Hem ALP idi, hem EREN idi, GİTTİ..
Prof. Dr. Namık Açıkgöz namikacikgoz@boyuthaber.com27.03.2009
Adını, ilk defa 1977’de duymuştum. Efsane bir gençlik lideri idi. Veteriner Fakültesinde de öğrenciymiş.
Genel Başkan idi ve silahların yeniden patlamaya başladığı bir dönemde, “Eller silah değil kalem tutmalı” sloganını yaygınlaştırmak için var gücüyle çalışmıştı. Ama nâfile!… Mermi namludan çıkmıştı ve Türkiye’yi uçurumun kenarından döndürecek olan “Eller kalen değil, kalem tutmalı” projesi, akâmete uğramış, takip eden yıllarda, kan gövdeyi götürmüştü. Bu defa, hareketin zirvesinin muhalefetine rağmen, “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganını yerleştirerek Anadolu mayasının özüne işaret etmişti.
Onunla 1978 yılında bir ara beraber çalıştık. O genel başkandı; bir grup arkadaşla beraber TÖMFED (Töre Musiki, Folklor ve Edebiyat Derneği)’de görev aldık. Fakir, genel sekreterlik görevi yaptı. Orada, soyadını unuttuğum Ahmet, Muzaffer Şenduran (udi) ve Haşim Akten gibi iyi insanları tanıdım.
Maalesef, silah seslerinin edebiyat ve musikinin sesini kıstığı bir dönemdi. Bazı güzel faaliyetler yapılmıştı TÖMFED’de. Ve bugün, kültür ve sanat camiasında önemli yerler işgal eden bazı yazar, şair ve fikir adamlarının ilk fidanlığı olan Divan dergisinin temelleri TÖMFED’de atılmış; ilk toplantılar, Demirtepe Fevzi Çakmak sokağındaki dernek binasında, yoğun sigara dumanları arasında yapılmıştı. O toplantıda kimler yoktu ki?!…. Fakir, Beşir Ayvazoğlu, Ali Akbaş, Yağmur Tunalı, Ayhan Pala, Ahmet Nezihi Turan, Cemal Kurnaz…
Divan dergisinden ne imzalar çıkmamıştı?!... Bazıları kamuoyu önüne ilk kez çıkan Ömer Lütfü Meteler, Ahmet Turan Alkanlar, Ali Akbaşlar, Musa Doğanlar, İsmail Güneşler, Naci Bostancılar, Lütfü Şehsuvaroğlular, Mustafa Çalıklar …
Divan dergisinin içeriğine karışmadan çıkarılmasında onun rolü çok büyüktü. Çünkü o, geleceğin silahla değil, kalemle kurulacağına inanıyordu. Dergimize müdahale edildiğinde de, biz dergiyi çıkarmaktan vaz geçtik… Zaten dergi, bizden sonra birkaç sayı daha çıkıp kapandı.
Sonra 12 Eylül 1980 gece baskını…
Her birimiz bir yana savrulduk… Bazılarımız Mamak zindanlarını mesken tuttu. Eleştirdiğim yerleri olsa da o, Mamak zindanlarını Yusufiye’ye çevirenlerdendi; “Üşüyorum” dese de, Mamak zindanlarını Yusufiye sıcaklığına dönüştürenlerdendi.
Yıllarca onu takip edemedim; zaten hareketle de arama mesafe girmişti…
Yıllar sonra onunla 1992 Ağustos ayında karşılaştık…
Elazığ’daydım… O da, “asıl tehlikenin meclis merdivenleri ve koridorlarındaki kravatlılar olduğunu” söyleyen ve tek “emir”le yüz binleri sokağa dökecek bir “kudret”le yolunu ayırmış, yeni açılımlar için Anadolu’ya fikir tohumları ekiyordu.
Yeni bir yol ararken yayımladığı Milli Mutabakat Metni, entelektüel seviye, üslup ve içerik olarak Türk siyasi tarihinin en önemli manifestolarından biridir. Keşke bu metin arşivlerden çıkarılıp kamuoyuna tekrar sunulsa.
Elazığ’da bir-iki gün kalmıştı. Arkadaşlar, bir akşam Hankendi köyüne gideceğini söylediler ve fakirin de gelmesini; harekette yeni açılım tekliflerimi kendisiyle konuşmamı istediler. Gittim… Küçücük bir köy kahvesiydi buluştuğumuz yer. Kahvede 8-10 kişi ha var, ha yoktu… O, dinleyicisinin az olmasına aldırmadan, yüz binlere hitap eder gibi heyecanla konuşuyor; konuşulanları, büyük bir ciddiyetle dinliyordu.
Dernek kültürünü, siyasi alana aktarmayı başaran biriydi; bu yüzden amatör ruhunu asla kaybetmedi. Yaşı ilerlemesine rağmen 25 yaş idealizminden hiç vaz geçmedi.
Hareketi, 1992’lerden bugünlere kadar, tavizsiz bir şekilde devam ettirdi. Uzlaşmacıydı ama inandığı değerlerden asla taviz vermedi; hiç oportünist olmadı.
Ben onu Ömer Seyfeddin’in “Pembe İncili Kaftan”ındaki adaşı Muhsin Çelebi’ye benzetirdim. Çünkü ikisi de müdânâsız ve kimseye eyvallahı olmayan insanlardı. Son yıllarda yaşanan olaylar karşısında, dimdik durmasını bilen ve söylenmesi gereken her şeyi apaçık söylemekten zerrece çekinmeyen yiğit bir insandı. İsteseydi, önünde açılmayacak ikbal kapıları yoktu; fakat asla buna tenezzül etmedi.
1992’den sonra onunla bir daha karşılaşmamıştık ama sığlıktan derinliğe giden yollarda zaman zaman düşüncelerimiz kesişmişti. Eski sevgilimle arama mesafe koyduktan sonra, en büyük ayak bağlarım, eski sevgilimin mensupları olmuştu fakat hiçbir zaman onun hareketinin mensuplarından, olumsuz bir tavır görmedim.
Yeni dünyayı okumak ve dünyayı yeniden okumak konularında bazı farklılıklarımız olmuştu ama ana ilkelerde hiç farklı düşmemiştik.
Karlı dağlarda yitirdik onu…
“Üşüyorum” demişti, üşüyerek can verdi…
Şiirindeki yarpızların arasında gitti…
Muhsin idi; muhlis idi, mü’min idi, müşfik idi, mükrim idi!… Adam gibi adam idi!...
Gitti!...
Gidişiyle Türkiye’ye bir şeyler öğretti, gitti…
Vatanın her zerresini hakkıyla bilmediğimizi öğretti, gitti…
Allah göstermesin, yarın öbür gün bir savaş çıksa, o dağları yeterince bilmediğimiz için gerekli vatan savunması yapılamayacağını gösterdi, gitti!...
Er idi, er idi
Eren idi er idi
Erdi Hakk’ın katına
Yüreciğim eridi
Ruhunuz şâd olsun onunla beraber Hakk’a yürüyenler!...
Ruhun şâd olsun Muhsin Yazıcıoğlu!...
Ruhun şâd olsun ey alp kişi, ey er kişi, ey eren kişi!...
***
Önceki yazımda, 29 Mart seçimlerinin, kalıcı bir izi olmadığını söylemiştim. Yazımı gönderdikten sonra, o meş’ûm ve menhûs kazayı öğrendim. Maalesef, 29 Mart 2009 seçimlerini hep onun Hakk’a yürümesiyle anacağız.