Kayıt: 24.11.09, 16:40 Mesajlar: 25
|
Alıntı: BUGÜNKÜ DİL İLE ÖZET OLARAK RNK'da iddia edilir ki İmam-ı Rabbani başta İMAN HAKİKATLERİ konusu olmak üzere iman ve tarikat ile ilgili olarak şunları demiştir:
1. CÜMLE: "Hem bütün tarikatların ulaşabildiği son noktaları, gayeleri ve en büyük, en önemli sonuc ve maksatları, iman hakikatlerinin açıklığa kavuşması ve gelişmesidir."
2. CÜMLE: "Ve iman hakikatlerinden bir tek meselenin, bir küçük iman sorununun kesin olarak açıklığa kavuşturulması ve gelişimi ve bir tek iman sorununun açıklık ile gelişimi bin kerametler ve keşiflerden daha iyidir; benim katımda, nazarımda yüzlerce, binlerce zevk ve binlerce kerametlere tercih edilebilir. İman hakikatlerinden bir meselenin gelişimini, binlerce zevk, vecd ve kerametlere tercih ederim."
3. CÜMLE: 'Düşünürlerden biri ve Kelâm ilmi bilginlerinden birisi gelecek, bütün iman ve İslam hakikatlerini aklî deliller ile olgun bir açıklık ile bildirip kanıtlayacak. ' Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki *o adamım" diye...
Risale-i Nur Külliyatı'nda İmam-ı Rabbani'ye isnad edilen bu sözlerin hiçbirisi Mektubât-ı Rabbani'de "aynen" yer almamaktadır. Hatta anlam olarak dahi yukarıdaki ilk iki cümlenin anlamına yaklaşan bir ibare Mektubât-ı Rabbani'de yoktur ; görülmemektedir.
( İmam-ı Rabbani'nin iman hakikatlerine ulaşılmasının seyr ü sulûk ile nasıl mümkün olacağını tarif ve talim ettiği Rabbani mektublar ile ilgili bir araştırma da yapılabilir.)
3. cümlenin Risale-i Nur Külliyatı'nda verilişi kısmen rivayetvari bir yakaza gibi anlatıldığından onu bu değerlendirme dışında tutmak da mümkündür.
***
Peki o halde yıllardır ve yıllardır "tahkik-i iman elde etmenin en kısa yolu Risale-i Nur'dur" diye ehl-i tasavvufa karşı kullanılan bu cümleler İmam-ı Rabbani'ye istinaden nasıl olup RNK'na girmiştir?
Burada hüsn-i niyet göstererek belirtilmelidir ki Said-i Nursi Hz. nin yaşadığı ortamlar ve karşılaştığı müşkiller sonucu sürekli olarak Mektubât-ı Rabbânî'yi mütalaa etme (hatta sürekli yanında bulundurma) imkanına sahip olamayışı sözkonusu olabilir.
Ne kadar güçlü olursa olsun -"Hafıza-ı beşer nisyan ile malûldur" gereği- Said-i Nursi Hz. nin hafızasında böylesi birkaç cümlenin İmam-ı Rabbani Mektubat'ından sanılarak muhafaza edildiği düşünülebilir. ( Bu hafıza aldatmasının "velâyet-i vustâ" konusunda da Said-i Nursi Hz. ne hata yaptırdığı bilinmektedir. İnşaallah o konuyu da Mektubât-ı Rabbani şehadeti ile açıklığa kavuşturma niyeti vardır.)
Sonuçta "hatasız kul olmaz"ı gerçeği ortaya çıkmaktadır; o "kul"un yazdıklarına "ilahi" bir vasıf ile "hatasızlık" atfedilse bile...
İMAM-I RABBANÎ’DE İMAN HAKİKATLERİ (Hakâik-i İmâniyye) KAVRAMI NASIL ELE ALINMIŞTIR?
A) MEKTUBÂT-I RABBANÎ’DE İMAN HAKİKATLERİ (Hakâik-i İmâniyye) KAVRAMI NASIL ELE ALINMIŞTIR?Seyr ü sülûkten, nefsin tezkiyesi ile kalbin tasfiyesinden gaye; manevî afetlerin izalesi olup: «Kalblerinde maraz vardır.» (2/10) mealine gelen âyet-i kerimede işaret edilen kalbi marazların izalesidir. Ta ki: İmanın hakikat ile tahakkuk edebilsin. Anlatılan afetler mevcud olduğu halde, iman bulursa, o: ancak, işin zahiri iledir. Zira, nefs-i emmarenin vicdanı, onun aksine hakim olup küfründe ısrarlıdır. (…) İmanın hakikatına inanmak da buna benzer.. Yani: Şer'i hükümlerin hak ve doğru olduğuna iman etmek: Ancak nefsin tezkiyesi ve itminanı sonunda olur. O zaman, iman, vicdana dayalı bir iman olur. İşte, imanın bu kısmı, zevalden mahfuzdur.
Bu manada Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu:«Haberiniz olsun, Allah'ın veli kullarına korku yoktur; onlar mahzun da olmazlar.» (10/62)
46. RABBANÎ Mektub
*** Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, bizim gibi müflisleri, imanın hakikati ile müşerref eylesin.. (...) «Sana yakin gelinceye kadar Rabbına ibadet et.» (15/99) ayetinin anlatılan manaya bir işaret olması mümkündür. Zira âyet-i kerimenin (Arapça aslında) geçen: «Hatta…» lafzı gaye için olduğu gibi, illet (sebeb) için olur.. Bu duruma göre mana şudur: «Sana yakin gelmesi için.. Rabbına ibadet et …»
Anlatılan duruma göre: ibadet öncesi yapılan iman suret olup asıl iman hakikati yakîn olan imandır.
97. RABBANÎ Mektub
***
Bilesin ki, Şeriatın bir sureti, bir de hakikati vardır. Şeriatın sureti: Allah'a, Allah'ın Resulüne, Allah katından gelenlere iman ettikten sonra, şeriat hükümlerini yerine getirmektir. Nefs-i emmarenin münazaası, tuğyanı, yaratılışında bulunan inkârın varlığı olmasına rağmen iman etmek, imanın suretidir. O nefsin, anlatılan sıfatları ile beraber kılınan namaz ve tutulan oruç dahi namazın ve orucun suretidir. Şeriatın diğer hükümleri dahi aynı kıyasa tabidir. Nefis ki, insanın umdesidir; bu nefis, her ferd için: “Ene..” (Ben..) sözü ile küfründe ve inkârında devam etmektedir. Onun durumu böyle olunca, kendisinde imanın hakikati ve salih amellerin hakikati nasıl tasavvur edilir?
(...)
Sübhan Allah'ın fazlı ile, nefis ki: itminan makamına ulaştı [nefs-i mutmainne oldu]; Şanı Büyük Allah'ın hükmüne boyun eğdi.. İşte o zaman, hakikî İslâm müyesser olur ve imanın hakikati dahi hâsıl olur. Bundan sonra da her ne yapar ise.. hakikat olur. Namazını eda eder ise.. bu namazın hakikati olur. Oruç tutar ise… bu tuttuğu orucun hakikati olur. Eğer hacca gider ise... bu hac dahi haccın hakikati olur. Şer'i hükümlerin kalanları dahi, bu kıyasa tabi tutulabilir.
Tarikat ve hakikat vazifelerinden her biri; şeriatın sureti ile hakikati arasında bir mutavassıttır. (Aracıdır.) Bir kimse, has velâyetle müşerref olmadıktan sonra, mecazî manadaki İslâm'dan kurtulup hakikî manadaki İslâm'a kavuşamaz. Sübhan Allah'ın fazlı ile şeriatın hakikatına göre mana güzelliği bulunup hakikî manada İslâm dahi müyesser olur ise.. artık nübüvvet kemalatından bolca nasib olmaya müstaid olur.. Yani: Enbiyaya tebaiyet ve onlara veraset yolu ile.. Onlara salât ve selâm olsun. Şeriatın sureti, velâyet kemalâtına bir mübarek ağaçtır. Bu velâyet kemalâtı dahi o suretin meyveleridir. Şeriatın hakikati dahi aynı şekilde nübüvvet kemalâtına mübarek bir ağaç olup bu nübüvvet kemalâtı dahi o hakikatin meyveleridir.
363. RABBANÎ Mektub
***
İtikadı tashih edip şeriatın iktizasına göre yararlı amelleri işledikten sonra; vakitleri şanı büyük Allah'ın zikri ile mamur eylemek gerek. O şeriat sahibine salât ve selâm olsun. Allahu Teala'nın zikrinden dahi asla uzak kalınmamalıdır. Zahir halk ile meşgul olsa dahi, batını yüce Hakk ile [halvet der encümen] kılmalıdır. Yüce Hakk'ın zikri ile de lezzet almalıdır.
Üstte anlatılan devlet, Hacegân tarikatı müptedilerine ilk adımda, kâmil ve mükemmel şeyhin sohbeti sonunda Allah'ın inayeti ile müyesser olur.
İhtimal ki, bu manada size iman hasıl olmuştur. Hatta ondan bir nasip de gelmiştir; isterse az olsun… Hasıl olan her ne ise, onu korumalı; şükrünü eda etmeli ve daha ziyadesine de ümitli olmalıdır.
Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin tarikatında nihayetin bidayete derc edilmesi bulunduğundan; bunda hasıl olan az şey çok sayılır. Zira, salik bidayette; nihayetten haberdar olmaktadır.
Amma müptedi salike düşer ki, çok olsa dahi, kendisine hasıl olanı az bula... Amma şükrünü eda etmekten de geri kalmamalıdır. Elbet, şükrünü eda etmeli; ziyadesine dahi talip olmalıdır.
Zikirden asıl maksat, Sübhan Hakk’tan başkasına olan alâkanın zeval bulmasıdır. Kalb marazı dahi, bu başka sayılanlardan ibarettir. Bu zeval hasıl olmadıktan sonra, iman hakikatından yana nasip gelmez. Şeriat hükümlerinin edasında dahi suhulet ve kolaylık olmaz.
429. RABBANÎ Mektub
***
Sübhan Allah'ın inayeti ile seyir, cem makamından yukarıya [fenafillahtan öteye] vaki olursa, o zaman ilim cehalet ile içtima eder; mağfiret dahi hayrete arkadaş olur. Fark ve temyiz dahi zuhur eder; sekr (sarhoşluk) hali, ayıklık haline geçer. İşte o zaman hakiki İslâm husule gelir; iman hakikati dahi müyesser olur.
İş bu anlatılan iman ve İslâm; zevalden mahfuz ve küfür gelmesinden ve değişikliğe uğramaktan yana da emin olur. Resulullah (sav) Efendimizin bazı bilinen dualarında gelen: "Allahım, senden bir iman istiyorum ki; ondan sonra küfür olmaya…" cümledeki iman, anlattığımız imandır. Zira o, zevalden mahfuzdur.
Allahu Teala'nın buyurduğu: "Dikkat ediniz, Allah'ın veli kullarına korku yoktur; onlar mahzun da olmazlar." (10/62) ayet-i kerimesindeki mana dahi, bu iman ehlinin halini beyan etmektedir. Zira, velâyet, anlatılan iman olmayınca, tasavvur edilemez.
445. RABBANÎ Mektub
*** BİRİNCİ SUAL Sormuşsun ki: -Marifetle hakiki iman arasında ne fark vardır? (…) İmanın sureti odur ki; Sübhan Hak, şefkatinin ve merhametinin kemalinden, şeriatta uhrevi necat için onu yeterli kılmıştır. Bu dahi, nefs-i emmarenin inkârı ve temerrüdü olmasına rağmen, kalbin tasdikidir. (…) İmanın hakikati ise, nefs-i emmare için tabii olan emmarelikten çıktıktan sonra, kendisine itminan ve marifet hasıl olması ile nefsin tasdikidir. (…)
Şöyle bir soru sorulabilir: “Nefsin iz'anı, kalbin iz'anından sonradır,” demiştin ve “Nefsin iz'anı, hakiki imandır..” diye tabir etmiştin. Halbuki felsefeciler ve akılcılar, tasdik işinde, mutlak nefsin iz'anını almışlardır. Kalbin iz'anından kelâm etmemişlerdir.
Bu soruya [cevap olarak] şöyle derim: “Akıl erbabının, bazı beyanlarında: “Nefs...” demekten muradları ruhtur. Bazı beyanlarda ise, kalbi murad ederler. Genel manada, onların felsefi tetkikleri de, bir başka manaya yorulur ki, faydası yoktur. Onlar, bu meselede muattal ve acizdirler. Bunda onların hükmü, avam hükmü gibidir. *** Bu işte tetkik sırası şimdi sufiyyeye [tasavvuf ehline] geldi. Bunlar, her latifenin hükmüne girer; seyr ü sülük ile, bütün letaiften [latifelerden] yükselirler. [Latifelerden olan] nefsi kalbden, ruhu da sırdan fark ederler; hafi ile ahfa arasını ayırd ederler.
Bilinmez; akılcılara, onların isimlerini bilmekten başka bir nasib hasıl olur mu olmaz mı? Felsefeciler, nefs-i emmareyi büyük bir şey bilip onu mücerredler arasında saymışlardır. [Latifelerden olan] kalb, ruh ismi dillerine [bile] gelmemiştir. Sırdan, hafiden ve ahfadan yana da bir alâmet belirmemiştir.
Allahu Teala'nın meleği vardır ki ehli ehline, yerli yerine ulaştırır. *** Şu da, üstteki soruya bir başka cevap: -Akıl erbabı, nefsin iz'anını, ancak âdet ve örf hükümlere bakarak anlatmışlardır. Zira, akıllarına yakın olan budur. Bizim kelâmımız ise, şer'i hükümlerin tasdikleri hakkındadır. Halbuki, nefsin buna bizzat inkârı vardır; iz'an nerede? Bu inkâr, öyle bir inkârdır ki, münkiri o hükümlerin sahibine düşmanlık etmeye kadar götürür.
Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden Allah'a sığınırız. Bir kudsi hadiste şöyle varid olmuştur: "Nefsine düşman ol; zira o, bana düşmanlığa saplanmıştır."
Merhametliler merhametlisi, şefkatinin kemalinden ötürü; ilk hallerde nefsin iz'anını, nazara almadı. Necatı, kalbin iz'anına bağlı kıldı.
Şayet ikinci olarak; yüce Sübhan Hakkın sırf keremi ile nefsin iz'anı da müyesser ise bu, nurdur, sürürdür, velâyet derecelerine vusuldür; iman hakikatinin dahi husulüdür.
503. RABBANÎ Mektub
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir: -Hak marifet, marifetin kendisi olduğuna göre; lâzım gelir ki, avam hakkında marifetin kendisi olmaya... Şunun için ki, onlarda marifetin kendisi yoktur. Buna karşılık şöyle derim: Marifet için bir suret vardır, bir de hakikat. Hak marifetin aynı olan marifet; acze merbut olan, marifetin hakikatidir.
Onun sureti ise, bu acz haddine ulaşmayan marifettir, imkân mukayesesi şaibesinden temizlemeyendir. Nitekim bu mana, daha önce de anlatıldı. Yüce Hakkın fazlının kemalindendir ki marifetin suretini esas iman itibar etti ve necatı ona bağlı kıldı. Cennete girmeyi dahi, ona mürettep eyledi.
Marifetin sureti, imanın suretinde yeterlidir. Amma imanın hakikatında, mutlaka, marifetin hakikati gereklidir.
*** Bu tahkikten bilinmiş oldu ki, iman iki ferddir; biri hakikat, biri de suret… Avamın nasibi olan surettir; havassa ihsan edilen dahi hakikattir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; avamın imanı, enbiyanın imanı gibi olmaz. Ki onlar, havassın dahi hasıdır. Onlara selâm. Zira, o iman, bu iman değildir; aralarında bir benzerlik dahi yoktur.
Marifetten yana acz, imanın hakikatında (ele, dile) alındığına ve marifetin dahi o makamda mevcud olduğu bilinmediğine göre, hiç şüphe edilmeye ki; o makamda ziyadelik ve noksanlık yoktur. Zira, marifetin atılması (yokluğu) durumunda, marifet derecelerinin değişik olma ihtimali yoktur. Halbuki değişik dereceler, ancak sübuttadır. Netice mana üstteki gibi olunca, imanın hakikatında ziyadelik ve noksanlık olmaz.
533. RABBANÎ Mektub
KAYNAK: MEKTUBÂT-I RABBANÎ; Abdulkadir Akçiçek Tercumesi, Merve Yayınevi.*** B) İMAM_I RABBANÎ'nin MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)Kitabı'nda İMAN HAKİKATLERİİmam-ı Rabbani'ye göre Îmânın Sûreti ve Îmânın Hakîkati: 24. Bölüm: Îmânın Sûreti ve Hakîkati“Lâ ilâhe illallâh” zikrinden maksad, âfâkî ve enfüsî yani dıştaki ve içteki bâtıl ilâhları yok etmektir. Âfâkî ilâhlar, kâfirlerin bâtıl ilâhlarıdır. Meselâ Lât ve Uzzâ gibi putlar. Enfüsî ilâhlar ise, nefse ait arzulardır. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur: “Nefsini ilâh (tanrı) edinen kişiyi gördün mü?” (el-Câsiye, 45/23). Şerîatın zâhirinin insanları mükellef tuttuğu ve kalben tasdîk etmekten ibâret olan “îmân” için, âfâkî ilâhların yok edilmesi yeterlidir. Enfüsî bâtıl ilâhların yok edilebilmesi için ise nefs-i emmârenin tezkiye edilmesi lâzımdır. Ehlullâhın tarîkine girmenin sonucu ve gâyesi de budur. Hakîkî îmâna ulaşmak, bu her iki tür bâtıl ilâhları yok etmeye bağlıdır. Ancak şerîatın zâhirinin îmânla ilgili hükmü, sâdece (putlar gibi) âfâkî ilâhları iptal etmek ile de gerçekleşir. Bu tür bir îmân, îmânın sûretidir. Îmânın hakîkati ise, (mal ve makâm sevgisi gibi) enfüsî ilâhları iptal etmeye bağlıdır. Îmânın sûretinin yok olması muhtemeldir. Oysa îmânın hakîkati bundan korunmuştur. Çünkü îmânın sûretinde nefs-i emmâre kendi inkâr ve küfründen kurtulmamıştır. Kalpte bir tasdîk oluşmuştur, o kadar. Bundan fazla bir şey yoktur ve nefs-i emmârenin kavgası devam etmektedir. Hakîkî îmânda ise, aslında serkeş olan nefs-i emmâre boyun eğmiş, huysuzluğundan vaz geçmiş ve îmân şerefiyle müşerref olmuştur. Şer‘î mükellefiyetlerden (sorumluluklardan) maksat, nefsi âciz bırakmak ve harâb etmektir. Çünkü kalp, aslında ilâhî hükümlere boyun eğmiştir. Eğer kalpte bir kötülük ortaya çıkarsa, nefs ile arkadaşlığı sebebiyledir. Şiir: Boynu ve başı dik olanların tevâzu göstermesi güzeldir, Dilenci tevâzu gösterse ne olur, bu zâten onun huyudur. O hâlde hakîkî îmâna ulaşmak ve îmânın yok olmasından korunmak için tarikatte sülûk edip nefs tezkiyesi (nefsi kötü huylardan arındırmak) zarûrî olmuştur. Nefs tezkiyesi, tasavvuftaki fenâ ve bekâdan ibâret olan velîlik derecesine ulaşmaya bağlıdır. Sâlik velîlik derecesine ulaşmadıkça nefsinin itmi’nân (dinginlik) ve huzûra erişmesi imkânsızdır. Nefs itmi’nâna ulaşmadıkça, can burnuna hâkîkî îmânın kokusu ulaşamaz, îmânın yok olması korkusundan korunmuş olamaz. “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de” (Yûnus, 10/62). Şiir: Bu hayâtın ve eğlencenin ardından, Yüz binlerce canı fedâ etmek gerekir. 25. Bölüm: Şerîatın Tarîkat ve Hakîkat ile Bağlantısı:Hakîkat, şerîatın hakîkatinden ibârettir. Yoksa hakîkat, şerîattan ayrı bir şey değildir. Tarîkat, şerîatın hakîkatine ulaşma yoludur, yoksa o, şerîat ve hakîkatten ayrı bir şey değildir. O hâlde şerîatın hakîkatine ulaşmadan önce, şerîatın sâdece sûreti elde edilir. Şerîatın hakîkatini elde etmek, nefsin itmi’nânı mertebesinde ve velîlik derecesine ulaşmada mümkün olur. Velîlik derecesine ve nefs-i mutmainneye ulaşmadan önce şerîatın sûreti vardır. Îmân konusunda anlatıldığı gibi, nefsin itmi’nânından önce îmânın sûreti vardır, itmi’nândan sonra ise îmânın hakîkati elde edilir. KAYNAK: İMÂM-I RABBÂNÎ AHMED SİRHİNDÎ: MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ) 24. Bölüm: Îmânın Sûreti ve Hakîkati 25. Bölüm: Şerîatın Tarîkat ve Hakîkat ile Bağlantısı Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun
|
|