12. Bölüm: Kalp ve Mertebeleri:
Hazret-i Hâce Bahâeddîn Nakşbend (kuddise sirruh) buyurmuşlardır ki: “Meşâyıhtan her birinin aynasında iki yön (yüz) vardır. Benim aynam ise altı yönlüdür”. Herhalde bu mübârek sözü şimdiye kadar bu büyük silsile halifelerinden (Nakşbendî şeyhlerinden) hiç biri açıklamamıştır. Hattâ işâret ve remiz yoluyla bile ondan söz etmemişlerdir. Sermâyesi az olan bu fakîrin ne haddine ki bu sözü açıklamaya kalkışacak. Ama Hak Teâlâ sırf lütfu ile bu bilmecenin sırrını bu fakîre açıp hakîkatini gerektiği gibi gösterince, bu gizli inciyi ifâde parmaklarıyla yazı zincirine çekmeyi, dil ile anlatım sahasına getirmeyi düşündü. İstihâre yaptıktan sonra bu konuya başlandı. Allah’tan af ve başarı dilerim.
Bilmek gerekir ki, “ayna”dan maksat, ârifin kalbidir. Bu kalp ruh ve nefs arasında perdedir. “İki yön”den maksat da ruh ve nefs yönleridir. Meşâyıh kalp makâmına ulaştıkları zaman iki yönü ortaya çıkar. Bu iki makâmın kalbe münâsip olan yüksek ilimleri elde edilir.
Hazret-i Hâce Nakşbend’in ayrıcalıklı olduğu yol ise böyle değildir. Bu yolda son, başa yerleştirilmiştir (diğer tarîkat mensuplarının sonda ulaştıkları hâller, bu tarîkatta başlangıçta görülür).
Bu yolda kalp aynasının altı yönü ortaya çıkar. Açıklaması şudur: Bu yüce tarîkatın büyüklerine keşfen bildirilmiştir ki, insanın bütününde var olan altı letâif, sâdece kalpte de bulunmaktadır. Altı yön ifâdesiyle nefs, kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ latîfelerini (mertebelerini) kasdetmişlerdir.
Binâenaleyh, diğer şeyhlerin seyri ve mânevî ilerlemesi kalbin zâhirindedir, bu büyüklerin seyri ise kalbin bâtınında ve iç mertebelerindedir. Bu seyr yani yolculuk ile kalbin içinin içine ulaşırlar. Altı latîfeden her birinin yüksek ilimlerini kalp makâmında keşfederler. Ancak bunlar, kalp makâmına uygun ilimlerdir. Hazret-i Hâce’nin sözünün açıklaması budur.
Bu fakîr bu makâmda büyüklerin bereketinden bol bol faydalanmış, işin ve hâlin hakîkatine ulaştıktan sonra mâhiyetini araştırmaya girmiştir. “Ve Rabbinin nimetini dile getir” (ed-Duhâ, 93/11) âyet-i kerîmesinin hükmünce o bol bereketten bir remiz ve o araştırmadan bir işâret gösteriyor. Günahtan korunmak ve başarıya ulaşmak O’ndandır.
Bilesin ki, kalbe kıyasla kalbin kalbi (içi) de letâifi ihtivâ etmektedir. Ancak kalbin içinde, dâirenin (mertebenin) darlığından ya da başka bir sırdan dolayı, adı geçen altı letâiften ikisi, “nefs” ve “ahfâ” münferit olarak görülmemektedir. Üçüncü mertebedeki kalpte de durum böyledir, ancak orada “hafî” de görülmez. Dördüncü mertebedeki kalpte de durum böyledir, ancak orada öncekilere ek olarak “sır” da görülmez. Sâdece “kalp” ve “ruh” görülür. Beşinci mertebede ise “ruh” da görülmez, sadece başka sıfatı olmayan sırf ve basît (sâde) “kalp” kalır.
Sonun sonuna ulaşabilmek için vâsıta olacak bazı yüksek bilgilerden burada bilinmesi gereken bazıları şunlardır: Allah Teâlâ’nın başarı ihsân etmesiyle derim ki: Âlem-i kebîr olan kâinâtta detaylı olarak bulunan her şey, özet hâlde âlem-i sağîrde (küçük evrende) de bulunmaktadır. Âlem-i sağîr ile insanı kastediyoruz. Âlem-i sağîr olan insan cilâlanıp nur ile aydınlanınca evrene ayna olması sebebiyle kâinâtta detaylı olarak bulunan her şey onda ortaya çıkar, görülür. Çünkü o cilâ ve aydınlanma yoluyla kabını (taşıma hacmini) genişletmiştir. Böylece küçüklüğünün hükmü ortadan kalkmıştır. İşte kalpte de durum böyledir, kalbin insana nisbeti, detay ve özet olma yönüyle insanın kâinâta nisbeti gibidir.
Daha küçük âlem olan “kalp” cilâlanınca ve ona ârız olan karanlık giderilince küçük evren olan insanda tafsîlâtıyla görülen her şey, ayna olması îtibâriyle onda (kalpte) de görülür. Kalbe nisbetle kalbin içi hakkında da durum böyledir, saflaşma ve aydınlanma sebebiyle özet olanın detaylı hâlde zuhûr etmesi gibi. Özet ve detay konusunda üçüncü ve dördüncü mertebelerdeki kalp de böyledir. Önceki mertebelerde detayların ortaya çıkışı cilâlanma ve nurlanma sebebiyledir. Beşinci mertebedeki kalp için de durum aynıdır. O, genişliğine ve üzerinde bir îtibâr (sıfat) bulunmamasına rağmen tam bir arınma ve saflaşmadan sonra anlatıldığı üzere âlem-i kebîr (evren), âlem-i sağîr (insan), âlem-i asgar (kalp) ve diğerlerinde görülen şeyler onda da görülür.
O kalp hem dar hem geniştir, hem sâde hem uçsuz bucaksızdır, hem az hem de çoktur. Bu güzel latîfeden (kalpten) başka bu özellikte başka hiçbir şey yaratılmamıştır. Yaratıcısıyla bu kadar çok münâsebeti olan bir şey yoktur. Başka yaratılmışlarda görülmeyen yaratıcısına dâir ilginç alâmetler, onda görülür. Bu sebeple hadîs-i kudsîde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yerim ve göğüm beni içine alamaz, lâkin mü’min kulumun kalbi alır”.
Âlem-i kebîr olan kâinât zuhûr (Allah’ın sıfatlarının görülmesi) için en büyük ayna olmasına rağmen, içindekilerin çokluğu ve tafsîli sebebiyle, kendisinde çokluk ve detaylılık olmayan (Allah) ile bir münâsebeti yoktur. Allah ile münâsebete lâyık olan, dar ve geniş, sâde ve yaygın, az ve çok olandır (kalptir). Nitekim bu konu apaçıktır. İrfânı ve yüksek bilgileri tam, müşâhedesi de pek kâmil olan bir ârif zor bulunan bu makâma erdiği zaman, bu ârif bütün âlemlerin ve zuhûrâtın kalbi olur. O Velâyet-i Muhammediyye’ye ulaşmış ve Mustafâ’nın (a.s) dâvet makâmı ile şereflenmiş olur.
Kutublar, evtâd ve abdâl derecesindeki evliyâ onun velîlik mertebesi altındadırlar. Efrâd, âhâd ve diğer evliyâ grupları onun hidâyet nurlarının altındadırlar. Çünkü o Rasûlullâh’ın (s.a) vekîli ve onun hidâyeti ile hidâyete sevk edendir.
Az bulunan bu yüksek mânevî hâl murâdlardan (Allah tarafından sevilen velîlerden) birine mahsustur. Mürîdlerin (Allah’ı arayanların) bu yüksek makâmdan nasipleri yoktur. Bu en büyük nihâyet ve en zirve hedeftir. Onun üzerinde bir makâm, ondan büyük bir nimet yoktur.
Binlerce yıl sonra böyle bir ârif vücûda gelirse ganimet bilinir ve bereketi uzun zaman sürer. Onun sözü devâ, nazarı şifâdır. Bu hayırlı ümmet içinde Hazret-i Mehdî bu yüksek makâm üzere bulunacaktır. Bu Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük bir lütuf sâhibidir (el-Hadîd, 57/21). Bu uzak nimetin elde edilmesi, seyr u sülûk ve cezbe yollarını tafsîlâtıyla ve mertebe mertebe tamamlamaya, tam fenâ ve kâmil bekâ makâmlarını derece derece aşmaya bağlıdır. Bu da ancak peygamberlerin efendisi ve Rabbü’l-âlemîn’in sevgilisi Hz. Muhammed’in (a.s) yoluna tam olarak uymakla mümkün olur.
Bizi onun yoluna uyanlardan eyleyen Allah’a hamd olsun. Allah’dan dileğimiz bu uymanın daha iyi ve kâmil olması, onun getirdiği din üzerinde istikâmetimizin dâimî olmasıdır. Âmîn diyen kula Allah merhamet etsin.
Bu ârif, ince sırlardan ve gizli rumuzlardandır. Büyük velîlerden hiç biri bu konudan bahsetmemiş, seçkin insanlardan hiç biri bu konuya işâret etmemiştir. Allah Teâlâ bu sırları bu kuluna (İmâm-ı Rabbânî’ye) mahsus kıldı, Habîbi’nin (s.a) sadakası olarak bu sırların ifşâsını bu kuluna tahsis etti.
Şu Farsça şiirin mânâsı ne güzeldir: Eğer pâdişah yaşlı kadının kapısına gelirse, Ey hoca, sen buna dudak bükme!
Allah Teâlâ’nın kabûlü (kulunu sevmesi ve seçmesi) bir şarta ve sebebe bağlı değildir. Allah dilediğini yapar ve dilediği hükmü verir. Allah rahmeti ile dilediğini seçer (rahmetini dilediğine verir). Allah büyük lütuf sâhibidir (el-Bakara, 2/105).
Allah Teâlâ Efendimiz Muhammed’e, âilesine, bütün peygamberlere, büyük meleklere ve sâlih kullarına rahmet etsin. Selâm, hidâyete (doğru yola) tâbi olanlara ve Mustafâ’nın (a.s) yoluna uyanlara.
***
MEBDE’ VE ME‘ÂD (RABBÂNÎ İLHAMLAR)
İMÂM-I RABBÂNÎ
Doç Dr. Necdet TOSUN
SUFİ Kitap
|