âleminden temsiller getirilerek izahları yapılmış ve hali hazırdaki nev’-i beşeri ve bilhassa memleketimizdeki küçük ve büyük insan kitlelerini gaflette” îkaz, fikrî ve şehvanî dalaletten, sû-i itikad ve sû-i ahlâk girivelerinden kurtarmaya matuf ifadelerden ve devletimizce de matlup olan güzel ahlâka sevkedebilecek yazılardan ibaret bulunmuş olduğu, bu kitapların muhtevasında hiçbir tarikatın, âdâp, erkân ve âyinlerini beyan eden ve herkesi onlara girmeğe teşvik eyleyen bir yazı görülmemiş, ve bil’umum yazıların hülâsa ve neticesi vatandaşları İslâmî itikad ve ibadetlerin ifasına, Kur’anı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyyeye uymaya teşvik ve tergib eden ifadelerden başka kanunlarımızı ve nizamlarımızı ve devletimizin temel esaslarını ihlâl edecek mahiyette dini veya din kitaplarını vesair mukaddesatı nüfuz ve menfaat temin etmek maksadıyla âlet ederek propaganda yapıldığına delâlet eden bir ifade de görülmemiş olduğu... Kanaatına varılmıştır.” 23/5/956, 25/5/958 “Nurculuk bir tarikat veya mezhep olmayıp, Said-i Nursî adındaki zatın son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı KUR’AN-I KERİM âyetlerini ele alarak Risâle-i Nur namiyla yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eserler, imanı fikirlerle yerleştirmeğe Çalışmaktadır.” Haziran 1963 Lûtfû Baydoğan, A. Hamdi Kasaboğlu, Osman Keskioğlu, D. Arslan Aydın. Uygundur:
Hasan Hüsnü Erdem.
Şimdi buna muhalif bir karar almak müşküldü. Fakat Paşanın kudretli kalemi buna çare bulurdu. Bu risâleleri cımbızlıyarak birşeyler bulmak, biraz da siyasi meseleler karıştırmak suretiyle fikirleri başka tarafa çevirip bu risaleleri çürütebileceğim zannediyordu. Bu hayal ile uğraştıktan sonra bir rapor hazırladı. Bu rapor ki şimdi broşür halinde neşredilmiştir. Biraz daha genişti. Lâiklik meselesi de karıştırılmıştı. Reis tarafından imzalanıp resmen C.H.P. li Devlet Bakanına verilecekti. Fakat Reis: “Bunu ben imza etmem” dedi, dayattı. Bu şekilde bu mesele Reisle muavin arasında hayli zaman sürüklendi, durdu. Bir gün Reis H. Hüsnü Erdem’i ziyarete gitmiştim, odacı içeride toplantı olduğunu söyledi. Bir müddet kalem-i mahsus odasında oturdum. Toplantı bitince hemen yanına girdim. Baktım, yüzü kızarmış, gözleri başka renk almış, elleri titriyordu, dili âdetâ konuşamıyordu. Büyük bir ıztırap içinde olduğunu anladım. – Hayır ola? dedim, sizi çok rahatsız görüyorum. – Aman birader, dedi, benim böyle sıkıntılara, böyle tazyiklere karşı gelecek halim mi var? Artık dayanamıyorum; bir gün burada benim ölümümü bulacaksınız!
– Allah korusun, böyle konuşmayınız. Ne oldu? Yine ne yaptılar? Ne söylediler? –Beni öldürmek için başıma memur etikleri bu adam (Paşa) Bakan’la birlikte (Bakan Dediği, Diyanet İşlerine bakan, Devlet Bakanı C.H.P. li sayın Safvet Umay) geldiler “İllâ şunu imza edip neşredeceksin” dediler.
– Nedir o imza olunacak şey? – İşte o mahut rapor, Paşanın yazdığı şey! (ahiren neşredilen broşürün müsveddesi) Paşa onu okudu. Sonra, Bakan, bana dönerek:
– Fena değil, güzel yazılmış! dedi. – Efendim, dedim, böyle bir lisan kullanmak makamımıza yakışmaz. Makamımızın mevzuu haricinde siyasî şeyler karıştırılmış. Sonra, bu mesele hakkında müşavere heyetinde yüzlerce karar vardır. Ahkâm-ı diniyye ve kanuniyyeye aykırı bir cihet görülmediği tesbit olunmuş, kararlaştırılmıştır. Makamımız şimdi bu yüzlerce karar hilâfına nasıl neşriyatta bulunabilir? Gülünç oluruz. Eğer tensip buyurursanız Paşa kendi imzasıyla neşretsin.
– Biz sizin imzanızla neşrini münasip görüyoruz. – Bir de efendim, dedim, Paşa hazretleri hazırladıkları bu raporda en ziyade “tevafuk” meselesini mevzuu bahsetmiş. Halbuki aynı şeyi kendisi de yapmıştır. “Allah Bizimle” adlı eserinde ebced hesabiyle 27 Mayıs hâdisesinin “Vema erselnâke illa rahmeten lil âlemin” âyeti kerimesiyle tevafukunu yazmıştır.
– Bunu böyle söylediniz mi? – Tabiî, söyledim. – Bakan ne dedi? – Bir şey demedi, yalnız dönüp ona baktı. – Paşa ne cevap verdi? – Ne diyecek? Aynen böyle yazmıyor mu ki? – Sonra ne oldu? – Kalktılar gittiler. Ama ben de işte bu hale geldim. * * * Aradan bir ay kadar zaman geçtikten sonra tekrar Reisi ziyaretimde Bakan’ın bir gün önce tekrar geldiğinden bahsetti. – Neler konuştunuz? dedim. – Benim rahatsız olduğumdan, istirahata muhtaç bulunduğumdan, biraz seyahat edersem çok istifade edeceğimden bahsetti. Nihayet dili altındakini çıkardı: “Arzu ederseniz istifa edebilirsiniz” dedi. Paşa’nın bu tertibine canım sıkıldı. İstifayı mucib bir sebeb olmadığını söyledim. – Niye istifa etmiyorsunuz? Böyle baskı altında yaşanır mı? – Edeceğim, ancak münasip zamanı bekliyorum. İki gün sonra gazeteler yazdı: Diyanet İşleri Reisi H. Hüsnü Erdem, tekaüde sevkedilmiştir.
İşte bu broşür hikâyesi böyledir. Şimdi “Siyasi hareketleri daha tesirli kılabilmek için, dinî bir görüşle ortaya çıkaran” kim olduğunu sayın Paşa hazretlerinden sorabilir miyiz? Sonra dinî bir mesele mevzu-u bahs iken yalnız bu hususta mütalâa beyanında bulunmak iktiza ederken neden Paşa cenapları broşüründe: “Şapkaya, Atatürk’e tariz, ve Kürtçülük hareketi” gibi siyasî meseleleri karıştırmıştır?.. Bu bir nevi... değil midir?.. Siyasî meseleleri karıştırmak Diyanet İşleri Müessesesinin vazife-i asliye ve kanuniyesi haricinde olduğuna bu müessesenin bir memuru, bilhassa iftâ “fetva verme” makamına kaim olan daire-i celilenin âzası ve fiilen Reisi bulunan Paşa cenaplarının takdir buyurmaları icabetmez mi? Sonra, sayın broşür muharriri, hâlen bulundukları Müşavere Heyetine şeref bahş olmazdan önce oradaki arkadaşlarının bu mevzu hakkındaki kararlarından bahsederken bu hususta niçin sadakat ve bîtaraflık göstermemişlerdir? Sanki bu yüzlerce rapor ve mütalâaların hiçbiri mevzuu bahis risâlelerin ahkâm-ı diniye ve kanuniyeye mutabık olduğunu bildirmemiş; sanki bu kararların bütün ana hatları “propaganda, hizibcilik, tevil, hasri dua, tasavvufî görüş; mübalâğalı sözlermiş gibi beyanda bulunuyor. Bu beyanınız tamamiyle hilâf-ı hakikat değil midir, Paşa hazretleri?.. Örnek olarak biraz yukarıda nakletiğimiz raporlar sizin bu beyanınızı tekzib etmiş olmuyor mu? * * * Broşürlerinde Paşa hazretlerini böyle bir mukaddime iradına sevkeden âmil nedir? C.H.P. li Devlet Bakanı Safvet Umay’ın ilhamiyle bu gayret-i dindaraneye tevessül buyurdukları zaman Risâle-i Nurların ahkâmı diniye ve kanuniyeye aykırı olmadığına dair yüzlerce karar karşısında evvelce ak denen şeye şimdi nasıl kara denilecekti? Bu, kolay değildi. Halen heyette bulunan arkadaşları bunu kabule katlanırlar mıydı? O halde nakil hususunda bir oyun yaparak: “Evvelce verilen bütün kararlar esasen bu risâlelerin aleyhinde imiş; ana hatları şu şu imiş. Hakikati halde ortada bir tenakuz yokmuş” gibi bir mütalâa beyaniyle onlar mümkün mertebe töhmetten âzâde tutulur, bu suretle gücendirilmiş olmazlardı. Gördünüz mü şaheser plânı?... * * * TEVAFUK MESELESİ Şimdi esasa gelelim. Sayın Paşa cenapları! Broşürümüzde “tevafuk” meselesi üzerinde duruyorsunuz. Halbuki zatı âliniz “Tevafuk”un şaheserini yapmış bulunuyorsunuz. 27 Mayıs siyasî hareketini Ebced hesabıyla “İnna erselnake illâ rahmeten lilâlemin” âyeti kerimesine mutabık ve muvafık düşüren zat-ı âlileri değil midir? “Allah Bizimle” adlı eserinizde aynen şöyle diyordunuz: “Hazret-i Muhammed için Kur’an-ı Kerimde söylenen (biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik) âyetinin 27 Mayıs 1960 inkılâbından bir ay sonra giren 1380 Hicrî yılına tarih düşmesi, içinde bulunduğumuz zamana ait bir işaret ve yukarıda belirtilen manevî rahmete bir beşaret addedilebilir.” O halde nasıl olur da “Tevafuk”un dine aykırı buluyorsunuz? Bunu başkası söyleyebilir. Ama zat-ı âlileri bunu nasıl söyliyebilirsiniz? Kendi kendinizi nasıl hatâ ve dalâetle itham edersiniz? Bunu izah etmenizi rica ederiz. Çünkü bu ilmî bir şeref meselesidir. * * * Esasen zatı âilinizin “tevafuk” meselesinde yâni Ebced hesapçılık ve cifircilik hususunda melekeniz ve hevesiniz olduğunu, Ankara’nın Merkezi Hükûmet oluşunu vaktiyle yine böyle bir âyeti kerimeye muvafık düşürmüşsünüz. Merhum Mektupçu Osman Bey “Maarif Tarihinde” yazıyor. Seçtiğiniz hâdiseler de hep siyasî!. Radyo konuşmalarınızda: “Nun vel kalemi vema yasdurum” âyeti kerimesiyle, Yassıadadaki tahkikat komisyonu arasında bir münasebet ve alâka bulunduğunu söylemiş olduğunuzu da işitmiştim, Maşallah, ne buluş!... Ankarada 1954 de basılan “Müsbet Mâneviyat Etüdleri” adlı eserinizde müteaddid Kur’an elfaz ve âyetlerin Ebced hesaplarına tarih düşürdüğünüz kayıdlıdır. Ezcümle “tufidûne” kelime-i Kur’aniyyesini 1928 yılına, “Hin” lâfzını 275 + 68 = 1349 senesine, “Ya yahyâ Huzil kitab...” âyetindeki bazı lâfızları 1930 Milâdî yılına, “kellâ lâ tütı’hü...” âyeti kerimesini 1349 yılına tarih düşürmüşsünüz. Daha birçok tevafuklarınız da vardır. Kur’an-ı Kerim ile Milâdî tarih arasında “tevafuk” düşürmeniz de şayan-ı dikkattir. Orijinal cifircilik!... * * * Sayın Paşa cenapları! Broşürünüzün 17 inci sayfasının sonlarında diyorsunuz ki: “Hurifîlik yoluyla âyetlerden manâ çıkarılması Kur’anı anlamaktaki kaide ve usullere taban tabana aykırıdır. Bilinmiş olmalı ki âyeti kerimeler böyle keyfî tasarruf mevzuu olmak için nazil olmuş değildir. Mahza hidayet olan Kitab-ı Mübinin, hakikatlerini böyle bir yolla açıklamak yüce dinin usulüne aykırıdır?” Demek zat-ı âliniz “Vema erselnake...” âyeti kerimesini 27 Mayısa uydururken Kur’anda böyle keyfî tasarrufun yüce dinin usulüne taban tabana aykırı olduğunu bile bile, göğsünüzü gere gere, Kur’anın, yüce dinin usulünü hiçe sayarak bu aykırılığı nasıl yaptınız? Bunu izah edebilir misiniz? Yoksa Kur’anda keyfe mayeşa tasarruf etmek salâhiyetini kendi kendinize mi tevcih buyurdunuz? Bu kadar iki yüzlülük, iki içlilik, bu kadar tenakuz bataklığı içine düşmeniz, büyük bedbahtlıktır. Risâle-i Nur müellifine talebelerinin “Bediüzzaman” dediğine pek üzülüyorsunuz. Hiç üzülmeyiniz Paşam, zat-i âlinize de onlar, “Müceddidüzzaman, Müfti-i Deran” elkabı fahresini tevcih etmişlerdir. Biz zat-ı âlinizin böyle tevafuk ve cifircilik düşkünü olduğunuza bir şey demiyoruz. Esasen bu bir merak ve hevestir. Birçok üdeba ve şûara gibi zat-ı âliniz de böyle edebî bir sanat meraklısı olabilirsiniz. Ama niçin kendinizin yaptığı bir şeyi başkasının yapmasını bir kusur, hattâ dinî bir mahzur diye telâkki ediyorsunuz? Asıl şaşılacak nokta budur. Bunu izah edecek cesaret ve kudrette misiniz? * * * TASAVVUFÎ GÖRÜŞÜ BİR NAKISA SAYMAK Merhumun “tasavvufî görüşü”nü bir nakısa saymanız da cidden hayrete sezadır. Zat-ı âlinizin tasavvufla alâka ve münasebetiniz meşhur ve maruftur. Hattâ sizin Melâmî Tarikatına mensup olduğunuzu arkadaşlarınız söylüyor. Bir zamanlar hemen hemen bütün vakitlerimiz tasavvuf sohbetleri içinde geçerdi. Merhum Mektupcu Osman Bey, Mehmed Ali Ayni beyin biraderi Hasan Tahsin Bey, Avukat Lami’ Bey, zat-ı âliniz gibi emekli bazı generaller on onbeş kişilik sohbetlerde zat-ı âliniz baş mutasavvıf idiniz. Onların beyanına göre, zat-ı âliniz ne “Melamiyye-i Müteşerria”dan imişsiniz. Yâni Melamî Tarikatının hasenatı ızmar, seyyiatı izhar eden kısmından! Bir de “Melâmiyye-i Mütereddiye” kısmı vardır ki sevap, günah, ceza, mükâfat gibi şeyler ancak bu dünyaya mahsus şeylerdir, ukbada böyle şeyler yoktur, derler. Zat-ı âlinizin intisap buyurduğu “Nur-ul Arabî” adlı Melâmî Şeyhin zat-ı âlinizi kolları arasında sıkarak size inabe verdiğini, şuur ifaza ettiğini sizin sohbet arkadaşlarınız söylüyorlar. Siz çok samimî olarak onun nurunun size intikal ettiğine inanmışsınız. Hattâ şeyhin, elini müridin gözleri üzerinden yukarıya doğru sıvazladıktan sonra gayb âleminde nice manzaralar gördüğüne, sonra aynı elini gözleri üzerinden bu defa yukarıdan aşağı sıvazlayınca görüşünün normal hale geldiği gibi kerametlere kemâl-i samimiyetle ve ciddiyetle inandığınızı sohbet arkadaşlarınız söylüyorlar. Elbette hatırlarsınız: Mektubcu Osman Beyin evinde bir gün tasavvuf sohbeti esnasında “vahdeti vücud” mesleki sofisi hakkında izahat vermiş, buna dair Kur’anda da deliller olduğunu söylemişsiniz. Mecliste bulunan ehl-i ilimden bir zat –ki bugün hayattadır– itiraz etmiş, delil istemiş; siz de “bir değil, birçok deliller olduğunu” söylemişsiniz. Muhatabınız birisini olsun beyan buyurmanızı istemiş, onun üzerine zat-ı âliniz “Hüvel evvelü, velâhirü vezzahiru velbatınu” âyetini okumuşsunuz. Ulemadan olan muhatabınız bu âyeti kerimenin mutasavvifenin “vahdeti vücud” akidesiyle asla alâka ve münasebeti olmadığını söylemiş, bu sıfat-ı İlâhiyyenin manalarını size tefsirlerin isimlerini zikrederek izah etmiş, sonra zat-ı âliniz sükût buyurmuşsunuz. Hâlen Boyacı Köyünde mukim Melâmi Şeyhi Budist Hasan Lûtfi Efendi ile de birçok tasavvuf ve tarikat sohbetleriniz ve münasebetleriniz varmış!... Görülüyor ki zat-ı âliniz tasavvuf ve tarikat sahnesinde çok at oynatmışsınız. Amma bundan dolayı biz zatı âlinize karşı hiçbir muahezede bulunmuyoruz. Herkesin olduğu gibi sizin de inançlarınıza, kanaatlarınıza hürmet olunur. Ancak bu derece koyu bir tasavvuf yolcusunun herhangi bir zatı “sofî görüşlü” diye tenkide kalkışmasıdır ki çok tuhaf bir şey oluyor. Bu da dikkate şayandır ki: Tasavvufî görüş, o kadar fena bir şey midir ki onu nakısa olarak broşürünüze ilâve etmişsiniz? Tenakuzlar içinde yüzüyorsunuz Paşa cenapları! Cifircilik, Ebced hesabcılık, hurufîlik, vahdeti vü-cutculuk, melâmîlik, tarikatçılık, sofiyecilik... Babında zat-ı âlinizin büyük meleke ve ihtisasınız olduğu anlaşılıyor. Melâmî Şeyhi, “Nurul Arabî”den size intikal eden nur ile de nurlanmış olmak itibariyle sizin “tasavvufi görüş”leri medârı itham telâkki etmemeniz icabeder. Hareketiniz tarikat adabına hiç de uygun düşmüyor!... * * *
|