Geceki zikrin tatmini ve yorgunluğundan sonra, insan onların zikre doymuş olacaklarını düşünebilir. Fakat, hayır! Sabahleyin namazı kıldıktan sonra gece tekkede kalmış olan misafirleri de hesaba katarak, büyük salonda toplandılar. Hiç bir zorlamaya ve yapmacığa lüzum kalmadan, aynı ihlas, aynı bağlılık ve zikre karşı aynı heves ve istek içerisindeydiler.
Ufak boylu ve ak sakallı zat tekrar vecd ve gözyaşları içinde doldu taştı. Herkesin aynı vecd içinde olduğu söylenemezdi; ama hepsinin de bu halden tam olarak istifade eden ve zevk duyan gerçek müminler olduğu fikrindeydim. Her derviş bir su kabı gibi ağzına kadar dindarlık ve sadakatle dolu idi. Her biri yüklü birer pile benziyordu.
Batılınının ruhu, manevî konulara, maddî bedene sımsıkı bağlanmayan doğulunun ruhu kadar nüfuz edememiştir. Doğulunun gönül kabinin taşması ve ruhunun bedeninden ayrılıp yüksek planda -ki buna dördüncü boyut da diyebiliriz- bazı müşahedelere ererek manevî tecrübeler yaşaması çok kolaydır.
Yine bu sabah doğulunun ruhî hayatını doğrulayan bir delille daha karşılaştım. Dışarıda biraz yürüyüş yapıyordum. Tekkenin kapıcısının odasında oturan küçük bir topluluğa rastladım. Kendilerine katılmam için beni davet ettiler. Şeyh Efendi'nin siyah gözlü halifesinin sohbetini dinliyorlardı. Bu zat çok dindar tavırlı idi. Daha önceki karşılaşmalarımızda bana birkaç kere dikkatle bakmıştı. Şimdi kara gözlerinde çok derin bir şefkat ve samimiyet okunuyordu.
TOPRAKTAN GELDİK
Kapıcının odasında, Efendi'nin halifesinden başka, devamlı tekkede kalan ak sakallı iki hacı ile orta yaşlı bir piyade yüzbaşısı ve Almanca bilen bir genç vardı. Taktığı gözlükle bir profesöre benzeyen yüzbaşı, resmî kıyafetli idi. Hepsi oturmuş sohbet ediyorlardı.
Beni tek başıma sedire buyur ettiler. Kendileri ise yerdeki hasıra diz çöküp oturdular. Bunun üzerine ben de hasıra inerek diz çöktüm. Topraktan geldiğimizi ve toprak olduğumuzu ifade için bir elimizi önce yere sonra başımıza götürerek karşılıklı selamlaştık. Sonra da aslımızın Allah'tan geldiğini temsil etmek için elimizin ayasını kalplerimizin üzerine koyduk.
Muhterem Halife Efendi, kendisinin ve arkadaşlarının bana olan kardeşlik duygularını dile getirdi. Ben de aynı samimiyetle mukabele ettim.
Bir süre sessiz oturduk ve kalplerimizi Ebu Bekir usulü üzere hafi sohbete bıraktık. Daha sonra Almanca bilen o delikanlı biraz Kur'an okumayı teklif etti. Müsaade edilmesi üzerine, güzel sesiyle bir aşır okudu.
Gencin sesi, bu duygulu insanlara hemen tesir etti. Yaptıkları zikirler, manevî bakımdan onları daha da hassas bir hale getirmişti. Göz yaşları yanaklarından sicim gibi akmaya başladı. Hıçkırıklar içinde yüce Allah'ı andılar. Hakî elbiseli yüzbaşı, şiddetli bir heyecana kapılarak çocuk gibi ağlamaya başladı. Hepsi huşu içinde hafif hafif sallanarak Kur'an dinliyorlardı. Toplantının sonunda herkes birbirini sevgi ile kucakladı.
ZİKİR HALİNDE
Kur'an, müslümanlara şarabı yasak etmiştir. Müslümanlar şarabın verdiği sarhoşluğu bilmezler. Fakat ben onun yerine, müslümanlara, zikir sarhoşluğunun verildiğini düşünüyorum. Zikir sırasında kendimi ne kadar verebiliyorsam o derecede bir çeşit, ilahî diyebileceğim sarhoşluk içine girdiğimi hissediyordum. Zikir sırasında ağlayanlar, gülenler, bağıranlar sarhoşa benzemiyor mu? Onların bu halleri dışarıdan bakıldığında, alkolün tesirlerine benziyor... Fakat alkol sarhoşluğu batılıları, beden sarhoşluğuna düşürdü. Halbuki zikir, tam ve gerçek manasıyla bir ruh sarhoşluğudur.
Bu sarhoşluk, kuşların cıvıltısında, çiçeklerin renk ve kokularında, denizde ve gökte, ışıkta ve havada, canlıların sesli ve sessiz sevincinde kendisini gösteren, bütün tabiatı kucaklayan ilahi bir sarhoşluktur.
Bülbülün neşesini düşünün! O da insanlar gibi "bilinmez"e olan aşkını, bağlılığını terennüm etmiyor mu? Onun aşkıyla sarhoş değil mi?... Kuzeyin ormanlarında ilkbahar geceleri aşk şarkıları okuyan kekliğe avcılar istedikleri kadar yaklaşabilirler; çünkü o, aynı aşkın sarhoşluğu içinde etrafındaki her şeyi unutmuştur.
Manolyalar, mor salkımlar ve sarı güller içindeki bir ev de aynı sarhoşluğun içindedir. İçindekiler farkında olmasa da...
Zikirde varılmak için hedef alınan şuur hali, benliğin ortadan kalkması ve insanda bulunan ve aslına yakın ilahî bir kıvılcım olan "gerçek nefs", Avrupa'da bilinmez.
Tasavvuf felsefesi, bu şuur halini anlamış ve çeşitli şekillerde onu ifade etmiştir.
Çocukluğumuzda, hilkatin aslına en yakın olduğumuz o safiyet yıllarında, tabiatı daha yakından ve derinden duyardık. Acaba bütün yaratılmışlara sinmiş olan İlahî nuru, denizin sarkışını, ormanların sesini, çocukluktakinden daha iyi duymamızı temin etmek mümkün değil midir? Bizim yanlış eğitimimiz, çocukları, bu İlahî ışığın pırıltısından uzaklara sürüklemektedir.
Bedenin ruha yakınlaşması için, göklerin musikîsi, İlahî fikir, İlahî akıl ve İlahî kitap, insanı tamamen kuşatıp idare etmelidir. İnsanlığın gerçek görevi bu hale ermekten başka bir şey değildir. Biz bunun nasıl olacağını, tabiatın hikmet kitabında okuyabiliriz.
Sonraki günlerden birinde Şeyh Efendi hazretleri ile Avrupa ve Amerika medeniyetinin muazzam maddî ilerlemeleri hakkında konuştuğumuzda Şeyh Efendi, İncil'den yaptığı bir nakille ve şu şekilde cevap vermiştir
"-Hazret-i İsa: 'Bir insan, bütün dünyayı ele geçirse, ama ruhunu kaybetse, bunun ona ne faydası olabilir?' demiyor muydu?"
RUHÎ GÜÇ MERKEZİ
Tekkedeki bu beşinci günümde Şeyh Efendi beni ziyaret geldiğinde, yanında Bursa'dan gelmiş olan bir şeyh efendi vardı. Onu, maneviyatta çok ileri mertebelere varmış muhterem bir zat olarak takdim etti. Bursalı şeyh, siyah sakallı, açık ve güzel yüzlü, ağır başlı bir zattı. Sırtında güzel siyah bir cübbe vardı. Şeyh Efendi'ye karşı çekingen ve hürmetkar duruyordu. Onun huzurunda hiç konuşmadı. Bir heykel sükutuyla oturduğu minderde, sadece tasvip ifadesiyle başını sallamakla yetindi.
Şeyh Efendi, dünkü zikir hakkındaki intibalarını sordu. Ben de, "Benim gibi bir yabancı için çok şaşırtıcı olduğunu, fakat toplu yapılan zikrin, hatırı sayılır bir tesire sahip bulunduğunda hiç şüphemin olmadığını" ifade ettim. Şeyh Efendi:
"-Daha önce kendisine aynı suali sorduğum zeki bir yabancı da bu cevabı vermişti. Toplu zikrin, kendisine, devamlı artan bir kuvvetle dönmekte olan bir rüzgar değirmenini hatırlattığını söylemişti. Fakat ruhî güç merkezinin Şeyhin kalbi olduğunu anlayıncaya kadar, rüzgar değirmenini harekete geçiren kuvvet kendisine bir mana ifade etmemişti" dedi.
Aynı fikirde olmaktan memnun olduğumu, bu gibi ruh güçlerinin, çok ihtiyacı olan Batı'da da zamanla yerleşeceği ümidini taşıdığımı ifade ederek şöyle dedim:
"İlim, çok gururlandığımız başarıları ile, tekrar çıkış şansı bırakmadan, bizi çıkmaz bir dehlize soktu. Köstebekler gibi, maddenin derinliklerine doğru indik. Ruhî aslımızla olan temasımızı artık iyice kaybetmiş bulunuyoruz. Fakat şu kadarı var ki,bugünkü modern ilmin esası bize Doğu'dan geldi. Ama sonunda endüstri vasıtasıyla yıkıcı güçlerin hizmetine girdi. Bugün ürettiği silahlar, zehirli gazlar, lüks ve zevk malzemeleri ile insanları bambaşka bir yola sevk ediyor. Doğunun ilmindeki eski "hikmet"i yeniden ihya edip, Batı'da yaygınlaştırmaktan başka kurtuluş çaresi göremiyorum."
ÖNCE KENDİNİ
Şeyh Efendi, "Evet, size katılıyorum" dedikten sonra sözü ne şöyle devam etti:
"Fakat başkalarım değiştirmeyi arzu eden kimsenin, bu işe önce kendisinden başlaması gerekir. Şimdi siz, bize gönderilmiş bulunuyorsunuz. Aradığınız şeyi bizde bulup bulmadığınıza bakın. Eğer bunu başarırsanız, sizi başkaları takip edecektir. Öyle olunca biz de en iyi arkadaşlarımızı Avrupa'ya gönderebiliriz. Bu çok önemli bir meseledir. Bunun için kendim gidebilmeyi çok isterdim. Fakat çok yaşlıyım. Oğlum Mehmet Ali'yi gönderebilirim. Halkın eksik tarafı ahlak? eğitimidir. Bu çalışmalarımızda tahsil ve kitaplar bize yardım edemez. Burada daha fazla kalınız. Başkalarını ikna etmek istediğiniz şeye önce kendiniz iyice kanaat getiriniz.
Onun son sözlerine cevap olarak başımı eğdim ve "Buraya zaten inanarak gelmiştim" dedikten sonra devam ettim:
"Dininizin fevkaladeliğini görmek için müslüman olmaya gerek yok. Geçen gün sizin incir ağacının altında vermiş olduğunuz misali tekrar edebilirim. Bütün dinlerin, asıl özünü çevrelemiş olan bir dış kabuğu vardır. Çoğu kimseler sadece kabuğu görmektedirler."
Şeyh Efendi'nin cevabından mücerret meselelerden ziyade bana faydalı olacak şeylerden bahsetmek istediğini anladım:
"-Bunlar doğru. Fakat bu gibi düşünceler, bizi esastan çok
uzaklara götürecektir. Şimdi temel meseleler üzerinde durmamız daha faydalı olacaktır. Mesela siz dünkü zikir meclisinin manasını öğrenmek istiyordunuz. Bu mühim bir bahistir. Bundan bahsedelim... Siz Allah'a ve Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin onun resulü olduğuna inanıyor musunuz?"
Şeyh Efendi'nin, daha önce sorduğu ve benim müspet cevap verdiğim bu soruyu tekrar sormasını, yanındaki şeyh efendiyi rahatlatmak istemesine bağladım ve "Evet" manasında başımı sallayarak cevaplandırdım:
"-Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğuna inanıyor musunuz?"
"-Evet!"
"-O halde her an Allah'ın huzurunda bulunduğunuzu kabul ederek, düşünün. Bizim mütevazi tekkemize gelmekle fedakarlıkta bulundunuz. Bu fedakarlığa biraz daha katlanınız. Belki zamanla şimdikinden daha kuvvetli bir kanaate sahip olacaksınız."
ZİKİR VE HİKMET
Tam bu sırada tekke, şiddetli bir gök gürültüsüyle sarsıldı ve yağmur yağmaya başladı. Şeyh Efendi dışarıyı göstererek şöyle dedi:
"Kur'an, bize her şeyin Allah'tan geldiğini söyler. Bedenin, elbisen, evin... Her şeyini Allah'ın yaratmasına borçlusun. Şu anda yağan yağmuru da... Evet, bütün nimetleri bize ihsan eden O'dur. Eğer Allah dilediyse, araştırmakta olduğunuz şeyi de burada bulmanıza izin verecektir. Allah'ı öğrenmeye ve tanımaya geldinizse, O sizin kalbinize gereken hikmeti koyacaktır. Bu hikmet akıl yoluyla elde edilemez. Zikirden maksat ise gafletten kurtulmaktır. Ancak bu sayede Allah'ı bilebilir ve ona şükrede-biliriz. Zikir sayesinde hiç farkına varmadığınız yeni bir gücün içinizde sessizce uyanıp büyüdüğünü görürsünüz. Sonra bir gün kitaplarda yazılı olmayan o hikmete sahip olduğunuzu hissedersiniz. Bu hususta düşünün. Bu yolda atacağınız ilk adım bu olacaktır."
Şeyh Efendi kalkmak için davranınca, hepimiz ona yardım etmek için yerimizden fırladık. O dostça gülüşüyle bizlere teşekkür etti ve güçlükle yürüyerek merdivene doğru gitti. Parmaklığın kenarında saygı ile durdum. Bursalı Şeyh'in yardımı ile merdivenlerden inerken yüzyüze gelince bana nezaketle başını salladı.
Sohbet sırasında devamlı susan Bursalı "şeyh geri gelerek, sedirde yanıma oturdu ve benimle konuşmaya başladı. Az önceki sessizliğinin bende uyandırdığı intibaın aksine, gayet samimî ve güzel konuşuyordu.
"Sizi bir kardeş olarak sevgi ile selamlıyorum. Ben de Muhterem Şeyh'e bağlı ihvanlardanım. Sayımız bir hayli çoktur. Uzak yerlerden, Şeyhimizden nur ve kuvvet almak için geliriz. Sizi buraya gönderdiği için Allah 'a şükürler olsun. Zira size İslam'ı öğretecek daha iyi birisin! bulmak bilmem mümkün olur muydu?
RUHUMUZUN VATANI
Dostum Profesör (Mehmet Ali Aynî), ikindi sıralarında beni ziyarete geldi. Daha önce Şeyh Efendi'ye uğradığından, Efendi hazretleri de lütfedip onunla beraber geldiler ve bir müddet odamda oturdular. Ben de bu güzel fırsattan istifade ederek, sabahki ziyaretinden ve verdiği derin ve kıymetli bilgilerden dolayı kendisine teşekkürlerimi sundum. Sonra da tekrar zikir bahsin! açarak, "Zikre, ruhun bedenden kurtuluşunu sağlayan bir metot olarak bakabilir miyiz?" diye sordum.
"İnsanın ruhu İlahî yüceliklerden gelir. Kesafet, kazanarak, insan bedenine girer. Burada ruh, kafesteki bir kuş gibidir. Önceleri bu hapislik hissini duyar ve bedbaht olur. Fakat zamanla buna alışır. Bedeni yani hapishaneyi kendi evi gibi benimser. Geldiği asıl yerin! ve vatanım unutur. Bu unutkanlık neticesinde, oraya dönüşten korkmaya başlar; hatta döneceğin! hatırlamak bile istemez. İşte zikirden maksat, ruhlarımıza ana vatanını hatırlatmak, orasını özletmek ve dönüşü arzu etmesini sağlamaktır."
Şeyh Efendi bunları söyledikten sonra, benim ilk katıldığını zifirlerden gereği gibi istifade edemememin de tabiî olduğunu, çünkü nefsin böyle şeylere alışık olmaması sebebiyle zamanla alışarak hoşlanacağını izah ederek, şöyle devam etti:
"-Kişinin bu yolda başarıya ulaşması, şeyhine bağlılığı derecesinde olur. Eğer şeyhinin kendisine yardımcı olacağına gerçekten inanıyorsa başarıya ulaşır. Şeyhine gerektiği gibi inanmıyor ve önem vermiyorsa, hiç bir fayda elde edemez."
MADDEDEN MANAYA
Şeyh Efendi yanımızdan ayrıldıktan sonra dostum Profesörle sohbetimize devam ettik. Bana tekkede biraz daha kalmamı tavsiye etti.
"-Teşebbüs ettiğiniz, büyük bir şeydir. Yarıda kalmamalı. Benim edindiğim kafi kanaati elde edinceye kadar kalmalısınız. Şeyh Efendi size bunu verebilecek bir zattır."
Sonra kendisinin nasıl bir zamanlar ruhî hadiselere inanmayan bir adam olduğu halde şimdi inanır hale geldiğini şöyle anlattı:
"-Hayat beni maddeci yapmıştı. Sadece manevi olan, madde dışı şeylerin varlığını inkar ediyor, bunların fertlerin şahıslarına bağlı enfüsî (sübjektif) şeyler olduğunu iddia ediyordum. Birkaç yıl önce idi, uzun senelerden beri görmediğim bir arkadaşıma rastladım. Bir tarikatın şeyhi olmuştu. Sohbetimiz pek tabiî olarak az sonra dinî mevzulara döndü. Beni evine davet ettiği için, sohbetimize evinde devam ettik. Ben Batının modern bilim ve felsefesine dayanarak bütün hissî ve manevî vakaları reddediyordum. O ise Doğunun eskiden beri malum olan ruhçu fikirlerini savunmakta idi. Vakit geç olduğu için o gece onun evinde yattım.
"Derin bir uykuya dalmışken, gece yarısı uyandırıldım. Arkadaşım yanımda idi. Kendisine sorular soracakken, susmamı işaret ederek, ağzımın içine üfledi. Bunun üzerine yine derin bir uykuya daldım. Fakat bir zaman sonra ve bu sefer kendi kendime uyandım. Üzerimde havada asılı duran güneşe benzer bir şey vardı. Tam ortasında arkadaşımın yüzü görünüyor ve bana gülümsüyordu. İyice uyanmış ve hayretler içinde kalmıştım. Güneş az sonra kayboldu. Tekrar uyudum.
"Sabahleyin kalktığımda geceki görüntüleri sadece asılsız bir rüya saymak niyetindeydim. Fakat arkadaşım, bana onları hatırlatarak, hala aynı fikirde olup olmadığımı sorunca şaşırmaktan kendimi alamadım.
"O sırada resmî bir iş için Bükreş'e gitmek üzere idim. Hareket günü arkadaşımla vedalaşırken, dönüşümde aynı bahisleri görüşmek üzere sözleştik. O gece kamaramda yatarken arkadaşım odama girdi. Karşımdaki sandalyeye oturdu. Halbuki onun karada ve çok uzakta olduğunu biliyordum. Hemen yataktan fırlayarak dizlerine sarıldım.Benim gibi etten ve kemiktendi. Fevkalade şaşırmıştım. Geçen seferki gibi yine ağzıma üfleyerek beni sakinleştirdi. Derin bir uykuya daldım.
"Bükreş'te epeyce kaldıktan sonra İstanbul'a döndüm ve karşılaşır karşılaşmaz yanına koşup ellerini öptüm. Bana 'Vapurdaki gibi bu sefer unutmadın. Herhalde artık eskisi gibi düşünmüyorsundur dedi. O günden itibaren maddeci düşünceleri terk ederek, din ve tasavvuf araştırmalarına kendimi verdim. Bugünkü halimi tamamen o dostuma borçluyum."Uzun boylu, zayıf ve keskin bakışlı bir zattı. Büyük bir irade gücüne sahip olduğu görülüyordu. Kendisinden, iki ayrı yerde bulunma kerametini bana da gösterip gösteremeyeceğini sorduğumda, bunun için ikimizin arasında çok sıkı bir ruh temasının bulunması gerektiğini söyledi. Ayrıca da bunun çok zor ve mühim bir şey olmadığını, çok oruç tutan, geceyi ibadetle geçiren ve murakabede bulunanların bunu kolayca başarabileceklerini; bunun için fazla bir manevî tekamüle lüzum olmadığını da ilave etti.
|