Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 9 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Kelami Dergahından Hatıralar
MesajGönderilme zamanı: 02.03.09, 21:27 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 567
Kelamî Dergahından Hatıralar
Carl Vett

1986 - Mart, Sayı: 001, Sayfa: 014

Eser: Carl Vett
Terc: İ. Edhem Bilgin / Yayına haz.: M. Ertuğrul Düzdağ


"Altınoluk"un sayfalarında birkaç sayı yayınlanacak olan bu hatıraların yazarı Carl Vett, Kopenhagen (Danimarka)'lı bir ilim adamıdır. Önce "sosyal bilimler" sahasında çalışmış, sonra ilgisini daha çok çeken "mistik, medyumistik ve psikolojik" konularla ilgilenmeye başlamıştır. Nihayet bütün vaktini "ruh-bilim" araştırmalarına vererek bu sahanın tanınmış bir mütehassısı olmuştur.

Araştırmaları için Hindistan'a gitmiş, Hindular arasında yaşamış, Hind mistisizmini inceleyerek öğrenmeye çalışmış; bu sırada o felsefenin "tenasüh" inancına kuvvetli bir şekilde bağlanmıştır.

İslamiyeti kabul ederek imamlık yapmakta bulunan bir eski Hindunun tavsiyesi ve daha önce Şark'a gelmiş olan Batılıların tesirleri ile, ruhî hadiseler'için, İslam tasavvufunu da incelemeye karar vererek 1925 yılı Nisan ayında İstanbul'a gelmiştir. (2)

İstanbul'da kendisine, kitabında adını vermediği, sadece "Bey" diye bahsettiği bir zat yardım etmiştir. Carl Vett, bu dostunu sitayiş ve şükranla anmaktadır. Gerçekten de yazarın Kelamî Dergahına misafir olarak kabul edilmesi, burada on dört gün kalarak Şeyh Efendi ile sohbet edebilmesi, merak ettiği hususları sorabilmesi hep bu zatın sayesinde mümkün olabilmiştir. Bu "Bey" ile zevcesinin de Kelamî Dergahı mensuplarından oldukları eserde zikr edilmektedir.

Hatıraların daha iyi anlaşılabilmesi için, bu "Bey"in kimliğini araştırmak istedik. Vett, kitabında bu zattan bahsederken, orduda generallik (paşalık), Avrupa'da elçilik ve hükümette vekillik vazifelerinde bulunmuş olduğunu; üç Batı dili bildiğini söylemektedir. Eserin sonuna eklenmiş olan fotoğraflardan birisi de bu "Bey"e ait bulunmaktadır ve altında sadece; "Muhterem dostum Bey" ibaresi vardır. İyi bir tesadüf eseri olarak bu resmin aynını daha önce İbrahim Alaaddin Gövsa'nın "Türk Meşhurları" ansiklopedisinde gördüğümüzü hatırladık. Gerçekten de bu fotoğraf Vett'in saydığı özellikleri tamamen taşıyan Mahmud Muhtar Paşa'ya aitti. Bu suretle meşhur Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın oğlu Mahmud Muhtar Paşa'nın da Kelamî Dergahı şeyhi Muhammed Es'ad Efendi'nin en samîmî bağlılarından biri olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Vett'in hatıralarının bu sayımızda yayınlanan bölümünün ilk satırlarında görüleceği gibi, Mahmud Muhtar Paşayla beraber Dergah'a doğru giderlerken, yolda, Paşa'nın dedelerinin, haziresinde medfun bulunduğu bir camie uğramaktadırlar. Paşa'nın ecdadının Fatih Camii kabristanında gömülü olduğu malumdur. Böyle olunca, yazıda bahsi geçen "türbedar"ın, o sırada bu vazifede bulunan Şeyh Mehmed Efendi olduğu anlaşılır. Bu zatın "Efendisi" olarak anılan merhum türbedarın ise Türbedar Ahmet Amiş Efendi Hazretleri olacağı şüphesizdir. (3) Mahmud Muhtar Paşa'nın daha önce Ahmed Amiş Efendi merhuma mensup iken, onun 1920'deki vefatından sonra Es'ad Efendi Hazretlerine intisap etmiş olduğu yazılıyor. (4)

Carl Vett, 1923'te Varşova'da toplanan "Ruhî Araştırmalar İkinci Beynelminel Kongresi"nin umumî katipliğini yapmıştı. "Metapsişik Cemiyeti"nin de "Beynelminel Komiteler Umumî Katibi" bulunuyordu. 1925'te Türkiye'ye geldiği zaman bu sıfatla bazı temaslarda bulunmuş ve birkaç Türk profesörüne bu cemiyetin Türkiye'de temsilcileri olmalarını teklif etmişti. Bu profesörlerden birisinin de Mehmed Ali Aynî Bey olduğunu tesbit etmiş bulunuyoruz.

Carl Vett, tercümanı vasıtasıyla daha önce Mevlevî ve Rufaî dergahlarını ziyaret etmiş, hatta Sünbül Efendi Dergahı Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi'nin yanında kısa bir "çile"ye girmek üzere karar vermiş iken, bazı maniler sebebiyle bu düşünce tahakkuk edemeyince Mahmud Muhtar Paşa vasıtası ile Kelamî Dergahı'na kabul edilmiştir.

Yazar burada kaldığı on dört gün içinde hemen her gün Şeyh Muhammed Es'ad Efendi'nin sohbetinde bulunmak imkanını elde etmiş ve merak ettiği meseleleri sorarak, cevaplarını almıştır.

Carl Vett, Şeyh Efendi ile yaptığı konuşmaları, tekkedeki hayatı, ibadetleri ve zikir meclislerini bu hatıralarına kayd etmiş bulunmaktadır.

Hatıralar, arkadaşımız İbrahim Edhem Bilgin tarafından İngilizce baskısından yapılan tercümeleri, "Altınoluk" için kısaltılarak neşre hazırlanmıştır. Ancak bu yayından asıl maksadımız, merhum Şeyh Efendi'nin başka bir yerde bulunması mümkün olmayan bu sohbetlerinin ve kendisinden bahsedilen satırların müslümanların enzar-ı ibret ve istifadelerine sunmak olduğundan, Hazretin zikr olunduğu yerlerde katiyen herhangi bir kısaltmaya gidilmemiş, bu kısımlar aynen alınmıştır.

Carl Vett, eserini ilk olarak 1935 yılında Danimarka dilinde neşretmişti Kitap daha sonra Almanca ve nihayet yazarın gidip yerleştiği Amerika'da Los Angeles'ta 1953 tarihinde "Dervish Diary" ismiyle ve İngilizce olarak yayınlanmıştır.

1.Tenasüh inancı: Öten bir canlının ruhunun bir başka canlıya geçtiği inancı. Yazar, ilerideki konuşmalarında, bu batıl inancı Şeyh Efendi'ye soracaktır.

2.Tekkeleri kapayan Bakanlar Kurulu kararı 2 Eylül 1925'te çıktığına göre. Carl Vett, bu müesseselerin son günlerinde, bir tekkede bulunmuş demektir. Aynı mealdeki kanunun Meclis'te kabulü tarihi ise 30 Kasım 1925'tir. Vett'in hatıraları o sırada seksen yaşında bulunan muhterem bir Şeyh Efendi'nin, hikmet, sükunet ve ibadet içinde geçen hayatını pek güzel göstermektedir.

3.Türbedar Ahmed Amiş Efendi (1804-1920). Tırnovalıdır. Kuşadalı Şeyh İbrahim Halvetî'nin halifelerinden Kadızade Ömer Halvetî'den tarikat dersini alıp ve sonra da onun halifelerinden olmuştur.

4.Mahmud Muhtar Paşa'nın babası Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın da Ahmet Amiş Efendi'ye mensup bulunması kuvvetle muhtemeldir.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kelamı Dergahından Hatıralar
MesajGönderilme zamanı: 02.03.09, 21:28 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 567
İlk gece, hava çok soğuk oldu. Şiltesiz kamp yatağımın üstünde, elbiselerimi çıkarmadan ve sadece bir battaniyeyle yattım. O gece uyuyamadım. Aşağıdaki büyük salondan namaz kılanların sesi duyulduğu zaman, güneşin doğuşuna bir saat kala yataktan kalktım. Bir musluktan akan suyla elimi yüzümü yıkadım, böylece güne başlamış oldum.1

MÜSLÜMANLARIN TEMİZLİĞİ

Müslümanlar arasında beden temizliği çok ileridir. Her gün namazlardan önce, beş defa abdest alırlar. Ayrıca her yemekten önce ve sonra el ve ağızlarını yıkarlar. Abdest alınırken yüze özel bir dikkat gösterilir. Ağız, gözler ve kulaklar iyice temizlenir. Dirseklere kadar kollar ve nihayet küçük topuklara kadar ayaklar iyice yıkanır. Çok temiz olan müslümanlar, şehirde çok sayıda mevcut olan buharlı hamamlara haftada iki kere giderler. Fakat özel hayatlarındaki bu aşırı temizlik, sokaklarda ve umumî yerlerde pek görülmez.

Sabah biraz ilerleyince, bana tercümanlık yapan arkadaşım geldi. Bir iki saat sonra Şeyh Efendi ile tekrar görüşecek idik. Kendisinin zamanını boşa geçirmemek için, soracağım soruları, tercümanımla birlikte tekrar ve dikkatle gözden geçirdik.

Tercümanım (Şeyh Abdülvehhab), medreseye sekiz yıl devam etmesinin yanı sıra, tam bir Avrupalı gibi de eğitim görmüştü. Gerek İstanbul'daki temaslarımda ve bilhassa dergahta geçirdiğim bu önemli günlerde, tercüman arkadaşımın bana büyük yardımı dokundu. Kendisi, mükemmel olan Arapça, Farsça ve Türkçesinin yanısıra, çok güzel Fransızca, İngilizce ve biraz da Almanca konuşabiliyordu. Bu saydıklarıma ilave olarak, uzun müddet Avrupalıların içine karışıp onlarla birlikte yaşadığı için, bizim modern fikir dünyamızı da öğrenmişti. Konuşmalarımızda, kelimeleri olduğu gibi çevirmekle kalmıyor, onların ifade ettiği mefhumları anlayıştaki farklılıkları da açıklayabiliyordu.

ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK

Huzuruna girdiğimizde, Şeyh Es'ad Efendi, yine önce hatırımı ve tekkede evimdeki gibi rahat olup olmadığımı sordu. Şeyh'e "Bütün maddî ve manevî rahatsızlıklarımı öz babam gibi açabilirdim." Bu sözlerinden cesaret alarak, geceleyin çektiklerimi ona anlattım. Hemen yatak takımı için bir hizmetçi gönderdi. Çok kabarık bir yatak ile yorgan, yastık vesairenin odama yerleştirildiğini sevinçle gördüm.

Şeyh Efendi bana:

"-Sabahleyin dua mı ettiniz, yoksa yüksek sesle bir şey mi okudunuz? Sesiniz çok farklıydı" dedi Anlaşıldığına göre, tercümanımla yaptığım konuşma kendisinde böyle bir intiba uyandırmıştı.

Sohbete başlangıç noktamız, tercüman arkadaşın, kaldığım odadaki gömme dolapta bulduğu ve Şeyh Efendi'nin kendi eseri olan "Kendini Bil" adlı risale oldu. Şeyh Efendi'ye, bu "kendini bil" sözünün aslının, Delf'teki Apollo tapınağının üzerinde yazılı olduğunu bilip bilmediğini sordum. Şeyh Efendi ise her zaman olduğu gibi, bu sözün kaynağını Kur'an-ı Kerîm'e dayandırdı:

"-Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur "Şüphesiz insan nefsinin tesiriyle günaha sürüklenir." Peygamberimiz bu ifadesiyle şunu anlatıyor: Eğer kendimizi iyi bilir ve tanırsak, onunla mücadele eder, uygunsuz dünyevî arzuların üstesinden gelebiliriz. Bize büyük günahlar işletmek isteyen Şeytanın tesirinde kalan bu nefsi yenebilirsek, aslı İlahî olan, gerçek ve yüksek nefsimizin bilgisine ve sezgisine erişebiliriz. Namaz kılmak, oruç tutmak ve benzeri ibadetlerle kendimizi, daha bu hayatta iken öbür hayatla temas kurmaya hazırlayabiliriz. Bu, rüya ve keşif yoluyla ruh dünyasını tanımakla başlar.

"Fakat bu rüya ve hayaller İlahî olmayabilir, tamamen nefsanî olabilirler. Bu takdirde ise onların bizi yanlış yollara sevk etmeleri ihtimali çok büyüktür. Biz bu gidişimizi kendi kendimize doğrultabilecek bir kabiliyetin sahibi değilizdir. Bu gibi hallerde, doğru yolu gösterecek olan pusula, ancak kamil bir şeyh efendinin elinde bulunabilir. Maneviyat aleminde bizi tehdit eden tehlikelerden ve uçurumlardan ancak bir şeyhin yardımı ile kurtulabiliriz. Onun tavsiyelerine uyarsak, kendi benliğimizi gerçekten bilmenin şartı olan, Allah ile birliğimizi hissetmeyi başarabiliriz.

"İnsanlara ya iyi ya da kötü duygular rehberlik ederler. Bunlar insanın hayatında kendi edindiği, toprak unsuruna bağlı dünyevî alışkanlıklardır. Eğer bu dünyevî şeyleri ibadet ve oruçla yok edip, onlardan korunursak, beden safi aşacak, hava, ateş, su gibi diğer üç unsurdan oluşan nispetler artmış olacaktır. Bu hal, daha yüksek bir dünyanın kapılarını bize açar ve Şeytan yerine meleklerin rehberliğiyle o dünyayı bizim için mümkün kılar. Aşağılık nefs ölmeden, gerçek hayat doğmaz. Sûfîler tekamülün bu merhalesine "Ölmeden önce ölmek" adını verirler."

Sohbetimizin sonunda Şeyh Efendi de bana birkaç soru sordu:

"-Kur'an-ı Kerîm hakkındaki fikriniz nedir? Onu kim yazmıştır?"

-Kur'an-ı Kerîm'in, öteki dinlerin kutsal kitapları İncil, Tevrat ve Vedalar gibi Allah tarafından vahyolunmuş hikmetlerle dolu, mukaddes bir kitap olduğuna inanıyorum."

"-Eğer Kur'an-ı Kerîm Allah tarafından vahyolundu ise, bu takdirde onun içinde hakikate uygun olmayan herhangi bir şey bulunabilir mi?"

"-Bir kimse kemâlâtı ve yükseldiği mertebenin anlayışı kadar, İlahî hakikati idrak ve kabul edebilir. Kur'an-ı Kerîm'de hakikatten az veya çok şeyler bulabilmesi, genellikle kişinin anlayışının gelişmiş olmasına bağlıdır. Ben ilgi duyduğum sürece, hakikati tanımada, muhterem Şeyhimin, beni bulunduğum durumdan daha ileriye götürecek olan yardımlarını ummaktayım. Bana verdiği güzel dua da bunu göstermektedir."

"-Evet bu dua her dinde kullanılabilir ve Allah dilerse şimdiye kadar kapalı kalmış olan kapıları açar."

Bunu söyleyen Şeyh Efendi müsade isteyerek ayrıldı.

Şeyh Efendi'nin öğrettiği dua şu idi:

"Allahümme erine'l-hakka hakkan, ve'rzukne't-tibâah, Allahümme erine'l-batıle batilen, ve'rzuk-ne'actinabeh."

Yani: "Ey Allahım, bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasîb et! Ey Allah'ım bize batılı da batıl olarak göster ve ondan kaçınmayı nasib et!"

ZİYARETÇİLER

İkindiden sonra, tarikat kardeşim olan (Mahmud Muhtar) Bey ziyaretime geldi.2 Şeyh Efendi ile bana hediye olarak tatlı ve şekerlemeler getirmişti. Küçük odamda beni şereflendiren Efendi hazretleri ile uzun bir sohbet daha yaptık. Bu sohbette Türk dostlarımdan birinin bana verdiği ve birinci cildi henüz basılmış olan Mistisizmin Tarihi"3 adlı kitap üzerine konuştuk. Ziyaretçim (Mahmud Muhtar Paşa) kitabı çok övdü ve Şeyh Efendi'ye, bu eserden yüksek sesle bazı parçalar okudu. Şeyh Muhammed Es'ad Efendi, çeşitli dînî konularda kitaplar yazmıştı ve nazımda, Arapça, Farsça ve Türkçe güzel şiirler yazacak kadar mahir bir zat idi.4 Okunan kısımlar hakkında kendi düşüncelerini söyledi. Kitapta adı geçen mutasavvıfların sözlerinden bazılarını bilhassa beğenerek üzerinde durdu. Mesela şu ifadeler gibi:

"Sen Allah evinin kapısında bekçisin. Onun yeri olan kalbine, Allah'tan gayrisinin girmesine izin verme."

"Kalb destisindeki suyu koru, bulandırma."

"Ey Allahım, seni yıllarca aradım durdum. Ama sen, göğsümün altındaki kalbimdeymişsin."

Hırs ve tecessüsün kötülüklerinden kendini koru! Aksi halde onlar senin kalbine hakim olabilirler."

Biz konuşurken hizmetkârlardan biri, bazı misafirlerin geldiğini haber verdi. Şeyh Efendi bana dönerek:

"-Ne kadar şanslısınız. Halîfelerimden kemal sahibi birkaçı, ziyaret için Anadolu'dan gelmişler. Onlarla da görüşebileceksiniz."

Misafirler içeri alındılar. Güzel yüzlü, uzun sakallı, muhterem kimselerdi. Şeyh Efendi onların İzmir ve Trabzon'dan geldiklerini söyledi. İki muhterem zat, saygılı tavırlarla Şeyh Efendi'nin önüne geldiler. Diz çöküp elini öptüler. Dervişlerin tevazu ifade eden beyaz elbiselerini giymişlerdi. Birisi çok hoş desenli, sarı renkte bir sarık sarmıştı. Boynuna doladığı beyaz atkı, özellikle başının görünüşünü çok güzelleştirmişti. Çay ikram edildi. Şeyh Efendi hazretleri, kendisine gösterilen derin ve samîmî bir hürmet havası içinde halîfeleriyle sohbet etmekteydi.

Şeyh Efendi ile ziyaretçiler gittikten sonra da (Mahmud Muhtar) Bey, bir saat kadar daha benimle odamda kaldı. Her zaman olduğu gibi sohbet yine dönüp dolaşıp dinî konulara geldi.

Kur'an-ı Kerîm'de "tenasüh"ü îma eden ayetlerin bulunup bulunmadığını sordum.

"-Birçok îma var, ama onlar da farklı tefsir edilmişlerdir. Alimlerimiz bu fikri kabul etmez" diye kısaca cevap verdi.

Akşam yemeği fevkalade lezzetliydi. Yemekten sonra, tekke arkadaşlarım, beni akşam namazında cemaate ve gece zikre katılmam için davet ettiler.

Önce çok uyumlu ve tabiî ahenkle bir sesle Kur'an-ı Kerîm okundu. Namaz vakti gelince ayağa kalkıldı. Hepsi yedi kişiydiler, Şeyh Efendi gelmemişti. El ayaları karşıya bakar vaziyette başparmaklarını kulak memelerine dokundurarak namaza başladılar. Yüzler Mekke'ye dönüktü. Ayakta durdular, eğildiler, sonra da diz çöküp alınlarını iki defa yere koydular. Zihnin ve vücudun birlikte ibadet ettiği namaz, bütün gerçek mü'minlere emredilmiş olup, günde beş kere kılınır. Müezzinler İslam topraklarında yüz bin minareden ezan okuyarak, namaz vaktini duyururlar.

Namazdan sonra zikir için bir halka halinde diz üstü oturdular. Aralarına katılmam için bana işaret ettiler. Böylece halkaya ben de katıldım, sekiz kişi olduk. Biraz Kur'an-ı Kerîm okuduktan sonra toplu halde, vücutlarımız öne, arkaya ve iki yana, başlarımızla uyumlu olarak, belli bir ritim içinde "La ilahe illallah' zikrine başladık.

Yanımdaki genç, sırf kalb ve ruh haline gelmişti. Bütün vücudu ani titremelerle sarsılmaktaydı. Öteki arkadaşlar da vecd haline ulaşmışlardı. Zikrin ritmi dört safhadan geçerek hızlandı ve yükseldi. Nihayet zikri idare edenin bir işaretiyle sesler birden kesildi. Onun yerini teskîn edici bir Kur'an tilaveti aldı. Sonra tekrar zikre başlandı. Aynen önceki zikrin tesirini uyandıran hızlı ve kesintisiz bir tekrar ile "Allah" zikrine geçildi. İlki on beş dakika sürmüştü, bu da beş dakika devam etti. Bittiğinde hepsi az çok vecd halinde idiler. Benim ise aklım fikrim, diz üstü oturup bütün ağırlığımı birbuçuk saat taşımış olan ve ikiye katlanmış gibi hissettiğim bacaklarımdaydı.

Bu zikirler hakkındaki ilk intibam, geçen sene Paris'te seyrettiğim Coue'nin "Kendi kendine telkin" metodunu hatırlamam oldu. Coue, korkunç bir hızla "Ça passe, ça passe" sözlerini tekrarlayarak, bir hastanın rahatsız olan yerini ovuyordu. Bunun sonucunda, başkalarının yardımı ile güç bela gelen topal insanlar, kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan kendi kendilerine yürüyerek sahneden inip gidiyorlardı.

Zikir ve alışık olmadığım durum beni öyle hassas kılmıştı ki, o gece uyuyamadım. Zikirde bulunan büyük manevi gücün tesiri altındaydım. Zikre iştirak edenlerin ruh güçleri, toplu zikirle, her ferdin üzerine inen bir çeşit "grup ruh" haline gelmekteydi. Ferd onu kabul etmek üzere, kendisini ona açar, o da ferdi daha çok etkiler. Bu zikirlerde sık sık tesir altında kalırdım.

Dergahtaki ikinci günüm de böylece sona ermişti.

Gelecek sayı:

"Gerçek bir kardeşlik havası içinde..."


1. Danimarkalı Carl Vett, ruhî sahada araştırmalar yapmaktadır. Hindistan'da bir müddet bulunduktan sonra, müslümanların tasavvufi hayatını da yakından görmek ister. Bu maksatla İstanbul'a gelir ve Şeyh Erbilli Muhammed Es'ad Efendinin meşîhatinde bulunduğu Kelâmî Dergâhı'na misafir olarak kabul edilir. Burada kendisine ayrılan bir odada on dört gün kalacaktır. Altınoluk'un ilk sayısındaki yazıda bu hususlarda geniş bilgi verilmişti.

2. Carl Vett'in hatıralarında "Bey" olarak zikri geçen zat, Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın oğlu Mahmud Muhtar Paşa'dır. Geniş bilgi için geçen sayıya bakınız.

3. "Mistisizmin Tarihi" olarak bahsi geçen bu eser, Prof. Mehmet Ali Aynî Beyin "Tasavvuf tarihi" adlı kitabıdır. 1925 yılında basılmış olan bu eser iki cilttir. Birinci cilt 250 + 6 (Vatan matbaası) ve ikinci cilt 204 sayfadır (Darülfünun matbaası.) 1985'te Akabe Yayınları, eserin bir kısmını "İslam Tasavvuf Tarihi" adıyla yayınladı. Prof Aynî ile Vett'in alakası hakkında geçen sayıda bilgi verilmiştir.

4. "Son Asır Türk Şairleri" ne Şeyh Efendi de Türkçe, Arapça ve Farsça üç şiiriyle alınmıştır (s.2103). Bir beyti:

Nice yüz matlaba ey şeyh sarılmış gördüm
Çektiğin iki eli maide-i dünyadan


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kelamı Dergahından Hatıralar
MesajGönderilme zamanı: 02.03.09, 21:29 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 567
Tekkedeki üçüncü günümüzün sabahında dervişler, namazdan sonra henüz güneş doğmadan tekrar zikrettiler. Bu sefer onlarla beraber değildim. Ama ahşap bînanın duvar ve döşemelerinin ince olması ve hemen altımdaki odada bulunmaları sebebiyle, sanki orada imişim gibi zikri bütün teferruatıyla ve rahatça takip edebiliyordum. Dervişler bir buçuk saat sonra yatmaya gittiler. Sekiz buçuğa kadar tekkeye tam bir sessizlik hakim oldu. Bugün müslümanların pazar günü olan cuma'dan önceki perşembe günüydü. Cuma kutsal bir gün olduğundan rahat bir ruh hali sağlamak için o günü tatil yaparlar.

UZAKTAN GELENLER

Perşembe, ziyaretlerin yapıldığı gündür. Saat on bire doğru hizmetkar olarak vazife yapan müridlerden biri geldi, Şeyh Efendi'nin benim de toplantıda bulunmamı rica ettiğini söyledi. Aşağıdaki odaya kadar peşinden gittim. Genellikle küçük zikir halkalarının kurulduğu bu odanın doğu ve kuzey duvarları boyunca sedirler bulunuyordu. Kur'an-ı Kerim tilaveti henüz başlamıştı. Şeyh Efendi yaklaşmamı işaret etti. Batı duvarındaki sedir üzerinde yüzü doğuya dönük olarak tek başına oturmaktaydı. Diğerleri öteki sedirler üzerinde oturuyorlardı. Bir el hareketi ile yanına oturmamı işaret etti. Memnuniyetle kabul ettim. Sağ elimi kalbimin üzerine koyup eğilerek selam verdikten sonra münasip bir mesafede yanına oturdum. Kur'an-ı Kerim tilaveti bir buçuk saat kadar sürdü. Herkes başını büyük bir teslimiyetle öne eğilmişti. Eller, dizlerin üzerinde avuç içi yukarı bakar vaziyette, sanki Allah'tan bir ihsan beklercesine oturuyorlardı. Hafızın kırışmış siması, dindar bir insanın yüz hatlarına sahipli. Sesi hoş ve dolgundu. Kur'an-ı Kerim ayetlerini büyük ustalıkla, kalbten gelerek ve düzgün bir şekilde okuyordu. Allah'ın sözlerini okuyarak yeniden ortaya koymanın ne kadar güç olduğunun idraki içindeydi.

Kur'an tilavetinden sonra, ziyaret için gelmiş olanlar çağırıldı. İki Şeyh Efendi, beraberlerindeki birkaç mürid ile içeri girdiler. Gelenler, uzun posttan cübbeler giyinmiş, büyük sarıklı ve sakallı iki zat idi. Birincisi, bende neşeli bir kimse olduğu intibaını uyandırdı. Şeyh tebessümle onun selamını aldı. O da Şeyh'in önünde diz çöküp tekrar tekrar elini öptü. Daha sonra, keçi derisi güzel bir terlik giymiş olan efendisinin ayaklarından da öptü. Sonra ayağa kalkarak, siyah sakallı, ateşli bakışlı ve çok geniş omuzlu olan arkadaşını Şeyh Efendiye takdim etti. Arkadaşı dikkatle hareket ederek, büyük bir hürmetle Şeyh Efendi'nin önünde diz çöktü. O da Efendi'nin el ve ayaklarını öptü. Daha sonra anladım ki, birincisi -sanki başbakan gibi - Şeyh'in İstanbul halîfesiydi. Yanındaki arkadaşı da ülke içerisindeki diğer halîfeleri teftiş için seçilmiş bir kimseydi. Sonra kürklü sarı elbiseler ve kırmızı fesler giymiş, ak sakallı iki hizmetkar geldiler. Heyecandan ağlayarak diz çöktüler, Efendi'nin el ve ayaklarını öptüler. Sonra kalkıp Efendilerinin yanında ayakta durdular. Diğer ziyaretçiler oturdukları yeri onlara verip, doğu ve güney duvarları boyunca yere yayılmış koyun ve keçi postlarına oturdular. Şeyh, beni halîfelerine takdim edip, tekkeye geliş sebebimi onlara izah etti.

RUHUN DERİNLİKLERİNDE

Herkes başı öne eğik, derin bir bağlılıkla Şeyh'e doğru dönmüş olarak oturuyordu. Şeyh arasıra derin bir nefes alıyor ve ihvanının üzerine üflüyordu. Yarım saatten fazla bir zaman bu minval üzere devam etti. Bir şey olacağını yahut bir şeyler konuşulacağım ummuştum, ama hiç bir şey olmadığı gibi tek bir söz bile edilmedi. Tevazu ve sükun dolu dinî bir ruh hali herkesi kapladı. Bu hal bana da sirayet etti.

Ancak arkalarında ibadetle geçirilmiş uzun yıllar bırakan kişiler, zamanı, mekanı ve kendilerini unutabilirler. Ancak böyle kişiler sadakatle kendilerini evrensel ruha yükseltebilirler.

Önümde, döşemede oturan öyle şiddetli bir hale tutuldu ki, tir tir titriyordu; ihtiyarını kaybetmişti. Az sonra arka taraflarda oturan ak sakallı ufak boylu birisi, şiddetli bir çığlık attı. Vecd haline ulaşmıştı. Bazen ağlıyor, bazen yüksek sesle gülüyor, bazen de inleyerek yere yıkılıyordu. Fakat bu olanlar, hiç kimsenin en ufak dikkatini bile çekmiyordu. Herkes kendisini ruhunun derinliklerine ve murakabesinin akıntısına bırakmıştı. Öyle ki herkesin rûhunun bedenini terkedip göklerde Cennet'teki asıl mekanına gitmiş olduğu rahatça söylenebilirdi.

Bir zaman sonra Efendi Hazretleri kalktı ve odadan ayrıldı. Herkes onu saygıyla selamladı. Yerler değişmişti. Şeyh'in İstanbul halifesi şimdi gayet ciddi idi. Kontrolünü kaybetmiş olan adamın karşısına oturdu. Onunla göğüs göğse gelecek şekilde, önüne diz çöktü ve ona murakabe yaptı. Çeşitli fasılalarla üzerine üfürdü. Eliyle ona dokunmamakla birlikte, birbirlerine diz dize denebilecek yakınlıktaydılar. Çok sürmedi, ak sakallı ufak boylu zat sakinleşti. Onu tekkenin bahçesine çıkardılar.

ZİKİR VE VECD

İkindi vakti Şeyh Efendi beni ziyaret etti. Halifelerinin, benim tekkede bulunduğum sırada gelmiş olmalarından -onların manevî gücünün yüksek olması sebebiyle- çok memnun kaldığını söyledi.

-"Aramızdaki bağı onlar güçlendirecek" dedi. Daha sonra zikirden bahsetti:

K-"ur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde zikrin cehrî (açıktan, sesli) ve hafî (gizli, sessiz) olarak yapılabileceği belirtilmiştir. Bir yerde, Cenab-ı Hak, Peygamberi Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve selleme-"Beni zikr etki, şükrüne karşılık vereyim" ve "Ey Peygamber! Seni yaratanın adını zikr et" demiştir. "Dün ve bugün, zikrin tadını biraz tattın. Yarınki cuma zikir halkasına katılmadan onun hakkında tam bir fikir sahibi olmuş sayılmazsın."

"-Akşam namazından sonraki zikir kalbimi ve sinirlerimi öyle etkiledi ki bütün gece uyuyamadım" dedim.

"- Bu hal sadece başlangıçta olur. Toplu zikrin gücüne erişince çok geçmeden bu tesirlere alışacaksın. Peygamber Efendimiz bu zikir şeklini Hazret-i Ali'ye vermiş olup, bu sebepten bu zikre "Zikr-i Ali" denir. Bundan farklı olarak bugün şahidi olduğun "Zikr-i Ebûbekir" denen ve kalbden yapılan zikri ise ilk halîfesi olan Hazret-i Ebûbekir'e emanet etmiştir. Bu sebeple zahirî şerîatin en ince teferruatlı emirleri gibi, İslam'ın batınî ibadetinin talimatını da veren, bizzat Hazret-i Peygamber'in kendisi olmuştur." Bu sözleri söyledikten sonra şöyle devam etti.

"- Eğer kendinizi iyi hissetmiyorsanız, bugün doktoruma muayene olabilirsiniz. Doktorum her Perşembe ve Pazar günü tavsiyelerde bulunmak ve perhizimi tayin etmek üzere beni muayeneye gelir. Vücudum ancak bu şekilde ruhî faaliyetlerime dayanabilir. Çok geçmeden, bir gün ahirete göçeceğim. Ama henüz bu dünyada iken üzerime düşen vazifeyi yapmam gerekiyor. Bunu yapabilmem için ise bedenimin sıhhatli olması lazımdır."

Kendisine, dün ve bugün gördüğümüz gibi, vecde gelip kendinden geçme halinin sadece bazı kimselere mahsus bir hal olup olmadığını sordum.

"- Maalesef böyle vakalar vuku bulmaktadır. Hemen hemen her yerde zikirde ve bilhassa cuma günleri yüzlerce ihvan bir araya gelir. Onlardan birinin veya birkaçının ruhu bedenini terk eder. Bu yüzden zakir, ihtiyarını kayb eder. Bu gün gördüğünüz ak sakallı zat, Anadolu'nun uzak bir yerinden geldi ve ilk ziyaretiydi. Uzun yıllar benim tarafımdan idare edilecek bir zikre katılabilme ümidini taşımıştı. Şimdi o arzusuna kavuştu. Bu sebeple aşk ve iştiyakını zapt edememesine şaşmamak lazımdır. Bu yolculuk ona büyük bir haz verdi.

Daha sonra, tekkede kalan ihvandan öğrendiğime göre, Şeyh'in şöhreti ülkede o kadar yayılmıştı ki, uzak mesafelerden gelen ziyaretçiler sık sık bu sabahki zat gibi vecde gelmekte imişler.

NE İÇİN ZİKİR

Şimdi herhangi birinin tatmin edici bir cevap vermekte zorluk çekeceği hatta cevap vermekten kaçınacağı bir soru sormaya cesaret ettim. Zira batınî ibadet hayatının her şeklinde "Bilen demez, diyen bilmez" gerçeği bulunur. Muhakkak bildiği çok şeyler olan Şeyh Efendi de sorumu kaçamak olarak cevaplandırdı. Sualim şu idi:

- Bu yapılanlardan maksat, zikre katılanlarda duyular üstü hallerin ve müşahedelerin hasıl olması mıdır? Bununla ilgili tecrübe ve müşahedeler ne çeşit şeylerdir?" Şeyh Efendi:

"- Bütün dinler" diye cevap verdi. " İnsanın rûhunu Allah'a doğru yükseltmek gayesini taşır. Bunun nasıl olacağı ise , ferdin manevî tekamülüne bağlıdır, İslâm'da ruhî alemlerle temas kurmayı başaran veliler tarafından tesis edilmiş bir çok tarikatler vardır. Her biri müridlerine farklı seyri sülük usulleri öğretmiştir. Bu sebeple, zamanla çok sayıda yollar, tarikatler ortaya çıkmıştır. Bunların hemen hepsi insanı hedefine ulaştırabilir. Bu tekkede bizim takip ettiğimiz yol Nakşibendî ve Kadirî tarikatleri olarak bilinen iki tarikatin arasında bir yoldur. Ve bu dergah Arabistanlı Şeyh Kelamî tarafından tesis olunduğundan, bulunduğumuz yere Kelamî Dergahı adı verilmiştir. Bu tarikatler tamamen müstakil olup mensuplarının gönülden alakaları ile devam ederler. Devlet ise kendi memurlarına her ay ödediği gibi, dergahlarda vazife gören şeyhlere de aylık belirli bir maaş verir. Tarikatler müstakil oldukları için her üye ferdî hürriyet ve istiklalini tam olarak muhafaza eder. Dervişlerin sahip oldukları ruhî tecrübe ve müşahedeler şeyhleri tarafından kendilerine kazandırılan güce ve erişebilecekleri makama bağlıdır. Bunu da dervişin efendisine olan sadakati ve teslimiyeti temin eder."

ALLAH ÇAĞIRIYOR

O akşam çok yorgun olduğum için yatsı namazından önce yattım. Namaz vakti, namaz kılınıp da zikre sıra gelince genç hizmetkarım gelip kapımı vurdu. Açıp baktım. Ağzından sadece "Allah seni çağırıyor" manasını ifade eden tek bir kelime çıktı. "Allah!"

Pijamamı göstererek ve el hareketlerimle gelemeyeceğimi anlattım. Üzülerek yanımdan ayrıldı.

KİMLER VAR, KİMLER YOK!

Tekkede dördüncü günümün sabahı, aynı derviş çayımı getirdiği zaman, bildiğim on kelime ile akşam zikre katılamayışımın sebebini anlatmaya çalıştım. Kendimi göstererek:

"- Ali zikir yok, Ebûbekir zikir var!" dedim. Bununla Hazret-i Ali tarafında tesis edilen sesli zikre katılamayacağımı, fakat Hazret-i Ebûbekir tarafından tesis olunan hafî zikre katılacağımı anlatmak istiyordum. Bu sözlerime dervişin cevabı şöyle oldu:

"- Ali yok! Ebûbekir, Osman, Ömer, Hüseyin, Fatma..."

"Ali'nin tekkede zikirde bulunan birinin adı olduğunu ve benim onu görmek istemediğimi zannederek başka isimler saydığını tahmin ettim.

Almanca bilen eczacı bir Türkün ziyaretime gelmesi ve tercümanlığı da işin aslını meydana çıkaramadı. Bu esrarı daha sonra Şeyh Efendi çözdü. Meğer bu derviş, o anda bir takım hayaller görmekte ve benim de gördüğümü sanarak o hayallerin kimler olduğunu saymakta imiş.

Bu imanlı dervişe, yine eczacı vasıtasıyla, zikir esnasında manevî alemde neler gördüğünü bana anlatmasını rica ettim. Cevap olarak sadece tatlı bir tebessüm aldım. Fakat eczacı genç yalnız kaldığımızda zikir meclisinde bulunduğu sırada hayatının en unutulmaz tecrübesini yaşadığını söyledi:

"- Sanki bedenimden kurtulmuş fezada yüzüyordum. Kelimelerle tarifi imkansız duygular içindeydim."

Eczacı genç ötekilerinin de ayni hali yaşadıklarını ve kendilerini tatmin eden delili elde ettiklerini biliyordu. Ruh, vücuttan bağımsız olarak yaşayabilir, hayalimizden geçiremeyeceğimiz manevî yüceliklere erişebilirdi. Fakat bu tecrübeyi yaşayanlara göre bu haller, konuşulmaması, bilhassa da bir gayri müslime söylenmemesi gereken mukaddes şeylerdi.

BİR KİLİSEDE OLANLAR

Vakit öteye yaklaşırken ziyaretçiler de cuma namazına ve zikre katılmak için tekkeye gelmeye başladılar. Ben de bu sırada Bizans surları boyunca bir gezintiye çıktım. Yolumun üzerinde eski Bizans'ı hatırlatan bir Grek kilisesi vardı. Kilisedeki tören henüz bitmişti. Toplantı İstanbul Patriği ile alakalı idi. O gün Greklerin kutladığı Ortodoks kilisesi yortu günlerinden birisi idi. Çok sayıda adam toplanmıştı. Bunlarda Türklerde yanan derin dinî aşk ateşinin bir kıvılcımı bile yoktu.

Bu saygıya layık Türk halkına Avrupa'da ne kadar zalimce muamele yapılmıştı! Afrika'daki zengin topraklarını ve Akdeniz'in doğu kıyılarını ele geçirmek için, Türklerin zalimliği ve barbarlığı hakkında en adi iftiralarda bulunulmuştu. Bunu yapan büyük devletlerdi... Ermenilere ve Yunanlılara yapıldığına herkesin kandığı katliam raporları hala canlı bir şekilde hatırımdadır.

Türklerin en sulhsever ve en dost insanlar olduğunu söylersem, hiç de mübalağa etmiş sayılmam. Kendi hallerine bırakılır, dinlerine karışılmazsa, çok uysaldırlar. Bir Avrupalı onları "tembel ve işe yaramaz" insanlar zannedebilir. Çünkü diğer Asyalılar gibi onlar da -Avrupalıların akıl erdiremeyecekleri - sadelikle dolu tefekkürî bir hayat yaşarlar. Dünyanın zenginliklerine aldırış etmezler.

Bütün kârlı işler, paralarını genellikle kötü işlerde ve kötü yollarda sarf eden Rum, Ermeni, Yahudi veya diğer levantenlerin elindedir. Mesela birkaç yıl önce bu yabancı unsurlar, bir şirket tesis ederek, İstanbul'un en eski kısmı olan semtlerin su borularını döşeme hakkını almışlardı. Türklerin, camilere borularla su getirdikleri kaynakları, kuyuları ve umûmî yerlerde tulumbaları vardı. Fakat yeni su şebekesi tesis edilirken, şehrin bütün eski su kanalları ve kuyuları, bu gayri Müslimler tarafından bilhassa tahrip edilmişti. Böylece halk yeni şirketten parayla su almaya mecbur bırakılmıştı. İstanbul'un fakir halkı buna çok öfkelendi, fakat ellerinden bir şey gelmedi. Her vaziyetten istifade ederek, bulanık suda balık avlamak isteyen büyük devletlerin çeşitli hilelerine rağmen, hiç bir tahrik Türkleri bir anda harekete geçirerek şiddete sevk edemez.

CUMA ZİKRİ

Ve... Huzur dolu tekkeye geri döndüm. Cuma namazından sonra, Kur'an'dan alınmış ayetlere dayalı uzun bir vaaz verildi. Daha sonra Kur'an-ı Kerim okunurken ziyaretçiler salonu doldurdular. Zikir başladığında içeride beş yüzden fazla erkek bulunuyordu. Hanımlar yukarıda idiler. Birkaç hanım da Şeyh Efendi'ye ait kısımdan içeriye doğru uzanan tahta perdeli balkonda yerlerini almışlardı. Topluluk, her renk tonunda çok şahane Asya tipi insanlardan teşekkül etmiş bir koleksiyon gibiydi. Öyle ki bu toplantı Asya'nın herhangi bir yerinde yapılıyor olabilirdi. Sadece Batıyı hatırlatacak şekilde giyinmiş birkaç Türk bu manzarayı bozuyordu. Tekkenin bulunduğu sokak çok sayıda araba ve birkaç otomobil ile dolmuştu. Yüksek rütbeli subaylar, memurlar ve zenginler, eski ve solmuş elbiseler giyen yoksullarla ve gerçek bir kardeşlik havası içinde diz dize oturmakta idiler. Yerdeki İzmir halısının üzerinde herkes ancak diz çökecek kadar bir yer kaplıyordu.

Yaşlı Şeyh Efendi göründüğünde herkes ayağa kalktı ve mihraba oturup yüzünü dervişlerine çevirinceye kadar öylece bekledi.

Kur'an okunuşu biraz daha devam etti. Sonra Şeyh Efendi, zikrin başlaması için işaret verdi. Önceleri yumuşak ve hafif sonra kuvvetli bir ahenkle 'La ilahe illallah' zikri salonu doldurdu. Beş yüz kişi vücut ve başlarını aynı anda hareket ettiriyordu. Çok geçmeden bazıları iç çekmeye, ağlamaya yahut gülmeye veya çığlık atmaya başladılar. Ansızın bütün seslerin üzerinde bir "Allah" çığlığı duyulmaya başladı. Bu, önceki gün vecde gelen ufak boylu zatın sesi idi. Zikirde bulunanların çoğu coşmuş bir halde idiler.

On beş dakika sonra vecd fırtınası sakinleşti. Muhterem bir hafız Kur'an'dan ayetler okudu. Onun sakinleştirici tesiri herkesi kapladı.

Sonra ikinci fasıl başladı. Herkes sessiz düzenli idi. Bu da ayni vecd içinde "Allah, Allah" diye devam etti.

Saat altıya doğru zikir bitmiş ve ziyaretçilerin çoğu tekkeden ayrılmış bulunuyordu. Akşam namazından önce, geride kalan misafirler ve tekkedeki ihvan, biraz daha zikir için büyük salonda toplandılar. Şeyh Efendi bu zikri de bizzat kendisi idare etti. Kısa boylu sakallı zat yine vecde geldi, fakat sakinleşmesi çabuk oldu.

Yemek, misafirlerin etrafında oturdukları sarı tepside yendi. Zira müslümanlar yere oturup yemek yerler ve duvardaki gömme dolapta bulunan yer yataklarında yatarlar. Türk evlerindeki döşeme tamamen sadedir. Birkaç alçak sedir, duvar boyunca serilen minderler ve döşeme üzerinde birkaç halı... Bütün mefruşat işte bundan ibarettir.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kelamı Dergahından Hatıralar
MesajGönderilme zamanı: 02.03.09, 21:30 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 567
Geceki zikrin tatmini ve yorgunluğundan sonra, insan onların zikre doymuş olacaklarını düşünebilir. Fakat, hayır! Sabahleyin namazı kıldıktan sonra gece tekkede kalmış olan misafirleri de hesaba katarak, büyük salonda toplandılar. Hiç bir zorlamaya ve yapmacığa lüzum kalmadan, aynı ihlas, aynı bağlılık ve zikre karşı aynı heves ve istek içerisindeydiler.

Ufak boylu ve ak sakallı zat tekrar vecd ve gözyaşları içinde doldu taştı. Herkesin aynı vecd içinde olduğu söylenemezdi; ama hepsinin de bu halden tam olarak istifade eden ve zevk duyan gerçek müminler olduğu fikrindeydim. Her derviş bir su kabı gibi ağzına kadar dindarlık ve sadakatle dolu idi. Her biri yüklü birer pile benziyordu.

Batılınının ruhu, manevî konulara, maddî bedene sımsıkı bağlanmayan doğulunun ruhu kadar nüfuz edememiştir. Doğulunun gönül kabinin taşması ve ruhunun bedeninden ayrılıp yüksek planda -ki buna dördüncü boyut da diyebiliriz- bazı müşahedelere ererek manevî tecrübeler yaşaması çok kolaydır.

Yine bu sabah doğulunun ruhî hayatını doğrulayan bir delille daha karşılaştım. Dışarıda biraz yürüyüş yapıyordum. Tekkenin kapıcısının odasında oturan küçük bir topluluğa rastladım. Kendilerine katılmam için beni davet ettiler. Şeyh Efendi'nin siyah gözlü halifesinin sohbetini dinliyorlardı. Bu zat çok dindar tavırlı idi. Daha önceki karşılaşmalarımızda bana birkaç kere dikkatle bakmıştı. Şimdi kara gözlerinde çok derin bir şefkat ve samimiyet okunuyordu.

TOPRAKTAN GELDİK

Kapıcının odasında, Efendi'nin halifesinden başka, devamlı tekkede kalan ak sakallı iki hacı ile orta yaşlı bir piyade yüzbaşısı ve Almanca bilen bir genç vardı. Taktığı gözlükle bir profesöre benzeyen yüzbaşı, resmî kıyafetli idi. Hepsi oturmuş sohbet ediyorlardı.

Beni tek başıma sedire buyur ettiler. Kendileri ise yerdeki hasıra diz çöküp oturdular. Bunun üzerine ben de hasıra inerek diz çöktüm. Topraktan geldiğimizi ve toprak olduğumuzu ifade için bir elimizi önce yere sonra başımıza götürerek karşılıklı selamlaştık. Sonra da aslımızın Allah'tan geldiğini temsil etmek için elimizin ayasını kalplerimizin üzerine koyduk.

Muhterem Halife Efendi, kendisinin ve arkadaşlarının bana olan kardeşlik duygularını dile getirdi. Ben de aynı samimiyetle mukabele ettim.

Bir süre sessiz oturduk ve kalplerimizi Ebu Bekir usulü üzere hafi sohbete bıraktık. Daha sonra Almanca bilen o delikanlı biraz Kur'an okumayı teklif etti. Müsaade edilmesi üzerine, güzel sesiyle bir aşır okudu.

Gencin sesi, bu duygulu insanlara hemen tesir etti. Yaptıkları zikirler, manevî bakımdan onları daha da hassas bir hale getirmişti. Göz yaşları yanaklarından sicim gibi akmaya başladı. Hıçkırıklar içinde yüce Allah'ı andılar. Hakî elbiseli yüzbaşı, şiddetli bir heyecana kapılarak çocuk gibi ağlamaya başladı. Hepsi huşu içinde hafif hafif sallanarak Kur'an dinliyorlardı. Toplantının sonunda herkes birbirini sevgi ile kucakladı.

ZİKİR HALİNDE

Kur'an, müslümanlara şarabı yasak etmiştir. Müslümanlar şarabın verdiği sarhoşluğu bilmezler. Fakat ben onun yerine, müslümanlara, zikir sarhoşluğunun verildiğini düşünüyorum. Zikir sırasında kendimi ne kadar verebiliyorsam o derecede bir çeşit, ilahî diyebileceğim sarhoşluk içine girdiğimi hissediyordum. Zikir sırasında ağlayanlar, gülenler, bağıranlar sarhoşa benzemiyor mu? Onların bu halleri dışarıdan bakıldığında, alkolün tesirlerine benziyor... Fakat alkol sarhoşluğu batılıları, beden sarhoşluğuna düşürdü. Halbuki zikir, tam ve gerçek manasıyla bir ruh sarhoşluğudur.

Bu sarhoşluk, kuşların cıvıltısında, çiçeklerin renk ve kokularında, denizde ve gökte, ışıkta ve havada, canlıların sesli ve sessiz sevincinde kendisini gösteren, bütün tabiatı kucaklayan ilahi bir sarhoşluktur.

Bülbülün neşesini düşünün! O da insanlar gibi "bilinmez"e olan aşkını, bağlılığını terennüm etmiyor mu? Onun aşkıyla sarhoş değil mi?... Kuzeyin ormanlarında ilkbahar geceleri aşk şarkıları okuyan kekliğe avcılar istedikleri kadar yaklaşabilirler; çünkü o, aynı aşkın sarhoşluğu içinde etrafındaki her şeyi unutmuştur.

Manolyalar, mor salkımlar ve sarı güller içindeki bir ev de aynı sarhoşluğun içindedir. İçindekiler farkında olmasa da...

Zikirde varılmak için hedef alınan şuur hali, benliğin ortadan kalkması ve insanda bulunan ve aslına yakın ilahî bir kıvılcım olan "gerçek nefs", Avrupa'da bilinmez.

Tasavvuf felsefesi, bu şuur halini anlamış ve çeşitli şekillerde onu ifade etmiştir.

Çocukluğumuzda, hilkatin aslına en yakın olduğumuz o safiyet yıllarında, tabiatı daha yakından ve derinden duyardık. Acaba bütün yaratılmışlara sinmiş olan İlahî nuru, denizin sarkışını, ormanların sesini, çocukluktakinden daha iyi duymamızı temin etmek mümkün değil midir? Bizim yanlış eğitimimiz, çocukları, bu İlahî ışığın pırıltısından uzaklara sürüklemektedir.

Bedenin ruha yakınlaşması için, göklerin musikîsi, İlahî fikir, İlahî akıl ve İlahî kitap, insanı tamamen kuşatıp idare etmelidir. İnsanlığın gerçek görevi bu hale ermekten başka bir şey değildir. Biz bunun nasıl olacağını, tabiatın hikmet kitabında okuyabiliriz.

Sonraki günlerden birinde Şeyh Efendi hazretleri ile Avrupa ve Amerika medeniyetinin muazzam maddî ilerlemeleri hakkında konuştuğumuzda Şeyh Efendi, İncil'den yaptığı bir nakille ve şu şekilde cevap vermiştir

"-Hazret-i İsa: 'Bir insan, bütün dünyayı ele geçirse, ama ruhunu kaybetse, bunun ona ne faydası olabilir?' demiyor muydu?"

RUHÎ GÜÇ MERKEZİ

Tekkedeki bu beşinci günümde Şeyh Efendi beni ziyaret geldiğinde, yanında Bursa'dan gelmiş olan bir şeyh efendi vardı. Onu, maneviyatta çok ileri mertebelere varmış muhterem bir zat olarak takdim etti. Bursalı şeyh, siyah sakallı, açık ve güzel yüzlü, ağır başlı bir zattı. Sırtında güzel siyah bir cübbe vardı. Şeyh Efendi'ye karşı çekingen ve hürmetkar duruyordu. Onun huzurunda hiç konuşmadı. Bir heykel sükutuyla oturduğu minderde, sadece tasvip ifadesiyle başını sallamakla yetindi.

Şeyh Efendi, dünkü zikir hakkındaki intibalarını sordu. Ben de, "Benim gibi bir yabancı için çok şaşırtıcı olduğunu, fakat toplu yapılan zikrin, hatırı sayılır bir tesire sahip bulunduğunda hiç şüphemin olmadığını" ifade ettim. Şeyh Efendi:

"-Daha önce kendisine aynı suali sorduğum zeki bir yabancı da bu cevabı vermişti. Toplu zikrin, kendisine, devamlı artan bir kuvvetle dönmekte olan bir rüzgar değirmenini hatırlattığını söylemişti. Fakat ruhî güç merkezinin Şeyhin kalbi olduğunu anlayıncaya kadar, rüzgar değirmenini harekete geçiren kuvvet kendisine bir mana ifade etmemişti" dedi.

Aynı fikirde olmaktan memnun olduğumu, bu gibi ruh güçlerinin, çok ihtiyacı olan Batı'da da zamanla yerleşeceği ümidini taşıdığımı ifade ederek şöyle dedim:

"İlim, çok gururlandığımız başarıları ile, tekrar çıkış şansı bırakmadan, bizi çıkmaz bir dehlize soktu. Köstebekler gibi, maddenin derinliklerine doğru indik. Ruhî aslımızla olan temasımızı artık iyice kaybetmiş bulunuyoruz. Fakat şu kadarı var ki,bugünkü modern ilmin esası bize Doğu'dan geldi. Ama sonunda endüstri vasıtasıyla yıkıcı güçlerin hizmetine girdi. Bugün ürettiği silahlar, zehirli gazlar, lüks ve zevk malzemeleri ile insanları bambaşka bir yola sevk ediyor. Doğu’nun ilmindeki eski "hikmet"i yeniden ihya edip, Batı'da yaygınlaştırmaktan başka kurtuluş çaresi göremiyorum."

ÖNCE KENDİNİ

Şeyh Efendi, "Evet, size katılıyorum" dedikten sonra sözü ne şöyle devam etti:

"Fakat başkalarım değiştirmeyi arzu eden kimsenin, bu işe önce kendisinden başlaması gerekir. Şimdi siz, bize gönderilmiş bulunuyorsunuz. Aradığınız şeyi bizde bulup bulmadığınıza bakın. Eğer bunu başarırsanız, sizi başkaları takip edecektir. Öyle olunca biz de en iyi arkadaşlarımızı Avrupa'ya gönderebiliriz. Bu çok önemli bir meseledir. Bunun için kendim gidebilmeyi çok isterdim. Fakat çok yaşlıyım. Oğlum Mehmet Ali'yi gönderebilirim. Halkın eksik tarafı ahlak? eğitimidir. Bu çalışmalarımızda tahsil ve kitaplar bize yardım edemez. Burada daha fazla kalınız. Başkalarını ikna etmek istediğiniz şeye önce kendiniz iyice kanaat getiriniz.

Onun son sözlerine cevap olarak başımı eğdim ve "Buraya zaten inanarak gelmiştim" dedikten sonra devam ettim:

"Dininizin fevkaladeliğini görmek için müslüman olmaya gerek yok. Geçen gün sizin incir ağacının altında vermiş olduğunuz misali tekrar edebilirim. Bütün dinlerin, asıl özünü çevrelemiş olan bir dış kabuğu vardır. Çoğu kimseler sadece kabuğu görmektedirler."

Şeyh Efendi'nin cevabından mücerret meselelerden ziyade bana faydalı olacak şeylerden bahsetmek istediğini anladım:

"-Bunlar doğru. Fakat bu gibi düşünceler, bizi esastan çok

uzaklara götürecektir. Şimdi temel meseleler üzerinde durmamız daha faydalı olacaktır. Mesela siz dünkü zikir meclisinin manasını öğrenmek istiyordunuz. Bu mühim bir bahistir. Bundan bahsedelim... Siz Allah'a ve Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin onun resulü olduğuna inanıyor musunuz?"

Şeyh Efendi'nin, daha önce sorduğu ve benim müspet cevap verdiğim bu soruyu tekrar sormasını, yanındaki şeyh efendiyi rahatlatmak istemesine bağladım ve "Evet" manasında başımı sallayarak cevaplandırdım:

"-Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğuna inanıyor musunuz?"

"-Evet!"

"-O halde her an Allah'ın huzurunda bulunduğunuzu kabul ederek, düşünün. Bizim mütevazi tekkemize gelmekle fedakarlıkta bulundunuz. Bu fedakarlığa biraz daha katlanınız. Belki zamanla şimdikinden daha kuvvetli bir kanaate sahip olacaksınız."

ZİKİR VE HİKMET

Tam bu sırada tekke, şiddetli bir gök gürültüsüyle sarsıldı ve yağmur yağmaya başladı. Şeyh Efendi dışarıyı göstererek şöyle dedi:

"Kur'an, bize her şeyin Allah'tan geldiğini söyler. Bedenin, elbisen, evin... Her şeyini Allah'ın yaratmasına borçlusun. Şu anda yağan yağmuru da... Evet, bütün nimetleri bize ihsan eden O'dur. Eğer Allah dilediyse, araştırmakta olduğunuz şeyi de burada bulmanıza izin verecektir. Allah'ı öğrenmeye ve tanımaya geldinizse, O sizin kalbinize gereken hikmeti koyacaktır. Bu hikmet akıl yoluyla elde edilemez. Zikirden maksat ise gafletten kurtulmaktır. Ancak bu sayede Allah'ı bilebilir ve ona şükrede-biliriz. Zikir sayesinde hiç farkına varmadığınız yeni bir gücün içinizde sessizce uyanıp büyüdüğünü görürsünüz. Sonra bir gün kitaplarda yazılı olmayan o hikmete sahip olduğunuzu hissedersiniz. Bu hususta düşünün. Bu yolda atacağınız ilk adım bu olacaktır."

Şeyh Efendi kalkmak için davranınca, hepimiz ona yardım etmek için yerimizden fırladık. O dostça gülüşüyle bizlere teşekkür etti ve güçlükle yürüyerek merdivene doğru gitti. Parmaklığın kenarında saygı ile durdum. Bursalı Şeyh'in yardımı ile merdivenlerden inerken yüzyüze gelince bana nezaketle başını salladı.

Sohbet sırasında devamlı susan Bursalı "şeyh geri gelerek, sedirde yanıma oturdu ve benimle konuşmaya başladı. Az önceki sessizliğinin bende uyandırdığı intibaın aksine, gayet samimî ve güzel konuşuyordu.

"Sizi bir kardeş olarak sevgi ile selamlıyorum. Ben de Muhterem Şeyh'e bağlı ihvanlardanım. Sayımız bir hayli çoktur. Uzak yerlerden, Şeyhimizden nur ve kuvvet almak için geliriz. Sizi buraya gönderdiği için Allah 'a şükürler olsun. Zira size İslam'ı öğretecek daha iyi birisin! bulmak bilmem mümkün olur muydu?

RUHUMUZUN VATANI

Dostum Profesör (Mehmet Ali Aynî), ikindi sıralarında beni ziyarete geldi. Daha önce Şeyh Efendi'ye uğradığından, Efendi hazretleri de lütfedip onunla beraber geldiler ve bir müddet odamda oturdular. Ben de bu güzel fırsattan istifade ederek, sabahki ziyaretinden ve verdiği derin ve kıymetli bilgilerden dolayı kendisine teşekkürlerimi sundum. Sonra da tekrar zikir bahsin! açarak, "Zikre, ruhun bedenden kurtuluşunu sağlayan bir metot olarak bakabilir miyiz?" diye sordum.

"İnsanın ruhu İlahî yüceliklerden gelir. Kesafet, kazanarak, insan bedenine girer. Burada ruh, kafesteki bir kuş gibidir. Önceleri bu hapislik hissini duyar ve bedbaht olur. Fakat zamanla buna alışır. Bedeni yani hapishaneyi kendi evi gibi benimser. Geldiği asıl yerin! ve vatanım unutur. Bu unutkanlık neticesinde, oraya dönüşten korkmaya başlar; hatta döneceğin! hatırlamak bile istemez. İşte zikirden maksat, ruhlarımıza ana vatanını hatırlatmak, orasını özletmek ve dönüşü arzu etmesini sağlamaktır."

Şeyh Efendi bunları söyledikten sonra, benim ilk katıldığını zifirlerden gereği gibi istifade edemememin de tabiî olduğunu, çünkü nefsin böyle şeylere alışık olmaması sebebiyle zamanla alışarak hoşlanacağını izah ederek, şöyle devam etti:

"-Kişinin bu yolda başarıya ulaşması, şeyhine bağlılığı derecesinde olur. Eğer şeyhinin kendisine yardımcı olacağına gerçekten inanıyorsa başarıya ulaşır. Şeyhine gerektiği gibi inanmıyor ve önem vermiyorsa, hiç bir fayda elde edemez."

MADDEDEN MANAYA

Şeyh Efendi yanımızdan ayrıldıktan sonra dostum Profesörle sohbetimize devam ettik. Bana tekkede biraz daha kalmamı tavsiye etti.

"-Teşebbüs ettiğiniz, büyük bir şeydir. Yarıda kalmamalı. Benim edindiğim kafi kanaati elde edinceye kadar kalmalısınız. Şeyh Efendi size bunu verebilecek bir zattır."

Sonra kendisinin nasıl bir zamanlar ruhî hadiselere inanmayan bir adam olduğu halde şimdi inanır hale geldiğini şöyle anlattı:

"-Hayat beni maddeci yapmıştı. Sadece manevi olan, madde dışı şeylerin varlığını inkar ediyor, bunların fertlerin şahıslarına bağlı enfüsî (sübjektif) şeyler olduğunu iddia ediyordum. Birkaç yıl önce idi, uzun senelerden beri görmediğim bir arkadaşıma rastladım. Bir tarikatın şeyhi olmuştu. Sohbetimiz pek tabiî olarak az sonra dinî mevzulara döndü. Beni evine davet ettiği için, sohbetimize evinde devam ettik. Ben Batının modern bilim ve felsefesine dayanarak bütün hissî ve manevî vakaları reddediyordum. O ise Doğunun eskiden beri malum olan ruhçu fikirlerini savunmakta idi. Vakit geç olduğu için o gece onun evinde yattım.

"Derin bir uykuya dalmışken, gece yarısı uyandırıldım. Arkadaşım yanımda idi. Kendisine sorular soracakken, susmamı işaret ederek, ağzımın içine üfledi. Bunun üzerine yine derin bir uykuya daldım. Fakat bir zaman sonra ve bu sefer kendi kendime uyandım. Üzerimde havada asılı duran güneşe benzer bir şey vardı. Tam ortasında arkadaşımın yüzü görünüyor ve bana gülümsüyordu. İyice uyanmış ve hayretler içinde kalmıştım. Güneş az sonra kayboldu. Tekrar uyudum.

"Sabahleyin kalktığımda geceki görüntüleri sadece asılsız bir rüya saymak niyetindeydim. Fakat arkadaşım, bana onları hatırlatarak, hala aynı fikirde olup olmadığımı sorunca şaşırmaktan kendimi alamadım.

"O sırada resmî bir iş için Bükreş'e gitmek üzere idim. Hareket günü arkadaşımla vedalaşırken, dönüşümde aynı bahisleri görüşmek üzere sözleştik. O gece kamaramda yatarken arkadaşım odama girdi. Karşımdaki sandalyeye oturdu. Halbuki onun karada ve çok uzakta olduğunu biliyordum. Hemen yataktan fırlayarak dizlerine sarıldım.Benim gibi etten ve kemiktendi. Fevkalade şaşırmıştım. Geçen seferki gibi yine ağzıma üfleyerek beni sakinleştirdi. Derin bir uykuya daldım.

"Bükreş'te epeyce kaldıktan sonra İstanbul'a döndüm ve karşılaşır karşılaşmaz yanına koşup ellerini öptüm. Bana 'Vapurdaki gibi bu sefer unutmadın. Herhalde artık eskisi gibi düşünmüyorsundur dedi. O günden itibaren maddeci düşünceleri terk ederek, din ve tasavvuf araştırmalarına kendimi verdim. Bugünkü halimi tamamen o dostuma borçluyum."Uzun boylu, zayıf ve keskin bakışlı bir zattı. Büyük bir irade gücüne sahip olduğu görülüyordu. Kendisinden, iki ayrı yerde bulunma kerametini bana da gösterip gösteremeyeceğini sorduğumda, bunun için ikimizin arasında çok sıkı bir ruh temasının bulunması gerektiğini söyledi. Ayrıca da bunun çok zor ve mühim bir şey olmadığını, çok oruç tutan, geceyi ibadetle geçiren ve murakabede bulunanların bunu kolayca başarabileceklerini; bunun için fazla bir manevî tekamüle lüzum olmadığını da ilave etti.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kelamı Dergahından Hatıralar
MesajGönderilme zamanı: 02.03.09, 21:30 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 567
Cari Vett'in soruşu üzerine Şeyh Efendi şöyle dedi.

"Tenasüh inancı, yeni ruhlar yaratmaya kadir olan Allah'ın kudretinden şüphe etmektir..."

"Biz burada iyi ile kötüyü Kur'an-ı Kerime ve dine karşı olan tavırlar a bakarak ayırt ederiz. Fakat sizin Garp'ta böyle bir ölçünüz yok. İyiyi ve kötüyü neye göre tayin ediyorsunuz?

Tekkedeki altıncı günümde, Şeyh Efendi sabahleyin odama geldiğinde, söz kendisinin eserlerine intikal etti ve bana birkaç kitabını hediye etti. Bunlar, müridlerine yazdığı mektuplarından meydana gelmiş bir mecmua, açıklamalarıyla birlikte bin hadisi muhtevî bir eser ve ayrıca üç dilde yazılmış şiirleri idi.

Konuşmamız sırasında Doğu'da ve Batı'da yayınlanan kitaplardan bahis geçince şöyle dedi:

"Avrupa kitap neşriyatı ile bizimkini mukayese ediniz. Bizim burada son zamanlara kadar neşrolunan eserlerin onda dokuzu dini ve ahlakî idi. Avrupa'da ise bu tersinedir. Avrupalıların bu kitaplar yüzünden ahlak dışı tesirler altında kaldığım iddia etseler inanırım. Avrupalı herkesin okuduğu bir kitabı, kendisinin de okuması gerektiğine inanır. Fakat bu küçük gibi görünen tesirlerin ne büyük zararlara sebep olacağım düşünemiyorlar."

KÜÇÜK ŞEYLER

Şeyh Efendi gölgesini mavi gök üzerine çizerek yükselen Alemdağı'na doğru baktı.

"-Bana biraz yaklaşın."

Yanına gittim.

"-Uzaktaki şu büyük dağı görüyorsunuz. Şimdi başınızı sağa doğru yaklaştırınız. Artık dağı göremiyorsunuz. Zira şuradaki incir ağacının yaprakları görüşünüze mani oluyor. Allah'ın tam idrak edilmesi de işte böyledir. Hayatımızı dolduran küçük şeyler büyük bir hakikatin görülmesini önlerler."

O sırada pırıl pırıl olan gökte bir şahin ile bir karga dövüşmekteydiler. Birisi de hasmına üstten saldırabilmek için yukarılara yükselmeye çalışıyordu.

"-Yükseğe çıkabilmek için şu iki kuşun sarf ettikleri gayrete bakınız. Aşağı doğru uçuşları bir ok gibi süratli, fakat yukarı çıkmak için sahip oldukları bütün gücü kullanmak zorundalar. Tıpkı insanlar gibi."

Tekkedeki yedinci günümde Şeyh Efendi başka bir yere gitmişti. Ben de tercümanımla beraber dışarıya çıkarak dolaştım ve ona müslümanlıkla ilgili sorular sordum. Müslüman çocuklarına küçüklüklerinde yapılan dinî telkinlerin, onların büyüyünce hayatın zorluklarına daha iyi dayanmalarını sağladığını anladım.

MÜSLÜMAN ÖLÇÜSÜ

Tekkedeki sekizinci gününde toplantı salonunda bir kaç kişi ile birlikte oturmakta olan şeyh Efendi'nin huzuruna kabul edildim. Bana Avrupa'daki "Masonlar hakkında sorular sordu, kendisine bildiğim kadarıyla anlattım. Sonunda şöyle dedi:

"-Biz burada iyi ile kötüyü, Kur'an-ı Kerime ve dîne karşı olan tavırlara bakarak ayırt ederiz. Fakat sizin Garp 'ta böyle bir ölçünüz yok. İyiyi ve kötüyü neye göre tayin ediyorsunuz?"

Tekkedeki bütün dostlarımın benim her an hidayete ererek, müslüman olacağımı beklediklerini hissediyordum. Onların gönüllerini yapmak için sabah ve akşam namazlarına katılmaya başladım.

Zikirde ise dizlerim çok ağırdığı için halkanın dışında kalıyordum.

TENASÜH MESELESİ

Tekkedeki dokuzuncu günüme sabah namazına katılarak başladım. Hepsi yedi kişi olan ihvan alt katta yatıyorlardı. Biri ezan okumak için avluya çıktı. Şeyh Efendi'nin vefatı halinde yerine geçeceği tahmin olunan Hoca efendinin arkasında namazımızı kıldık. Hafî olarak zikrettik. Zikirden sonra, hocanın ellerini öperek, herkesin birbiriyle kucaklaşması, çok samimi bir hal idi.

Aynı gün Şeyh Efendi'nin meclisinde otururken, tenasühten (ölen canlının ruhunun, bir başka canlıda yeniden dünyaya döndüğü inancı) bahsettim. Müslüman kardeşlerim bu fikrime karşı çıktılar. Kur'an-ı Kerimde tenasühten hiç bahsedilmediğim, bunun Hindlilerin hayalî bir nazariyesi olduğunu söylediler.

Şeyh Efendi şöyle dedi:

"-İnsanlar ağaç üzerinde devamlı yenilenen yapraklara benzerler. Halbuki bize yapraklar hep aynıymış gibi gelir. Tenasüh inancı, her an yeni ruhlar yaratmaya ve bedenler göndermeye kadir olan Allah'ın kudretinden şüphe etmek, ona inanmamak demektir. İnsan ölüm kapısından geçmek sayesinde meleklerin erişemediği tecrübelere ulaşır."

Bu akşam zikre tekrar katıldım. Tesiri daha fazla oldu. Gözümü yumup kendimi ritme vererek, şuurumu kaybedebileceğimi hissettim. Fakat buna meydan vermedim.

Tekkedeki onuncu günümde Şeyh Efendi hatırımı sormaya geldiğinde, son zikrin üzerimdeki tesirini öğrendikten sonra şöyle dedi:

"- Şark ile Garb'ı karşılıklı dostluk ve anlayış içerisinde birleştirmeyi gaye edindiniz. Cenab-ı Hakk'ın bu değerli mesaînizde size yardımcı olmasını dua ediyoruz. Şark ile Garb'ın mevcut alakalarını bir at alışverişine benzetebiliriz. Satışta iki taraf da haklı olduklarım ısrarla ileri sürüp münakaşa ederlerken, hakikati temsîl eden at, bir kenarda ve sessizce durur; onları mücadeleleri içine terk eder."

-"Bu vaziyette, artık şimdiye kadar yaptığımız gibi münakaşayı bırakıp, atı arabaya koşalım ve birlikte yol almaya bakalım."

Bu cevabım şeyh Efendi'nin hoşuna gitti. Gülümseyerek:

"-Avrupalılarda pek görülmeyen bir derecede, Şarklıların kinayeli dilinden anlıyorsunuz. Fakat netice alınabilmesi için iki tarafın müşterek bir ölçü kabul etmeleri lazımdır. Biz Kur'an-ı Kerimi elimizde tutuyoruz., Onun bütün hakikatleri ihtiva ettiğine inanıyoruz."Biz Kur'an-ı Kerim'in bütün hakikatleri ihtiva ettiğine inanıyoruz. Garplılar ise bizim ileri sürdüğümüz delilleri tetkik bile etmeden ve hiç tecrübe etmeden reddediyorlar. Hiç biri içimizde yaşayıp bizleri yakından tanımaya ve anlamaya çalışmadı. Bunu ilk defa siz yapıyorsunuz. Bunun için rahatınızdan fedakarlık ettiniz. Bazen bir kişi bin kişiye bedel olabilir. Buradan dünyaya açılıp, istikbalde Şark ve Garp'tan binlerce kişinin kardeş olmasını belki siz temin edebilirsiniz. Sizi Avrupa'ya halifem olarak tayin ediyorum" dedi. Bu sözlerine çok mütehassis oldum ve teşekkür ederek:

"Bana olan bu itimadınız, vazifem için gerekli olan destek ve kuvveti bana sağlayacaktır. Zahirî konforumdan biraz fedakarlık ederek, burada manevî konforda büyük dereceler elde ettim. Çalışmalarımın yolunda, burada iyi bir adım atmış olduğumdan eminim. Benimle aynı fikirde olan birkaç arkadaşımla beraber, İslam merkezlerim ziyaret etmek ve burada kazandıklarımın üzerine daha bir şeyler ilave etmek istiyorum" dedim ve gideceğimiz yerlerde kolaylık olması için şeyh Efendi'den öteki memleketlerdeki halifelerine hitaben bir mektup yazıp yazamayacaklarını sordum.

Bu arzumu kabul ettikten sonra şunları söyledi:

-"Geçen sene müridlerimden birini bir mektup ve selamlarımla Bosna'ya gönderdim. Orada uzun müddet kaldı. Çok muvaffak oldu. Şimdi orada birkaç bin ihvanımız var."

Şeyh Efendiİ biraz düşündükten sonra, çok güzel bir hatla şu mektubu kaleme alarak bana verdi:

Bismillahirrahmanirrahim

İnsana sahip olduğu bütün ilimleri ihsan eden Allah'a hamdolsun.

Salat ve selam insanların en hayırlısı, en kerîmi, dünyaya Hak ile desteklenerek gönderilen Hazret-i Muhammed Sallallahü aleyhi ve sellem in üzerine olsun.

Salat ve selam, Onun ölü ashabına, hulefasına ve bütün müslümanlara olsun.

Bundan sonra, din ve tarikat kardeşlerimden bu mektup kendisine gelmesi muhtemel kişiler. Hamil-i mektubu kabul edip ona yardımcı olunuz. Çünkü Allah, Kitabı'nda şöyle buyurur: "Her kim Allah'ın sesine kulak verirse mükafatlanacaktır." Allah, yolu gösterenleri, insanlığın ilerlemesine çalışanları bilir.

Allah ruhları yaratır ve onlara kendisinden bir nefha üfler. Allah'ın sıfatları çok ve çeşitli derecelerde olarak insanlarda tecelli etmiştir.

Ve's-Selamu ala men't-tebea'l-Hüda...

1341 senesinin Şevval ayında yazılmıştır. Altta imzası bulunan bendeniz, hakir, fakir, Allah yolunun aciz hizmetkarı, İstanbul Bedeviyye Dergahında, Bedeviyye Tarikatı Şeyhi.

TEKKEYE GELENLER

Tekkedeki on birinci günüm Cuma idi. Sabah namazından sonra "hatm-i hacegan" dualarını okudular.

Kuşluk vaktinde üç misafirim vardı: Hukuk Fakültesi Dekanı, bir matematik profesörü ve Arap edebiyatında uzman bir yüksekokul müdürü. Bu zevat son zamanlarda kurulmuş olan "Psikolojik Araştırmalar Komitesi"ne üye seçilmişlerdi. Batıdaki komitelerle temas halinde idiler.

Bu üç nazik misafir beni, dünya nimetlerinden yüz çevirip, basit bir zühd hayatı yaşayarak hakikati aradığım için tebrik ettiler.

Şeyh Efendi teşrîf ettiği zaman hepsi kalkarak elini öptüler ve ona büyük saygı gösterdiler. Şeyh Efendi her birine Bin Hadis kitabından hediye etti. Efendi gittikten sonra da hepsi, Batı dünyasına halife tayin edildiğim için tebrik ettiler.

Cuma namazından önce Şeyh Efendi gruplar halinde gelen ziyaretçileri kabul ve onlarla sohbet etti. Cuma namazı ve zikirden sonra Kur'an tilaveti ve yine zikir ile meşgul olundu. Tarikat bütün sosyal tabakaları kucaklıyordu. Gelenlerin arasında yüksek idareciler ve zabitlerden tütün, halkın her sınıfından insan vardı.

TEKKEDEKİ SÜKUNET

Tekkedekiİ on ikinci günümde, Şeyh Efendi ile olan sohbetimizde "tenasüh" bahsini yeniden açtım. Bu sefer uzun boylu konuşuldu. Dünyanın ve insanın yaradılışından başlayarak, bütün meselelerde, müslümanların, en katı maddecilikle en yumuşak ruhî tavırları aynı anda ve aynı rahatlıkla kabul ve izah edebilmelerine yeniden hayran oldum, İslamiyet onları her bakımdan tatmin edip mesut kılıyordu.

Ben insan ruhlarının çok farklı olan ruhî olgunluklarını, tenasüh ile açıklayınca Şeyh Efendi şöyle dedi:

"-Hayır. Bu, her şeye kadir olan Allah'ın kudretinin sınırlanmasıdır. Allah ruhları yaratır ve onlara kendinden bir nefha üfler. Allah'ın sıfatları çok ve çeşitli derecelerde olarak insanlarda tecellî etmiştir. Allah çeşitli sıfatları kullarına imtihan için verir. Hesap gününde herkes kendisine verilen sıfatı ne kadar geliştirdiğine göre hesap verecektir. İyiye veya kötüye doğru gitmelerinin karşılığında mükafat veya ceza göreceklerdir."

Tekkedeki on üçüncü günümde Deniz Harb Akademisi'nden emekli olmuş bir profesör ile görüştüm. Şeyh Efendi'yi ziyarete gelmişti. Çok kibar ve insana güven telkin eden bir zattı. Esasen tekkedeki herkes insanda bu hisleri uyandırıyordu. Burada kaldığım müddet içinde münakaşaya veya en ufak bir sert konuşmaya rastlamadım.

Bu hal Şeyh Efendi'ye duyulan derin hürmet hissinden doğuyordu. Bu öyle derin bir saygı idi ki, onun huzurunda herkes alçak sesle konuşur, ayak parmaklarının ucuna basarak yürürdü. Tekkede de tıpkı camideki gibi sadece çorapla dolaşılıyordu.

BİR DERVİŞ

Tercümanımla birlikte otururken dervişlerden Hafız Efendi yemek getirdi. Kendisinden oturmasını rica ederek; zikirlerde neden ürperip bağırdığını ve ağladığını sordum. Çünkü kendisi her zikirde vecde gelenlerden birisi idi.

"-Anlatılacak gibi değil. Sanki içime bir ateş düşmüş gibi..."

"-Güzel şeyler mi görüyorsun? Hoş düşüncelere mi dalıyorsun?"

' "-Hayır."

"-Vecd halinde iken ne yaptığını biliyor musun? Veya yaptıklarının sebebini izah edebilir misin?"

"-Belli bir şey söyleyemem. Şeyh Efendi'nin kudreti beni kavrıyor. İçime ateş gibi giriyor, bu gücü uzaktayken daha çok hissediyorum."

"-Vecd halindeyken hoş duygulara kapılıyor musun?"

"-Onlara ne hoş, ne hoş değildir denemez, sanki vücuduma ateş gibi çizgiler çizen çok kuvvetli tesirlerin idaresine giriyorum. İrademi bir kenara bırakıp ihtiyarın dışında o hareketleri yapıyorum. Adeta yükseklere çıkmış gibi oluyorum."

Bu bilgileri derin bir safiyet içinde anlatıyordu. Kendisine teşekkür ederek, istediği bir şey olup olmadığım sordum. Şeyh'in bir fotoğrafını istedi. Başka bir şey daha istemesi için çok ısrar etmem üzerine, küçük bir kutu enfiyenin kendisini memnun edeceğini söyledi. İkisi için de söz verdim. Elini kalbi üzerine koyarak, tam bir samimiyet ifadesi ile selam verdi.

Bu sırada aklıma memleketimdeki proleter-emekçi Avrupalıların bütün sosyal günahları ve sınıf çatışmaları geldi. İslam'ın evlatları arasında sınıf çatışması yok, onun yerine kardeşlik var.

Şeyh Efendi ile konuşmamızda kendisine tarikatın yaygınlık durumunu sordum. Anadolu, Bulgaristan, Bosna ve Arnavutluk içinde dağılmış halde kırk kadar halifesinin ve yüz binden fazla müridinin bulunduğunu söyledi.

Gelecek sayı: Carı Vett'in Dergah'taki son gecesi

ŞEYH EFENDİNİN MEKTUBU

MÖSYÖ KARLVET HAKKINDA

Sûbhân olan Allah'ın adıyla.

Din nasihattir, hadîs-i şerifini takdir eden muhterem meşayih ve ulema hazretlerine arz ve ifade olunur ki, elinde fakirane tavsiye yazımızı taşıyan Mösyö KARLVET batının tanınmış ve ilmiyle temayüz etmiş simalarından olup senelerden beri kendisini semavi kitapların değişik süfiyye asarînın mutalaasına vakfetmiştir. Bu sebepten Cenab-ı Hakk'ın birliğine Kur'an-ı Azimüiş-şan'ın Allah Kelamı olduğuna, Hz. Peygamberimiz'in son peygamber bulunduğuna inanmış bir kişidir.

Sırf dini bir gayret ve hamiyyetle bütün batılıların da bu hakikate nail olmaları için her türlü fedakarlığa razı ve doğuda bulunan din adamları ve tasavvuf ehlinin ilim ve irfanından derleyeceği bilgileri hem cinslerine yaymak üzere geniş bir geziye çıkmıştır. Bu cümleden olarak kendileri İstanbul'da bulunan Kelamî Dergahı'na gelerek on beş gün kalmış, ilmî sohbet ve araştırmalarda bulunmuştur. Doğu ile batı alemi arasındaki zıtlık ve ayrılığın ortadan kaldırılması konusundaki arzularını açıkladılar. Bu yüce gayenin tahakkuku için gereken gayretle Doğu'da bulunan tanınmış meşayih ve alimleri ziyaret maksadı ile bir müddet seyahatte bulunacaklarını söylediler. Cenab-ı Hakk ve Hadî-i Mutlak Hazretleri çalışmalarını şükre vesîle kılsın, amin.

Bilindiği gibi buna benzer hizmetler, dînî hamiyyet ve gayret sahipleriyle Hz. Peygamber'in manevi varisleri İslam münevverlerinin üzerine farz olduğundan karşılaştıkları kişiler tarafından kendisine hürmet ve yardım gösterilerek bunun İslam dininin yücelik ve kutsiyetine delil olacağını ümit ederim.

Tevfik Allah'dandır.

1341
el-Fakîr Hadimu'n-Nakşibendiyyi'l-Kaadirî Mubammed Es'ad


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kelamı Dergahından Hatıralar
MesajGönderilme zamanı: 02.03.09, 21:31 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 567
ŞEYH EFENDİ'YE "keşif" ve bunun mertebeleri hakkında sorarak, bu hususta biraz bilgi lutf etmesini istedim.

"-Biz bundan bahsetmeyi pek uygun görmeyiz. Yeni başlayanlar ekseriya fevkaladelikler ve kerametler görmek isterler. Fakat bunlar, manevî tekamülle hemen hiç alakası olmayan şeylerdir. Mühim olan, ahlakın yükselmesi ve bunun kalpteki neticeleridir. Keşif ve kerametlere nail olan bir mübtedî, umumî olarak büyük kemâlât sahibi zannedilir. Fakat bu gibi şeyler herhangi birisinin inziva, oruç, namaz ve bazı riyazatlarla yapabileceği şeylerdir. Kemâl sahibi kimseler dışarıdan alelâde bir kimse gibi görünürler, herkes gibi yaşarlar."

Şeyh Efendi'nin bu bahisle pek ilgilenmek İstemediğini anlıyordum. Fakat "keramet" bahsi de Şark kültürünün ayrılmaz bir parçasıydı. Batılıların bu meseleyi iyice anlamadan Şark düşüncesini tam olarak kavramalarına imkan yoktu. Kendisine bunu anlattığımda şöyle dedi:

"-Evet keramet nakilleri halen devam etmektedir. Fakat bu gibi şeylerle uğraşmanın bir faydası yoktur. Çünkü Allah'ın kudreti ve mucizesi küçücük bir yaprakta veya böcekte de görülebilir, insan aynı şeyleri kendi nefsinde de bulabilir. Ancak bu gibi şeylerin Avrupalılara bir faydası olacaksa belki bahsedilebilir."

* * *

Şeyh Efendi'ye, önümüzdeki 1926 yılında Roma'da toplanacak olan "Avrupa Psişik Araştırmalar Kongresi"ne bir temsilci göndermenin mümkün olup olmayacağını, bu hususta ne düşündüklerim sordum.

"-Eğer bizzat gitmeye gücüm yetseydi, Allah rızasının bulunduğu böyle bir hizmet için kendim gitmek isterdim. Fakat burada da daha pek uzun zaman kalmayacak gibiyim. Bedenim böyle bir yolculuğa takat getiremez. Ama oğlum Ali Efendi gidebilir. Fakat bize daha önceden görüşülecek bahislerin bir hülasasın göndermelisiniz. Onları inceleyerek konferansa hazırlıklı gelmemiz icap edecektir. Orada, birleştiğimiz ve ayrıldığımız noktaları tesbit etmeli ve ondan sonra ayrılıkları gidermeye çalışmalıyız."

KONUŞMAMIZ, Batının da Doğudaki ruhî gelişmeleri anlaması ve bu güçlere sahip olması bahsine gelince, ben şöyle dedim:

"-Batılılar henüz bu güçlere sahip olmaya hazır değiller. Elde edecekleri telkin ve tesir gücünü kötüye kullanarak, kalitesiz mallarını satabilmek için ticarete alet etmeleri ihtimali bile çok kuvvetlidir."

"-Evet, haklısınız. Eğer aynı zamanda ahlakî bir tekamül de elde edilemezse, bu hal faydadan çok zarar verir. Manevî tesirinin sayesinde cin ve huddam kullananlar gibi."

EVİMDE GİBİ

BU akşam benim tekkedeki son gecemdi. Bu sebeple tekkedeki iyiliksever kardeşlerimi memnun etmek için bütün namazlara ve zikre katıldım. Bu iyi kalpli kardeşlerim benim müslüman olacağıma artık iyice inanmışlardı. Bütün samimiyetimle düşündüm ve bu vefakar, şefkatli ve yardımsever doğuluları, modern batının karikatür tipli menfur insanlarından çok daha fazla kendime yakın hissettim.

Yatmadan önce de karanlık odamda oturup, gökyüzünü seyrettim ve düşündüm. Buradaki hatıralarım birer birer gözümün önüne geldi. Yaşlı şeyh Efendi, sanki karşımdaydı ve tasvipkar bir ifadeyle hafif hafif başını sallıyordu. Sonra Mehmed Ali Efendi: Babasının önündeki şilteye oturmuş, mahviyyet içinde diz çökmüştü. Şeyh Süleyman Efendi; Doğu Karadeniz vilayetleri halifesi, oda komşum... Sırayla tanıştığım bütün halifeleri ve diğer samimi ihvanı gördüm. İçimde, küçük zikir halkasında ve Cuma günkü büyük zikirdeki duygularım canlandı. Bu iyi insanlara baktım. Onların arasında kendimi evimde hissetmiştim. Sanki baştan beri bu tekkede ve onların arasında yaşıyor gibiydim.

* * *

TEKKEDEKİ on dördüncü ve son günümde Şeyh Efendi şöyle dedi:

"-Garpta bizleri anlayan, hürmet eden ve bizim de kendilerine dostluk ve yakınlık hisleri duyabileceğimiz kimselerin bulunduğunu, sizin sayenizde anlamış bulunuyoruz. Erişmek istediğiniz hedeflere varabilmeniz için sizlere yardım etmekten memnuniyet duyacağız. Avrupa'dan, sizin gibi ciddî niyetli kimseleri bize gönderebilirsiniz. Onlar da birer kardeş gibi burada misafir edileceklerdir. Onlar da huzur içinde bizimle kalıp incelemelerini yapabilirler. Eğer sizden bir mektup getirirlerse, kapımız onlara da açık olacaktır. Hepimiz sizi hayırla anacağız. Buradaki çalışmalarımız ve bizimle birlikte ibadetlere katılmanızı daima hatırlayacağız. İstisnasız bütün ihvanımızın size karşı sevgi ve dostluk hisleri beslediklerini bilmelisiniz. İstediğiniz mektubu yazdım. Oğlum Ali Efendi onu sizin için Arapça'ya ve Farsça'ya çevirebilir Şimdi siz de unutmayınız ve bize birleştiğimiz ve ayrıldığımız bahisleri hülasa eden bir yazı gönderiniz. Böylece Batıda hakikati arayanlarla faydalı bir işbirliğine girebilelim."

BEN DE çok mütehassis olarak, gerçekten hissettiğim hürmet duyguları içinde Şeyh Efendi'ye teşekkür ettim. Bütün bu zaman içinde tekkede bulunmaktan çok duygulanan tercümanım, Şeyh Efendi'den kendisini de mürid olarak kabul buyurmasını istirham etti. Ben de tercümanıma bu kadar zamandır gösterdiği yakın alakadan dolayı çok minnettar idim.

Tekkedekilerin hepsi daha fazla kalmamı ayrı ayrı ve samimiyetle temenni ettiler.

Şeyh Efendi, gelecek Pazartesi günü için oğlu Ali Efendi'nin tekkesine davet edince oraya gelebileceğimi söyledim.

YEŞİLLİKLER İÇİNDE

PAZARTESİ günü arkadaşım (Mahmud Muhtar) Bey ile birlikte, şeyh Efendi'nin oğlu Mehmed Ali Efendi'nin tekkesine gitmek üzere Asya yakasına geçtik.

Ali Efendi'nin evi insanın hayal dahi edemeyeceği kadar güzel bir yerdeydi. Yeşillikler içinde bir yamacın üzerinde bulunuyor ve yedi tepesiyle bütün İstanbul'u seyrediyordu. Tepenin etrafında çam ve incir ağaçlarının gölgelediği küçük ve rahat ahşap Türk evleri vardı. Üsküdar mezarlığından ise bir servi ormanı yükseliyordu.

ALİ EFENDİ kollarını açarak bizi karşıladı. İki şirin çocuk, babalarının arkasına gizleniyorlardı. Bizi alarak şahane manzaralı geniş üst kata çıkardı. Çok geçmeden Şeyh Efendi hazretleri de yanında Süleyman Efendi ve diğer ihvandan birkaç kişi olduğu halde teşrif ettiler. Daha sonra ise bir çok misafirler geldi. İçlerinde bir milletvekili ile bir büyükelçi de vardı. Kendilerine takdim edildim. Hepsi beni iyi niyetimden ve İslam'ı incelememden dolayı tebrik ettiler.

İzmir'de resmî vazifesi olan biri ise şöyle dedi:

"Çoğu meslekdaşlarımız son zamanlarda dinî hususlarda lakayd davranmaya başlamışlardı. Kendilerini evime davet ederek, bir Avrupalının gelip tekkemizde kaldığını ve bu tesirle müslüman olduğunu anlattım. Hemen hepsi tekrar namaz kılmaya başladılar."

ONUN bu temiz kalbliliğine gülmek zorunda kaldım. Sonra da "Müslüman olmadığımı, dinler arasında bir ayırım yapmadığımı, Allah'a olan ibadetimi bir kilise veya bir camide yapabileceğimi" anlatmak zorunda kaldım. Bu izahatım misafirlerin keyfini biraz, kaçırdıysa da az sonra yeniden samimî bir hava içinde her şey unutuldu.

Öğleye kadar sohbete devam edildi. Yemekten sonra namaz ve zikir için tekkenin camiine geçildi.

Tekkeden ayrılırken, Bey, kendi köşkünde vereceği bir öğle yemeğine beni de davet etti ve Şeyh Efendi ile oğlunun da geleceklerini söyledi.

ÇİFTLİKTE SOHBET

DAVET gününde arkadaşım Bey'in, Haydarpaşa'dan birkaç İstasyon içerideki çiftliğine gittim. Oraya vardığımda, Şeyh Efendi, oğlu Mehmed Ali Efendi, Profesör dostum ve bir milletvekilini, şahane bir çam ağacının altında ve çok güzel bir halının üzerinde otururlarken buldum.

Sohbet her zamanki gibi dönüp dolaşıp manevî mevzulara geldi. Halbuki bu konuda sohbet yapılan yerleri Avrupa ve Amerika'da kolay kolay bulamazsınız. Bütün ilgisi manevî sahalara çevrilmiş olanların arasında bile, insan varlığının bu temel meselelerine, sohbetlerde nadiren temas edilir. Onların bambaşka problemleri vardır:

İş, edebiyat, ekonomi, siyaset veya şahsî meseleler... Türkiye'de ise sohbetlerde hemen meselenin özü olan lüzumlu şeylere giriliyor.

ŞEYH EFENDİ'NİN yanındaki bir çiçeklikte sardunyalar vardı Efendi bunlara sanki canlıymışlar gibi bakarak tefekküre daldı. Sonra müsbet ilmin temsilcisi olan profesöre bakarak şunları söyledi:

"-Bunlarda hayatın hakikî sırrını buluyorum. Eğer bir kimse tabiat karşısında iyi düşünürse, matbaada basılmış kitapların ölü mürekkep lekelerinin verebileceğinden çok daha fazlasını öğrenebilir. Allah'ın önümüze serdiği tabiat kitabını anlamamız lazımdır. Bu şekilde insan bizzat kendi varlığının da sırrına erebilir. İşte o zaman sanki içinde bir güneş doğmuş gibi olur. Bu güneşin yanında öteki bütün ışıklar sönük kalırlar. "Kendini bilen Rabbini bilir." buyurulmuştur."

Öğle namazı vakti gelince, güzel bir halı kıbleye doğru serildi. Namazı hep birlikte kıldık. Hepsi de benim artık hidayete erdiğimden hemen hemen emin idiler. Bey ve diğer misafirler tebrik ettiler. Ali Efendi heyecanla beni kucakladı. Şüphesiz bu mümkün bir şeydi.

Şeyh Efendi, okunan duaların manasını bilip bilmediğini sordu. Benim için kelimelerin bir önemi olmadığını söyledim. Allah'ı anmak, ona şükretmek çok güzel bir şey, Allah'ın arzında, nerede ve her kim Allah'a ibadet ediyorsa ona memnuniyetle katılırım, dedim.

Artık ayrılık vakti gelmişti. Bu, üstadım Şeyh Efendi ile son görüşmem oldu. Efendi beni kucakladı. Her ne kadar ayrılsak da beraber olacağımızı söyledi.

Ali Efendi de beni kucaklayarak, evinde bir hafta olsun kalmam için ısrar etti. Fakat reddetmek zorundaydım. Çünkü birkaç gün içinde ayrılıyordum.

Tekrar geldiğimde buluşmak üzere sözleşerek ayrıldık.

BİRKAÇ yıl sonra tekrar İstanbul'a geldiğimde Mehmed Ali Efendi'yi aradım. Bütün tekkelerle beraber onların tekkelerinin de kapatılmış olduğunu öğrendim. Yaşlı Şeyh Efendi inzivaya çekilmişti. Kendisin! ziyaret ettim ve eski bir dost gibi kabul gördüm. Ali Efendi ise bir devlet dairesinde çalışıyordu... -


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kelami Dergahından Hatıralar
MesajGönderilme zamanı: 04.03.09, 09:57 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 904
Alıntı:
Gerçekten de yazarın Kelamî Dergahına misafir olarak kabul edilmesi, burada on dört gün kalarak Şeyh Efendi ile sohbet edebilmesi, merak ettiği hususları sorabilmesi hep bu zatın sayesinde mümkün olabilmiştir.


Elin adamı bir dergahta 14 gün kalyor ; 140 sayfa hatırat dolduruyor; bizim dervişan 14 yıl mürşidi ile yaşıyor ; 14 satır not tutmuyor...

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kelami Dergahından Hatıralar
MesajGönderilme zamanı: 06.03.09, 00:55 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.12.08, 14:54
Mesajlar: 409
Kelami Dergahından Hatıralar "Bir İrfan Mektebinden Esintiler"

Kitap / Kelami Dergahından Hatıralar

Daha önce Altınoluk'ta bir yazı dizisi olarak yayınlanan, "Kelami Dergahından Hatıralar" Muradiye Kültür Vakfı Yayınları arasında, ilmî-tasavvuf; eserler serisinin ikinci kitabı olarak aynı isimle yayınlandı.

Eseri, akıcı üslubuyla Türkçe'mize kazandıran Y. Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu Bey'e ve Muradiye Kültür Vakfi'na tebrik ve teşekkürlerimizi ifade etmek isteriz.

Mütercim 256 sahifelik kitabın önsöz yazısında İslâm Tasavvufunun diğer kültür muhitlerine aydınlatıcı mesajlar taşıdığını belirterek, Mevlana Hazretlerinin:

"Mabera-yı vasilerden amedim

Mane-bera-yı faslkerden amedim
"

(Biz birleştirmeye geldik, ayırmaya değil), sözünü nakleder ve çevirisini yaptığı eserin. Tasavvuf Tarihi disiplini için bir kaynak durumunda olduğunu belirtir.

Giriş bölümünde de mütercim, müellif Cart Vett hakkında ve kitapta adı geçen Gazi Muhtar Paşa (1867-1935) Prof. Dr. Mehmet Ali Ayni (1868-1945), Ömer Ferid Kam (1864-1944) ve Muhammed Es'ad Erbili -kuddise sirruh(1847-1931) gibi şahıslar hakkında kısa bilgiler sunar.

Mütercimin müellif hakkında verdiği bilgilere göre Cari Vett, 1870'li yıllarda Danimarka'da doğmuştur. Önceleri sosyal bilimler sahasında incelemelerde bulunmuş, daha sonra da "Mistik Medyumistik ve Psikolojik" konulara yönelmiştir.

Hatıratta birkaç defa konu olan tenasüh inancından, Hint kültürünü incelerken etkilenmiştir. Dergah günleri sonrası da bu inançtan kurtulduğunu söylemek zordur.

Hindistan'da tanıştığı bir imamın ve diğer batılı araştırıcıların tavsiyesi ile, İslam Tasavvufu üzerinde çatışmayı kararlaştırır. Bu iş için de İstanbul'u seçer. Sırayla Bedevi, Mevlevi, Rufaî, Halvetî ve Kadiri tarikatlarım inceler. Daha sonra hatıratta kendisinden "Bey" diye bahsettiği Mahmud Muhtar Paşa aracılığı ile Kadirî Nakşibendi irfan mektebine mensub "Reisü'l-Meşayih Muhammed Es'ad Erbilî" -kuddise sirruh- ile tanışır. Bu Allah dostunun dergahında (Kelami Dergahı) on beş gün kadar kalır. Zikir çeker, namaz kılar ve şeyh efendi ile sohbetlerde bulunur.

Cari Vett, dergahta geçirdiği on beş günlük tasavvufi tecrübe ve müşahadelerini günü gününe kaydeder. Mürşid-i Mükemmil Es'ad Efendiyi çok sever. Es'ad Efendi de onu "Avrupa Halife-sı" unvanıyla şereflendirir.

Es'ad Efendi'nin hulefasına ve sevdiklerine olan mektupların toplandığı "Mektubaf'da Cari Vett'e hitaben yazılmış iki mektup bulunmaktadır. Mektupta Cari Vett'jn Allah'ın vahdaniyetine, Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a)in peygamberliğine ve Kur'an-ı Kerim'in kelamullah olduğuna inanan, iyi bir araştırıcı olduğuna dikkat çekilerek kendisine yardımcı olunması istenmiştir. Bu mektup, hatıratta bulunmaktadır.

Hatırat 1935'de Danimarka dilinde yayınlanmış, daha sonra Almanca'ya, 1953'te de EIbridge W. Hathavey tarafından "Dervish Diary" adıyla İngilizce'ye çevrilip, Los Angeles'ta basılmıştır. Türkçe çeviride de bu esas alınmıştır.

Eser okununca görülecektir ki; müellif samimi bir araştırıcıdır. Zeki birisidir. Dünya coğrafyasındaki bir çok kültürü, yerinde ve yasayarak öğrenme çabasında olan bir hakikat arayıcısıdır. Fakat tamamen ön fikirlerden uzak olduğunu da söyleyemeyiz. Nitekim tenasüh saplantısı bunun en açık delilidir.

Kitap her seviyeden insanın istifade edebileceği sohbetler içeriyor. Yazarın değerlendirmelerinden çok, Es'ad erbili Hazretleri ile yapılan sohbetlerden okuyucunun istifade edeceği çok şey var.

Es'ad Erbilî Hazretlerinin Cari Vett'e hitaben "Burada kalbten kalbe anlaşırız" (s. 70) sözleriyle başlayan Kelamî Dergahı sohbetleri, önümüze manevi bir sofra kuruyor. Sohbete Allah Rasulünün "Cesette bir çiğnem et vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur. O bozuk olursa bütün beden bozuk olur." sözleriyle işaret buyurdukları kalpten başlıyorlar.

"Büyük üstadımız İmam-ı Gazali, bir insanın, Allah'a maddi vücudia değil, kalble yaklaşabileceğini söyler. Ancak biz kalb ile, genellikle göğsün içindeki yürek adı verilen çam kozalağı şeklindeki et parçasından öte, başka bir şeyi, Allah'a giden yolu gösteren en büyük sırlardan birini kasdediyoruz. İşte bu anlamdaki manevi kalblerimiz arasındaki teması sağlamak için, büyürünüz tefekkür ediniz." (s. 70)

Manevi tekamülün temel şartına da şu şekilde işaret edilir:

"Müridin görevi, kendisine istikamet sahibi olmada yardımcılık eden şeyhi ile çok sıkı bir irtibat kurmaktır. Sürekli şeyhinin hayalim gözünün önünde tutması, manevi tekamülün temel şartıdır." (s. 77)

Zikrullahdan bahsederken de şöyle buyurur:

"Zikir, kendi içinizde farkına varmadan sessizce yeni bir göçün büyümesine ve artmasın sebep olur. Bir gün gelir, Allah tarafından verilmiş bir şeylere, kitaplarda yazılı bulunmayan hikmete sahip olduğunuzu farkedersiniz. Bu hususta iyi düşünün. Zikir, bu yolda atacağınız ilk adım olacaktır."(s. 118)

Tekke hayatına ve İslam Tasavvufuna hayran olan Cart Vett, şu ifadeleriyle bir gerçeği dile getirir:

"İslam evladları arasında sınıf çatışması yok, onun yerine kardeşlik var." (s. 189)

Son olarak burada şunu da hatırlatmakta yarar görüyoruz:

Bu eser adım çok duyduğumuz, fakat hiç görmediğimiz tekke hayatım, bize tattırmaktadır. Baskı hatalarından, dipnot numaralarının irtibatsızlığından arındırılır ve bazı ıstılahlar ve mevzular üzerinde çeviren tarafından kafi derecede izahlar da yapılırsa, istifade daha çok olacaktır. Ayrıca giriş kısmında Es'ad Erbilî Hazretleri hakkında biraz daha geniş bilgi verilmesi samimi istirhamımızdır.

Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kelami Dergahından Hatıralar
MesajGönderilme zamanı: 06.03.09, 08:12 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator

Kayıt: 01.01.09, 18:04
Mesajlar: 142
Konum: http://askinsonhecesi.com
Allah razı olsun


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 9 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye